Şampiy10
Magazin
Gündem

2002 Mayıs’ı Boğaz’da bir akşamüstü... Patronla...

İki yaşını henüz doldurmayan ve kendisine baba diyeli henüz birkaç ay geçen manevi kızıyla, o günlerde büyük aşk yaşadığı pop starı annesini almış haftanın yorgunluğunu Boğaz’da atmaya çalışıyordu Gazeteci...

***

2002 Mayıs’ının bir Pazar akşam üstüsüydü...

Güneşli bir İstanbul günü, hava kararmaya yüz tutuyordu...

Gazeteci’nin telefonu aniden çaldı...

Kendisini arayan grubun ortaklarından; aynı zamanda Kolej’den bir abisiydi...

***

Samimi bir üslupla

-“Neredesin?..” diyordu...

-“Boğaz’dayım... Biraz deniz havası alıyorum... Kızım ve annesiyle geziyoruz...”

-“Bizim eve bir uğrayabilir misin?..” diyordu Abi...

***

Hiç alışılmadık bir olaydı...

Çok anormal bir şey olmasa, televizyonun yeni patronları Pazar günü Gazeteci’yi aramazlardı...

Öyle bir gelenekleri yoktu...

***

Kolej’li Abi şöyle diyordu;

-“Patron da gelecek... Biraz otururuz bizde... Bankaya el koydular... Biraz konuşuruz...”

***

Gazeteci; kızı çok küçük olduğu ve maması, erzakı hazır olmadığından oraya götüremedi...

Ünlü sanatçı sevgilisini getirip getiremeyeceğini sordu...

-“Tabii gelsin... Çok daha iyi olur...” dedi, Kolej’li Abi...

***

Boğaz’a nazır ince bir zevkle döşenmiş villaya sevgilisiyle apar topar gitmelerinden kısa bir süre sonra Patron da villaya geldi...

Patron’un yüzünün bembeyaz olduğunu gördü Gazeteci...

Morali altüst olmuştu...

Günlerdir yemek yemediğini söylüyordu, Kolej’li Abi...

***

Eşi;

-“Sana bir çorba yapayım da onu ye bari...” dedi...

Patron itiraz etmedi...

Gazeteci Patronun günlerdir yemek yemediğini, çorbayı içerkenki halinden anladı...

***

Açtı; fakat yudumları bile kolay kolay boğazından gitmeyecek şekilde zor içiyordu çorbasını...

***

Grubun iki üst düzey genç yöneticisi de oraya geldiler...

Ünlü bankalarına el konmuştu...

Ne yapılabileceğini konuşuyorlardı...

Durumu daha detaylı öğrenebilmek için Gazeteci bir iki siyasiyi aradı onlarla konuştu...

***

Deniz Baykal o sırada muhalefet lideriydi...

Konuyla parti olarak yakından ilgileneceklerini söyledi...

Gazeteci durumun vahametini biliyordu;

Ancak taşlar o sırada tam olarak yerli yerine oturmuyordu...

***

İktidarın içinde bir kesim; yeni bir siyasi oluşumla medya desteğini arkasına alarak genel seçimlerden iktidar çıkmanın hesabını yapıyordu...

Bunun için de “medya planlaması” şarttı...

***

Herkesin sesini hayranlıkla dinlediği Pop Star Sevgili ise; hiç konuşmuyor ve durumu sadece endişeli bir yüzle izlemekle yetiniyordu...

***

O sırada biri çıkıp;

-“6 ay sonra Türkiye’de fiilen bu hükümet kalmayacak, bu kararı alan parti de fiili olarak tarihe karışacak...

Bambaşka bir iktidar, bambaşka bir parti; 15. yılını yıllar sonra kutlayacak şekilde tarih sahnesinde yer alacak... Türkiye bütünüyle değişecek...” dese; büyük ihtimalle evde çalışanlara; “Beyefendiyi lütfen kapıya kadar geçirin...” denirdi...

Öyle bir atmosfer vardı...

***

Pazar gününden bir ay sonra; Gazeteci’ye;

Tarihin tozlu sayfalarında yer almaya ramak kalmış iktidarın son icraatlarından biri tebliğ edildi...

Meslek hayatında yedi yıldır zirveden bir gün bile inmediği haber bülteni; siyasi iktidarın bir kanadının tercihi olarak elinden alınıyordu...

SİYASİ PARTİ KURAN “YENİ TELEVİZYON PATRONU...”

Sevgilisi ve hayatına yeni giren manevi kızıyla; kıyılarını iyi bildiği; az tanındığı için rahat dolaşabildiği; Ege’nin öteki kıyısındaki ülkeye gitmeye karar verdi Gazeteci...

***

Ege’nin lacivert sularına bakarak; mesleğinin zirvesinde hayatın getirdiği bu acı ve ibret dolu dersin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu...

***

Bir taraftan da, yeni kanalla görüşmeler yapıyor, sözleşme imzalıyordu...

Gazeteci’nin “Haberci olarak” rahatsız olduğu bir konu vardı...

Yeni transfer olduğu televizyonun Patronu; bir siyasi parti kurarak iktidara aday olduğunu açıklıyordu...

***

Doğal olarak “kendi televizyonunun haber bülteninin” buna full destek olması gerekiyordu...

Bu öyle böyle bir destek değil...

Sonuna kadar, kazanana kadar olacaktı...

***

Bugüne kadar, kendine biçtiği objektif sınırları hiç ihlal etmeyen Gazeteci için; bu bülteni hazırlayıp sunmak, “ölümden beter”di...

Kendine olan saygısını yitirecek; bülteni eşit olmayan ve sürekli patronunu kayıran bir yapıda sunmak zorunda kalacaktı...

Bunu kabul etmesi imkansızdı Gazeteci’nin...

***

-“Televizyon sizin... Haber bülteni sizin televizyonunuzun haber bülteni...” dedi Patron katına Gazeteci...

-“Takdir edersiniz ki bu isim ve bu yüz de benim... Künyede adım Genel Yayın Yönetmeni olarak geçmesin... Yanımda Amerikan televizyonlarında olduğu gibi; bir hanım sunucu olsun... Parti haberlerini o anonslasın..

Ben bültenin geri kalanını sunayım...”

***

İsteksiz davranıyordu Patron katı; bu uzlaşı formülüne...

Ancak o sırada yapacak fazla bir şey yoktu...

Gazeteci; girdiği her haber bülteninin ratinglerini fırlatırdı o günlerde...

BİRİNCİLİK VE PATRONDAN FIRÇA...

Nitekim; haber bülteninin “Gazeteci”yle ilk yayınlandığı gün; yeni kanalın haber bülteni ratingde bütün haber bültenlerini geçmişti...

Olacak iş değildi bu...

Bu sonuç; yedi yıldır ilk kez oluyordu...

***

O gün Patron’ların genç olanından “başarısının bedeli olarak fırça” yedi Gazeteci...

Bir Cumartesi sabahıydı...

Ne olduğunu anlamadı...

Kanalın eski haber merkezinin müdiresi “duruma hakimdi...”

Böyle durumlarda operasyonlar hiç sekmez, aksamazdı...

***

Gazeteci’nin, bunlarla uğraşacak hali yoktu...

Yıllarca bütün Türkiye’nin izlediği haber bültenini yapıp, yeni kanalında dördüncü sıradaki haber bültenini bir günde birinci yapmış, üstüne bir de fırça yemişti...

***

Kanalın; AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a karşı inanılmaz bir muhalefet yapacağının işaretleri açıkça gözüküyordu bu arada...

Muhalefet yapılabilirdi...

Ama buradaki mesele, muhalefet değil bir siyasi parti kavgasıydı...

***

“Gazeteci” de “Patronunun siyasi partisinden yana bir tavırla bu siyasi kavgada yer almak zorunda kalacaktı...”

-“Milyonlarca dolar verseler bu işi yapmam...” dedi...

-“Ben haberdeki ismimi; iki siyasi partinin mücadelesinin bir parçası için yapmadım... Kimse bana, bir tarafın adamı, demedi diyemez... Parasız kalacağımı bilsem ben bu işi yapmam...” dedi kanalın genel müdürü dostuna...

***

Bütün paraları elinin tersiyle itti;

-“Seçim gecesi son programımı yapar veda ederim...” diye konuştu...

Tayyip Erdoğan seçimleri kazanmıştı

3 Kasım 2002 gecesi...

AKP’nin önü ana baba günüydü...

Son kez dört-beş dakikalık bir canlı yayın yaptı Tayyip Erdoğan’la...

Sabah beş sularında; haber bültenine sessiz sedasız veda etti...

Yazının devamı...

14 Ağustos 2001; AKP’nin kurulduğu gün; masanın altına saklanarak; Tayyip Erdoğan’la yapılan canlı yayın...

“Tam 15 yıl önce bugün...” diye başlıyor Reuters muhabiri Ercan Gürses dün paylaştığı yazısına...

***

“14 Ağustos 2001... AK Parti Türkiye siyasetine “Merhaba” diyecek...

O günlerde Show TV’de çalışıyorum...

***

Genel Yayın Yönetmeni Reha Muhtar; bürodan çıkarken beni telefonla arayarak;

-“Akşam ana haber canlı yayında karşımda Tayyip Erdoğan’ı istiyorum... Mazeret istemiyorum...” diyor...

***

Zor bir güne başlıyoruz... Ankara Bilkent Otel’de AK Parti’nin kuruluş manifestosunu, Genel Başkan Erdoğan açıklıyor...

***

Açılış toplantısının arkasından bütün kurucuların katılacağı öğle yemeği var...

Biz de o yemeğin yeneceği salona çıkıyoruz...

***

Kameramanların görüntü almasından sonra tüm haberciler dışarı davet ediliyorlar...

Ben ise çok büyük olan yemek masasının bir boşluğundan, örtünün altına dalıyorum...

***

Kimse fark etmeden yemek masasının altına giriyorum...

Diğer gazeteci arkadaşlar dışarı çıkıyor...

Ortalık biraz sakinleşiyor...

***

Masanın altında daha fazla kalamayacağımı biliyorum... Ama çıkmadan önce cep telefonumdan Reha Muhtar’ı arıyorum... Allahtan hemen açıyor telefonu...

***

Fısıltıyla;

-“Reha Bey biraz bekleyin...” diyorum...

Ve masanın altından aniden çıkıyorum...

Tayyip Erdoğan’a üç ya da dört sandalye uzaktayım...

***

Korumalar donup kalıyorlar...

-“Reha Bey, sizi Tayyip Bey’e veriyorum...” diyorum aniden...

Ve telefonu Erdoğan’a uzatıyorum...

-“Reha Muhtar sizinle konaşacak...” diyerek...

***

Bütün salon bizi izliyor...

Tayyip Erdoğan şaşkınlık içerisinde telefonu alıyor ve konuşuyor...

Diyaloglar bugün gibi aklımda...

***

-“Yok ben gelemem...”

-“Tamam o halde siz benim büroma canlı yayın ekibinizi gönderin... Tamam 19.30... Ayarlasınlar peki...”

***

Konuşmayı bitiren Erdoğan, telefonumu bana uzatıyor... O dönem sayıca çok az olan Erdoğan’ın korumaları, biraz da sertçe sırtıma dokunarak, beni dışarı davet ediyorlar...

***

O sırada Erdoğan’ın özel kalem müdürlüğünü yapan, sonradan AK Parti’den milletvekili olan Doktor Turan Çömez’in sitem dolu bakışlarıyla dışarı çıkartılıyorum...

***

Telefonum bu kez kapının önünde çalıyor... Arayan Reha Muhtar...

-“Harika bir iş oldu Ercan’cığım...” diyor... Yine gazetecinin en güzel ödülü olan teşekkürü alıyorum... Tam 15 yıl önce bugün...

***

Düşünüyorum da 15 yıl ne de çabuk geçiyor... O gün görevde Ecevit’in koalisyon iktidarı var... Derviş ekonomiden sorumlu bakan...

***

Reha Muhtar’la Show Ana Haber, açık ara gün birincisi oluyor...

Amerika’daki ikiz kulelerin yıkılmasına daha bir ay var...

***

Hagi, Nouma, Anderson Türkiye’nin yabancı futbol yıldızları...

Ve yine o gün önüne bir de siyasi yasak konulan Tayip Erdoğan’ın yıllarca Türkiye’yi yönetebileceğini kimse tasavvur edemezdi...”

“GAZETECİ ‘YAP’ DEDİĞİNİZ ŞEYİ; YAPMAZ... ’YAPMA’ DEDİĞİNİZ ŞEYİ YAPAR... KİMSENİN YÖNETİMİNE GİRMEZ...”

Bugün uluslararası ajansların en belli başlılarından biri olan Reuters’ın muhabiri Ercan Gürses’in 15 yıl önceyi anlatan yazısını, “Gazeteci”ye bir dostu; dün sabah gülümseyen bir mesajla gönderiyor...

***

Gözünün önüne geliyor o gün ve o gün duyduğu heyecan Gazeteci’nin...

Masaların altına saklanarak, canlı yayın röportajlarını yaptıkları; muhabirleri, kafalarına sopa yiyerek görüntü çeken kameramanları, canlı yayında rüşveti belgeleyen haber müdürleri...

***

15 yıl önce; -“Ne yapılıp edilip Tayyip Erdoğan yayına çıkartılacak...” dediği esnada AKP; Türkiye’de o gün kurulan; Meclis’te grubu bile bulunmayan, kimsenin grup kurup kuramayacağını bile bilmediği bir siyasi parti...

***

Gazeteci AKP’li mi?.

Hayır değil...

AKP’nin biran önce iktidara gelmesini mi arzuluyor?..

Hayır öyle bir arzusu da yok...

***

Derin yerlerden; bir talimat falan mı alıyor?..

Hayır!..

Gazeteci o günlerde ve sonrasında, “derin merkezlerle hiçbir irtibatı olmayan, kalbinden başka hiçbir şeyin sesini dinlemeyen o düzeydeki belki de tek kişi...”

***

Onun analizini yapanlar Gazeteci’nin; “tersliğini” anlatmak için hakkında şöyle diyorlar:

-“Bir şeyi yapmasını istiyorsanız; ona ‘yapma’ deyin... Yapacaktır!.. Yapmamasını istiyorsanız ‘yap’ deyin... Yapmayacaktır!..

Birinin yönetimine girdiğini hissederse hiçbir şey yapmaz, tehdide şantaja gelmez...”

RATİNG SİSTEMİ VE TAYYİP ERDOĞAN...

Gazeteci, o gün kurulan ve iktidar için o esnada hiçbir ihtimalin görünmediği bir partinin, liderini “yemek masasının altına saklanarak, canlı yayın yapacak kadar” istiyor...

***

Neden?..

Çünkü 2001 yılında bile o siyasi liderin; halkta bir karşılığı olduğunu görüyor...

***

“Gazeteci”yi o sırada, medyayı derin operasyonlarla dizayn etmek isteyenler; “rating için haber yapmakla” suçluyorlar...

***

Oysa “rating” dedikleri şey; “yapılan işin halkta karşılığı” olması...

Doğru, düzgün ve tarafsız ölçüldüğünde, halkın tercihlerini göstermesi açısından dünyanın en demokratik kurumlarından biri “rating müessesesi...

***

Oysa derin operasyonları yapanlar; “halkın oluşmuş tercihlerini değil, oluşturmak istedikleri tercihleriyle ilgililer...”

Onlar “salt gazeteciliğin değil, operasyon ve manipülasyon gazeteciliğinin” peşindeler...

***

Bundan dolayı için Gazeteci’yi delicesine eleştiriyor... İtibarsızlaştırıyor...

“Rating peşinde koşan ucuz, aptal, salak” bir Haberci konumunda resimlemek istiyorlar...

***

Esas amaçları; Türkiye’yi derin operasyonlarla kendi amaçları doğrultusunda dizayn etmek...

Bu dizayn eyleminde; “halkta karşılığını gördüğü bir lideri canlı yayına çıkartmaya uğraşan bir “Gazeteci”ye yer yok...

***

“Gazeteci” AKP’li değil...

Gazetecinin AKP’yle hiçbir ilişkisi yok...

Gazetecinin ne Tayyip Erdoğan’la, ne herhangi bir AKP’liyle; -Abdullah Gül’le televizyon programı için tanışma dışında- herhangi bir teması yok...

***

Ancak Gazeteci’nin cevval muhabirleri; yeni kurulan bir partinin Meclis’te milletvekili bile olmayan liderini canlı yayına çıkartmak için, masanın altına saklanıyor, bir canlı yayın mucizesini gerçekleştirebiliyorlar...

***

Gazeteci o günlerde halkta karşılığını gördüğü için Tayyip Erdoğan’ın sokak ve meydan konuşmalarını yayınlamakta sakınca görmüyor...

***

Gazeteci’nin tuttuğu hiçbir siyasi parti, ait olduğu hiçbir siyasi angajman olmadığı için... “Sadace gazetecilik” aidiyeti, hayatındaki tek aidiyeti olduğu için...

***

Gençlik yıllarında Ecevit’e karşı “duygusal bir yakınlığı” bulunuyor...

Ne garip tesadüf ki, Tayyip Erdoğan’ın o yayınlarını yaptığı, masa altından saklanarak canlı yayın gerçekleştirdikleri sırada; gençliğinin romantik lideri Bülent Ecevit Başbakan...

***

“Gazeteci” olarak, halkta karşılığı olduğunu gördüğü yayınları yaparken; Ecevit hükümetine rakip bir lidere ekranlarını açmış oluyor aynı zamanda...

***

Bülent Ecevit demokrasiyi özümsemiş bir lider... Bu yayınlarla ilgili hiçbir serzenişte bulunmuyor...

Ancak ortağı ANAP’ın Genel Başkanı’nın; Gazeteci’nin patronlarına;

-“Beni canlı yayına çıkartmıyor...” diye serzenişte bulunduğunu öğreniyor Gazeteci...

***

Nihayet bu olaydan 11 ay sonra; Gazeteci’nin Show Haber’deki biletini, derin bir operasyon sonucu kesiyorlar... Önce iki patronun bankalarına el koyuyorlar...

Sonra da; -“Bankayı geri almak istiyorsanız; bu adamı Ana Haber’den uzaklaştıracaksınız...” diyorlar...

AKP’NİN İKTİDARA GELDİĞİ GÜN, ‘GAZETECİ’ ANCHORMANLİĞE VEDA EDİYOR...

Gazeteci, 30 Haziran 2002’de Show TV’den ayrılıyor...

Bir başka kanalda çalışmaya başlıyor...

Operasyonu yapanların amacı, genel seçimlere istedikleri dizaynla gidebilmek ve sandıktan, istedikleri sonucu çıkartabilmek...

***

Ancak Türkiye üç ay içerisinde inanılmaz gelişmelere sahne oluyor...

Devlet Bahçeli’nin MHP’si erken seçim istiyor ve ani erken seçim, Gazeteci’nin yıllar öncesinden “halkta karşılığı var” dediği adamı, tek başına iktidara getiriyor...

Masa altına saklanarak yapılan gazeteciliğin “gerçek bir gazetecilik olduğu” o gün anlaşılıyor...

***

Gazeteciye gelince...

3 Kasım 2002 seçim gecesi, anchorman olarak son canlı ana haber ve seçim yayınını yapıyor ve televizyon haberlerine veda ediyor...

***

Neden veda ediyor?..

Niye gidiyor?..

Neden bir daha geri dönmüyor?..

Tarih; bu köşede yazılmaya devam ediliyor...

Yazının devamı...

Nazım’dan; Mustafa Kemal’e... “Kemalizmden ve senden adalet istiyorum...”

“Cumhurbaşkanı Atatürk’ün yüce katına...

Türk ordusunu isyana teşvik ettiğim iddiası ile 15 yıl ağır hapis cezası giydim...

Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmet altındayım...

Türk inkılaplarına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum...

***

Askeri isyana teşvik etmedim...

Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilecek bir kafam ve yurdunu seven bir yüreğim var...

***

Senin eserine ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim...

Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum...

Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum...”

***

Mektubu böyleydi Nazım’ın...

15 yıl ceza yemiş, şimdi de 20 yıl daha ceza yemek üzereydi...

Güya; donanmadaki askerleri komünizmi getirmeleri için isyana teşvik etmişti...

***

Nazım o yıllarda Türkiye Komünist Partisi’nden ayrılmıştı...

Tek başına bir şairin; deniz kuvvetlerindeki askerleri isyana teşvik etmesi anlaşılabilir bir şey değildi...

***

Ancak Hıfzı Topuz’a göre; işin başındaki Mareşal Fevzi Çakmak için, mesele Nazım’ın askerleri isyana teşvik meselesinden çok daha fazlaydı...

MUSTAFA KEMAL’İN AĞIR HASTALANDIĞI GECE OLANLAR...

General Ali Fuat Cebesoy; Mustafa Kemal’in Nazım Hikmet’le ilgili duygularını şöyle anlatıyordu o günlerde;

-“O çocuğu (Nazım Hikmet’i) Şükrü Kaya ziyan etmiştir...

Mustafa Kemal bu yüzden çok sinirlenmiş ve üzülmüştü...

Nazım Hikmet’i tevkif ettikleri sırada; Nizamettin Nazif’e rastladım...

***

Nazım’ı kurtarmanın zamanı olduğunu söyledi... Yalova dönüşü gemide, akşam yemeğinde Şükrü Kaya ile yan yana oturuyordum... Bu konuyu konuşuyorduk...

Mustafa Kemal birden Şükrü Kaya’ya,

-‘Ne konuşuyorsunuz orada’ diye bağırdı, onu azarladı...

***

İlk defa ciddi şekilde hastalanıp yatağa girdiği akşamdı... Biraz sonra benim kulağıma; ‘Çok sancım var... Duramayacağım, sen benim yerime geç, ben yatacağım...’ dedi; dağıldık...

***

Ben Mustafa Kemal’den haber almak için kamarasının bulunduğu yere gittim...

Sancısı olduğunu, doktorların kendisine iğne yaptığını söylediler...

***

Konuşmamızı içerden duymuş, beni çağırdı... -‘Fenayım...’ dedi...

-‘Demincek Şükrü Kaya’ya özellikle bağırdım... O çocuğu (Nazım Hikmet) takmış parmağına...

Onunla uğraşıyor...

Ben tanırım; mert oğlandır o...

***

Bir akşam Dolmabahçe’ye gelmesi için haber göndermiştim... Belki konuşma adabında bir kusur ederim diye gelmedi...

Şükrü Kaya mareşali (Fevzi Çakmak) kandırmış...

***

Askerlerin yazılarında benzer yazılar uydurup dağıtmışlar... Başını yakmaya çalışıyorlar oğlanın...

Hepsinden haberim var...”

NAZIM’IN O GÜNLERDE ÖLÜMÜ YAZDIĞI ŞİİR...

Mustafa Kemal’in yatağa bağlı ağır hastalık günleri başlamıştı...

10 Kasım günü ölümüne kadar sürecekti bu durum...

***

Nazım’ın mahkumiyet kararı ise bir süre sonra Yargıtay’ca onandı...

15 yıllık cezanın üzerine 20 yıl alıyordu... Cezaların toplamı 35 yıl hapis cezasıydı... İndirim sonucu Nazım Hikmet 28 yıl hapis yatacaktı...

***

Bu karar Nazım için çak ağır bir darbeydi... O günlerde yazdığı bir şiirde “ölümü düşündüğünü” söylüyordu...

***

“Ölümü düşünüyorum, demek ki arterio skleroz başlıyor bende...

Belki de birbirimizden uzakta öleceğiz.

***

Haber çığlıklarla gelecek yahut da ima edecekler ve kalanı yalnız bırakıp gidecekler...

***

Ve kalan karışacak kalabalığa...”

***

Mareşal Çakmak ise, görev başındaydı...

Mustafa Kemal’in ölümünden 3 ay sonra; Nazım Hikmet’i 20 yıl daha hapse mahkûm eden Donanma Davası’yla ilgili şöyle diyordu:

***

-“1938 Haziran’ında donanmanın gedikli erbaşlarından birkaçı arasında, komünizm cereyanlarının başladığı, bu fikirlerin bazı sivillerden geldiği ve işin başında şair Nazım Hikmet’in bulunduğu, donanmadaki er ve erbaşları üstlerine karşı itaatsizlikle isyana teşvik için çalıştığı görülmüştür...

***

Türk istiklalini ortadan kaldırmak, hür olan Türk’ü esir yapmak amacıyla çalışan komünizm için tek çare, orduya el koymak ve kaleyi içten fethetmektir...

”NAZIM’A KURULAN KOMPLONUN ŞİFRELERİ...

Nazım Hikmet’in eşi Piraye; kurulan komploya bir türlü akıl sır erdiremiyordu...

-“Eve bir çocuk geliyor...

Zorla içeri giriyor... Sonra ev sahibi geliyor... Beş dakika sonra onu kapı dışarı ediyor... Sonra da kendisi hapse giriyor... Anlayamıyorum...” diyordu...

-“Üzüntüden öleceğim...”

***

Sonra sormaya başlıyordu Piraye;

-”O Harbiye öğrencisi eve geldiği zaman, evde onu iki kişi karşılamış...

Niye onların ifadesini almadılar?..

***

Harbiyeli genç onları kandırıp içeri girmiş... Bir şeyler yazmaya hazırlanırken biz gelmişiz...

Zaten evde olsak o adamı içeri almazdık... Çıldıracağım...

Niye bunları araştırmıyorlar?..”

***

Nazım ise neden ve nasıl suçlandığını bir türlü anlamıyordu...

Sorguya çekildiği zaman ona, stüdyoda kendisini gören gencin kimliğini sormuşlardı...

***

O da bu gencin adını bile bilmediğini, evinin adresini vermediğini söylemişti...

Hatta bu gencin polis tarafından gönderildiğine inanıyordu...

***

Gençle neler konuştuğunu olduğu gibi anlatmıştı...

Zaten ortada saklayacak bir şey yoktu... Genci hiçbir suça teşvik etmiş değildi...

***

O gencin sorguya çekildiği zaman; olayı başka türlü anlatması için ya gizli ajan, ya aşağılık bir yalancı, ya da deli olması gerekirdi...

***

Zaten Nazım’a;

“Sen bu genci suç işlemeye teşvik etmişsin” dememişlerdi...

Cezaevinde kimseyle konuşmadan, tek başına bir odada kalıyor ve gününü nasıl geçireceğini bilmiyordu...

***

Davanın savcısı ise şöyle diyordu:

- “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz... Bunlar bugün bir şey yapmamışlarsa, yarın yapacaklardır...”

***

Nazım Hikmet davası, suçsuz yere yıllarca hapiste kalması; ona çektirilenler ve yaşatılanlar, bugün bir ‘özür’le telafi edilmeye çalışılıyor...

***

Bizse; komploların, komplocuların, iftiracıların, gizli ajanların; tıpkı Nazım Hikmet olayında olduğu gibi bugün de bütün kirli güçleriyle bu ülkede ayakta olduklarını biliyoruz...

***

Tarih tekerrür etmemek için, veya tekerrür ederken, bu kirli oyunları, ajanları, aktör ve aktristleriyle deşifre edebilmesi için; yazılmaya devam ediyor... O gün Nazım’a suçsuz yere bunları yapanların; daha sonra nasıl yaşadıklarını nelerle karşılaştıklarını bilmiyoruz...

***

Ancak tarih saklambaç oyunun sevmiyor... 78 yıl sonra da olsa hayatı ve yaşamın her anını sobelemeye devam ediyor... Yaşamanın mutluluğu da 78 yıldan bugüne, komplocuları deşifre edip, daha güzel, daha adil ve daha mutlu bir hayatı paylaşmak olsa gerek...

Nazım’ın dediği gibi;

-”Bu hasret bizim...”

Yazının devamı...

Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e el yazısıyla yazdığı mektup...

Türkiye’nin tarihi darbeler ve kanlı hesaplaşmalarla dolu bir tarihtir...

Bu kanlı hesaplaşmalar sürerken, günahsız insanlar; kurulan komplolarla; profesyonel iftiracıların gadrine uğrarlar çoğu zaman...

Haksız ve suçsuz yere hayatları süründürülür.....

***

Hayatı; kurulan komplolar ve atılan iftiralar sonucu ‘Donanmayı isyana teşvik’ suçuyla 20 yıl ve 15 yıl hapis cezalarına mahkum edilerek cehenneme çevrilen Nazım Hikmet bu insanlardan biridir...

***

Türk edebiyatının dünyadaki en saygın temsilcisi; 78 yıl önce kendisine kurulan komplo ve atılan iftira sonucu suçsuz yere toplam 28 yıl hapis yatacağı günlerde; Mustafa Kemal’e kendi el yazısıyla bir mektup yazar...

***

“Yemin ederek suçsuz olduğunu anlattığı” mektubu; 78 yıl önce 1938’in bir Ağustos günü, Çankaya’ya gönderir...

***

Mustafa Kemal’in ölümünden üç ay önce, hasta olduğu günlere tekabül eder mektubun Çankaya’ya gelmesi...

***

Mustafa Kemal; Nazım Hikmet’in kendisine gönderdiği mektubu; hasta olduğu için hiçbir zaman göremez...

***

Olayın yakın tanıklarının ifadelerine göre, bu mektubu fırsatını bulup kimse Mustafa Kemal’e bir türlü gösteremez; ya da göstermez...

***

Mustafa Kemal; Nazım Hikmet’in 78 yıl önce 1938 Ağustos’unda kendisine yazdığı ve suçsuzluğunu yemin ederek haykırdığı mektubu görmeden ölür...

NAZIM HİKMET’E KURULAN KOMPLO VE ÖMER DENİZ İSMİNDEKİ GENÇ...

Nazım bir gün Nişantaşı’ndaki İpek Film stüdyosunda çalışırken; tanımadığı bir gençle karşılaşıyor...

***

Harp Okulu öğrencisi olan bu genç; askeri okul giysileriyle karşısına çıkıyor...

Kendisini tanıtıyor...

Adının Ömer Deniz olduğunu söylüyor ve şöyle diyor:

***

-“Üstat hapisten kurtuldunuz geçmiş olsun... Ben Harbiye’de okuyorum... Sol fikirliyim... Polis hafiyesi değilim... Bana inanın... Harbiye’de başka arkadaşlarım da var... Hepimiz Kuleli Lisesi’nden beri sizin yazılarınıza ve şiirlerinize hayranız... Sizin düşüncelerinizi paylaşıyoruz... Bize yol göstermenizi istiyoruz...”

***

Nazım Hikmet karşısına çıkan gencin bu sözlerine kuşkuyla yaklaşıyor...

Karşısındaki gencin hiç de güven vermeyen bir havası olduğunu seziyor...

***

Bunun kendisine kurulan bir tuzak olduğunu düşünüyor...

Soğuk bir sesle;

“Kardeşim” diyor; “İçerde çok işim var... Kusura bakma seninle meşgul olamayacağım...”

***

-“Yanlış anlamayın beni Nazım Bey...” diyor Ömer Deniz;

-“Bana itimat edin... Sizden yararlanmak istiyoruz... Ne olur bizi kırmayın...”

***

Bu sözler üzerine Nazım büsbütün huzursuz oluyor ve genci kapı dışarı ediyor...

-“Sizinle uğraşacak halim yok... Lütfen beni rahat bırakın...” diyor...

***

Bu olaydan sonra Nazım; polisin bu gence askeri üniforma giydirerek bir provokasyon hazırlayacağını düşünüyor...

O böyle oyunlara alet olmak istemediğinden, Ömer Deniz’i kapı dışarı ettikten sonra; Emniyet Müdürlüğü’nü arıyor...

***

-“Ben Nazım Hikmet...” diyor...

-”Şimdi de, genç polisleri asker üniformasıyla başıma musallat ediyorsunuz... Ben askerlere komünizmi öğretecek adam değilim... Yetti artık benimle uğraşmaktan vazgeçin...”

***

Birinci Şube şefi; Nazım’ın sözlerinden hiçbir şey anlamıyor...

Hemen müdürüne giderek durumu anlatıyor...

Müdür de bir şey anlamıyor...

Onlar; böyle bir öğrenciyi Nazım’a göndermediklerini biliyorlar...

***

‘Bu ne demek’ diyorlar...

‘Demek ki; bir askeri okul öğrencisi; Nazım’dan yardım istiyor...’

Bunun olağanüstü bir olay olduğu düşünülüp, olaya milli emniyet el koyuyor... Nazım Hikmet yeniden sıkı bir takibe alınıyor...

RAMAZAN BAYRAMINDA NAZIM’IN EVİNE GELEN GENÇ...

Aradan birkaç ay geçiyor...

Ramazan Bayramı geliyor; Herkes Bayram hazırlıklarına girişiyor...

***

Nazım da eve bayram şekeri, çocuklara da hediye almak üzere eşiyle birlikte çarşıya çıkıyor...

***

Evine dönünce ne görsün;

Üniformalı genç yine karşısında...

Bu kez sivil giyinmiş; Nazım’ı bekliyor...

***

Nazım; Ömer Deniz’i görür görmez tanıyor... Polisin evine kadar girdiğini düşünerek;

-“Ben yokken buraya nasıl girdin?..” diyerek şaşkınlığını belirtiyor...

-“Evdeki kadın bana kapıyı açtı...” diyor...

-“Siz yoktunuz ama, nasıl olsa beni evden kovmazsınız... diye düşündüm...”

-“Kovmam elbette; ama böyle habersiz gelen misafirden de pek hoşlanmam... Yine benden ne istiyorsun oğlum?.. Geçen sefer sana bu işlerden hihaz etmediğimi söylemiştim...”

***

Ömer Deniz; soğukkanlılığını bozmuyor;

-“Nazım Abi... Biz sizi çok seviyoruz... Ne olur bize ‘devrim’in yollarını gösterin...” diyor...

***

Genç ayakta dikilerek Nazım’a bunları söylüyor... Hazım; hiç ‘buyur otur’ demeden, ters ters ona bakıyor...

Ömer Deniz bu kez;

-“Nazım Abi...” diyor...

-“Yarın subay çıkınca, biz askerlere komünizmi nasıl anlatacağız... Onu söyleyin...”

***

Nazım Hikmet; kendisine yönelik bir provokasyon olduğunu anlıyor ve çekiniyor...

***

-“Oğlum...” diyor...

-“Askerlere anayasadaki Altı Ok’un ne anlama geldiğini anlatın yeter... Haydi bakalım benim işim gücüm var... Seninle uğraşamam...”

NAZIM HİKMET’İ HAPSE ATAN BÜYÜK KOMPLO...

Ömer Deniz, Nazım’ın güvenin kazanamıyor... Nazım bu gencin polis olduğunu düşünüyor...

Ancak ilginç bir olay oluyor ve Ömer ile Harbiye’deki arkadaşları tutuklanıyorlar...

Nazım bunu gazetelerde okuyunca telaşlanıyor...

***

Aradan iki hafta geçiyor; Nazım’ın korktuğu başına geliyor...

Polisler bir sabah kapıya dayanıyorlar...

Ellerinde Nazım’ı tutuklama tezkeresi bulunuyor...

***

-“Sizi götürmeye geldik...” diyorlar...

-“Nereye..”

- “Müdüriyete...”

***

Nazım çantasını hazırlıyor...

Eşi Piraye telaşlanıyor...

Zaten evlendiği günden beri hep huzursuzluk içinde yaşıyor... Nazım’ın hiçbir eyleme karışmadığını biliyor ama yine de huzursuzluğunu engelleyemiyor...

***

Nazım giderayak eşini teselli ediyor:

-“Biliyorsun Piraye...” diyor...

-“Ben hiçbir işe karışmadım...

Öğrencilere de güvenmedim... Merak etme bundan bir şey çıkmaz... Bir iki gün sonra eve dönerim...”

***

Günlerden 17 Ocak 1938...

Piraye ağlamaya başlıyor...

Nazım ertesi gün elleri kelepçeli olarak Ankara’ya gönderiliyor...

Başına geleni bir türlü anlayamıyor...

Kendisini askeri cezaevine atıyorlar...

***

Taş bir oda, yer çimento...

Pencereler camsız...

Yağan kar içeri giriyor...

Ne yatak ne battaniye...

O ayazda yere kıvrılıp yatması gerekiyor...

Tek kişilik bir hücre...

Konuşacak kimsesi yok...

***

Nazım Hikmet’in bu satırların yer aldığı romanını yazan, Hıfzı Topuz; Hava Kurşun Gibi Ağır isimli eserinde, Nazım’a karşı bu büyük komployu düzenleyenlerin başında Mareşal Fevzi Çakmak’ın geldiğini söylüyor...

***

Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektubun, bir türlü eline ulaşmamasında, Mustafa Kemal’in Nazım’ı ‘dürüst bir genç bulmasına’ karşın, komplo ve hapis sürecinin kesintiye uğramamasında; aynı ellerin etkili olduğunu düşünüyor...

Yazının devamı...

‘Korku’ karşısında içsel gücünüz...

Tüm varoluşların kaynağı saf bilinçtir...

İçsel güç; doğmayı bekleyen sınırsız gücü, dünyaya getirmenin yollarını arar...

***

Gerçek benliğinizin saf yaratıcı bir güç olduğunu anladığınızda, evrendeki her şeyi tezahür ettiren güçle birleştirirsiniz...

***

İçsel güç; sizin spiritüel temelinizdir...

‘Sonsuz ve sınırsız olmak, sonsuz coşku duymak’ anlamına gelir...

***

Gerçek doğanızı keşfettiğinizde, kim olduğunuzu bildiğinizde düşlediğiniz her şeyi gerçekleştirebilme yeteneğini keşfedeceksiniz... Çünkü siz; şu an ve gelecek için sonsuz bir güç ve sınırsız olanaklara sahipsiniz...

***

Benlik deneyimi; yani ‘iç referans’ size şunu anlatır...

İçinizdeki referans noktası; dış nesnellik değil; sizin içinizdeki ‘öz’dür...

***

İç referansın tersi olan ‘dış referansta’ysa her zaman benliğinizin dışındaki nesnellikten, yeni durumlardan, koşullardan ve başka insanlardan etkilenirsiniz...

***

Dış referansta daima başkalarının onayını beklersiniz...

Düşünce ve davranışlarımız daima başkalarının beklediği tepkiye göre şekillenir...

Yani korku temellidir...

HER ŞEYİ KONTROL ETMEK İSTEMEK ‘KORKU’ KAYNAKLIDIR...

Dış referansta her şeyi kontrol etmek istersiniz...

Dışarıdan bir güce ihtiyaç duyarsınız...

***

Onaylanma ihtiyacı, kontrol etme ihtiyacı, dış güç ihtiyacı gibi tüm ihtiyaçlar korku temellidir...

***

Korku temelli bu güçler; içsel güç, benlik gücü ve gerçek güç değildir...

***

‘Benlik Güc’üne sahip olduğunuzda, korku yok olur, kontrol etme isteği yok olur, diğerlerinin onayı ya da dış güç için mücadele yok olur...

‘EGO’ TOPLUMDAKİ MASKENİZDİR...

Dış referansta, içimizdeki referans noktası ‘ego’nuzdur...

Ama ‘ego’ demek ‘siz’ demek değilsiniz...

Ego sizin kendiniz için yarattığınız imajın adıdır...

***

Ego toplumdaki maskeniz, oynadığınız roldür...

Toplumsal maskeniz, diğerlerinden aldığınız onayla beslenir...

***

Ego; kontrol etmek ister, güç ile ayakta durur, ‘korku’ içinde yaşar...

***

Gerçek benliğiniz yani “Öz”ünüz, ruhunuz tüm bunlardan özgürdür...

***

Eleştiriye kalbi açıktır...

Herhangi bir mücadelede korkusuzdur...

Kendini kimseden aşağıda hissetmez...

***

Buna rağmen, mütevazıdır...

Kendini kimseden üstün hissetmez...

Çünkü herkesin kendi benliği ile aynı olduğunu, farklı kabukların altında aynı ‘Öz’ün olduğunu bilir...

***

Dış referans ile iç referans arasındaki temel fark budur...

İç referansta her koşulda korkusuz, herkese saygılı, kendini kimseden üstün görmeyen gerçek varlığınızı yaşarsınız...

İçinizdeki güç gerçek gücünüzdür...

ÜNVAN, PARA, İŞLE GELEN ‘GÜÇ’ VE DIŞ REFERANS...

‘Dış referans’tan kaynaklanan güç ise, aldatıcıdır...

‘Ego’ temelli güç, sadece dış referans unsuru var oldukça oradadır...

***

Eğer belli bir ünvanınız varsa, bir ülkenin başbakanı, bir şirketin yöneticisiyseniz, veya çok paranız varsa; ünvan, para ve işle gelen gücün keyfini çıkartırsınız...

***

Ego temelli güç; bunlar var oldukça sürer... Ünvan, iş para gittiğinde güç de biter...

İÇSEL GÜCÜNÜZ; İSTEDİĞİNİZ ŞEYLERİ VE İNSALARI CEZBEDER...

Buna karşın içinizdeki güç devamlıdır...

İçinizdeki ‘bilge’liğe dayanır...

***

Kişisel gücünüzün bazı değişmez özellikleri vardır...

İstediğiniz şeyleri ve insanları cezbeder...

***

Arzularınızın gerçekleşmesi için, insanları, durumları ve koşulları size çeker...

Buna; doğa yasalarının desteği de denebilir...

***

Bu ilahi erdemden gelen, ilahi bir destektir...

Bu güç, sizin insanlarla gerçek bağlar kurmanızı sağlar ve bu bağ gerçek sevgiden gelir...

BENLİĞİNİZİ HİSSETMENİN YOLU...

Saf bilincinizde yatan yaratıcılığınızı bütünüyle kullanmak istiyorsanız; öncelikle bu alana girebilmeniz gerekir...

***

Bu alana girebilmenin yollarından biri;

Her gün biraz kendi dinginliğinizle baş başa kalmak, sessizliği deneyimlemektir...

Meditasyon yapmak ve hiçbir şeyi yargılamamaya çalışmaktır...

***

Doğada geçireceğiniz belli bir zaman, bu alanda ihtiyaç duyduğunuz, içinizde var olan niteliklerinize ulaşmak için yardımcı olacaktır...

***

Bu özellikleriniz, sonsuz yaratıcılığınız, sınırsız özgürlüğünüz ve sonsuz mutluluğunuzdur...

HER GÜN İKİ SAAT KENDİNİZLE BAŞBAŞA KALIN...

Kendi dinginliğinizle yani sessizliğinizle baş başa kalabilmek, var olabilmek için belli bir zamanı kendinize adamak demek...

***

Dinginliği deneyimlemek, belli aralıklarla konuşma aktivitesinden uzaklaşmak demek...

***

Aynı zamanda belli aralıklarla, televizyon seyretme, radyo dinleme, kitap okuma gibi aktivitelerden uzaklaşma anlamına gelir...

***

Eğer kendinize dinginliğinizi yaşama fırsatı vermezseniz, iç diyaloglarınızda çalkantı olacak...

***

Arada sırada kendi dinginliğinizi sağlayabilmek için, kısa zamanlar yaratın...

Her günün belli bir bölümünü, içinizde sessiz kalmak için ayırın...

***

Bunu günde iki saat yapmaya çalışın...

İki saat çok fazla geliyorsa, en az bir saat ayırın... Ve bazen de bunun için; bir gün, iki gün, hatta bir hafta gibi daha uzun zamanlar ayırmayı deneyin...

DİNGİNLİĞE ULAŞTIĞINIZDA NELER OLUR?..

Dinginliğe ulaştığınızda neler olur; İlk zamanlar iç diyaloglarınızın yoğunluğundan doğan çalkantılar daha da artar...

***

Bir şeyler söylemek ve düşünmek için çok daha güçlü bir ihtiyaç duyarsınız...

O anlarda sizi ani bir acelecilik duygusu ve endişe sarıverir...

***

Ancak dinginliğinizde kalmaya devam ettiğinizde, o iç diyaloglar azalır, zihin sakinleşir... O an muazzam bir sessizlik olur...

***

Bunun nedeni, zihnin belli bir yerden sonra pes etmesi, aynı yere gidip gelmenin bir anlamı olmadığını fark etmesidir...

İç diyaloglar sustuğunda; içinizdeki gücün sınırsız alanında muazzam bir sessizlik başlar...

(Deepak Chopra’nın Başarının 7 spiritüel yasası kitabından derlendi...)

Yazının devamı...

Şartlı reflekslerimiz...

Karma Yasası kısaca şöyle işler;

Her eylem bir şekilde kendine geri dönen benzer bir enerji gücü yaratır...

Ne ekersek onu biçeriz...

Başkalarına mutluluk ve başarı getirecek eylemleri seçtiğimizde kendi karmamızın meyveleri de mutluluk ve başarı haline gelir...

***

Herkes “Ne ekersen onu biçersin” sözünü duymuştur...

Hayatımızda mutluluk yaratmak istiyorsak; mutluluk tohumlarını nasıl ekeceğimizi öğrenmemiz gerekir...

***

Hepimiz sınırsız seçenekler yaratabiliriz...

Varoluşumuzun her anında sonsuz seçeneklerle dolu imkanlar denizinde yüzüyoruz...

Bu seçimlerin bazıları bilinçli, bazıları ise farkında olmadan yapılıyor...

Karma Yasası’ndan yararlanabilmek için, seçimlerimizi her an bilinçli ve farkında olarak yapmamız gerekiyor...

***

Hoşumuza gitsin ya da gitmesin; şu an olan her şey geçmişteki seçimlerimizin bir sonucudur...

Ne yazık ki birçoğumuz farkında olmadan bu seçimleri yapıyoruz...

Bu yüzden bunların birer seçim olduğunu düşünmüyoruz...

***

Eğer sizi aşağılayacak bir seçim yapıyorsam; büyük ihtimalle aşağılanmak için bir seçim yapmış oluyorum...

***

Eğer size iltifat ediyorsam, memnun edilmek, övülmek için bir seçim yapıyorum...

***

Birçoğumuz sonsuz seçimler yapabilecek durumda olmasına rağmen; dış etkenler tarafından tetiklendiğinde, şartlanmış reflekslerini alıştığı hareket biçimi olarak gösterir...

***

Şartlı reflekslerimiz; Pavlov deneyindeki gibidir...

Pavlov’un ünü; köpeklerde yaptığı çalışmalardan gelir...

Pavlov köpeklere zili her çalışında yemek verir...

Kısa bir süre sonra, zil çalmaya başladığında köpekler yemek gelmediği halde zilin sesiyle salya salgılamaya başlarlar...

***

Çoğumuz geçmişteki şartlanmalarımızdan dolayı, çevremizdeki bir uyarıcı karşısında Pavlov örneğindeki tepkileri vermeye başlarız...

***

Reaksiyonlarımız otomatik olarak insanlar ve koşullar tarafından tetiklendiğinden, kendi varoluşumuzun seçimlerinin her an kendi elimizde olduğunu unuturuz...

***

Bu şartlı refleksler biçimindeki seçimlerimizi farkında olmadan yaparız...

***

Seçimleri yaparken, bir an kendinizi geri çekip, yaptığınız seçimlere dışarıdan tanıklık edebilirsek, bu süreci bilinçaltından, bilincimize taşıyabiliriz...

SEÇİMİ YAPTIĞINIZDA; KALBİNİZDE RAHATLIK MI OLUYOR, TEDİRGİNLİK Mİ?..

Sizin için sınırsız seçimlerin bulunduğu denizde; o an sizi ve çevrenizdekileri mutlu edecek, mevcut sadece tek bir seçim vardır...

Siz onu seçtiğinizde doğru eylem, kendiliğinden spontane oluşur...

Doğru eylem, doğru anda gerçekleşen eylemdir...

Her duruma; gerçekleştikleri anda doğru tepkiyi verebilmektir...

***

Evrenin; doğru seçimler yapmanıza yardımcı olacak ilginç bir mekanizması var...

Bir seçim yaptığınızda bedeniniz, ya rahatlık; ya da huzursuzluk ve tedirginlik gösterir...

***

Şimdi farkında olarak bir seçim yapmaya başlayın...

Bedeninize odaklanıp, bedeninize sorun...

‘Bu seçimi yaparsam ne olur?’ diye...

***

Eğer bedeniniz size; ‘rahatlık’ mesajı gönderiyorsa, doğru seçimi yapıyorsunuz...

***

Eğer bedeniniz ‘huzursuzluk ve tedirginlik’ mesajı gönderiyorsa, bu uygun bir seçim değil demek...

Çoğumuz; bu iki duygudan birini kalbimizde hissederiz...

KALBİN BİZLE İLGİLİ BİLDİKLERİ...

Birçoğumuz; kalbin aşırı duygusal ve yumuşak olduğunu düşünür...

Oysa kalbin çok güçlü sezgileri vardır...

Bütünleyicidir...

Olayların içyüzünü bilir...

Olaylar arasında kolay bağlantı kurabilir...

***

Kazanma, kaybetme derdi yoktur...

Kozmik bir bilgisayar gibi çalışır...

Belleği; sınırsız içsel güç, saf bilgi ve sonsuz planlama yetisinden oluşur...

Her şeyi hesap eder...

Bazen hiç mantıklı görünmese de, kalbin seçimleri her zaman mantıklı düşüncenin asla ulaşamayacağı kadar doğru ve kesindir...

***

Karma Yasası’nı daha fazla para kazanmak; zenginlik ve tüm iyi şeylerin size akması için kullanabilirsiniz...

Fakat; geleceğinizin şu an ve her an yapmakta olduğunuz seçimlerden meydana geldiğini fark etmelisiniz; her önce...

HİÇBİR BORCUNUZ ÖDENMEDEN BİTMEZ...

Geçmiş dönemde yaptıklarınızın bedelini üç şekilde ödeyebilirsiniz...

***

Birinci yol karmik borçlarınızı doğrudan ödemektir...

Birçok insan farkında olmadan bunu yapmak zorunda kalır...

***

Bazen bu borçları çok büyük acılar çekerek ödersiniz...

Karma yasası; ‘Evrende hiçbir borç, ödenmeden bitmez’ der...

Evrenin ‘muhasebe sistemi’ mükemmel işler...

Enerjisi devamlı bir değiş tokuş halinde çalışır...

***

Yaptıklarınızı ikinci ödeme yolu; ‘Karmanızın şeklini değiştirip, arzu ettiğiniz bir deneye dönüştürerek’ ödeme yoludur...

***

Bu ilginç bir yoldur...

Karmik borcunuzu öderken; kendinize sorarsınız...

‘Bu deneyimden ne ?’ diye...

‘Bu bana niye oluyor ve evren bana bununla neyin mesajını veriyor?’ şeklinde...

‘Bu borcu ödemeyi; diğer insanların yararı için nasıl kullanabilirim’ biçiminde...

***

Bunu yaparken bir ‘Fırsat Tohumu’ arıyorsunuz...

Örneğin spor yaparken ayağınızı kırarsanız; ‘Bu deneyimden ne öğrenebilirim?.. Evrenin bana verdiği mesaj ne?..’ diye sorabilirsiniz...

Belki size verilen mesaj; ‘biraz yavaşlamanız, bir dahaki seferi bedeninize daha fazla ilgi ve özen göstermeniz’dir...

***

‘Bu durumdan başkalarına yararına bir şey yaparak çıkmak istiyorsanız’;

Belki daha güvenli spor yapmanın yollarını anlatan bir kitap yazmanız, daha güvenli spor yapabilecek bir ayakkabı tasarlamanız, ya da yaşadığınız deneyimi başkalarıyla paylaşarak onları bilgilendirmeniz şeklinde bir eylemi benimsersiniz...

***

Böylelikle kozmik borcunuzu öderken; sıkıntı veren durumu, size bolluk bereket getiren faydalı bir duruma çevirmiş olursunuz...

***

Karmayı çözümlemenin üçüncü yolu ise; onun ötesine geçerek onu aşmaktır...

Karmanın titreşiminden daha yüksek bir titreşime geçmektir...

***

Karmanızı aşmanız, ondan bağımsız hale gelmeniz demektir...

karmamızı aşmanın yolu; “Öz”ü, “Ruh”u deneyimlemektir...

Bu akan suda kirli bir çamaşır yıkamaya benzer...

Her yıkayışınızda bir parça kir temizlersiniz...

Yıkamaya devam ettikçe, çamaşır da temizlenmeye devam eder...

***

Düşünceleriniz arasındaki boşlukta, daha derinlere gidip gelerek karmanızı yıkar, yeni karmanızın tohumlarını yaratırsınız...

Bu da meditasyon yaparak mümkün olur...

-----

(Deepak Chopra’nın ‘Başarının 7 Spiritüel Yasası kitabından derlendi...)

Yazının devamı...

Yenikapı mitinginin anlamı... AKP iktidarının; Fetullahçı örgütlenmeyi tasfiyesi... CHP-MHP-merkez güçlerle stratejik ittifakı...

15 Temmuz darbe girişimi, darbecilerin yakalanması ve devlet içindeki Fetullahçı örgütlenmenin dağıtılmaya başlanması ile Türkiye’de tamamen yeni stratejik ittifaklarla dolu siyasi süreç başlıyor...

***

2002 yılında AKP iktidara gelince; Fetullah Cemaati örgütlenmesiyle ittifak temelinde, işleri yürütüyor...

***

Fetullahçı örgütlenmeyle AKP arasındaki ilişkiler, zaman zaman sıkı fıkı, zaman zaman sorunlu olarak 2013 yılına kadar yakın bir ittifak halinde devam ediyor...

***

AKP iktidarının Fetullahçı örgütlenmenin can damarı olan dershaneleri kapatma kararıyla, AKP iktidarıyla Fetullahçı yapı arasındaki ittifak bütünüyle sona eriyor ve savaş başlıyor...

Savaş; MİT müsteşarının “içeri alınmak istemesi” ve 17-25 Aralık soruşturmalarında zirve yapıyor...

***

Bu tarihten itibaren; AKP yönetimiyle; Fetullahçı örgütlenme, korkunç bir savaşın içine giriyor...

***

O güne kadar; Fetullahçı örgütlenmeyle kurduğu ittifak ve izlenen politikalar sonucu;

“Kemalist, laik, ulusalcı, Cumhuriyetçi, asker ve sivil bürokrasiyle, Atatürkçü kitleleri gücendiren AKP; cemaatle savaşında bir anda yalnız kalıyor...

***

Tayyip Erdoğan düşmanlığı; ilk anda Fetullahçı yapılanmayla, iktidara zaten muhalif ulusalcı, laik, ortanın solundaki merkez güçleri, “adı konmamış zımni bir yakınlaşmaya” sokuyor...

***

17-25 Aralık 2013 tarihinde; Türkiye’de AKP-MHP bir tarafta; CHP; HDP; Fetullahçı örgütlenme; ve PKK zıt kanatta yer alıyorlar...

Bu dönem Türkiye’nin gündemine yolsuzluk, diktatörlük, Başkanlık, Anayasa tartışmaları giriyor;

AKP ve AKP dışındakiler ikilemi oluşuyor...

***

15 Temmuz darbe girişimine kadar; bu konjonktür Türkiye’ye hakim oluyor...

***

15 Temmuz başarısız darbe girişimi gecesi; Cumhuriyet Halk Partisi ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun oynadığı rol; Türkiye’nin bütün siyasi rol dağılımını altüst ediyor ve yeni birliktelikleri, yeni stratejik ittifakları ve yeni düşmanları yürürlüğe sokuyor...

Darbe gecesi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun oynadığı rol; bugüne kadar CHP tarihinde bir ilk...

KILIÇDAROĞLU’NUN YENİKAPI MİTİNGİNİN ANLAMI VE DARBE GECESİ...

Bu köşede; darbeyi izleyen 27 Temmuz günü çıkan yazıda şöyle deniyor; MHP’den de önemli siyasi parti ise CHP’ydi; darbe gecesi...

MHP; kamuoyunda; uzun zamandır AKP’nin dümen suyunda bir parti olarak görülüyordu...

***

Darbecilerin; Devlet Bahçeli’yi hedef alıp; MHP’de bir başka dizayna gitmeleri, olasılık dahilindeydi...

***

Ancak bu ihtimal sadece CHP için geçerli değildi... Kılıçdaroğlu ve CHP darbe girişimine ilk elden; “ama”sız bir tavırla karşı çıkarsa, sosyal demokrat kitleyi direkt etkileyeceğinden, bütün darbe sürecini baştan sona etkilerdi...

***

AKP yönetimine karşı yapıldığı iddia edilen bir darbeye; CHP’nin karşı çıkması, tartışmasız darbenin en kritik noktasıydı...

***

27 Mayıs’ta 1960’da CHP; Demokrat Parti’ye yapılan darbeye açıktan karşı çıkmamıştı...

12 Mart’ta; darbenin kendisini hedef aldığını söyleyen Bülent Ecevit CHP genel sekreterliğinden istifa etmiş, ancak CHP yönetimi 12 Mart’a karşı bir tavır geliştirmemişti...

***

Tersine CHP’li Nihat Erim 12 Mart’ın Başbakanı olarak görevlendirilmişti...

Demirel’in ise, aktif bir karşı çıkışı görülmemişti 12 Mart muhtırasına...

“Şapkasını alıp gitmesiyle” eleştirilmişti...

***

12 Eylül’de sadece Bülent Ecevit; yalnızlığın tek başınalığında partisinin genel başkanlığından ayrılarak, tek kişilik bir protest aydın duruşu sergilemişti...

***

Bu duruş 12 Eylül darbesinin o günlerde; meşruluğunu tartışma sınırına getirmemiş; kendi halinde cılız bir hareket olarak kalmıştı...

***

Birkaç İskandinav ülkesi ile cılız Avrupa basınından ibaret; nostaljik tepkilere konu olabilmişti o günlerde Ecevit’in hapsi ve çıkışı...

***

Demirel tüm darbelerdeki tutumunu 12 Eylül’de de sürdürdü...

Sessiz kaldı, direnmedi...

Fırsatını kolladı...

“Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner...” dedi...

***

MSP lideri Necmettin Erbakan; sesinin işitilemeyeceği kadar; sessizliğe gömüldü o sıralarda...

Askeri darbelerde kapanan MSP ya da Milli Nizam partilerinin; darbeler karşısında sokaklarda eylem yapmaları, o günlerde “akıllara ziyan bir olaydı...”

***

Kılıçdaroğlu; geçmiş darbe karneleri, ‘negatif bir muallaktan’ ibaret görünüm çizen; lider karnesini aynen devam ettirebilirdi; 15 Temmuz gecesi...

***

“Darbeye karşıyız ama...” diyerek vakit kazanabilir, iş işten geçtikten sonra da; “Biz her zaman darbeye karşıyız” şarkısını söyleyebilirdi...

***

Ama öyle yapmadı...

AKP’yle kıran kırana bir mücadelenin içinde olduğu, Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı, rejimin geleceği gibi konularda derin endişeler taşıdığı halde; “ama”sız bir tutumun, müdanaasız darbe karşıtı tavrında ısrarcı oldu...

***

“Siyasi tarih Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’yi 15 Temmuz darbe girişiminde bu tavrıyla hatırlayacak...”

AKP-CHP-MHP-MERKEZ GÜÇLER YENİ STRATEJİK ORTAKLAR OLUYOR...

Fetullahçı örgütlenmenin darbe girişiminden sonra; izlediği bu tutumla Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP, yeni bir sürecin altına imza atıyor...

***

15 Temmuz 2016’yla başlayan yeni süreçte, AKP kendisine; Fetullahçı örgütlenme yerine; CHP, MHP ve merkez güçleri stratejik ortak olarak alıyor...

***

Yenikapı mitingine CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun defalarca çağrılmasının ve katılmayacağını söylemesine karşın, Başbakan tarafından telefonla aranmasının nedeni bu...

***

Tayyip Erdoğan; bu yapıya geçmişte verdiği destekten dolayı hatasını kabul ediyor ve yeni dönemin ittifaklarını PKK ve Fetullahçı örgütlenme dışındaki meclis içi ve dışı sivil güçler olarak açıklıyor...

Yenikapı mitinginin esas dönüm nokta olma niteliği burada yatıyor...

SAHİL ŞERİDİ İNSANLARI HAYATA MI DÖNÜYOR?..

Yeni dönemde, merkez güçler, laik, Atatürkçü, ulusalcı sayılan ve yıllardır dışlanan “sahil şeridi insanları” için geri dönüş umudu ortayı çıkıyor...

***

Önümüzdeki dönem, yıllardır tu kaka edilen laik ve batılı değerlerle yaşayan insanların, kendilerini bir nebze daha rahat edecekleri bir ortamda yaşamaları ihtimali beliriyor...

***

Buna karşın, Yenikapı mitingini Alman medyası faşizmin sınırsızca at koşturmaya başladığı Kristal Gece’ye benzetiyor...

Bu olayın; Alman medyasının iddia ettiği gibi faşizme giden bir Kristal Gece mi; yoksa Türkiye insanının arzuladığı umut ettiği ve kıyısından köşesinden bir nebze yaşamaya başladığı Beyaz Gece mi olacağını tarih yazacak...

Yazının devamı...

“Varlığınızın kıymetini bilmeyenleri, yokluğunuzla terbiye edin...”

Ben sana umutsuzca aşık olmadan önce; bana gerçek yüzünü gösterdiğin için teşekkürler...

Twoand a Half Man

***

Bir insana yapılacak en büyük kötülük, ona umut verip hiçbir şey olmamış gibi gitmektir...

Friends

***

Varlığınızın kıymetini bilmeyenleri, yokluğunuzla terbiye edin...

Mevlana

***

Cehennem boş...

Bütün şeytanlar burada...

William Shakespeare

***

Hayat öyle oyunlar oynuyor ki; nereye tutunsam düşüyorum...

Tam da palyaçonun dediği gibi; ağlayamadığımdan gülüyorum...

Paul Auster

***

Birini anlamak için, söylediklerinden çok, sustuklarını dinleyin...

Çünkü insan, söylediklerinden çok sustuklarında gizlidir... Stone

***

İnsan kötü bir şey yapacağını hissettiği zaman, mutlaka vicdanını susturacak bir sebep bulur...

Freud

***

Tabi ki bir insanı sevebilirsiniz...

Eğer onu yeterince tanımıyorsanız...

Charles Bukowski

“DÜŞMANINDAN ÇOK DOSTUNDAN SAKIN...”

Düşmanından çok dostundan sakın... Çünkü dostluk biterse, sana nasıl zarar verilebileceğini en iyi dostun bilir...

Bob Marley

***

Dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştir...

Gegen Die Wand

***

Güven ruh gibidir...

Terk ettiği bedene asla geri dönmez...

Shakespeare

***

Sevdiklerinize zaman ayırın...

Yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır...

W. Golding

***

Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler...

Sussan acıtır; konuşsan kanatır...

Oğuz Atay

***

Hayat bazen insanları, birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır...

Paulo Coelho

TEK BİR KİŞİYİ ÖZLERSİNİZ VE HER YER ISSIZ GELİR...

Tek bir kişiyi özlersiniz ve her yer ıssız gelir... Lamartine

***

Gidene dur deme...

Bil ki kimse için üzülmeye değmez...

Ve unutma; seni senden başka kimse sevmez... Friedrich Nietzsche

***

Bir güzellik yap kendine;

Sadece sahip olduklarını düşün, mutlu ol onlarla...

Sahip olmadıkların düşünsün, senin olamadıklarına...

Paul Auster

***

Hayal gücü bilgiden daha önemlidir...

Çünkü bilgi sınırlıyken, hayal gücü tüm dünyayı kapsar... Albert Einstein

***

Küçük şeylerden keyif al...

Çünkü bir gün geri dönüp baktığında onların büyük şeyler olduğunu fark edebilirsin... Robert Brault

***

Ayrılık kaçınılmaz bi sondur...

Kimse istemez ama gereklidir...

Çünkü hayat olduğu gibidir; olması gerektiği gibi değil... Osho

***

İçin kor gibi yanarken, susmak acıların en beteridir...

Federico Garcia Lorca

İMKANSIZ ŞEY ŞİİR YAZMAK; EĞER AŞIKSAN...

Her seçiş bir vazgeçiştir...

Jean-Paul Sartre

***

Tanrım bana çiçek dolu bir bahçe ve kitap dolu bir ev ver...

Konfüçyüs

***

İnsan ne ise; o değildir...

Ne olmuşsa; odur...

ve özgürlüğe mahkumdur...

Jean-Paul Sartre

***

Tüm çiçekleri koparabilirler...

Ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler...

Paulo Neruda

***

İmkansız şey şiir yazmak aşıksan...

Ve yazmamak aylardan Nisansa...

Orhan Veli

***

Eğer insanları düşündüklerine inandırırsanız sizi severler...

Gerçekten düşündürürseniz sizden nefret ederler...

Willam James

“İNSANLARI YALAN SÖYLEDİKLERİNDE DİNLEMEYİ SEVERİM...”

İnsanları yalan söylediklerinde

dinlemeyi severim...

Çünkü olmak istedikleri ama olamadıkları insanları anlatırlar...

Yusuf Atılgan

***

Terör fakirlerin savaşıdır...

Savaş zenginlerin terörü...

Anonim

***

Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini,

neye güldüğünden seviyesini anlarsınız...

Mevlana

***

Ya hatalarınla yüzleşir...

Ya da hatalarınla yüzsüzleşirsin...

Cahil olmak başka, pislik olmak başkadır...

Dostoyevski

***

İsyanlardayım dedi...

Halbuki imtihanlardaydı...

Fark edebilseydi...

Kurtulacaktı...

Mevlana

BEN ÖLÜNCE ELİMİ TABUTUMUN DIŞINA ATIN... İNSANLAR GÖRSÜNLER Kİ PADİŞAH BİLE ELİ BOŞ GİTTİ...

Ben ölünce bir elimi tabutun dışına atın...

İnsanlar görsünler ki, padişah bile bu dünyadan eli boş gitti...

Kanuni Sultan Süleyman

***

Bazen gezegenimiz acaba evrenin tımarhanesi mi diye düşünmeden edemiyorum... Goethe

***

Dürüst bir insan daima çocuk kalır... Sokrates

***

Bana vicdansız bir medya temin et...

Sana bilinçsiz bir halk sunayım...

Joseph Goebbels

***

Tereddüt edersen, bacakların seni taşımaz...

‘Yürüyeceğim’ de; bas ve yürü...

Necip Fazıl Kısakürek

***

Sen uzattığın eli, tutmayan ele mi dargınsın; yoksa onu tutmayacak birine uzattığın için kendine mi kızgınsın?.. Mevlana

***

Sana bir iyi bir kötü haberim var...

İyi haber; henüz ölmedik...

Kötü haber; Hala yaşıyoruz...

***

Ayna benim en iyi arkadaşımdır...

Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez...

Charlie Chaplin

KIZGINLIĞIM GEÇER DE KIRGINLIĞIMA ÇARE BULAMADIM...

Kızgınlığım geçer de;

Kırgınlığıma çare bulamadım...

Necip Fazıl Kısakürek

***

Bir insanın sana neler verebileceği değil;

Senin için nelerden vazgeçtiği önemlidir... Hegel

***

Sabrı olmayanlar; ne kadar fakirdirler...

William Shakespeare

***

Dahiliğin mutlak bir sınırı vardır...

Aptallığın asla... Albert Einstein

(O Cümleler isimli twitter portalı ve değişik kaynaklardan derlendi...)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.