Prag... 20-Ağustos-68... Baharın bittiği gün...
.
Prag Baharı olarak adlandırılan; Çekoslovakya’nın siyasi olarak liberalleşmeye çalıştığı dönem, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerince işgal edilmesiyle sona erdi...
Alexander Dupçek ve öteki liberalleşme yanlısı sosyalist liderler tutuklandı... Sovyet tankları Prag sokaklarında halkın direnişiyle karşılaştı...
*****
PRAG... BİR DON JUAN’IN HAYATI...
“Önemli olan üç’ler kuralını izlemek” diyordu Tomash “Bir kadını ya arka arkaya üç kere görür sonra hiç görmezsin, ya da ilişkini yıllar boyu sürdürürsün, ama her randevunun arasına en az 3 hafta bırakmaya dikkat edersin...”
***
Murat Belge’ye göre Tomash çağımızın Don Juan’ıydı...
“Üç’ler kuralı sayesinde Tomash birçok kadınla cinsel ilişkilere girerken, bazı kadınlarla olan ilişkilerini de bozmamayı başarmıştı...
Onu en iyi anlayan kadın Sabina’ydı... Sabina ressamdı...”
***
Çağın Don Juan’ı olan bu adam iş için bir günlüğüne gittiği kasabada genç bir kadınla ilgilendi...
Kadın bir süre sonra adamın Prag’daki evine geldi...
Geldiği gün seviştiler...
Genç kadın Don Juan’ın o gün girdiği hayatından bir daha çıkmadı...
Tomash taşralı o genç, güzel ve nahif kadın girdiği andan itibaren ne ondan ne de öteki kadınlarından vazgeçebildi...
Genç kadının ismi Teressa’ydı...
***
Teressa, Tomash’ı öteki kadınlardan deli gibi kıskanıyordu...
Geceleri kabuslar görüyor, kabuslardan hıçkırarak uyanıyordu...
Tomash’ın hayatı alt üst olmuştu;
Çünkü Tomash’a göre, “Kadınlarla erotik dostluklarının temel kuralı, aşk adına ne varsa, yaşamdan uzak tutmasını sağlamaktı...
Anlaşmanın bu maddesine karşı geldiği an, Don Juan’ın hayatındaki öteki kadınların konumları alçalacak ve onlar başkaldırmaya hazır hale geleceklerdi...”
***
Ancak hayat Don Juan’ların bile teorize edebildiği ölçüde gerçekleşmezdi...
Milan Kundera’nın romanından çıkma Prag’lı playboy doktor Tomash için de bu kural değişmeyecekti...
Çağın Don Juan’ına aşk oyunu çok pahalıya mal olacaktı...
***
Kadınları içinde onu en fazla anlayanı Sabina’ydı...
O bile, genç Teressa’nın sevgilisinin hayatına girmesinden sonra değişmişti...
Sevişirlerken Tomash’ın saatine baktığını fark ettiğinde, çorabının tekini saklayacak, onu rezil etmeye çalışacaktı...
Sabina Prag’lı Don Juan’ı seviştikleri o gün ayazda delikli kadın çorabıyla genç sevgilisinin yanına gönderdi...
***
Ne ki Sabina’ya rağmen, Tomash’ın Teressa’ya olan aşkı bitmek bilmedi...
O istiyor diye “memleketinden uzaklara gönüllü sürgüne” gitti...
Bir gün genç kadın sürgündeki evden, arabasına atlayıp memleketine döndü...
Tomash genç kadının arkasından, kendisi için cehennemi andıran bir cezaevi halini alacak olan ülkesine geri döndü... Genç kadına karşı aşk ve sevgiyle karışık bir şefkat besliyordu...
***
Bir erkek “Sevdiği kadının arkasından, gönüllü sürgüne gidiyor, gönüllü sürgünden kendisine cehennemi yaşatacakları coğrafyaya geri dönmekten imtina etmiyordu...
Hayatını bir kadın için allak bullak ediyor; ama aynı genç kadını sayısız kadınla aldatmaktan vazgeçemiyordu...”
Korkunç bir dilemmaydı bu...
***
Hayatı bunca allak bullak eden erkeğin, o genç kadını sevmediği söylenemezdi...
O zaman soru şuydu;
Bu kadar çok seviyorsa genç kadını, neden beraber olduğu diğer kadınlardan vazgeçemiyordu?..
***
Halil Berktay şöyle yazacaktı;
Aslında Nazım da Milan Kundera’nın Tomash’ı gibi; “çok kadınlı tek erkeklerden”di...
Nazım’ın da başka başka aşık olduğu, fakat ondan başkasına aşık olmasını istemediği kadınları yok muydu?..
Piraye, Münevver Hanım, Piraye hep bir şekilde genç Teressa’nın kaderini yaşamamışlar mıydı?..
***
Tomash’ın küçük pejmurde arabasıyla çapkınlığa gittiği sokaklarda yürüdüm uzun süre...
Sonra Teressa’nın Rus askerlerinin 68 Baharı’nda işgal ettikleri Prag’da korkusuzca resmini çektiği meydanlarda dolaştım...
Sabina’nın yaptığı resimlerini verdiği galerilerde oyalandım...
Milan Kundera’yı andım...
Tomash’a selam gönderdim...
Teressa’yı sevdim...
Sabina’ya gıpta ettim...
‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni hissettim...
*****
BİR SONBAHAR ŞEHRİ
Bir Sonbahar şehridir Prag...
Tıpkı Paris gibi...
Hüzünlüdür çünkü...
Tüm Sonbahar şehirleri gibi...
Prag’ın üstüne sinen hüzün “dört mevsim”dir...
Aslında “Dört Mevsim Sonbahar’dır Prag...”
Bahardayken de hüzünlüdür...
Kar yağarken de...
Yazın güneşte yürürken bile...
***
Rus işgali mi hüzünlü yapar şehri?..
Dubçek’in güler yüzlü sosyalizminin, vakt-i zamanında yürümemesi mi?..
***
Bir Ağustos sonunda Prag Baharı’nın bitmesi midir, şehri “hep Sonbahar yapan?..”
Yoksa Kafka’nın pesimizmi mi?..
***
Vitava nehrinin üzerine düşen sarı yapraklar mıdır Prag’ı hüzünlü kılan?..
“İşgalci otoritenin“, baskısına karşı çıkmaya çalışan, Don Juan bir doktorun “siyasi cesaretinin fayda vermez gözükmesi mi?..
***
Teressa’nın aşamadığı ve aşkına kavuşamadığı dramatik kaderi midir Prag’ı hüzünlü yapan?..
Yoksa Sabina’nın erkeğine bir türlü sahip olamadığı hüzünlü hikayesi mi?..
***
Sanırım hepsi;
Ve daha fazlası...
Prag bütün bu kişisel ve siyasi öykülerin hüzünlü dekorasyonunda; misafir eder konuklarını...
Prag’a gelen her konuk, şehrin büyülü, gizemli ve hüzünlü atmosferinde, kendi hüzünlü öyküsünü de düşünür ve hikayeleştirir...
Hüzünlere; hüzünler eklenir Prag’da...
İnsanlardan ve şehirden toplanan hüzünlü öyküler, demetler halinde Prag’ın tatlı esintisinde rüzgarlaşır...
Vitava nehrinin gece akıntısında yakamozlaşır... Arnavut taşlı sokakların ıslaklığında saydamlaşır...
Kilisenin bulunduğu meydanda hepsi birden bohemleşir...
Prag’da esasen şarap içilse de...
Prag “biranın bile güzelleşebildiği nadir kentlerden biridir...”
Biralı, birasız, şaraplı, şarapsız...
Prag kadınları her halükarda zarif ve güzeldir...
Prag’lı Don Juan Doktor Tomash’ın şerefine...
Na zdravi...