Şampiy10
Magazin
Gündem

Cüneyt Arcayürek ‘Gazeteci’yi Atina’ya göndermeyeceğini söylediği an...

“Genç Gazeteci”, Orhan Tokatlı’yı “satmayarak nikah şahidi yaptı” diye, üzerine oynanan oyunun yarattığı tüm azap günlerine rağmen, gazetecilikte çok şey öğrendiği, Cüneyt Arcayürek’i “ustası” olarak görüyor, “acar muhabirlik mesleğinin tüm inceliklerini” öğreniyordu...

***

Cüneyt Arcayürek’ten öğrendiği “gazetecilik” gün gelecek, Gazeteci’ye televizyonlarda Türkiye’yi kasıp kavurduğu günlerde büyük katkı sağlayacaktı...

***

Arcayürek ise, 15 yıl sonra; o günlerde bile eskiyi unutmayacak, diğer televizyon kanallarında yaptığı programlarda “Gazeteci”nin gazeteciliğini, eleştirecekti...

Arcayürek “egosunu rencide eden” hiçbir şeyi unutmayacaktı...

***

Milliyet’in Ankara bürosunda, Tokatlı’nın oturduğu eski odada, bir gün Genç Gazeteci’yi çağırdı Cüneyt Arcayürek...

1984 yılının ortalarıydı...

-“Gel bakalım Küçük Ekselans...” dedi...

Genç Gazeteci; Arcayürek’in yüzünde bir kinaye olduğunu seziyordu...

-“Otur bakalım...” dedi...

***

Genç Gazeteci oturdu...

-“Hani senin için bir şeyler düşünüyorlar ya...” dedi...

-“O iş olmayacak... Ona izin vermeyeceğim... Bil bunu da... Ona göre hareket et...”

Genç Gazeteci;

-“Neden bahsediyorsun Cüneyt Abi?..” diye sordu...

-“Sen anlarsın neden bahsettiğimi...” dedi ironik bir şekilde gülümseyerek...

***

Cüneyt Arcayürek o gün bir şey söylememişti...

O bir şey söylemeyince Genç Gazeteci de söylemedi...

-“Şimdi çıkabilirsin...” dedi Arcayürek...

***

Arcayürek’in söz ettiği konuyu “Gazeteci”nin anlamaması olanaksızdı...

Gazetede bir süredir; ‘Genç Gazeteci’nin Milliyet’in Atina Bürosuna şef olarak gönderileceğinin’ dedikodusu yapılıyordu...

***

“Genç Gazeteci” bu söylentiyi duymuş, “ona çok fazla da olur gibi” gelmemişti; Milliyet’in Atina Temsilciği görevi...

***

Olay şuydu...

Milliyet Gazetesi’ne; bir süre önce Hürriyet’ten gelen Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, hiç tanımadığı “Genç Gazeteci”nin haberlerini ilk günden itibaren, çok beğenmiş her gün o haberleri Milliyet’in manşetinden yayınlamaya başlamıştı...

***

Genç Gazeteci, sevdiği Genel Yayın Yönetmeni’ni bulmuştu...

Mutluluktan uçuyordu...

O günlerde Aydın Doğan’ın yakın dostu olan Milliyet’in Yönetim Kurulu üyesi ve kolej’den Abi’si Taylan Bilgel’le sohbet ederken, ‘Gazetecilikte ne yapmak istiyorsun’ sorusuna;

-“Gazeteciliğe askerlik yaparak birbuçuk yıl ara vermek istemiyorum... Bedelli yapmak istiyorum... Diplomasi muhabirliği yapıyorum... Bir yurt dışı büroda en az bir sene çalışırsam askerliği bedelli yapar, gazetecilikten uzak kalmam... Daha fazla da çalışırım... Parayı kendim öderim... Gazetecilikten kopmak istemiyorum...” cevabını vermişti...

***

Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç “Genç Gazeteci”yi yere göğe sığdıramıyordu...

Bab-ı Ali’nin en zor beğenen genel yayın yönetmeninin yere göğe koyamadığı “Genç Gazeteci” üç yıl önce Aydın Doğan’ın mektupla Ankara Temsilcisi’ne işe alması için gönderdiği muhabirdi...

***

O sırada Atina Büro Şefi Özgen Acar, eşinin görev değişikliğinden dolayı Türkiye’ye dönüyordu...

Milliyet’in Atina bürosuna, diplomasiyi ve uluslararası ilişkileri bilen bir gazeteci gerekiyordu...

Anlaşılıyordu ki aralarındaki konuşmada Taylan Bilgel’in analiziyle “Genç Gazeteci” üzerinde mutabık kalmışlardı...

***

Genç Gazeteci’nin hayatında en son düşüneceği yer Atina’ydı...

O daha farklı ve huzurlu bir yeri “hayal etmişti...” Şimdi karşısında oturan Cüneyt Arcayürek ona;

-“O iş olmayacak bunu bil... Buna müsade etmeyeceğim...” diyordu...

MİLLİYET’E AYDIN DOĞAN OPERASYONU...

Olayın üzerinden sadece birkaç hafta geçti...

Bir sabah aniden gelen bir haber Milliyet Ankara Bürosu’nda deprem etkisi yarattı...

Cüneyt Arcayürek, istifa etmişti...

İnanılır gibi değildi...

***

Milliyet’in Ankara Bürosu’nda “Tokatlı’nın alt katıyla, Arcayürek’in üst katı arasında” ikiye bölünen “Gazete”ye, “Patron” el koymuştu...

***

Çetin Emeç’i genel yayın yönetmeni yapmış, “ona uyanlar kalır, uymayanlar gider” politikasını benimsemişti...

Arcayürek; Çetin Emeç’le çalışmak istememişti...

***

Genç Gazeteci’ye birkaç hafta önce;

-“Seni Atina’ya göndertmem...” diye ima eden Arcayürek Milliyet’ten gitmişti...

Tokatlı’nın gözlerinin içi gülüyordu...

Yeniden büro onun hakimiyeti altına girmişti...

“Gazeteci”ye;

-“Seni Atina’ya göndereceğim...” diyordu...

***

İki yıla yakın, “Ustası” kabul ettiği Cüneyt Arcayürek’in yanında çalışırken, eski ‘Şef’ini satmamanın mükafatını alıyordu Gazeteci...

***

Henüz 24 yaşındaydı...

Bu göreve onu atayan Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’ti...

Ona bu fikri veren de muhtemelen Aydın Doğan...

***

Milliyet Gazetesi gibi bir gazetenin Atina bürosunun başına henüz 24 yaşında bir genç gönderiliyordu...

O günlerde çok önemli olan bir “ustasının” deyimiyle “Milliyet’te böylesine bir atama sadece iki kez yapılmıştı...”

Birisi ‘usta’ dediği kişinin İstanbul’dan Nato’nun merkezine gönderilmesi... İkincisi, Genç Gazeteci’nin Ankara’dan Atina’ya gönderilmesi...

-“İnanılır gibi değil... Yapamazsan hiç kimseye görünmeden kaybol ortadan...” diyordu o günlerde “usta”sı diye gördüğü kişi...

AYDIN DOĞAN GENÇ GAZETECİYE MİLLİYET’İN BAŞINA KİMLERİ GETİRECEĞİNİ AÇIKLIYOR...

Aydın Doğan o günlerde “gençler” dediği kadronun önünü açıyordu...

Ankara Bürosu’nda bir gün Genç Gazeteci’ye şöyle dedi Aydın Doğan;

***

-“Elimde 4-5 tane yetenekli genç var...

Biri Derya (Sazak)...

Diğeri Umur (Talu)...

Ötekisi sen...

Bir iki tane daha var...

Sizleri en aşağıdan en yukarıya kadar her kademede yetiştireceğiz... Sonra “Gazete’nin başına geçireceğiz...”

***

Genç Gazeteci’nin “üç yıldır sigortasız çalıştığı Milliyet’te kadrolu gazeteci olmak üzere, Ankara Büro Şefinin izniyle Aydın Doğan’la yaptığı görüşme esnasında” söylüyordu bu sözleri Aydın Doğan...

Genç Gazeteci’nin feleği şaşmıştı...

***

Milliyet’te “sigortalı” olmaya çalışırken, “Patron” ona, bir gün Milliyet’in başına geçebileceğini söylüyordu...

Şaka gibiydi “hayat”...

***

Aydın Doğan söylediklerinde samimiydi...

Gerçekten yıllar içerisinde Umur ve Derya ikişer kez Milliyet’in genel yayın yönetmeni oldular...

“Genç Gazeteci” hiçbir zaman Milliyet’in genel yayın yönetmeni olmadı....

***

Milliyet’ten onu hüzün verici bir öyküyle koparttılar...

Yıllar sonra Show’un genel yayın yönetmeni oldu...

Anchorman oldu...

***

Bir gün Milliyet’in bir kutlama gecesine; kaldığı otelde tesadüfen tanık oldu...

Milliyet’ten yıllar önce “hüzünlü bir şekilde ayrılmıştı...”

O esnada, SHOW TV’nin Türkiye’yi yerinden oynatan haber bülteninin genel yayın yönetmeni ve anchorman’iydi...

Onu koluna girip aşağıdaki salona götürdüler...

Aydın Doğan;

Genç Gazeteci’yi görünce yüzün üzerinde Milliyet çalışanının ortasında Gazeteci’yi “kendi masasına davet etti...”

***

Masada kendisiyle bir zamanlar çalışmak istemeyenler bulunuyordu...

Onu hiç istemeyenler ise, Aydın Doğan’ın masasında oturmuyor yandaki masalarda oturuyorlardı...

-“Kader...” dedi. Gazeteci içinden...

-“Tanrı yine yüzünü gösterdi...”

***

Hiç kimselere bir şey fark ettirmeden, on yıl kesintisiz çalıştığı ve veda bile edemediği gazetesinin gecesinde doyasıya eğlendi...

Konuşmaya çağırdılar onu...

Sahneye çıktı...

Milliyet gazetesinin ne olduğunu Milliyet çalışanlarına anlattı...

Tanrı’nın dünyada kendini hissettirdiği anlardan biriydi...

Yazının devamı...

Gazeteci’nin aşık olduğu kız ve Milliyet gazetesini karıştıran evliliği.....

Hürriyet gazetesinin devletin gazetesi olduğunu biliyordu Gazeteci...

Ancak Hürriyet gazetesinin devletin her şeyiyle nüfuz ettiği bir gazete olduğunu o sıralarda bilmiyordu...

***

Cüneyt Arcayürek Hürriyet gazetesinin Ankara’daki en önemli “muhabir-yazar ve yönetici”siydi...

***

Yakaladığı ve manşetten yayınladığı özel haberler; mesleğe yeni başlayan bir gazeteci için; “hayaliyle” mutlu olunacak kadar önemli ve mucizeviydi... Onu; Johnson Mektubu haberiyle, Ordu Uyarı Mektubu verdi manşetiyle kuyruklu bir yıldızı seyreder gibi seyrediyordu Genç Gazeteci...

***

Milliyet gazetesinin Ankara Bürosu’na geleceğini duyduğunda, onun gibi bir ustanın yanında çıraklık edeceği, gazetecilik öğreneceği için çok mutlu olmuştu...

***

Cüneyt Arcayürek Ankara’nın “kulağı en delik gazetecisiydi...”

Ankara büro temsilcisi Orhan Tokatlı’ydı...

O güne kadar Tokatlı’yla, ilk günkü iş görüşmesi dışında fazla bir yakınlığım olmamıştı...

***

Hatta bir gün Tokatlı’yı Genç Gazeteci’ye doldurmuşlar; ona Gazeteci’yi işten attırmaya çalışmışlardı...

***

Bir Cumartesi sabahı saat 9.45 sularında Gazeteci’nin ev telefonu çalmıştı...

Telefondaki kişi, aynı büroda çalışan okuldan arkadaşıydı;

-“Nerdesin oğlum sen?..” diye girmişti söze...

-“Evdeyim... Haftanın tek izin günü; izin yapıyorum... 13 dersten sınava gireceğim onlara çalışıyorum...”

***

-“Tokatlı köpürüyor... ‘Ya şimdi büroya gelsin, ya da hiç gelmesin bir daha büroya’ diyor...”

Genç Gazeteci anlamamıştı...

Bir gece önce Cuma gecesi nöbet tutmuş, gece 23.30’da büroyu terk etmişti...

Cumartesi haftada tek izinli olduğu gündü...

Üniversitede 13 dersten finallere girecekti...

Deli gibi ders çalışması gerekiyordu...

O sabah da kitapları önüne koymuş haftalar süren gazetecilikten sonra bir günlüğüne sınavlara çalışmayı düşünmüştü...

***

-“Kitapları da al gel...” diyordu arkadaşı...

-“Cumartesi gecesi nöbeti de sende... Büroda çalışırsın... Nöbette...”

***

O gün büroya koşar adım gitti;

Tokatlı karşısında çaresiz durumdaki Genç Gazeteci’yi görünce merhamete geldi...

Gazeteci’yi “atmaktan!” vazgeçti...

Tokatlı’yla arasındaki tek yakınlık anı buydu o güne kadar Genç Gazeteci’nin...

***

O sıralarda kendi gibi gazeteci olan bir genç kızla aşk yaşıyordu...

Genç kız da Gazeteci’nin mezun olduğu Kolej benzeri bir okuldan İzmir Bornova Koleji’nden mezundu...

Onun gibi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyor, uluslararası ilişkiler eğitimi görüyordu...

Büyük bir aşktı Gazeteci’nin yaşadığı...

Bir yıl içinde evlenmeye karar verdiler...

***

-“Abi nikah şahidim olur musunuz?..” dedi Orhan Tokatlı’ya...

O da;

-“Olurum...” dedi...

*****

CÜNEYT ARCAYÜREK’İN MİLLİYET’E GELİŞİ...

Bu olaydan sadece bir iki hafta sonra bomba patladı...

Cüneyt Arcayürek ekibiyle Milliyet Ankara bürosuna geliyordu...

***

Büro şefi olacaktı...Gelen haberler Tokatlı’yla Arcayürek’in arasının iyi olmadığı ve birbirleriyle pek görüşmediği şeklindeydi...

Milliyet’in Ankara bürosu kabak gibi ortadan ikiye bölündü...

Orhan Tokatlı’dan yana olanlar...

Cüneyt Arcayürek’ten yana olanlar...

Emin Çölaşan, Mümtaz Soysal, Teoman Erel, Tokatlı’dan yanaydılar...

***

Gazeteci “genç bir muhabirdi...”

Milliyet gazetesine başlayalı henüz iki yıl bile olmamıştı... Mesleği öğrenmek ve iyi bir gazeteci olmak istiyordu...

Böylesi bir mesleki kavga istemediği bir durumdu ve ne yapacağını bilmiyordu...

***

Gazeteci’nin 1983 yılının Mart ayının son günlerindeki nikah töreni Milliyet’in Ankara bürosundaki “kavga”yı doruğa çıkartacaktı...

Nikah töreninden birkaç gün önce, Cüneyt Arcayürek’e yakın bir foto muhabiri yanına geldi Genç Gazeteci’nin...

***

-“Nikah şahidin Cüneyt Abi olacak değil mi?..” dedi...

-“Orhan Tokatlı olacak...” diye cevap verdi Genç Gazeteci...

-“Onun nikah şahidim olmasını Cüneyt Abi göreve gelmeden önce istemiştim...” diye devam etti...

Yüzüne kötü kötü baktı foto muhabiri...

O günlerde 4-5 nikah şahidi uygulaması yoktu... Cüneyt Arcayürek’e davetiyeyi elden verirken durumu izah etti Genç Gazeteci...

“Kendisinin gelmesini çok istediğini, Tokatlı’ya önceden verdiği bir sözü olduğunu bunu değiştiremeyeceğini” insani bir dille anlattı...

***

Ancak nikah günü ne Cüneyt Arcayürek ne birlikte geldiği Önder Şenyapılı ne de Derya Sazak gelmediler nikah törenine Genç Gazeteci’nin...

***

Milliyet’in Ankara Bürosunun; yarıya yakın bir bölümü de gelmedi nikah törenine...

Bürodaki savaş Genç Gazeteci’nin “nikah töreni” üzerinden yürütülmeye başlanmıştı...

***

Evlilik töreni Ankara büroda hiç istemediği bir “bölünmenin arenası” haline gelmişti... Balayı değil, azap ayları başlıyordu Gazeteci için...

*****

NİKAH TÖRENİNDEN SONRA CÜNEYT ARCAYÜREK VE MİLLİYET...

Gazeteci; 1983 yılının Mart ayından 1984 yılının yaz sonuna kadar, yaklaşık 1.5 yıl Cüneyt Arcayürek’le çalıştı... Arcayürek hiçbir zaman unutmadı büroya geldiği sırada nikah şahitliğini Orhan Tokatlı’ya verdiğini...

***

Oysa Gazeteci için, Cüneyt Arcayürek; burnu inanılmaz haber kokusu alan usta bir gazeteciydi...

Ondan hiçbir yerde hiç kimseden öğrenemeyeceği gazeteciliği öğrenecekti...

Fakat Gazeteci kendi üzerinde emeği olan bir insanı, yeni büro şefi “Cüneyt Arcayürek gibi usta bir gazeteci olsa da satmayacaktı...”

***

Böyle bir yalakalık yapamayacaktı

Bu kendisine olan saygısını yitirtirdi...

O günden sonra, Cüneyt Arcayürek, Gazeteci’yi hiçbir zaman kendi ekibinden saymadı...

Hep bir mesafe koydu arasına...

Her haber toplantısında, topun ağzına “Gazeteci’yi” koydu... Önce onu eleştirirdi...

Buna karşın bazı günlerde içindeki gazetecilik damarı tutar; gazeteciliğimi teşvik etmek için, ona manevi destek verirdi... Nadir olurdu bu durum...

*****

TURGUT ÖZAL’IN BAŞBAKAN OLDUĞU GECE...

Turgut Özal’ın Anavatan Partisi büyük sürpriz yaparak tek başına iktidar olmuştu...

***

1983 Kasım’ının başıydı...

-“Hadi bakalım Küçük Ekselans...” dedi...

-“Yapabiliyorsan git Turgut Özal’la bir görüşme yap da görelim... Bakalım gazeteci misin değil misin?..” dedi Cüneyt Arcayürek; ‘Gazeteci’ye

***

Kinayeli söylüyordu bunu... Morali bozuktu... Arcayürek; Demirel’e çok yakın bir gazeteciydi... Özal’ın tek başına iktidar olmasından hiç haz etmemişti...

O sinirle; her zaman Orhan Tokatlı’yı satmadığını bildiği Genç Gazeteci’yi görmüş;

-“Hadi gazetecilik yapabiliyorsan, Özal’la görüş de görelim...” diye çıkışmıştı...

***

Olmayacak bir şeydi...

Turgut Özal o gün gayr-ı resmi olarak Başbakan olmuştu...

Bütün meselesi Kenan Evren kendisine görevi verecek mi vermeyecek mi, onu bilmekti...

***

24 yaşında tıfıl bir Milliyet muhabiri, kapısının önünde yüzlerce yerli yabancı gazeteci beklerken nasıl evine girecekti?..

***

Genç Gazeteci o gün Milliyet bürosundan çıkarken, rahmetli Örsan Öymen’i gördü... Milliyet’te yazılarıyla ortalığı birbirine katan; Türkiye’de ismi çok etkili bir gazeteciydi... Görevi Kenan Evren’den alıp alamayacağı hala belli olmayan Turgut Özal için hayati önemde bir yerde Alman Köln Radyosu’nda çalışıyordu...

***

Genç Gazeteci; Örsan Öymen’e Özal’ların Farabi sokağındaki evine beraber gitmeyi teklif etti...

Onun isminden yararlanıp eve girmeyi düşünüyordu...

Kapıdaki gazetecileri aştı ve kapıyı çalıp açılmasını bekledi;

Bir bayan görevli açtı...

Görevliye kendini tanıttı...

İsmi ve kimliği kapıdaki hanım için hiçbir şey ifade etmiyordu...

***

Kadına şöyle söyledi:

-“Aşağıda Örsan Öymen var... Ben Örsan Öymen’i getirdim... Kendisi Turgut Bey’i ziyaret etmek istiyor... Turgut Bey’e haber verir misiniz?..”

***

Kadın pek bir şey anlamadan içeri gitti...

Kısa bir süre sonra geldi...

-“Buyursun gelsin... Yalnız sadece Örsan bey gelecek...” dedi...

***

Gazeteci görevli bayana Örsan Öymen’le birlikte olduğunu kendisinin de Öymen gibi Milliyet’te çalıştığını söyledi... Örsan Öymen’i aşağıdan çağırıp, birlikte evine içine girdi...

***

Özal eşofmanlıydı ve televizyon haberlerini izliyordu... Ev ana baba günüydü... Örsan Öymen; Alman radyosu için sorularını sordu...

Gazeteci de Milliyet gazetesi için sorularımı araya sıkıştırdı...

***

Evden çıktıklarında Gazeteci, mutluluktan uçuyordu... Turgut Özal’la seçimleri kazandığı gün röportaj yapan tek gazeteciydi...

24 yaşındaydı... Ve henüz sigortasızdı...

***

Cüneyt Arcayürek’i aradı...

-“Yapabildin mi röportajı bakalım?..” diye sordu Arcayürek...

Sesi hala kinayeliydi...

-“Yaptım...” dedi...

***

Telefonun öbür ucundan bir an hiç ses gelmedi... Çok tecrübeli bir gazeteciydi...

Böyle bir anda yanlış bir şey söylememesi gerektiğini biliyordu...

***

-“Yarına hazırla röportajı... İstanbul’la konuşurum; manşet yaptırırız haberi...” dedi...

-“Aferin sana...”

*****

ARCAYÜREK JOHNSON MEKTUBUNU, ÇAĞLAYANGİL’DEN ALDI...

Arcayürek’in en önemli iki haberinden biri, “Amerikan Başkanı Johnson’un, Türkiye’yi Kıbrıs konusunda uyaran mektubuydu...”

***

Yıl 1964’dü ve İsmet İnönü Başbakan’dı...

Johnson’un Mektubu ortalığı birbirine katmış; Türk-Amerikan ilişkilerinde “Kıbrıs ipoteğinin sürgit devam edeceği çok zor bir dönemin başlangıcı” olmuştu...

***

Johnson’un mektubunun adresi o sırada Başbakan olan İsmet İnönü’ydü...

Ankara bürosundaki içli dışlı çalışma günlerinde, bir gün Cüneyt Abi’nin uygun anını kollayıp, içinde süren merakı gidermek istedi Genç Gazeteci...

***

-“Abi...” dedi...

-“Johnson Mektubu haberinin kaynağı kimdi?..”

Yüzüne baktı Arcayürek Gazeteci’nin...

Söyleyip söylememe arasında, bir an tereddütte kaldı...

***

Yaptığı işin nasıl yapıldığının genç bir gazeteci tarafından bilinmesini istiyordu...

***

Beri taraftan, “haber kaynağını söyleyip söylememe konusunda” müteredditti...

Sonunda söyledi...

***

-“Çağlayangil verdi...” dedi...

-“İhsan Sabri Çağlayangil... O biliyordu... Onun haberi vardı... Her şeyden haberi olurdu onun...”

Yazının devamı...

Genç Gazeteci’nin ikinci nöbetinde Abdi İpekçi’nin katili Ağca, Papa’yı vuruyor...

Gazeteye gireli on gün olmuştu...

Haftanın nöbet çizelgesini “Genç Gazeteci”ye göre değiştirmişlerdi...

13 Mayıs 1981 günü, ikinci kez, Milliyet gazetesinin Ankara bürosu gece tek başına ona teslim edilecekti...

***

Gündüz mesaisinin üzerine, gece nöbetçi olmayı içten içe arzuladığını fark etti Genç Gazeteci...

Gündüz gazetede bir sürü muhabir, müdür, yazar, yönetici vardı...

***

O Milliyet’in Ankara bürosunun muhabirler ekibinin bir parçasıydı...

Ama gece; büroda sadece o kalıyordu...

Milliyet’in Ankara bürosu tek başına ona teslim ediliyordu...

***

Her şeyden ilk ağızda o sorumluydu...

21 yaşında kadrosuz bir gazeteci için, çok ağır bir sorumluluktu...

Ağır olması onu mutlu ediyor, içten içe gururlandırıyordu...

***

Üç yıl sonra; Milliyet Gazetesi’nin Atina bürosunun tamamıyla kendisine teslim edileceğinden habersizdi, o günlerde Genç Gazeteci...

***

Milliyet Ankara bürosunun gece telefonlarını açarken bile gururlanıyordu;

-“Alo... Buyrun Milliyet...”

***

13 Mayıs 1981 tarihinde saat 19.30 sularında çalan telefon; bu sahnenin sonunda geldi...

Telefonu açtı Genç Gazeteci...

Büroda kimsecikler yoktu...

***

-“Alo buyrun Milliyet...”

-“Is it Milliyet?.. (Orası Milliyet mi)” diye soruyordu yabancı birisi...

-“Evet” dedi Genç Gazeteci...

-“Niye aramıştınız?..”

***

-“Sizin yazı işleri müdürünü öldüren adam nerede?..” dedi yabancı adam...

-“Hangi yazı işleri müdürü?..” diye sordu Genç Gazeteci...

Hatlar karışıyor, karşıdan gelen ses bir türlü anlaşılamıyordu...

Bir isim telaffuz etmeye çalışıyordu telefonun ucundaki ses...

Ancak genç Gazeteci, yabancı adamın tam olarak neden bahsettiğini anlayamıyordu...

***

-“Ben İtalya’dan arıyorum...” dedi neden sonra yabancı;

-“Papa’yı vurdular... Vuran kişi sizin gazetenin yazı işleri müdürünü de vurmuş...”

***

20. yüzyılın en önemli suikastlerinden biri olarak tarihe geçen olayın olmasının üzerinden sadece bir saat geçmişti...

Kimse bir şey bilmiyordu; ve arayan yabancı; “sizin öldürülen editör (yazı işleri müdürü)” ifadesini kullanıyordu...

***

Neden sonra, yabancının; İngilizce’de editor in chief denilen, Milliyet’in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’den bahsettiği anlaşıldı...

Abdi İpekçi’yi öldüren ve daha sonra hapisten kaçırılan Mehmet Ali Ağca’nın Papa’yı vurduğunu söylüyordu yabancı...

***

Genç Gazeteciden bilgi, görüş ve yorum istiyordu...

Gazeteci on gün içerisinde dünya basınının aradığı “Abdi İpekçi ve Papa suikasti konusunda” uluslararası gazetecilerin sorularına muhatap olan bir Milliyet gazetesi temsilcisi kimliğine bürünmüştü...

***

Milliyet gazetesinin 21 yaşında diplomasi muhabiri ve geceleri Ankara sorumlusuydu!..

İtalyan gazetecinin sorularına cevap verirken; nasıl önüne geçilmez bir gurur duyuyordu; kelimelerle anlatılmaz...

YABANCI GAZETECİLERİN MİLLİYET’İ TELEFON YAĞMURUNA TUTMALARI...

Ogece Genç Gazeteci’nin hayatında bir dönüm gecesi oldu...

Artık o bir “Milliyet” mensubuydu... Rüştünü ispatlamıştı...

***

Millliyet’in eski genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca’nın Papa’yı Vatikan Meydanı’nda vurduğu akşam, Milliyet’in Ankara bürosunda tek başına görev yapan kişi Genç Gazeteci’ydi...

***

Yabancı gazetecilerden gelen onlarca soruyu Milliyet adına cevaplandırmış; Ağca hakkındaki Adalet bakanlığı dosyalarını haber olarak göndermiş, dört başı mamur bir gazetecilik yapmıştı... Genç yaşında, tek başına; başlayalı henüz on günün yeni dolduğu Milliyet gazetesinde bunları yapmıştı...

***

İçinden şöyle cevap veriyordu kendisini küçümseyen büronun kıdemlilerine:

-“Papa suikastinin olduğu gece siz nöbetçi olsaydınız da görseydik yabancı gazetecilerin telefonlarına ne cevap vereceğinizi... Alooo alooo... Var mı; ikinci bir sözcük onlarla konuşup anlaşabileceğiniz bir iletişim dili, selis Tarzan’canız dışında...”

MEHMET ALİ AĞCA-ABDİ İPEKÇİ... BİR İSTİHBARATÇI GAZETECİNİN HÜZÜNLÜ GECESİ...

Genç gazeteciye ilk günlerden itibaren, büroda yüz vermeyen bir kıdemliler ordusu vardı...

Bir de ona yüz verenler, sempatiyle yaklaşanlar, adam gibi davrananlar vardı...

***

Onlardan birisi titiz bir “parlamento muhabiriydi...”

Mesleğinde tecrübeliydi...

Ajansçılıktan gelmeydi ve haberi çok hızlı ve düzgün kaleme almasıyla meşhurdu...

Bütün resmi gazete, kanunlar kararnameler, ona verilir onun haberleştirmesi istenirdi...

***

Gençti, ancak büronun kıdemlilerindendi...

Genç Gazeteci’ye büroya geldiği günden itibaren hep iyi davrandı...

Aynı odada otururdular...

Masa bulmasına yardım etti...

İş dışında ev ortamlarında buluştular...

***

“Parlamento Muhabiri”nin, akşam sohbetlerinde, hafif içkili ortamlarda zaman zaman ortaya çıkarttığı “trajik bir senaryosu” vardı...

***

Milliyet Gazetesi’nin sık sık yapılan “gazeteci gecelerinde”; herkes masa etrafında gırgır şamata yapar, günlerin stresini atarken, o aniden hüzünlenir, yüzünü buruşturur, ağzını bıçak açmaz, susar otururdu...

***

Genç Gazeteci kendisine; büroda onca yardımı olan “Parlamento Muhabiri”nin, bu hüzünlü halini çözmek için;

devreye girmeye karar verdi...

Arkadaşının öyle olması içine sinmiyordu...

Masada gırgır şamata devam ediyordu...

-“Ne oldu kardeş neyin var?..”

-“Bir şeyim yok... Boş ver...”

-“Yahu söyle neyin var?.. Tokatlı falan mı bir şey söyledi?..”

-“Alakası yok...”

-“E neyin var?..”

-“Şimdi burada herkes güle oynaya neyi kutluyor... Milliyet gazetesinin müthiş başarılarını!!!”

-“Evet... Ne var bunda?..”

-“Çok şey... Nerde Milliyet Gazetesi’ni Milliyet yapan efsane genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi...

Öldü, öldürüldü...”

***

-“O öldü... Milliyet Gazetesi sahip değiştirdi... Şimdi biz, onun yokluğunda yeni patronla Milliyet Gazetesi’nin başarılarını güle oynaya kutluyoruz...

Sence o görse ne derdi bu duruma?..

Niye öldü o?.. Bu tablo için mi?..”

***

Öyle bir şey söylüyordu ki Parlamento Muhabiri;

Genç Gazeteci;

-“Ya bırak bunları eğlenmene bak...” dese ayıp kaçıyordu...

Demese;

Bu sefer gecenin ortasında “trajik komplo teorilerinin ortasına dalıp iyice gerilmek sözkonusuydu...”

Ne yapacağımı kestiremiyordu...

***

Olayın üzerinden uzun yıllar geçti...

Parlamento Muhabiri arkadaşı; yıllar sonra gazeteciliği bıraktı...

Devletin istihbarat servisinde resmi görev aldı ve çalışmaya başladı...

Kim bilir;

Belki de o günlerde gazeteci dünyasında yeterince duyuramadığı sesini, bu teorilere daha uygun bir meslekte duyurmaya karar verdi...

***

Genç Gazeteci; Milliyet’le birlikte, “geceleri, bohemi, gazeteci suikastlerini, Mehmet Ali Ağca’yı, sabahlara kadar dans ederek stres atan Abdi İpekçi’yi, Çetin Emeç’i, Örsan Öymen’in efsaneleşmiş gece maceralarını tanımaya başlıyordu...”

Genç Gazeteci; gazeteci dünyasını tanıyordu...

***

Zaman zaman “aşık olsa” da, belli oluyordu ki; Genç Gazeteci’nin gerçek aşkı büyülendiği ve delicesine bir tutkuyla bağlandığı “gazetecilik aşkı”ydı...

Yazının devamı...

Benim gelmekte olan Eylül’üm...

Nasıl güzel bastırır yağmur ve sert rüzgarlar dünyanın dört bir yanında “Eylül şehirleri”ne...

***

Nasıl melankolik;

Nasıl romantik...

Nasıl puslu, rüzgârlı, duyguları altüst eden bir hava beliriverir sonbaharda Eylül şehirlerinde...

***

Kapalı mekanların, sıcak romans dolu atmosferini özler insan... Kitaplar çıkar onlar okunur bu sıralar...

***

Eylül’e uygun bir kazak ve süveterde seçilen renkler, yazın nasıl geçtiğini söylerler...

***

Sararmış yapraklar yeri sarar...

Eylül rüzgârı onları yerden savurur uçurur, insana ne kadar yalnız olduğunu hissettirir...

***

Yaz bitti, bir Eylül daha geldi işte...

Sonbahar filmleri, sonbahar kitapları, sonbahar tiyatroları, sonbahar mekanları sonbahar konuşmaları, sonbahar tatları zamanıdır şimdi...

***

Duygu dünyasında alabora olmaya alışkın insanlar Eylül’de mutlu olurlar...

Mevsim değişikliklerine paralel dışarıdaki esintilerin alaborası, duygusal dünyanın içindeki alaboraları tetikler...

İnsan; içinde ve dışında duygusal medcezirlerin ortasında, soluk soluğa dans eder...

***

Dışarıda insanın iç dünyasına paralel bir altüst oluş var olur...

EYLÜL ŞEHİRLERİM...

Eylül şehirleri vardır dünyada...

Paris tartışmasız dünyanın bir numaralı Eylül şehridir...

Natüründe melankolik olan şehir, Mayıs ayındaki cıvıltısını siler süpürür Eylül’de daha bir Paris’leşir, daha bir romantikleşir...

Yağmurunu ve ıslaklığını hissettirir...

***

Prag da bir sonbahar şehridir... Sararmış yapraklar şehrin doğal dekorudur...

Sonbahar şehrin doğal dekorunu, yaşamın vazgeçilmez gustosu haline getirir... Nehir ve sararmış yapraklarda yaşanmaya başlayan Prag; bir Eylül platosudur...

***

Paris ve Prag eski gözdeler, vazgeçilmez aşklar... Ne ki ben; bu Eylül’de “içimdeki İtalyan Sonbahar’ının nasıl uyanacağını” düşünmekteyim uzun zamandır...

EYLÜL AŞKI...

Eylül entelektüel bir aydır... Kitapçıları, plakçıları, sinemaları, tiyatroları, kafeleri, kısa metrajlıları yaşamaya başlamanın ayıdır Eylül...

***

Sarı bir konsantre ışığın altında yazmak, okumak, sayfaları ve hayatları çevirmek, sonra oturup biraz kendi başına düşünmek, sakinliğin ve müziğin tadına varırken, dışarıdaki yağmurdan ve fırtınadan ürpermek, içinin titremesine aldırmadan pencereyi açıp Eylül’ün rüzgârını içine çekmek... Yine geldi işte Eylül...

***

Eylül aşkları, daha bir içerikli olur...

Cinsel elbette, ama esasen duygusal...

Kaşkol egzantriktir, kazak romantik...

Eylül aşkı kaşkol ve kazak eşliğinde dolayısıyla egzantrik ve romantiktir...

***

Doğanın sararmış yaprakları, esen rüzgarlar, yağan yağmurlar yalnızlaştırdığı insan, severken dayanacağı aşkı da arar...

***

Eylül aşklarının yaz aşklarından en büyük farkı budur...

Yazın insan tazelenmiş bir bireydir...

***

Eylül’de ise insan sevgilisini arayan romantik ve melankolik bir bohem...

İstanbul Eylül’de idare eder...

Eylül evrensel olarak, Paris demektir, değişmez... Ne ki; içiniz neredeyse esasen Eylül o şehir ve ülkedir...

Belki de Roma’da...

Belki Milano...

Belki Floransa...

Kim bilir belki de tüm İtalya...

***

Eylül sevgilileri yaz sevgililerine benzemez... Her yaz sevgilisi Eylül’de idare etmez... Daha fizyolojik değil, daha psikolojiktir Eylül sevgilisi...

***

Daha pornografik değil, daha erotiktir Sonbahar sevgilisi... Daha cart değil, daha pasteldir bu mevsimlerin kül kedisi...

Düzyazı gibi değil, şiirsel...

Çılgın değil, romantik...

Bir yaz daha bitti, Eylül geldi işte...

EYLÜL’DE İÇİMDE ÇIKMAYA HAZIRLANAN İTALYAN...

Bu Sonbahar; içimde kıpırdayan bir muhteşem İtalyan’la Eylül’e merhaba diyorum...

Yazın büyük bölümünü; 33 yıl önce Berlin’deki disk jokey’lik yaptığım günlerde çaldığım gençlik aşkım parçaların unutulmaz solistleri; Al Bano Romina Power ikilisini dinlemekle geçiriyorum...

***

Felicita’yla başlıyorum...

Liberta, Sharazan, Gi Sara, Sempre Tu, Makassar; We’lle Live It All Again’le devam ediyorum... İçimdeki İtalyan, Al Bano Romina Power’la şahlanıyor bir süre sonra; Toto Cuttugno’nun L’İtaliano Veron’uyla vals yapmaya başlıyor...

***

33 yıl önceki Berlin günlerimin anısına, içimden fışkırmakta olan İtalyan’ı romantik Eylül günlerinde usul usul yaşamaya karar veriyorum...

Yavaş yavaş...

İtalyanca’sıyla... Piano... Piano...

HAYATIMIN PARÇASI... FELİCİTA...

“Mutluluk, el ele tutuşarak uzun süre yürümek demek...

***

Mutluluk, insanlar arasında masum bakışın demek...

***

Mutluluk, çocuklar gibi yakın durmak, yakın olmak demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk...

***

Mutluluk kuş tüyünden yastık demek; ırmağın akan suyu demek...

***

Mutluluk perde arkasında inen yağmur demek...

***

Mutluluk barışmak için ışıkları kısmak; loş yapmak demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk..

***

Felicita e un bicchiere di vino con un panino.

Mutluluk, sandviç ile içilen bir kadeh şarap demek...

***

Mutluluk, çekmeceye senin için bir not bırakmak demek...

***

Mutluluk, istediğim kadar birlikte şarkı söylemek demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…

***

Mutluluk ışığın yandığı ve radyonun çalıştığı sürpriz bir akşam demek...

***

Mutluluk, kalplerle dolu bir tebrik kartı demek...

***

Mutluluk, beklemediğin bir telefon demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…

***

Mutluluk, geceleyin dalgaların çarptığı bir sahil demek...

***

Mutluluk, aşk dolu bir kalbin üzerindeki el demek...

***

Mutluluk, bunu bir kez daha yapabilmek için Güneş’in doğuşunu beklemek demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…”

***

Hoş geldin Eylül...

Yazının devamı...

40’lı yaşlarında Milliyet’i yeni alan Aydın Doğan...

Aydın Doğan Milliyet gazetesini aldığı yıllarda 40’lı yaşlarını süren genç bir işadamıydı...

Milliyet’te; kamuoyuna mal olmuş “büyük marka isimler” yazı yazıyor, yöneticilik yapıyordu...

***

Türkiye’ye 1970’li yıllarda egemen olan anlayış, “Bab-ı Ali gazeteciliğinin; patronlar ve ülke üzerindeki görünmez derin etkisinde kendini hissettiriyordu...”

***

Mesleğin kıdemlisi gazeteciler kendi aralarında;

-“Bab-ı Ali’den ne patronlar gelip geçti... Onlar geçti gitti, biz kaldık...” sözünü, bir manifesto gibi Cağaloğlu Meyhaneleri’nin masalarında söyler dururlardı...

***

Bab-ı Ali, “bir gazete alarak, kendisine avantaj ve konum sağlamaya çalışan” nice ‘paralı’yı; kendine has taktiklerle, ‘nerden geldiğini bilemez’ hale getirmişti...

“Gazeteciler” kendilerini koruyacak “taktikleri” yıllar içinde geliştirmiş, bu konuda ordinaryus olmuşlardı...

***

Aydın Doğan; genç ve atılgan bir işadamıydı...

Ancak Milliyet’i almadan önce, o da bir gazete okuyucusuydu...

Gazetesini ve yazarlarını okuduğu, yazılarından etkilendiği insanlara, şöhretli ve kaleminden kan damlayan gazetecilere “patron”luk yapmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildi...

***

Bab-ı Ali’nin kurtları; medyaya yeni giren patronu hemen alır, akşam yemeklere meyhanelere götürür, orada kendi dünyalarını adım adım patrona empoze ederlerdi...

İlk mesele kendi sahana çekebilmekti patronu...

Onu deplasmanda hissettirmek...

Gerisi çorap söküğü gibi gelirdi...

*****

GAZETECİ’NİN YAZDIĞI MEKTUP DÖNÜP DOLAŞIYOR...

“Gazeteci”ye bir süre sonra haber geldi Milliyet’in Ankara Bürosu’ndaki bir arkadaşından;

-“Çabuk gel... Tokatlı seni istiyor...”

***

Arkadaşının Tokatlı dediği; Orhan Tokatlı’ydı... Milliyet’in Ankara temsilcisiydi... Tokatlı ve Duru; iki Orhan’lar Milliyet’in Ankara bürosunu yönetirlerdi...

***

Arkadaşı; “Çabuk gelmesini” söylüyordu... “Genç Gazeteci” kendi kendine düşündü...

Aylardır böyle bir haber gelmesini bekliyordu ve şimdi aniden arayan kişi;

“Hemen Milliyet’e gelmesini” söylüyordu...

***

Sanki “stajyer Gazeteci” bulunmaz Hint Kumaşı’ydı da bir anda, acil koduyla Milliyet’in Ankara bürosunda olması isteniyordu... Milliyet’in Ankara bürosuna gittiğinde; onu Tokatlı’nın sekreteri Şencan Hanım karşıladı...

***

Genç kadının bakışlarından; “gazeteye herhangi bir stajyer gibi gelmediğini” fark etti Genç Gazeteci... Torpili büyük yerlerden gelmiş kişilere yöneltilen bir “gıpta” bakışıydı Şencan Hanım’ın bakışı...

***

Oysa Şencan Hanım’ın gıpta dolu bakışının; 180 derece tersini; Milliyet’in Ankara bürosunda her gün yaşayacağını henüz bilmiyordu Genç Gazeteci...

Tokatlı’nın odasına girdiğinde; Orhan Tokatlı’nın elinde bir mektup olduğunu gördü...

***

Tokatlı ona “mektubu” gösteriyor;

-“Sen bizde çalışacaksın... Bugün başla hemen hiç bekleme...” diyordu...

***

Gazeteci; mektubun kendi yazdığı ve “Dayı”sına verdiği mektup olduğunu fark etti... “Mektub”u anlaşılan uzun bir yol kat etmişti... Dayısının bürosundan, “dayı”sına, “dayı”sından Aydın Doğan’a, Aydın Doğan’dan Milliyet’in Ankara Temsilcisi Orhan Tokatlı’ya...

***

“İşler demek böyle yürüyor” diye düşündü Genç Gazeteci... Herkes; yardım ve desteğini gösterirken, mektubu gerçek muhatabına iletiyor ve aradan çekiliyordu...

Kimse kimseye empozede bulunmamaya özen gösteriyordu... “Dayı”sı ve Aydın Doğan böyle davranmışlardı...

***

Bu davranış biçimi; Koç grubuna ait bir özellik miydi bilmiyordu Gazeteci...

Her halükarda Bab-ı Ali’nin bohem tarzının bu yaklaşımlarla pek ilgili olduğu söylenemezdi... Orada işler, iki sözcük üzerinden işlerdi...

***

“Hemen başla”, ya da; “Sen gazeteciliği bırak, daha iyi işler var hayatta yapacak...”

*****

İLK GÜNLERDE PATRON TORPİLLİSİ OLAN BİR “GAZETECİ”NİN BAŞINA GELENLER...

Bir gazeteye “patron” torpiliyle girmek, hayatta bir “gazeteci”nin başına gelebilecek en büyük şans gibi görünse de en büyük felaketlerden biridir...

Herkes;

-“Nereden çıktı bu zibidi?..” sorusunu soracak ve cevabı hep bir ağızdan yapıştıracaktır:

-“Nerden çıkacak velet?.. Patron göndermiş... Gazeteci!!! olacakmış... Ha ha ha...”

***

Orhan Tokatlı’nın odasından çıkmasıyla birlikte, “Genç Gazeteci”yi bu kaçınılmaz akibet bekliyecekti...

Daha ilk dakikadan onu kıdemli muhabirlerin olduğu odaya aldılar...

***

-“Arkadaşlar...” dedi biri...

-“Büroya yeni bir stajyer arkadaş geldi... Gece nöbetlerini yeniden düzenleyeceğiz... Yeni arkadaş da gece nöbetlerine kalacak... Oturun bakalım...”

***

Herkes, Milliyet’in Ankara bürosunda tuttuğu nöbetleri birer ikişer üzerinden atıp stajyere plase etmeye başladı...

Nasıl olsa yeni stajyer “Gazeteci” olmak için hem gündüz hem gece, 24 saat çalışmalıydı...

***

Her gün sabah 9’da büroya gelecek, nöbetle birlikte gece 23’de çıkacaktı...

Eğer her şey sakinse...

Olay varsa sabaha kadar...

***

Önce Pazar gecesini attılar üzerine...

Herkes Pazar gecesini evinde ailesiyle geçirecekti...

Stajyer; Pazar günü hem çalışmalıydı hem de nöbete kalmalıydı...

Hafta içinden iki gece daha kaydırdılar...

Etti üç gece...

“Genç gazeteci” bir şey söylemiyordu...

Aralarından biri;

-“Cumartesi gecesi de stajyer tutsun...” deyince, arkadaşı itiraz etti...

-“Çocuk sadece Cumartesi’leri izin yapacak... İzin gününde, gelip gece nöbet mi tutsun?..”

Pek hoşnut olmadılar bu sözlerden ama Cumartesi kurtulur gibi oldu...

***

Genç Gazeteci, gazetecilerin hayatlarıyla ilgili o kadar çok kitap okumuştu ki; “bu azap dolu görünen sürecin, kutsal bir mesleğin ilk basamaklarındaki şeref madalyaları olduğuna inanmıştı...”

Hiç yüksünmüyordu...

***

Bir taraftan üniversitesi, diğer yandan gece gündüz Milliyet mesaisi, yüzde 70’in selam vermediği bir kıdemli gazeteciler kadrosu ve heyecanla çarpan yüreği...

“Hayallerinin olduğu yerdeydi...”

Bir gün Büyük Gazeteci olacaktı...

Yazının devamı...

Ahmet Binbir’in ölümü... Aydın Doğan’ı sever misiniz?..

Çalıştığı haber ajansının çapkın genel müdürü; yardımcısıyla “Gazeteci” arasındaki romantik gönül ilişkisini öğrendiğinde küplere binmişti...

***

Nasıl olur da, çapkın genel müdürün “her şeyini bilen yardımcısı”, ajansta çalışan Küçük Ekselans dedikleri stajyer diplomasi muhabiriyle romantik bir gönül ilişkisine girerdi?.. Mazallah her şeyi ortaya dökülür, bütün karizması yerle bir olurdu...

***

Muhabirlikten gelme, uyanık ve iş bitirici biriydi genel müdür...

Evliydi ve çapkınlıkları diz boyuydu...

Har vurup harman savuran bohem ve düzensiz bir hayatı vardı...

Bu konuların; patronun ve eşinin kulağına gitmesini istemiyordu...

***

“Gazeteci” ise romantik ve idealist bir gençti...

Aklının ucundan; bir genel müdürün yardımcısından, bilgi sızdırmak, “bilgi”yi kullanarak kendisine etkinlik sağlamak geçmezdi...

***

Öyle bir aile genetiğinden gelmiyordu... Bunlar düşüncesi bile ayıp sakıncalı şeylerdi...

Ancak genel müdür “genç ve romantik Gazeteci”nin aile genetiğini anlayacak konumda değildi...

***

Riskli yaşıyordu ve bu yaşantı onu hayata karşı korkak ve tedirgin yapıyordu... “Gazeteci”nin biletini kesmek istiyor; ancak ajansın tecrübeli genel yayın yönetmeni buna izin vermiyordu...

***

Genel müdür ise, kendisini gazetecilikte yetiştiren ustası genel yayın yönetmenine karşı çıkamıyor;

“Romantik Gazeteci”ye maaş ödetmeyerek, onu yıldırtmayı amaçlıyordu...

***

Bir haber ajansının genel müdürünün duyulması istenmeyen hovarda, vur patlasın çal oynasın hayat tarzının; kendisini “ülkenin en büyük medya patronu” olacak, en büyük ‘marka’yla tanıştıracağını...

1979 yılından 2016 yılına kadar geçen 37 yıllık “korkunç çalkantılı dönemin” en önemli tanıklarından biri haline getireceğini o sırada bilmiyordu “genç ve romantik Gazeteci...”

*****

AHMET BİNBİR GAZETECİYİ “MİLLİYET”E GÖTÜRÜYOR...

“Bu haber ajansında çalışamıyorum... Bana yaptığım haberlerden dolayı, başarı primi yazıyorlar... Ama ısrarla maaş ödemiyorlar... Kendimi aşağılanmış hissediyorum...” diyordu Ailesi’ne...

***

Ailesi onu üniversitede tanıdıkları üzerinden; TRT’ye aldırtmaya çalıştı...

Ancak “genç ve romantik Gazeteci”, “gençliğin isyankar rol modellerinden etkilenen, bağımsız, özgür ve efsanevi kimliklere yoğun sempatisi nedeniyle; TRT gibi bir devlet kurumunda, ilk gazetecilik günlerini geçirmek istemiyordu...”

***

O gazeteciliği “bir devlet görevi değil; devlete rağmen yapılan bağımsız ve özgür bir meslek” olarak görüyordu...

Onun amacı; “TRT’ye girip bir gün ünlü bir ‘televizyon spikeri’ olmak değil”, mesleği ustalarından öğrenip, onlarla dirsek dirseğe çalışıp; gün gelip Johnson Mektup’larını kamuoyuna ilk açıklayan bir “Gazeteci” olmaktı...

***

Bunun gerçekleşebileceği yer ise TRT değil; ‘genel müdürünün çapkınlık ilişkilerini gizlemek için romantik gönül ilişkilerine hot zot koyan bir haber ajansı da değil; bir “Gazete” olmalıydı...

***

Gazete gibi bir Gazete olmalıydı... Gazeteci’nin evinde okunan “gazete” olmalıydı!..

Gazeteci’nin o günlerde gazete gibi gördüğü tek gazete olmalıydı...

O “Gazete”nin ismi Milliyet’ti...

***

“Gazeteci”nin rüyalarını süsleyen, çalışmaktan onur duyacağı tek gazete; Abdi İpekçi, Örsan Öymen, Bedri Koraman’ın gazetesi Milliyet gazetesiydi...

***

-“Ben Milliyet’te çalışmak istiyorum... Maaşsız ve sigortasız fark etmez... Ama TRT’de değil...” diye söyleniyordu...

-“Koç’lara yakın bir işadamı aldı Milliyet’i geçenlerde... Adı Aydın Doğan... Belki “dayım” yardımcı olur...” deyiverdi bir gün annesine...

***

Dayısı “Ahmet Binbir”, annesinin teyze oğluydu...

Koç Holding’in en tepesindeki isimlerden biriydi...

Ford Otosan’ın kurucu genel müdürüydü Ahmet Binbir...

Koç Holding’de yönetim kurulu üyelikleri, tepe yöneticilikleri, aileye yakınlığı, küçük çaplı hisseleriyle “dev imparatorluğun ayrılmaz bir parçasıydı Ahmet Binbir...”

***

İlginç bir ilişkileri vardı annesiyle, teyze oğlunun...

Onca kardeş birbiriyle kah itişir, kah sevişirken, “onların ikisinin arasından hiç su sızmadığını, yıllar içerisinde fark edecekti Gazeteci...”

***

Annesine; “Bir teyze oğluna söylesen de...” dedi...

-“Ben de gazetecilik yapsam!..” Genç ve cevval işadamı Aydın Doğan’ı tanımıyordu...

Dayısı ile Aydın Doğan arasında Koç grubunda bir ilişki var mı bilmiyordu...

O günlerde dendiği gibi “Aydın Doğan değil; gerçekte Koç mu almıştı Milliyet gazetesini onu da bilmiyordu...”

***

Bunca meçhul arasında bildiği tek şey; “Aydın Doğan’ın verdiği” uzun röportajdı... “Aydın Doğan’a Milliyet’i neden aldınız” diye sorduklarında; Milliyet’e karşı aileden gelen bir sempatisi olduğunu söylüyor, bu gazetenin hayatının en büyük ideallerinden biri olduğunu belirtiyor; gazetecilik mesleğine birçok genç gazeteci adayını sokup, basına çağdaş bir yön vermeyi arzuladığını belirtiyordu...

***

“Gazeteci” büyük bir mutlulukla röportajı okumuş; “genç ve çağdaş gazetecilerden biri olacağını hayal ederek” uyumaya başlamıştı...

*****

AHMET BİNBİR’İN GAZETECİ’Yİ ÇAĞIRMASI VE AYDIN DOĞAN’A YAZMASINI İSTEDİĞİ MEKTUP...

Haftalar geçiyor ses seda çıkmıyordu Ahmet Binbir’den...

“Genç ve romantik Gazeteci” bir başka haber ajansına girmiş, oraya alışmaya çalışıyordu...

***

-“Ertesi sabah Ankara’ya geliyorum... Yeğenim bana gelsin... Gelirken CV’sini içeren, kendini ve ne yapmak istediğini anlatan; Aydın Doğan’a hitaben yazılmış bir mektup da getirsin...” diye haber gönderdi Ahmet Binbir...

***

Sonuna ekledi;

- “Kent Otelde kalıyorum... Oraya gelsin...” Sıhhiye’de Orduevinin karşısında; başkentin en iyi iki otelinden biriydi Kent Otel... Başkentte Pazar günleri Açık Büfe’yi ilk getiren otel olarak ünlenmişti...

***

Genç “Gazeteci” Milliyet’i yeni alan Aydın Doğan’a hitaben yazılmış bir mektup kaleme alacaktı...

Dayısı da “o mektubu” Aydın Doğan’a gönderecekti...

***

Genç Gazeteci; Kolej’de okuduğunu, Siyasal Bilgiler Basın Yayın’da öğrenimine devam ettiğini, İngiltere’de dil eğitimi aldığını, iki dil bildiğini, bir yıllık gazetecilik tecrübesi olduğunu yazdı...

-“Hayalim olan Milliyet gazetesinde çalışmak istiyorum...” diye de ekledi... Üniversite 3. sınıfta okuyan 20 yaşında bir stajyer gazeteciydi... Aydın Doğan; Milliyet gazetesini yeni almış basın sektörüne yeni giriş yapan; mesleğin en kıdemsiz patronuydu...

***

Haldun ve Erol Simavi kardeşler; Hürriyet ve Günaydın gazetelerini, Nadir Nadi Cumhuriyet gazetesini, Kemal Ilıcak Tercüman Gazetesi’ni yönetiyordu...

Bu “beşli”nin parçası olan Milliyet Gazetesi ise, Koç grubuyla iş yapan bir genç işadamı tarafından alınıyordu...

Koç’larla Simaviler’in pek anlaşmadığını o sırada bilmiyordu...

***

Genç işadamı “basının en genç ve yeni patronu; ben de Milliyet’in en yeni ve en genç muhabiri olurum... İlginç bir şekilde ortak bir kader Aydın Doğan’la...” diye düşündü Gazeteci; Ahmet Binbir’in yanına giderken...

***

Onu; bir “dayı”dan ziyade; “bir işadamı ve karşısındakini çözmeye çalışan bir büyüğü gibi” karşıladı Ahmet Binbir...

***

“Dayı-yeğen ilişkisinin esamesi okunmuyordu” görüşmede...

Sorularla “genç Gazeteci’yi tek tek açıyor; hiç de ‘öyle yaparız ederiz’ yollu cümleler kurmuyordu...”

***

Tam bir “batılı” iş görüşmesi şeklinde cereyan etti görüşme...

İngilizcesinin ne kadar iyi olduğunu anlamaya çalıştı çaktırmadan “dayı”sı... Niye bu kadar “Gazeteci” olmak istediğini, sordu...

***

20 dakika kadar konuştular...

-“Peki...” dedi...

-“Mektubun hitabı olmamış... Onu değiştir... Benim sekreterime gönder... Ben mektubu Aydın Doğan’a gönderttiririm... Sonra o ne karar verir bilmem...”

***

Böylesine profesyonel, böylesine ‘batılı’, böylesine ahbap-çavuş ilişkisinden uzak bir “dayı-yeğen” görüşmesiydi Ahmet Binbir’le, Gazeteci’nin görüşmesi...

***

Üç gün önce “babasıyla karşılıklı oturmuş, akşam yemeği yiyorlardı...” Babasına bir telefon geldi; Telefon bitince, çocuklarıyla meşgul olan “Gazeteci” oğluna döndü...

***

“Ahmet Binbir öldü oğlum...” dedi; Şimdi haber verdiler...

Binbir’in hayatı boyunca hep çok yakın olduğu Annesi’nin ölümünden birkaç ay sonra vefat ettiğini fark etti...

Hayatında ne kadar önemli olduğunu... Aydın Doğan gibi bir medya patronunun hayatına tanıklığının ve medya dünyasındaki 36 yılın şahitliğinin mimarı olduğunu...

Bir de “aile” içinde haberlerin hala kendisine değil, babasına gelmesine hayret etti Gazeteci...

Ahmet Binbir’in ölümünü hala babası haber veriyordu Gazeteci’ye...

Aile düzeni değişmiyordu...

O hala babasının çocuğuydu...

Yazının devamı...

Tatil bitiyor kolej’e dönülüyor...

İki koskoca aylık yaz tatili bitiyor ve okula dönüyoruz...

Kolej’in açılmasından önceki son Pazar bu...

***

Hüzünlü olurdum tatil bittiği için çocukken, okula dönerken...

Fark ediyorum ki, şimdi de hüzünlüyüm...

Bu yaz tatili “pek de tatil gibi geçmedi... Hayat yeni sınavlar verdi, tatilde ve yaz aylarında...”

Sınavda neler yaptığımızı ilerde göreceğiz...

Şimdi okul günleri başlıyor...

Ve “okulu” anlatan o hikaye geliyor...

ELMA AĞACIYLA ÇOCUĞUN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ...

Bir zamanlar iri gövdesi, üzerinde büyüttüğü elmaları ve dallarıyla güzeller güzeli bir elma ağacı etrafa mutluluk saçıyor...

Her gün o ağacın altında oynamaya küçük bir çocuk geliyor...

Gel zaman, git zaman ağaç çocuğun yaşam sevincine aşık oluyor...

Ona sevgiyle yapraklarını uzatıyor...

***

Ağacın; verebileceği tek şey sevgi olabiliyor çünkü...

Bir süre sonra çocuk bu sevgi karşısında, kendisini ağacın sahibi ilan ediyor ve dallarına tırmanmaya başlıyor...

Dallarında sallanıyor, elmalarından yiyor...

Saklambaç oynuyor, arkasına saklanıyor, bazen de yorulup gölgesinde uyuyor...

***

Zaman geçiyor, çocuk büyüyor...

Artık elma ağacına gelmez oluyor...

Ağaç umutsuzca bekliyor, çocuk gelmiyor...

Çok mutsuz oluyor ama yine de umudunu kaybetmiyor...

***

Ağaç sevgiyle dolu yapayalnız beklerken bir gün çocuk yine çıkıp geliyor...

Artık bir yetişkin o çocuk; hayatın içerisinde mücadele ediyor...

Ağaç ile söyleşiyor ve paraya ihtiyacı olduğunu söylüyor...

***

Ağaç üzülüyor, ne yapacağını düşünüyor ve sonra çocuğa;

-“Elmalarımın hepsini al, kasabada satarsın ve ihtiyacın olan parayı sağlayabilirsin...” diyor...

***

Delikanlı elmaları topluyor, kasabada satıyor, para kazanıyor, sorununu çözüyor...

Fakat bir daha uzun süre ağaca yine uğramıyor...

Ağaç mutlu oluyor yine de; Mutlu ve umutlu...

***

Delikanlı ağacın tahmin ettiği gibi, ancak yıllar sonra tekrar dönüyor;

-“Ben evlendim, eşim ve çocuğum oldu, şimdi bir eve ihtiyacım var, bana ev verebilir misin?” diyor...

Bunun üzerine ağaç

-“Al” diyor;

-“Al dallarımı kes ve kendine bir ev yap...”

***

Delikanlı bu defa ağacın dallarını kesiyor ve ağaçtan elde ettiği odunla kendisine, ailesine mükellef bir ev yapıyor...

Yine; yıllarca ağaca geri dönmüyor...

Ağaç hala mutlu bir şekilde yaşıyor...

***

Yıllar geçiyor, delikanlının yaşı ilerliyor, evliliği dilediği gibi sürmüyor, eşinden ayrılıyor, yalnız kalıyor yine ağaca dönüyor...

***

Ağaç yine kendisini sevgiyle karşılıyor...

Orta yaşlı adam bu defa ağaca;

-“Buralardan gitmek istiyorum, yeni bir yaşam kurmak istiyorum, bana bir kayık lazım, bana bir kayık verebilir misin..?” diyor...

***

Ağaç düşünüyor;

-“Gövdemi al, kendine bir kayık yap, dilediğin yere yelken aç...” diyor...

***

Orta yaşlı adam çocukluğunun mutluluğu, aşkı olan o ağacın gövdesini düşünmeden kesiyor ve kayık yapmak üzere yanından ayrılıyor...

***

Ağaç üzülüyor...

Minik çocuğun, sevgi duyduğu çocuğun kendisine gereken kıymeti vermediğini ve vefayı göstermediğini hissediyor...

Yine de gövdesini ona verdiğini söylüyor ormana ve diğer ağaçlara...

Kökü ile öylece zamana teslim ediyor kendisini...

***

Zaman geçiyor ve bu defa çocuk yaşlanmış olarak dönüyor ağaca...

-“Ey ağaç; seninle oyunlar oynadım, seninle güldüm, seninle para kazandım, seninle ailemi kurdum, seninle aileme ev yaptım, seninle yola çıkacak kayığı yaptım ama sana gereken vefayı göstermedim...” diyor...

-“Sonunda her şeyimi kaybettim...

Şimdi çok yorgunum ve senden başka kimsem yok...

Senin de artık ne bana elma verecek meyven, ne tırmanabileceğim dalın, ne de altında uyuyup dinlenebileceğim bir gövden var... Çok üzgünüm affet beni...”

***

Ağaç sevgiyle gülümsüyor ve şu cevabı veriyor:

-“Sevgi için, seven için her zaman verebilecek bir şey vardır... Elmam, dalım, gövdem olmasa da üzerinde oturup dinlenebileceğin bir köküm duruyor hala...

Haydi gel otur üstüne ve dinlen...”

***

Bu sözler üzerine duygulanan yaşlı adam şöyle diyor;

-“Sevgili ağacım, hiçbir şeyim yoksa da üzerinde oturup dinlenebileceğim bir köküm var seninle...”

BİR EFSANENİN KÖKLERİ ÜZERİNDE OTURAN ÇOCUKLAR!..

Bu öyküyü yıllar önce Burçin Alpacar’ın kitabından alıntılıyorum...

O sırada; “ağaç-çocuk, ağaç-orta yaşlı ve ağaç-yaşlı adam” arasındaki hüzünlü ilişkinin dün öğlen saatlerinde yaşadığım projeksiyonun çok uzaklarındayım...

***

Dün; cep telefonlarını Türkiye’ye getiren dahi işadamı Murat Vargı; kendinden önce 1962 mezunlarından başlayarak, 1976 mezunu bana kadar uzanan; ünlü basketçilerin, etkin sinema yönetmenlerinin, milyarder işadamlarının, ünlü MİT yöneticilerinin bulunduğu; 11 kişilik Kolej’li grubu öğle yemeğinde buluşturuyor...

***

Yemekte; Kolej’in ünlü basketbolcuları; Feridun Alpay, Erdal Poyrazoğlu, Güven Beştaş, Nur Germen, Murat Didin; ünlü işadamları Murat Vargı, Taylan Bilgel, Baran Asena; MİT’in ünlü yönetici ismi Mehmet Eymür; en kaliteli filmlere imza atan sinema yönetmeni ve yapımcısı Ömer Vargı bulunuyor...

Yemekte buluşan grubun tek ortak özelliği; TED Ankara Kolej’inden olması...

***

Saatlerce sohbet ediliyor yemekte...

Masadan 16 sularında ayrıldığımda; yemek halen ilk dakikadaki tazeliğinde ve keyfinde sohbet biçiminde devam ediyor...

***

60 yıl öncesinin mezunlarından başlayarak 40 yıl öncesinin mezununa kadar ulaşan 11 kişilik Kolej’li kadroyu gördüğümde; aklıma “elma ağacıyla çocuk arasındaki hüzünlü ilişki” geliyor...

Kolej de orada bulunan Kolej’lilerin elma ağaçları...

***

Fark ediyorum ki; çocuk-elma ağacı ilişkisiyle başlayan; genç ve elma ağacı arasında süren; orta yaşlı adam ve elma ağacı şeklinde devam eden ilişki yaşlılıkta “kendi ağacının kökü üzerinde oturup dinlenerek” son bulacak...

Bir “efsanenin” köklerinin üzerinde dinlenerek...

Hoş geldin sonbahar; hoş geldin Kolej...

Yazının devamı...

Mucize bir hediye...

“Gazeteci”ye bir arkadaşı iki yıl önce yazdığı bir yazıyı atıyor dün öğle saatlerinde...

-“Yazında yazdığın “mucize” gerçekleşti... Hayatım inanılmaz bir mucizeyle en çok istediğim biçimde bir boyut kazandı... Ve bunun için sadece istedim ve niyet ettim... Başka bir şey yapacak durumum yoktu...” diyor...

***

“Kendi hayatında mucize yaşayan arkadaş”ı yazıyı gönderirken, aynı esnada “Gazeteci”nin de, kendi hayatında “yazıdaki gibi bir mucizeyle karşılaştığını” bilmiyor...

***

O kendi “mucizesini” anlatmak ve teşekkür etmek için, “mucize” yazıları atıyor...

“Gazeteci” yazılara baktığında; aslında “arkadaşının kendisine gönderdiğinin” de bizzat bir hediye olduğunu fark ediyor...

***

Yazılar; “Gazeteci”ye söylendiği gibi davrandığında kendi mucizesini nasıl yaratabileceğini hatırlatıyor...

***

“Gazeteci”, Eillen Caddy’nin “İçimizdeki Kapıları Açmak” kitabından gelen “Mucizenin Gerçekleşmesi”ni anlatan yazıları, “çifte mucize olayı üzerine” okuyucusuna bir kez daha yayınlama kararı alıyor...

*****

BİR MUCİZENİN GERÇEKLEŞMESİNİ BEKLE!..

Bir mucize bekle...

Mucize üstüne mucize gerçekleşmesini bekle...

Hiçbir şekilde sınır koyma kendine...

***

Sen ne kadar açık olursan o kadar iyi...

O zaman “Benim” yasalarımın akışını durduracak engeller ortadan kalkar...

***

Mucizeler sadece “Benim” gerçekleştirdiğim yasalardır...

O yasalarla aynı yönde hareket et...

Her şeyin gerçekleştiğini göreceksin...

***

Benim “ilahi” planımın gerçekleşmesine tanık ol!..

Telaşa ve aceleye kapılma...

***

Bir şey gerçekleştiğinde son hızla gerçekleşir...

Bu gerçekleşme, büyük bir huzur ve sükun içinde mükemmel bir tamamlamayla en doğru şekilde olur...

***

Hiçbir şeyden korkma...

“Bana” inanıp güvendiğinde korkacak bir şey yok...

Ben “sende”yim...

Senin “içinde”yim...

Bil ki “Benim ilahi planım senin içinde ve dışında” gerçekleşiyor...

***

O tümüyle içten başlar, dışarıya doğru yayılır...

Hiçbir şeyin işleyişi engellemesine izin verme...

Bırak her şey aksın gerçekleşsin...

Yeni cennetin ve yeni dünyanın oluşmasına tanık ol...

*****

“SAHİPLENMEYE KALKTIĞIN ŞEYİ MUTLAKA KAYBEDECEKSİN...”

Sahip olduğun her şeyi bütünün yararına kullan...

Onları biriktirmeye ya da istiflemeye uğraşma... Tam tersine paylaş...

Çünkü ancak paylaşırsan büyüyecek onlar...

***

Ve eğer birine, ya da bir şeye tutunup sahiplenmeye çalışırsan, onu muhakkak ki kaybedeceksin...

Yasa böyledir...

Ve sen yaşadıkça bütün çevrende onun böyle gerçekleştiğini göreceksin...

***

Eğer paket içinde tohumların varsa ve onları sen dolaba kaldırır ve unutursan, hiçbir işe yaramazlar...

Orada öylece kalırlar...

***

Ama onları alır, toprağa eker ve bakımını yaparsan, tohumlar sadece büyümekle kalmaz, devamlı çoğalıp artarlar...

Bu yüzden sahip olduğun hiçbir şeye tutunma...

***

Sahip olduklarını mutlulukla paylaş...

Ve onların nitelik ve nicelik olarak büyümesine tanık ol...

Uygun tutuma sahip olduğunda, tüm ihtiyaçların mükemmel bir şekilde karşılanır...

Her şey senin içindir...”

*****

“KENDİNİ BÜTÜNDEN AYIRMAZSAN, HER ŞEY ÖNÜNE AÇILIR...”

Sen bu dünyaya iyilikler sunmak için buradasın...

Sen ihtiyacı olan tüm ruhlara sevgi, aşk ve bilgelik yaymak için buradasın...

***

Bunu gerçekleştirmek için çalışman gerek...

Sen bu çalışmayı ancak kendini temizler, düzenlersen gerçekleştirebilirsin...

***

Ne zaman ki kendini bütünden ayrı bir yere koymaz, eleştirmez ve bütünden ayırmazsan, o zaman bütünün bir parçası haline gelirsin...

***

Çevrendeki tüm ruhlarla bir olduğunu hissediyor musun?..

Dünyayla barış içinde olduğunu hissediyor musun?..

Yoksa düşüncelerin, çelişkili, eleştirel ve yıkıcı mı?..

***

Her zaman şunu hatırla...

Sevgi, neşe ve mutluluk aynı düşüncede olan ruhları birbirine çeker...

Kendini gözle...

Hemen şimdi; “en iyisini ve hayırlısını” kendine doğru çekmeye başla...

*****

“KENDİ İÇİNDE HUZUR VE UYUMU BULMADAN, DÜNYADA HUZUR VE UYUM YARATAMAZSIN...”

Kendi içinde huzur ve uyumu bulmadan önce, dünyada huzur ve uyumu yaratmayı bekleyemezsin...

İşe kendinle başlamalısın...

Küçükten başlayıp, sonra onu büyütüp geliştirmen gerekiyor...

***

Koca bir meşe ağacı, küçücük bir meşe palamudundan yetişir...

O küçücük palamudun içinde her şey vardır, koca bir meşe ağacını yaratacak...

***

Sen içinde dünyanın huzurunu taşımaktasın...

O yüzden onun büyüyüp gelişmesine, içinde taşınamayacak hale gelip taşmasına, dünyaya huzur ve uyum getirmesine yol açmalısın...

***

Asla geride kalıp, dünyanın durumu için başkalarını suçlama...

Bunun için eyleme geç ve kendin bunun için bir şeyler yap...

*****

“YARATTIĞIN SINIRLAR İÇİNDE BOĞULUP ÖLÜRSÜN...”

Bir yılan eski derisini bırakmadan büyüyemez...

Zihninin yenilenmesi ile dönüşüme uğra... Bir civciv kabuğunu kırmadan, kabuğundan çıkamaz...

Bir bebek annesinin rahminden çıkmadan doğamaz...

Değişim için bu doğal işlemler gerçekleşmeli...

***

Doğada bunlar adım adım gelişir...

Hiçbir şey onları durduramaz...

Eğer kabuğundan çıkacak gücü yoksa civciv ölür...

Her şey için uygun bir zaman var...

***

Bulunduğun yerde kendini güvenli ve rahat hissettiğinde, değişimlerin gerçekleşmesini önlemeye çalışabilirsin...

Bilinmeyene doğru ilerlemektense, bildiğin sınırlar içinde kalmayı tercih edersin...

***

Ancak o sınırlar içinde boğulup ölürsün...

Bu zamanda varolan her şeyin değişim ihtiyacını anlamaya ve kabul etmeye çalış...

Yüreğini neşe kaplasın...

Bu değişimler olduğu için şükret...

Değişimin bir parçası ol...

(İçimizdeki Kapıları Açmak, Eileen Caddy)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.