Şampiy10
Magazin
Gündem

Kolej’li Emin Çölaşan ile Atatürk Liseli Mehmet Barlas...

Emin Çölaşan; Turgut Özal’ı “takunyalı” diye eleştiren en ağır muhalif yazar olarak biliniyor o günlerde Türkiye’de...

-Takunyalılar iktidarı...” diyor Turgut Özal ve yönetimi için...

***

Mehmet Barlas; Turgut Özal’ın “Türkiye’ye çağ atlattığına” inanan; ANAP’ın en ateşli savunucusu bir köşe yazarı... Ara ara eleştirmesine karşın ne pahasına olursa olsun Özal’ın yanında duran en önemli kalem...

***

Emin Çölaşan;

Atatürk’ün kurduğu TED’in Koleji’nden mezun; Atatürkçü laik, sosyal demokrat, siyasi iktidarlara muhalif bir kişilik...

***

Buna karşın Mehmet Barlas; Atatürk’ün silah arkadaşı İnönü’nün CHP’sinden “Bakan” bir babanın “sosyal demokrat ve sonra liberal olan” oğlu...

***

O da Ankara’da büyüyor Emin Çölaşan gibi...

TED Koleji’yle başkentte kronik rekabet içinde olan; Atatürkçü’lerin Kalesi olarak bilinen; “Ankara Atatürk Lisesi muzunu...”

***

İki gazeteci-yazar birbirlerini en ağır şekilde; en belaltı vuruşlarla mahkum ediyorlar... Mehmet Barlas ve Emin Çölaşan’ın o sıralarda; hayatta biraraya gelmeyi düşünebileceği tek bir ortak zemin, tek bir program, tek bir organizasyon, tek bir platform bulunmuyor...

***

Gazeteci; Hayata siyasetin sağladığı kimliklerden ve aidiyetten bakmıyor...

O arkadaşlığın ve dostuluğun ilişkisinin genlerinden gelen bir kişilik...

***

Siyasi düşüncelere saygı duyuyor...

“Siyasi duruşların, insan kişilikleri üzerindeki etkisine inanmıyor...”

Gazeteci; Emin Çölaşan’ı çok yakından tanıdığını biliyor....

***

Emin Çölaşan’ın; ismindeki büyük şöhrete karşın, kendi mütevazı dünyasında yaşayan, kendi mutluluklarından ilham alan, Atatürk döneminin; Metereoloji Genel Müdürü dedesinden gelen Atatürk’çü genlerin izcisi ve kovalayıcısı bir gazeteci-yazar olduğunu biliyor...

***

Gazeteci; Emin Çölaşan’la Milliyet Gazetesi’nin Ankara bürosunda karşı karşıya odalarda çalışıyor...

Emin Çölaşan’la birbirlerini biliyorlar...

İnsani olarak yakınlar, dostlar arkadaşlar...

***

Milliyet’in Ankara Büro’sunda; kariyer olarak birbirleriyle hiç çatışmıyorlar...

Birbirlerinin ayağına basmıyorlar...

“Çok yakın arkadaş” olmasalar da, “yakın dostluklarını” hiç bozmuyorlar...

***

Gazeteci; Emin Çölaşan-Mehmet Barlas tartışmasını yapmayı düşündüğünde şöyle konuşuyor yüreğiyle;

***

-“İkisi de bana güvenirler... Benim ikisine karşı da bir kumpas içine girmeyeceğimi bilirler...

*****

GAZETECİ-MEHMET BARLAS İLİŞKİSİ...

Gazeteci’nin Mehmet Barlas’la ilişkisi ise daha farklı bir nitelik taşıyor; Çölaşan’a göre...

***

Mehmet Barlas Gazeteci’nin on yıl boyunca Ankara’da, İstanbul’da ve .

Atina’da çalıştığı “Milliyet Gazetesi’nin” “Başyazarı...”

***

Gazeteci için; Milliyet aidiyeti çok önemli bir kimlik...

Üstelik Mehmet Barlas; Gazeteci’nin “liberalliğini, sivilliğini ve kişiliğini” çok sevdiği Turgut Özal’ı desteklediğini söyleyen bir kalem hala...

***

Gazeteci Atatürkçü...

Gazeteci laik...

Gazeteci sosyal demokrat...

Ancak Gazeteci liberal...

“Özal”ı seviyor...

Ve “sivil...”

***

Mehmet Barlas ile Emin Çölaşan programıma gelirler” diye düşünüyor...

*****

“EMİN ÇÖLAŞAN-MEHMET BARLAS TARTIŞMASINI KESTİRECEĞİM BİL BUNU...”

Emin Çölaşan-Mehmet Barlas canlı yayınına 10 dakika kala TRT Genel Müdürü bir kez daha arayınca Gazeteci’nin başına kaynar sular dökülüyor...

***

TRT Genel Müdürü Tayfun Akgüner, Gazeteci’ye aynen şöyle diyor programın başlamasına on dakika kala;

***

-“Programı ya iptal et...

Ya da Amerika’da yaptıkları gibi bip sesi koydur... İstenmeyen bir şey söylendiğinde biplesinler...”

Gazeteci; o sırada TRT Genel Müdürü’nü yanındaki hangi televizyoncu işlediğini anlıyor...

-“Hocam” diyor... -“Bu bant programlar için olur... Şu anda daha TRT’de bip tekniği yok... Hangi sözü nasıl bipleyeceğiz?... Millet bizi tefe koyar çalar...”

***

Çevresinde programın yayınlanacak olmasından çatlayan televizyoncu gazeteciler, TRT Genel Müdürü’nü Emin Çölaşan’ın söyleyecekleri konusunda gaza getiriyorlardı...

***

-“Hocam sakın yaptırmayın bu programı... Sizin genel müdürü olduğunuz kanala; size Bizanslı diyen adamı çıkartıyor Gazeteci...

Hoca etraftan bu duyduklarını açıp Gazeteci’ye söylüyor...

***

Genel Müdür’le yayın öncesi son konuşmasında Gazeteci “artık bu kadar da olmaz” diye iç geçiriyor...

Ne moral, ne konsantrasyon, ne taktik, ne yayın hakkında hiçbir şeyi düşünecek halde olamadığını fark ediyor...

***

Yalnız kalsa hüngür hüngür ağlayacak kıvama geliyor... TRT Genel Müdürü Tayfun Akgüner’le konuşması aynen şöyle bitiyor:

***

Genel Müdür ona programdan beş dakika önce son söz şöyle söylüyor:

-“Tamam yap programını... Ama ters bir şey olursa yayını kestireceğim; bil bunu...”

*****

“BARLAS-ÇÖLAŞAN YAYINI KESİLECEK...”

Canlı yayına başlıyorlar...

Ancak Gazeteci’nin aklı “Tayfun Akgüner’de...” Hoca ne zaman kestirecek yayını?” sorusunda kalıyor...

***

O halet-i ruhiye içinde iki devin tartışmasını yönetecek...

***

İlk sözü kura sonucu Barlas’a veriyor Gazeteci... En büyük korkusu; Emin Çölaşan’ın, yayının başında “TRT’yi bir Bizanslı yönetiyor...” diye konuşmaya başlaması... Bu konuşma başlarsa; TRT Genel Müdürü yukarıdan yayını kestirecek...

***

En azından kura sonucu ilk konuşmacı çıkan Mehmet Barlas, “Bizanslı” demeyeceğine göre “İki dakika rahatım” diye düşünüyor içinden Gazeteci...

***

Oysa; Mehmet Barlas konuşmaya başlıyor ve ilk cümlesinde aynen şöyle diyor:

***

“Şu karşımda oturan kişi var ya... O kişi TRT’nin saygıdeğer Genel Müdürü’ne bile Bizanslı diye hitap ederek onu aşağılamaya çalışan kişidir...”

***

“Bir dakika...” demeye kalmıyor, golü Çölaşan’dan beklerken Barlas’tan yiyor Gazeteci...

***

Daha ilk dakikadan tartışma Bizans’a çekiliyor, sonra yönet yönetebilirsen...

***

Özel televizyonlardaki meslektaşları da bekliyor ne zaman tökezleyecek bu herif diye?.. Çünkü günler öncesinden onlar da ilan etmişler...

***

-“Bu tartışma TRT’nin kalıplarında olmaz... Özel televizyonlarda olur... Özgür ortama gelin bekliyoruz...”

***

“Tanrı bugün beni öldürmediyse bir daha öldürmez...” diyor ve bütün gücüyle programa asılıyor Gazeteci...

***

O kadar ki, “Hakaret etmeden konuşun... Öyle söylemeyin... Böyle söylemeyin...” derken, kendini bir anda 3. tartışmacı pozisyonuna sokuyor...

***

Tartışmanın doğası gereği, birbirlerine bel altından vurmakta sakınca görmeyen iki dev, ara ara birbirlerini bırakıyorlar ve Gazeteci’ye vurmaya başlıyorlar...

***

Onları da güç bela savuruyor Gazeteci...

Rating patlıyor... TRT tarihinin futbol maçları dışındaki rekoruna vuruyor...

***

Program içi reklam neredeyse 40 dakikaya fırlıyor... Çölaşan’ın arkasında daha geniş bir kamuoyu desteği var...

***

Çölaşan Türkiye’nin en Atatürkçü yazarı olarak şöhret yapıyor...

***

Barlas’a, liboş gibi” kelimelerle saldırıyor... Maça galip başlıyor...

***

Buna karşın, Barlas çok entellektüel bir kişi ve programa çok iyi hazırlanıyor...

***

Ertesi günü bütün televizyonlar, bütün haber bültenleri; ratinglerin zirvesinde seyreden Ateş Hattı’na ayırıyorlar...

***

Türk medyasında başarının cezasız kalmayacağını Gazeteci: ilk kez o gün bütün hücrelerinde hissediyor...

-“İyi bir şey yaparsan kafanı gözünü kopartıyorlar... “Acı var mı acı günleri” başlıyor...

Yazının devamı...

Tarık Akan’ın Emel Sayın aşkıyla; 12 Eylül’deki zulmün arasındaki şifreler...

Birkaç gün önce sonsuzluğa uğurlanan Tarık Akan’ın Emel Sayın’la yaşadığı “dört yıllık büyük aşk” gazetelerin sayfalarını süslüyor...

***

O günlerin tanığı olan birçok kişiye göre, zamanında birçok ilişkisi olan Tarık Akan’ın Emel Sayın’a duyduğu aşk; “hayatının gerçek anlamda ilk aşkı” oluyor...

***

Emel Sayın; Tarık Akan’ın vefatının ardından; onunla fotoğraflarını koyup;

-“Elveda sevgili... Tarık...” demekten çekinmiyor...

***

Tarık Akan-Emel Sayın aşkı, yıllar yılı özellikle gizli tutuluyor, üzerindeki örtü kapatılmaya çalışılıyor...

***

Gazeteci; “Tarık Akan’ın yaşadığı Emel Sayın aşkının ağır bedelini 12 Eylül günlerinde üzerindeki özel garez nedeniyle fazlasıyla ödediğini düşünüyor...” Böyle düşünmesine neden olan olaylar, ilginç bir senaryoyla birbirlerine bağlanıyorlar...

TARIK AKAN-EMEL SAYIN AŞKI YILLARI...

“Feryat” filmi 1972 yılında çekilen bir Tarık Akan-Emel Sayın filmi olarak ortaya çıkıyor...

1973 yılında ise ikili Yalancı-Yarim filminde birlikte oynuyorlar...

***

İkilinin üçüncü filmleri Mavi Boncuk 1975 yılında çekiliyor ve Türk sinemasında unutulmaz bir iz bırakıyor...

***

Tarık Akan-Emel Sayın aşkı; Sayın’ın eşinden ayrıldığı 1973 yıllarında başlıyor...

Dört yıl sürüyor...

Bu aşkı her iki sanatçı üzerinden 40 yıl geçtikten sonra bile “güzel ve değerli bir şekilde anıyorlar...”

TARIK AKAN’IN ÜÇ DÖNEMİ...

Aşk, 1977-78’lere gelindiğinde bitiyor...

Tarık Akan Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmi olan Hababam Sınıfı’ndaki Damat Ferit rolüyle, milyonlarca izleyicinin hafızasına kazınıyor...

***

Hababam Sınıfı’nın Damat Ferit’i Türk sinema seyircisi üzerinde öyle bir etki bırakıyor ki, yılların jönü Tarık Akan, filmlerde başrolünü paylaştığı Emel Sayın gibi sanatçılarla değil, Hababam Sınıfı’yla anılmaya başlıyor...

***

Tarık Akan’ın sinema hayatında üç bölümden söz edebiliriz...

Yeşilçam’ın ünlü aktristlerinin karşısına sinemanın jönü olarak çıktığı kendisini kabul ettirdiği yıllar, birinci dönemine tekabül ediyor...

***

1975 yılındaki Hababam Sınıfı; aktörün ikinci döneminin unutulmaz filmi ve milyonlar üzerindeki en derin iz bırakan eseri olarak görülüyor...

***

Tarık Akan’ın üçüncü dönemi ise, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’le oynadığı Sürü filmiyle başlıyor, 1982’de Yılmaz Güney’in Yol filmindeki rolüyle “peek” yapıyor...

TARIK AKAN’IN 12 EYLÜL İŞKENCELERİNE GİRMESİNİN KODLARI...

Gazeteci’nin; Tarık Akan’a yönelik en gaddar 12 Eylül işkenceleriyle ilgili, aklından bir türlü çıkmayan soru yıllar geçse de güncelliğini koruyor...

***

-“Neden Tarık Akan özellikle hedefe konuyor 12 Eylül günlerinde?.. Ne bunun görünmeyen nedeni?..”

***

1980’li yılları öncesi, “Türk Solu’nda anılan sanatçıların hayatlarını bilen Gazeteci” için, “Tarık Akan’ın 12 rejiminde en büyük hedeflerden biri haline gelmesi”nde bir bit yeniği var...

***

12 Eylül öncesi Tarık Akan; solcu devrimci bir sanatçı olarak bilinmiyor...

Hababam Sınıfı’nın muhteşem Damat Ferit’i, Türk sinemasının jönü, ve Maden ile Sürü filmlerinin de başrol oyuncusu olarak “sol tandanslı biri olarak” biliniyor...

***

Bu özellikleri, o günlerde Tarık Akan’dan “bir sosyalist sanatçı figürü” çıkartmak için yeterli değil... Tarık Akan; 12 Eylül öncesinin; sosyalist sanatçılar kategorisinde; bir Yılmaz Güney; bir Ruhi Su, bir Timur Selçuk, bir Yaşar Kemal, bir Zülfü Livaneli, bir Erkan Yücel, bir Rahmi Saltuk, bir Şanar Yurdatapan değil...

***

Bu sanatçılar “sosyalist kimlikleriyle” çok ön plana çıkan sanatçılar...

***

Öyleyse 12 Eylül askeri rejimi “Türk sinemasının en popüler, en yakışıklı, en jön, en muhteşem filminin Damat Ferit”ini neden hedefe koyuyor ve 12 yıl hapisle yargılıyor...

***

İki buçuk ay hücrede yatırıyor...

Hayatı zindan ediyor ona?.. Anasından emdiği sütü burnundan getiriyor...

EMEL SAYIN VE 12 EYLÜL...

MİT Kontr terör dairesi eski başkanı istihbaratçı Mehmet Eymür’ün 12 Eylül günlerinde yazdığı gizli rapor, yıllar sonra basılan kitaplarda yer alıyor...

***

Mehmet Eymür; Emel Sayın’ın 12 Eylül günlerinde çok üst düzey bir “Komutan”la ilişki yaşadığını söylüyor MİT raporunda...

Önceleri bu “Komutan”ın 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren olduğu sanılıyor...

***

Ancak Kenan Evren, defalarca reddediyor bu söylentiyi ve Emel Sayın’la bir ilişki yaşamadığını söylüyor...

***

Gazeteci; yıllar sonra; Emel Sayın’ın ilişkisinin o günlerde 12 Eylül’ün iki numarası Milli Güvenlik Konseyi üyesi, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin olabileceği gibi, MGK’ya yakın bir başka komutan da olabileceği bilgisine ulaşıyor...

***

Gazeteci için bu tarihi mesele; Emel Sayın’ın ya da Tarık Akan’ın aşk ilişkilerinin irdelenmesi meselesi değil...

***

Tarık Akan’ın 12 Eylül’de, kendisi gibi olan sanatçılardan çok daha zalim bir uygulamaya tabi tutulmasının ardındaki “kişisel nedenleri de bulup ortaya çıkartmak...”

***

12 Eylül günlerinde 7 Kasım 1981’de şu haber yayınlanıyor Tarık Akan’la ilgili; “İstanbul sıkıyönetim komutanlığı Askeri Savcılığı, sinema sanatçısı Tahsin Tarık Üregil’e (Tarık Akan) en az 6 yıl 8 ay hapis isteğiyle dava açmıştır... Sanık Frankfurt’ta 23 Mayıs 1981 tarihinde düzenlenen bir konserdeki konuşmasında devletin dışarıdaki itibar ve nüfuzunu kıracak şekilde konuştuğundan TCK’nın 140. maddesi uyarınca yargılanacaktır...”

***

Ardından Barış Derneği davası açılıyor, bu kez de hakkında 12 yıl hapis cezası isteniyor...

Tarık Akan yıllar sonra bu davalardan beraat ediyor...

2.5 ay hücrede hapis yatıyor...

O günlerde bir “el” Tarık Akan’la sürekli uğraşıyor...

***

Şöyle konuşuyor ünlü sanatçı o günleri anlatırken;

-“Hücreye girdiğim gecenin sabahında, pantolonumu ters çevirdiğim zaman, tek parçamdan 48 tane bitin sirkesini kırdığımı hatırlıyorum... Çevremde yüzlerce, binlerce bit... Zemin ıslak ve pis kokulu... Yüksekliği iki metre; genişliği bir buçuk metre... Hücrede üç kişiyiz... Saat başı dayak...

Gördüğüm işkenceleri kimseye anlatmak istemiyorum...

O hücre hapsi bana çok şey öğretiyor...

Daha sonra uzun süre telefonum dinleniyor...

Yurt dışına çıkışım yasaklanıyor...”

***

Türkiye’de çok insan askeri diktatörlüklerin, zulmü altında eziliyor yıllar içinde...

Tarık Akan; ilk zamanlar “çok başka dünyaların popüler figürü, Hababam Sınıfı’nın starı olduğu halde, işkencelerden ve en ağır mahkeme süreçlerinden geçiriliyor...”

***

Emel Sayın’la yaşadığı hayatının ilk büyük aşkının ve Emel Sayın’ın yıllar sonra 12 Eylül’ün muktedir bir komutanıyla yaşadığı söylenen ilişkisinin; “Tarık Akan’a yönelik özel garezde bir etkisi var mı acaba?..”

Kim bilebilir?..

Yazının devamı...

Milliyet’te kronik genel yayın yönetmenliği krizi...

Aydın Doğan’la Genç Gazeteci arasında Milliyet-Sabah ansiklopedi savaşı esnasında yaşanan, gerginlik bir süre sonra yerini yeniden yumuşamaya bıraktı...

Gazeteci TRT’ye yaptığı televizyon programının dördüncü yıldönümü için İstanbul’da büyük bir kutlama yapmayı tasarlıyordu...

***

Divan Brasserie’nin Kuruçeşme’de Boğaz’a nazır terasında yapacaktı Gazeteci; televizyon programının dördüncü yaşgünü kutlamasını...

***

O günlerde Akrep Nalan’ı dinler, onun müziğinden ilham alırdı Gazeteci... Akrep Nalan’ı arayıp; -“Gecemde repertuvarından bir potburi sunar mısın bizim için” dedi... Nalan memnuniyetle gelip, şarkılarını okuyacağını söyledi...

***

Yakın bir kız arkadaşı Divan’ların sahibi Vehbi Koç’un kızı Samahat Arsel’i yakından tanıyordu...

Onun vasıtasıyla; makul bir fiyata anlaştı Divan Brasserie’yle Gazeteci...

***

İstanbul’da medya, sanat, iş dünyasından çağırabileceği herkesi çağırdı 4. yaşgününe Genç Gazeteci... Aydın Doğan’ın yardımcısını da aradı ve Aydın Doğan’ı davet etti...

***

Aydın Doğan davet teklifine kısa bir süre sonra geri döndü... O günlerde Milliyet’te yine kronik bir şekilde süren genel yayın yönetmenliği krizi yaşanıyordu...

***

Her gazetede “Genel Yayın Yönetmenliği” krizleri yaşanırdı...

Ancak Gazeteci; Milliyet gazetesinde yaşandığı kadar genel yayın yönetmeni sorunu yaşanan bir başka gazete görmemişti...

***

Abdi İpekçi’nin ölümünden bu yana, kimselere yar olmayan bir kariyerdi Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği...

O günlerde yine, birileri istifa etmek zorunda kalmış, yerine birileri aranıyordu...

***

Aydın Doğan; televizyon programının yaşgününü kutlayan Genç Gazeteci’ye, o davete katılamayacağını; ancak kendisiyle daha sonra bir akşam yemeği yemek istediğini, konuşacakları olduğunu söyledi...

***

Genç Gazeteci teşekkür etti Aydın Doğan’a... Yaşadıkları gerginliğin; sürmemiş olduğundan mutluluk duydu, televizyon programının kutlama çalışmalarına geri döndü...

*****

AYDIN DOĞAN’LA BARIŞMA...

On yıl TRT’de Atina muhabirliği ve Ateş Hattı programı yaptıktan sonra; özel televizyona transfer olmuştu...

***

Özel televizyonda daha beşinci programında sansür yemiş; “istifa kararı” vermişti...

***

Durumu anlamıyordu...

On sene TRT’de dışardan iş yapan Gazeteci; yıllarca TRT sansürünü aşmış; özel televizyon sansürü karşısında pes etmek zorunda kalmıştı...

***

Her şeyi yanlış mı biliyordu yoksa?..

Söylendiği gibi TRT değil; özel televizyonlar mı daha “sert”tiler?..

Karar veremiyordu... Noter çağırıp istifa etmişti; Star’a dönemezdi... TRT’ye de dönmesi mümkün değildi...

***

Televizyon programı yaparken, konsantrasyon sağlamak için gazetedeki yazılarını da bıraktığından; “aldığı kahraman tavır” Gazeteci’yi işsiz bırakmıştı bir anda...

***

Yeniköy’de yalnız yaşadığı evine çekilmiş; kendiyle başbaşa hayatın muhasebesini yapıyordu...

Tek yaptığı ayrıldığı sırada; Aydın Doğan’ın yardımcısını arayıp “televizyon programı yapabilecek konumda olduğunu” söylemekti...

Başka da hiçbir girişimde bulunmadı Gazeteci...

***

Yaklaşık bir ay sonra Aydın Doğan’dan telefon geldi Genç Gazeteci’ye...

Kanal D’ye gidip; o günlerde orada haftalık program yapan ve haber dairesinin başında olan “ünlü televizyoncuyla” görüşmesini istiyordu Aydın Doğan...

***

Ertesi günü Kanal D televizyonuna gitti Genç Gazeteci... Orada Kolej’den ve üniversiteden bir sınıf arkadaşı haber müdürlüğü yapıyordu...

Karmaşık dengeleri vardı televizyonun haber merkezinin...

***

Kanal D’de Genç Gazeteci’ye önce güzel bir mankenle “Sabah Programı” sunması istendi... Genç Gazeteci; bu teklifi duyunca önce şaka yapılıyor zannetti...

Sınıf arkadaşına baktı;

Hayır ciddiydi sınıf arkadaşı...

Öyle düşünmüşlerdi...

***

-“Ben...” dedi haftalık haber programcılığından geliyorum...

-“Sabah Şekerleri mi sunayım?..”

Baktı karşısındakilere...

Teklif ona geldiği kadar absürd gelmiyordu onlara; Genç Gazeteci’ye bayağı bayağı yakıştırıyorlar Sabah Şekerleri’ni sunmayı;

O zaman değişik bir cevap vermeyi denedi: -“Ben sabahları kolay uyanamam” dedi;

-“Hiç olmazsa gece geç saatlerde bir program olsun... Onu yapayım...”

***

Genç Gazeteci’ye televizyon programı vermek istemiyorlardı...

Zor bela; “kapanış haberleri”nin sunuculuğunu verdiler Genç Gazeteci’ye...

Kapanış haberlerine günün bir iki konuğunu alacak, gece yarısı haberlerine yeni bir soluk katacaktı...

***

Ancak Kanal D haber yöneticileri; kendisine birkaç şart koşmuşlardı...

“Programın ismi Ateş Hattı olmayacaktı... Genç Gazeteci sadece kendisi kanalda çalışacaktı... Ateş Hattı programından kimseyi kanala alamayacaktı... Tek kişilik istihdam sağlıyorlardı...”

***

-“Yapmayın etmeyin; ben nasıl yaparım tek başıma hiçbir ekip arkadaşım olmadan...” dedi...

Dinletemedi... -“Biz sana eleman sağlarız...” dediler...

Tek bir ekip arkadaşını Kanal D’ye alamadan televizyon programına başladı Genç Gazeteci...

***

Kanal D binasının karşısında bir otel vardı... İlk yayın günü, yapayalnız oraya gitti... Programın çatısını orada çattı...

İçinden şöyle geçirdi;

-“Birazdan yayına gireceksin... Yanında program ekibinden kimsecikler yok... Yapayalnız bırakıldın yine ve yeniden...

***

Birazdan stüdyoya girdiğinde Allah’la başbaşa kalacaksın... Sadece bunu hisset... Ve yürü... Allah’la başbaşa olduğun dışında hiçbir şeyi düşünme... Konuklara konsantre ol ve yayınını yap... İyi yayınlar sana arkadaş...”

***

Kendi kendine konuşuyordu...

Kesif bir yalnızlık içindeydi...

Bunu konuşacağı kimse yoktu etrafında... Programın ismi istenmediği için Ateş Hattı olmamıştı...

***

Kapanış haberlerinin Kanal D’deki ismi “Haber Saati”ydi...

Genç Gazeteci sınıf arkadaşından rica etmişti... -“Program Gazeteci’yi çağrıştırsın diye; bari Haber Hattı ismini alsın” demişti...

***

Uzun mütalaalardan ve Ateş Hattı’nı çağrıştırır mı kuşkularından sonra; Haber Hattı’na okey demişlerdi; televizyonun ünlü yöneticileri...

***

Yayın Şefliği’ni aradı...

-“Bizim Haber Hattı programı kaçta giriyor yayına?..” diye sordu yayın şefine...

Kanal D’nin o günkü yönetimi güzel bir “hoşgeldin jesti” hazırlamıştı Genç Gazeteci’ye... -“Saat 02.45’de...” dedi yayın şefi Genç Gazeteci’ye... Anlamadı bir daha sordu; -”Kaç” dedi Gazeteci...

-“Saat 02.45’de gireceksiniz yayına... İstediğiniz kadar gidebilirsiniz...”

*****

GAZETECİ’NİN ALLAH’A SIĞINDIĞI AN...

Televizyonculuk hayatının çok zor günlerinden birini yaşıyordu...

Üç ay önce TRT’de 21.30’da yayına giren anlı şanlı bir haber programı yaparken, teklifler üzerine özel kanala transfer olmuş; beş programda yediği sansürden televizyondan ayrılmaya karar vermişti...

***

Bir ay sonra bir başka kanalda; 02.45’de kapanış haberlerini sunacaktı...

Girdiği stüdyoda Allah’tan başka sığınacağı hiçbir güç kalmamıştı...

-“Allahım sen utandırma beni...” dedi...

***

O kapanış haberlerinin bir buçuk ay içinde; nasıl patlayacağını, teklif üstüne teklif alacağını, onu televizyonların bir numaralı figürü haline getireceğini, ne kendisi, ne onu o saate kapanış haberlerine verenler biliyordu...

Allah’tan başka kimsecikler gelmekte olan mucizeyi bilmiyordu...

Yazının devamı...

John Lennon’un Beatles’tan ayrıldığı gün...

Yıllar önce; New York’un zenginlerinin oturduğu; kavşakta, 5. Cadde’yle Central Park arasında kalan 58. Cadde’de yürürken, karşıda sıra sıra dizilen faytoncular “Gazeteci”yi tanıyorlar; Türkçe sesleniyorlar:

“Sizi faytonla Central Park’ta gezdirmemizi ister misiniz?..” diye...

***

Gazeteci ilk kez o gün; New York’ta Central Park’ın girişinde park eden faytoncuların arasında hatırı sayılır oranda Türkler olduğunu görüyor...

***

New York’un güneşli gününde; Gazeteci; birkaç blok ötede 72. Cadde’nin Central Park’a çıkan köşede, 1980 yılında yaşanan korkunç trajediyi ve o trajedinin bir tarafında ömür boyu onu yaşayacak kadına tanıklık etmek üzere, olay mahalline gidiyor...

***

Japon sevgili, John Lennon’un Beatles’tan ayrılmasını tetikleyerek; 21 yıl sonra onun öldürülmesine zemin hazırlayacağını bilmiyor o sırada...

***

Beatles’ın efsanevi solisti John Lennon 1969 yılında 20 Eylül’ünde; ölene kadar beraber olacağı Japon sevgilisinin tetiklemesiyle Beatles grubundan ayrılıyor...

O veda 21 yıl sonraki “ölüm”e gerekçe yapılıyor...

CENTRAL PARK’TAKİ CİNAYET...

Mark David Chapman 8 Aralık 1980 günü Hawai’den Manhatten’a geliyor...

***

Dünyayı kasıp kavuran Beatles hayranı... Dakota’ya 20 blok ötede bir otele yerleşiyor...

***

Akli dengesi yerinde değil...

Otelden çıkıp 72. sokağın Central Park’a çıktığı köşeye gidiyor, beklemeye başlıyor... Bir süre sonra Dakota’nın önüne bir limuzin geliyor...

Beyaz limuzinden çekik gözlü bir Japon kadınla, bir zamanlar dünyanın en büyük efsanesi olan adam iniyorlar...

***

Evlerine doğru yöneliyorlar...

Mark David Chapman, çifti bekliyor...

***

Limuzinden çıkıp evlerine doğru giden çifte yöneliyor...

40 yaşındaki adamın arkasına geçiyor, silahını ona doğrultuyor...

***

5 kez ateş ediyor...

Efsane müzisyen; arkadan yediği beş kurşunla oracıkta yığılıyor...

Ölüyor...

***

Japon kadın, uzun yıllar boyunca kurtulamayacağı titreme nöbetine ilk kez orada tutuluyor...

Kurşun sesleri geldiğinde...

Kurşunlar yanındaki adamın bedenine girdiğinde...

“HZ. İSA’DAN DAHA POPÜLER OLDUĞUNU” SÖYLEYEN ADAM...

“Hazreti İsa’dan daha popüleriz...” dediğinde İngiltere birbirine giriyor yıllar önce John Lennon...

Kilise ayaklanıyor...

***

Muhafazakârlar ateş püskürüyor...

Fanatikler çılgınca alkışlıyor onları...

Dünyanın gelmiş geçmiş en efsanevi grubu Beatles...

John Lennon, grubun beyni, solisti ve kurucusu...

***

Kendisini “Hz. İsa’dan daha popüler gören adam” bir gün zengin bir ailenin sıra dışı kızına âşık oluyor...

***

Yoko, Amerika’ya okumaya gelmiş kendisinden yaşça büyük bir Japon kızı...

***

Efsane adam, kadının sanatta yoğunlaşmış entelektüelizminden çok etkileniyor...

***

Yoko’yu kafasında çok başka bir yerlere koyuyor...

Ona âşık oluyor...

***

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaafın, kadını tarafından onaylanmak arzusu olduğunu bilmiyor...

***

Âşık olan her erkeğin, aşık olduğu kadının onayına ve alkışına ihtiyacı bulunuyor...

***

Yoko ise asla gülümsemeyen bir kadın olarak biliniyor... Aristokrat bir anne tarafından yetiştiriliyor...

***

Tıpkı bir kuş gibi küçük, utangaç ve kırılgan özelliklere sahip büyüyor...

Yüzünün neredeyse yarısını kaplayan bir güneş gözlüğü takıyor...

***

Görünmez olmak istiyor, her zaman siyaha bürünüyor...

***

Bu gösterişsiz kadın, John Lennon’un kendisine aşık olmasıyla; 20. yüzyılın en trajik aşkının sahibi kimliğinde, en fazla eleştirilen kadın olarak hafızalara kazınıyor...

***

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaaf kadını tarafından onaylanmak arzusu olduğunu bilmeyen John Lennon; sevgilisi Yoko Ono tarafından onaylanmak için, müzik anlayışını değiştiriyor; efsanevi grubu Beatles’ı bitirerek, grubu dağıtıyor ve hayatından çıkartıyor...

***

Dünya Beatles’ın dağılmasına inanılmaz bir tepki duyuyor...

***

“Efsanevi Beatles’ın alaycı ve fırlama solisti John Lennon’u bir kadın, dünya barışı için düşündüğü projeler yüzünden, yeteneklerini boşa harcayan sakallı bir münzeviye dönüştürüyor...”

***

Karı koca savaş karşıtı projeler üretiyorlar Beatles’ın dağılmasından sonra...

Filmler, şarkılar yapıyorlar; bildiriler okuyorlar...

***

Hatta John Lennon, Kraliçe’nin Beatles üyelerine verdiği şeref madalyasını, İngiltere’nin dış politikasını protesto etmek için kabul etmiyor,iade ediyor...

Dünyadaki Beatles fanatikleri Yoko’ya gıcık oluyorlar...

Onu “Japon cadısı” ilan ediyorlar...

***

John Lennon gibi kendine sonsuz güvenen egosu yüksek efsane erkekler; kadınlarına atılan çamurlardan yılmıyorlar; tersine tetikleniyorlar...

Tarih bunun nice örnekleriyle dolu...

***

Lennon ve benzerleri; kadınları egolarının içine aldıklarından, çamurları kendilerine atılmış gibi hissediyorlar...

Onları daha fazla savunuyorlar...

***

John Lennon da öyle yapıyor...

Yoko, grubun milyonlarca hayranı tarafından Beatles’ı yıkan kadın olarak nitelendiriliyor...

John buna aldırmıyor, karısıyla aşkını başbaşa ve sınırsızca yaşıyor...

***

Beraberce Vietnam Savaşı’nı protesto eden bed-in gösteriler yapıyorlar...

***

Birlikte çektirdikleri çıplak fotoğrafların yer aldığı stüdyo çalışmalarına imza atıyorlar..

BİR EFSANENİN KISKANÇLIK GÜNLÜĞÜ

Kimsenin o sıralarda fark etmediği bir gerçek var oysa...

***

Birçok dahi gibi, müzisyen John Lennon da kendisine son derece güvensiz ve endişeli bir karakterin sahibi...

***

Şarkısında söylediği gibi “gerçekte sadece kıskanç bir adam o...”

***

Bir dakikalığına bile Yoko’yu kendisinden ayıran herhangi bir şeye güvenmiyor...

***

Yoko bu konuda bir şey diyor:

“Japonca bilmemden bile hoşlanmıyor... Çünkü bu onun hiç bilmediği bir parçam

Bir süre sonra Japonca gazete ve dergi bile okuyamaz hale geldim...”

***

Birbirlerine o kadar müdahalede bulunuyorlar ki, bir süre sonra hayat ikisi için de çekilmez oluyor...

***

1970 yılında “ayrılıyorlar...”

John Lennon için sarhoşluk ve umutsuzlukla geçen 18 ay böyle başlıyor...

***

Bir buçuk yıl sonra, ayrı yaşayamayacaklarını anlıyorlar...

Çocuk onları bir araya getiriyor yeniden...

***

Lennon şöyle diyor o günlerde:

-“İkimiz de kendimize zarar verme eğilimindeydik... Bebek sahibi olunca bu dönemin üstesinden geldik...”

***

Sonunda “evdeki mutluluğun” en önemli bir şey olduğuna karar veriyorlar ve hayat onlar için güzelleşiyor...

***

Kendisini göstermekten ürken ufak tefek Japon kadın, hedefine ve sevgilisine ulaşıyor...

John Lennon’a artık tamamen sahip oluyor...

En azından öyle sanıyor...

EFSANE ERKEKLERİN AŞK ZAAFI...

Oysa efsaneler birileri tarafından yaratılırlar... Ama efsane olduktan sonra artık o birilerinin olmaktan çıkarlar...

***

Efsanevi kimlikleri başkaları için başka şeyler ifade eder... Milyonlarca, milyarlarca insan için, Beatles; John Lennon’un yarattığından çok daha fazla şey ifade etmeye başlıyor...

***

Herkesin kendi Beatles’ına hayran oluyor, onunla yaşıyor, onsuz olamıyor ve onu kimseyle paylaşamıyor... John Lennon kendisi bir efsane ve bir efsane yaratıyor...

***

Lennon’u; kadınsı bir “sahiplenmeyle, sakınan, kıskanan ve kendisinden başkalarına yar etmek istemeyen bir histeriyle” elde etmeye çalışan Yoko’ya akli dengesi yerinde olmayan bir Beatles hayranı “dur” demeye hazırlanıyor... Mark David Chapman, beş el ateş

ettikten sonra, John Lennon’un yere düştüğünü görüyor... Hiçbir şey olmamış gibi, bir köşeye oturuyor cebinden “The Catcher In The Eye” isimli cep romanını çıkarıyor ve okumaya başlıyor...

***

Yoko titreme nöbetine giriyor...

Bir daha hiç kurtulamıyor; uzun titreme nöbetlerinden... Efsane erkeklerin en büyük zaafları, “kendilerine adanmış bir kadının varlığı durumunda, her şeylerini ona onaylatmak istemelerinden” kaynaklanıyor... Aslında bu çok eskilerde kalan, anlayışlı bir anne hasretinin kişilikleri üzerindeki izdüşümü...

***

Aranan ve istenen, “anne onayının” yıllar sonra tezahür eden bir yansıması yaşadıkları...

İsa’ya kafa tutan John Lennon “anne kaynaklı eş onayına” kafa tutmayı beceremiyor...

***

Napoleon’dan, Sezar’a dünyayı titreten her erkekte görülen dramın tam göbeğine düşüyor Lennon da... Gazeteci; 72. Cadde’de Lennon’un öldürüldüğü köşede durup bunları düşünürken; Central Park’ta güneş açıyor... Kış günlerinin öğle saatlerinde nadiren açan öğle güneşi New York’ta kendisini gösteriyor...

***

Yesterday şarkısı yüreğinde mırıldanıyor Gazeteci’nin... “Yesterday, love was such an easy game to play... (Dün aşk oynanması çok kolay bir oyun gibiydi)

***

Now I need a place to hide away... (Şimdi ondan saklanacak bir yere ihtiyacım var...)

Yazının devamı...

Baba ne kadar gülerse kızı o kadar hayat saçar...

Instagram’da gelinlikli bir genç kızın babasının omuzuna yaslanmış halinin fotoğrafını görüyorum...

Fotoğrafın altında kısa ve özlü bir yazı var...

Genç kadınlar yazıyı birbirleriyle paylaşıyorlar...

Üç önermeden oluşan altı cümlelik muhteşem yazı şöyle;

***

“BABA NE KADAR SAĞLAMSA...

KIZI O KADAR DİK DURUR...

***

BABA NE KADAR GÜLERSE...

KIZI O KADAR HAYAT SAÇAR...

***

BABA NE KADAR HAYATTAYSA...

KIZI O KADAR YAŞAR...”

***

Birinci ve ikinci önerme “kız çocuk ve baba gerçeğini“ bütün çıplaklığıyla veciz bir biçimde dile getiriyor...

“Baba ne kadar sağlamsa...

Kızı o kadar dik durur...

***

Baba ne kadar gülerse...

Kızı o kadar hayat saçar...”

***

Bu gerçeklerin yer aldığı değişik bir bukleyi “Prenses Kadınlar“ yazımda şöyle yazıyorum yıllar önce;

“Prenses Kadınlar, bir Prensese nasıl davranılması gerektiğini erkeğe gösteren kadınlardır...

Aslında her kadın biraz Prenses Kadın’dır...

Sadece bazıları az; bazıları çok Prenses Kadın’dır...

Oysa hepsi her durumda bir parça Prenses Kadın olmayı arzular...

Hepsinin çocukluk günlerinde onlara “Prensesim“, ya da “kraliçem“ diyen;

Ya da prenses ve kraliçe gibi davranan babaları vardır...

Kadınlar ilk prenseslik derslerini babalarından alırlar...”

***

Bu satırları yıllar önce, yazsam da; dün ikinci önermeyi gördüğümde kendimi yeni baştan revize etme ihtiyacı hissediyorum...

“BABA NE KADAR GÜLERSE...

KIZI O KADAR HAYAT SAÇAR...”

diyor o önerme...

Dün sabah bu yazıyı okuduğum andan itibaren iki kızımın karşısında daha güler yüzlü olmaya çabalıyorum...

Onlara sonsuz sevgimin yeterli olamayacağını, benim güler yüzümden ve mutluluğumdan, onların içinde çevrelerine hayat saçan bir ilham çıkacağını” o anda fark ediyorum...

Sadece sevgimi sunmuyorum artık onlara... Kızlarıma hep gülümsemeye gayret ediyorum...

***

Fakat yine de;

Esas olarak üçüncü önerme ezberleri bozan ve üzerinde düşünmeye ve yazılmaya değer bir önerme niteliğini kaybetmiyor...

“BABA NE KADAR

HAYATTAYSA...

KIZI O KADAR YAŞAR...”

Diyor önerme...

Üç anlamı var bu önermenin...

***

Belli ki çok duyarlı ve “babasının kızı“ bir kadın tarafından kaleme alınıyor bu satırlar...

Şöyle okuyorum o satırları;

“Baba hayattaysa...

Yani ayaktaysa...

Mutluysa...

Enerjikse ve hayat doluysa;

Kızı da “gerçekten yaşıyor...”

O hayat ve enerji saçmıyorsa, kızı da içten içe yaşam umudunu yitiriyor...

***

“Baba ne kadar hayattaysa...

Kızı o kadar yaşar...”

Önermesinin ikinci okuması “babanın gerçekten fiziki olarak hayatta olup olmaması“ halini anlatıyor...

Baba hayatta değilse “babasının kızı da aslında artık yaşamıyor...”

Bir kadın o şimdi...

Bir anne muhtemelen şimdi...

Başarılarla dolu bir kariyeri var kim bilir belki... Erkeklerin etrafında fır döndüğü bir madam, ya da matmazel ihtimaldir ki...

***

Ne ki artık bunların hiçbiri “babasının kızı olarak yaşadığını göstermiyor...”

Babasının kızı babasının ölümüyle gidiyor...

Yerine o günleri geride bırakmak zorunda kalan bir kadın, bir anne, bir kariyer, bir cazibe kalıyor...

Babasının yaşadığı kadar...

Babasının kızı yaşıyor...

Ondan sonra değişmek zorunda olan bir başka hayat rolünü üstleniyor...

Genç kadın bunu böyle düşünüyor...

***

Oysa;

“BABA NE KADAR

HAYATTAYSA...

KIZI O KADAR YAŞAR...”

Önermesini ben gerçekte şöyle okuyorum...

Bir baba;

Kendi kızının ruhunda...

Kalbinde...

Beyninde...

Davranışlarında...

Düşüncelerinde...

Ne kadar yer etmişse...

Hücrelerinde ne kadar yaşıyorsa...

Duygusal genetiğini ne ölçüde aktarabilmişse...

Ruhunda bıraktığı “sevgi dolu izler“ ne kadar derinse...

“Babasının kızı olmaktan ne kadar gurur duyuyorsa...”

Babası hayatta oluyor kendi kızının kalbinde...

Ölse de onun hayatında ve onun ruhunun derinliklerinde kalıyor...

Gitmiyor hiçbir zaman...

Kızı hayatta kaldıkça o da yaşamaya devam ediyor...

***

Çetin Altan; uzun yıllar önce bir yazısında; insanın hayatta kalmasını ve ölümünü şöyle anlatır...

-“Bir insan öldüğü zaman gerçekte ölmez...

Bir insan öldükten sonra da yaşamaya devam eder...

Uzun yıllar boyunca...

Sonra yıllar sonra bir gün bir yerde adı son kez telaffuz edilir...

İşte insan esasen o gün ölür...”

***

Bir baba kızının veya kızlarının hayatında; Anıldığı müddetçe yaşamaya devam eder...

Hayattadır...

Kızı onu andıkça, düşündükçe, hatırladıkça yaşar...

Ne zaman ki, bir gün gelir ve kendi kızı tarafından anılmaz, düşünülmez, fark edilmez, hatırlanmaz, bahsedilmez...

Baba işte o gün ölür...

Bir daha geri gelmemek üzere...

Doğrudur,

“Baba ne kadar hayattaysa...

Kızı o kadar yaşar...”

Kızı babasını hissetmediği gün...

Babası ölmüştür...

Babasının kızı da artık hayatta değildir...

İÇİMİZDEKİ MÜKEMMEL...

Kendinizi yaptığınız her şeyde mükemmele ulaşmaya adadığınızda, yaşamınızı yönetme biçiminizden gurur duyacaksınız...

Bu içinizde daha büyük bir enerjiyi ve tutkuyu açığa çıkartacak...

Özgüven ve öz saygınızı artıracak...

Kendinizi iyi hissedeceksiniz...

Kendilerini iyi hisseden insanlar, kayda değer büyük işler başarırlar...

Mükemmellikleri zirve yapar...

İçsel huzura erişirler...”

Robin Sharma

Yazının devamı...

Ansiklopedi savaşlarını Aydın Doğan kazandı...

Ansiklopedi savaşlarını, tek bir gazete değil tek bir patron kazandı...

Meydan Larousse’u veren Sabah o sırada tirajda zaten birinci gazeteydi...

Milliyet ise tirajla değil, etkinlikle ve “basında güven sloganıyla” yaşayan bir prestij gazeteydi...

Tirajda üçüncü sıradaydı...

Ansiklopedi savaşlarının sonunda Milliyet Sabah’la, aynı kulvara geliyor; tirajda birinciliği paylaşıyor; Sabah’la Türk medyasının tiraj savaşının zirvesine yerleşiyordu...

***

Milliyet’te başta genel yayın yönetmeni Umur Talu olmak , herkes mutluydu...

Sabah’la başlayan savaşın zirvesine oturmuştu Milliyet; Çetin Emeç döneminden bu yana ilk kez...

***

Oysa Milliyet’in yazı işlerinde “Biz zirvedeyiz” türküleri çalarken; Aydın Doğan çok başka bir hedefi kendisine “zirve” olarak koymuştu...

Milliyet’in yazı işleri; gazetenin Büyük Larousse ekiyle Sabah’ı geçerek birinci olmasını kutlarken; Aydın Doğan 1994 yılında Erol Simavi’den Hürriyet’i alarak; medya patronları zirvesine oturmanın mutluluğunu yaşamayı planlıyordu...

***

Aydın Doğan’la Vehbi Koç arasındaki ilişki her zaman konuşuldu...

Aydın Doğan’la Koç Holding arasındaki ilişki her daim sorgulandı...

Aydın Doğan’la Vehbi Koç’un damadı İnan Kıraç arasındaki ilişki her daim irdelendi...

***

Gerçek şuydu;

Koç ailesi her zaman dolaylı olarak Aydın Doğan’a destek oldu...

Aydın Doğan her zaman Koç ailesine yakını oldu...

Koç ailesi, Hürriyet ve Günaydın gazetelerinin sahibi Simavi ailesinden hiçbir zaman haz etmedi...

Suna Koç’un (Kıraç) kocası Vehbi Koç’un damadı İnan Kıraç; her zaman Aydın Doğan’ın en yakınındaki insanlardan biriydi...

***

Ancak bu olgular; Aydın Doğan ve ailesinin medya imparatorluğunu anlatmaya yetmez...

40’lı yaşlarının başında; Milliyet’i satın alarak medyaya giren Aydın Doğan; “kendi hikayesini kendi yazan bir medya patronu”ydu...

Aydın Doğan’ı sadece Koç ve grubuyla ilişkilendirerek; anlatmak mümkün olmaz...

GAZETECİ;

Milliyet gazetesinin Atina bürosunda, Milliyet’in yanısıra TRT’ye, Deutsche Welle’ye, İsveç Radyosu’na ve zaman zaman BBC’ye kendi sesinden haberler geçmeye devam ediyordu...

***

İşi ağırdı...

Ancak mutluydu...

Tek isteği; uluslararası areneda daha fazla olay ve zirve takip etmekti...

Ercan Arıklı’nın Söz gazetesi o günlerde çıkmaya hazırlanıyordu...

ERCAN ARIKLI’DAN İŞ TEKLİFİ... VİSKİSİ BOL BİR GÖRÜŞME...

O günlerde “Gazeteci”nin sınıf arkadaşı olan Can Dündar’ın yanında çalıştığı Ercan Arıklı’nın USA Today formatında bir gazete çıkartacağı haberi yayıldı...

Gazetenin adı “Söz” olacaktı ve tamamen gazeteci bir gazete olacaktı...

***

O günlerde Gazeteci Ankara’daydı...

Ankara-Atina Savaşa Bir Var kitabıyla ilgili Cem Duna, Güneş Taner gibi Özal’ın ağır toplarıyla, Hurşit Tolon gibi Genelkurmay ikinci başkanlarıyla görüşme yapıyordu...

***

Ercan Arıklı’nın SÖZ gazetesinin uluslararası muhabirliği için; Ankara’da Tandoğan Meydan’ında kaldığı ETAP Altınel otelinde, kendisiyle görüşmek istediğini söylediler Gazeteci’ye...

***

Gazeteci o sırada uluslararası muhabir olan “rakiplerinin” sadece gazeteci olduğunu sanıyordu...

Bazılarının derin merkezlerin adamı olduğunu bilmiyordu... Ercan Arıklı’ya; “Benim Milliyet’ten ayrılmam zor... Ama ayrılırsam sadece Atina’da değil, başka yerleri de kapsayacak bir muhabir olurum...” diyordu...

***

Kendisine Atina’da bile tahammül edemeyen güçler nezdinde, bu sözlerinin kendi infazını istemek olacağını o sıralarda bilmiyordu...

***

Gazeteci’ye uluslararası muhabirlik teklif eden Ercan Arıklı o görüşmeden sonra bir daha kendisini aramadı...

SÖZ gazetesi çıktığı gün battı...

AYDIN DOĞAN’IN “GAZETECİ”YE MİLLİYET’İN YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜNÜ TEKLİF ETTİĞİ GÜN...

Gazeteci’nin meslek hayatının en önemli kırılma anlarından biri, yine Aydın Doğan’la İstanbul’da odasında yaptığı bir görüşmeydi...

***

Aydın Doğan kendi yetiştirdiği Gazeteci’ye henüz 29 yaşında “Milliyet’in Yazı İşleri Müdürlüğü’nü” teklif ediyordu...

-“Milliyet’in yazı işleri müdürlerinden biri olacaksın...” demişti Aydın Doğan...

***

Karşısındaki genç Gazeteci’nin, hiç tartışmasız “Peki” demesini bekliyordu... Kendine göre haklıydı...

29 yaşında bir gazeteciyi Milliyet’in yazı işleri müdür yapacaktı...

Buna o yaşta bir “gazeteci”nin “hayır” demesi mümkün değildi...

***

Oysa Genç Gazeteci; farklı düşünüyordu... O güç peşinde koşan gazetecilerden değildi...

Onun ilk amacı, Milliyet gazetesinde yıllardır engellenen köşe yazılarını düzenli yayınlanmasıydı...

-“Aydın Bey, ben televizyonu ve medyanın vitrinini bırakıp geleceğim İstanbul’a... Gazetede bir köşem olursa, yazı işleri müdürlüğünü de istediğiniz gibi gece gündüz yaparım...”

***

Gazeteci’ye “29 yaşında yazı işleri müdürlüğünü” teklif eden Aydın Doğan; gazetecinin istediği köşeyi “gazete içi dengelerden dolayı Gazeteci’ye veremiyordu...”

Gazetenin dış haberleri; Gazeteci’nin haberlerine karşı ambargoluydu...

Nerde kaldı; Gazeteci’nin yorumları ve köşe yazısı...

-“Sen yazı işleri müdürü olarak başla... Bir süre sonra kendin karar vereceksin kimin köşe yazacağına zaten...” dedi Aydın Doğan...

***

-“Beni bitirirler burada Aydın Bey...” diye cevap verdi Gazeteci...

Aydın Doğan’ın yüzü asıldı...

Kendi yetiştirdiği Gazeteci’ye; 29 yaşında Milliyet’in yazı işleri müdürlüğünü teklif ediyor; Genç Gazeteci bu teklifi geri çeviriyordu...

***

O gün Gazeteci kendi elleriyle kendi ipini çekiyordu... Bunu ertesi sabah Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki binasının girişinde fark etti... Gazeteci’nin Milliyet’in kapısında olduğu esnada; Aydın Doğan arabasından çıkıp hızlı adımlarla gazeteye doğru ilerliyordu...

***

Genç Gazeteci’yi gördü...

Gazeteci bir gün önce Aydın Doğan’ın Milliyet’in yazı işleri müdürlüğü teklifini -“Beni burada yaşatmazlar Aydın Bey” diyerek geri çevirmişti... Genç Gazeteci; Aydın Doğan’a her zamanki saygısıyla, “Merhaba Aydın Bey” dedi...

Aydın Doğan’ın yüzü esmerleşmişti...

Çok zoraki bir “Merhaba” dedi Gazeteci’ye...

***

Gazeteci anladı ki; Aydın Doğan “Bu reddedişi unutmayacak...”

Bu görüşmeden sonra, ona Atina’da bile tahammül edemeyenler, tüm güçleriyle genel yayın yönetmeni üzerinde girişmelere başladılar... Aydın Doğan’ın Genç Gazeteci’ye Milliyet’in yazı işleri müdürlüğünü teklif ettiği günün üzerinden birbuçuk yıl geçmeden; onu Milliyet’ten kopardılar...

***

Gerekçe çok ilginçti:

-“Ya Milliyet’te çalışacaksın... Ya TRT’de... İkisi birden olmaz...”

Ayrılırken on yıl çalıştığı Milliyet’te kimselere veda etmedi Genç Gazeteci...

Atina’nın ortasında birlikte kaldığı sevgilisi Marianna’ya; -“Eşyaların hazırlanmasına önayak olursan sevinirim... Atina’yı terk ediyoruz...” dedi Gazeteci...

Yazının devamı...

Sansür...

12 Eylül bandını girmeyin... Diğer bantlarla programı yapın...”

Televizyon kanalının talimatı buydu...

Oysa Gazeteci; 3.5 yılı programcı, 6.5 yılı olarak TRT’de “devlet memuru haline gelmeden” Atina muhabirliği yaptığı yayıncılığın 10. yılında “daha özgür program yapabilmek için” özel televizyona geçmişti...

***

Daha beşinci haftada;

-“Şunu girme, bunu gir...” diyorlardı...

Kabul etmeyi “yüreği” istemezdi Gazeteci’nin...

O da yüreğinin söylediği dışında hiçbir işi yapmazdı...

***

Avukatı ile haber müdürüne akşamın o saatinde noter bulmalarını söyledi...

Saat 17.30’a geliyordu ve televizyon programının yayınlanacağı akşam, o saatte noter bulup, televizyon kanalına getirtmek, deveye hedek atlatmaktan zordu...

***

Bazı noterler “STAR televizyonu”nun adını duyunca, oraya gelmekten vazgeçiyorlardı...

***

Yine yalnız kalmıştı...

Yapayalnız...

Gerçeklerle, doğrularla başbaşa...

Tıpkı on yıl önce Atina’da boncuk boncuk terlediği 1985 yazında olduğu gibi...

***

O gün Atina’da büro olarak kullandığı bir evde kirada oturuyordu...

Bankada 1500 dolar parası vardı...

10 yıl sonra, apar topar İstanbul’a dönmüş; babasının mal varlığından bir dükkanı satmış oturacağı bir ev almış; on beş yıllık gazeteciliğinin karşılığı 100 bin dolara yaklaşan birikimi ile televizyon programcılığı yapmaya uğraşıyordu...

***

Korkusu onbeş kişilik televizyon ekibinin geleceğinin ne olacağıydı...

Noterin gelmesinin beklendiği saatlerde yaşadığı en büyük drama buydu...

***

Kendi kendine soruyordu:

-“Doğru mu yapıyorum?.. Televizyon kanalının teklifini kabul etsem ve ekibin ekmek parasını bir süre daha almasını sağlasam daha mı doğru yaparım?..”

***

Düşünce arada bir yüreğine geliyor onu yokluyordu...

Böyle anlarda insanın bir “kaynama noktası” olurdu...

***

“Gazeteci”ye;

- “Programda yayınladığın iddialar double check yapılmamış... Muhatabın ne söylediği alınmamış...” deseler; belki o anda;

-“Peki onu da alıp öyle yayınlayalım” derdi...

***

Oysa o Kenan Evren’i Marmaris’ten telefonla aramış, röportajın kaydedileceğini ve yayınlanacağını söylemiş, Kenan Evren’in rüşvet iddiaları hakkında söylediklerini yirmi dakika boyunca kaydetmişti...

***

Her şeyi sormuştu...

Onun bütün cevaplarını almıştı...

Eksiksiz montajlamıştı...

***

Kenan Evren; bu iddiaların olduğunu bildiğini söylüyordu...

Soruşturma ve araştırma talimatı vermişti...

Sonucundan bir şey çıkmadığını söylüyordu; ama “bu iddialarla ilgili konuşmam” dememişti...

***

12 Eylül döneminde savaş uçaklarının alımıyla ilgili rüşvet iddiasına karşı ilk defa konuşan darbenin lideri Kenan Evren’in bu savunması iddialarla birlikte yayınlanacaktı, programda...

Dört dörtlük bir gazetecilikti yaptığı Gazeteci’nin...

***

Kabul edemediği böylesine bir gazetecilik çalışmasının sansür edilmesiydi...

Yüreğinin kabul etmediği buydu Gazeteci’nin...

***

12 Eylül darbesinin liderine “savaş uçaklarının alımında rüşvet var mıydı” sorusunun sorulmasını sansürleyen bir anlayışla, program yapamazdı...

***

Ekibinden iki üç kişiye birkaç aylık paralarını ödeyebilirdi...

Fakat böyle bir “sansüre” evet demeyi içine sindiremezdi...

AYDIN DOĞAN-CEM UZAN SAVAŞLARI; AYDIN DOĞAN-DİNÇ BİLGİN SAVAŞLARI...

Türkiye’nin medya patronları arasındaki en acımasız ve şiddetli savaşlardan biri; Hürriyet-Star şeklinde süren “Aydın Doğan-Cem Uzan savaşı”, diğeri; Milliyet-Sabah şeklinde yürüyen Aydın Doğan-Dinç Bilgin savaşıdır...

***

Bu iki savaş; analiz edilmeden;

1990-2005 döneminin medya gerçeği anlaşılamaz Türkiye’de...

***

Hürriyet-Star ve Milliyet-Sabah medya savaşları; Gazeteci’ye “ağır biçimde dokunan savaşlar” olarak medya tarihindeki yerlerini alacaktı...

MİLLİYET-SABAH KAVGASI... AYDIN DOĞAN’IN “GAZETECİ”YE; “SENİN KISA PANTALONLU HALİNİ BİLİRİM BEN...” DİYE KIZDIĞI AN...

Milliyet-Sabah arasında başlayan ve Hürriyet gazetesinin katılımıyla tarihe “ansiklopedi savaşları” olarak geçen, büyük savaşın esas iki unsuru Milliyet ve Sabah gazeteleriydi...

***

Aydın Doğan o yıllarda sadece Milliyet’in patronuydu... Hürriyet’in patronluğunu almamıştı henüz...

***

Milliyet Büyük Larousse; Sabah ise Meydan Larousse ansiklopedisini kupon karşılığı veriyordu... Gazeteci, Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi haline gelen ansiklopedi savaşlarını TRT’deki programında yapmaya karar verdi...

***

Her zaman yaptığı gibi tamamen objektif ve tarafsız davranacaktı...

Her iki gazeteyi de arayacak; görüşlerini yayınlayacak ve kendi anonslarıyla kamuoyunu bilgilendirecekti...

***

Görüntüleri montajlarken, iki gazetenin de tepe yöneticilerini aradı... Ansiklopedi görüntülerini istedi Milliyet ve Sabah gazetelerinden...

***

Sabah gazetesi çok hızlı davrandı...

Görüntüleri hemen gönderdi...

Milliyet gazetesi ise, bir türlü “kendi verdiği ansiklopedisinin görüntüsünü gönderemedi...”

***

Gazeteci Milliyet’ten görüntülerin gelmediğini görünce, Aydın Doğan’ın damadının bürosunu arattı...

Sekreterine not bıraktı... -“Acil görüntüleri istiyoruz...” diye...

***

Ancak ne oldu oldu; Milliyet’ten ansiklopedi görüntüleri akşam saatlerine kadar TRT’ye bir türlü ulaşmadı... Montajdaki çocuklar “Gazeteci”nin anonslarının arkasına eldeki tek görüntü olan Sabah gazetesinin ansiklopedi ekinin görüntülerini mikslediler...

***

Programda Gazeteci kılı kırk yarıp, iki medya devi arasında olabildiğince objektif olmaya çalışmıştı... Hayatın garip bir tecellisiydi gelmekte olan...

***

Milliyet’te on yıl çalıştıktan sonra büyük bir haksızlık sonucu gazeteden kopartılmıştı Gazeteci...

Akabinde kamuoyunda ses getiren bu televizyon programına başlamıştı...

***

“Milliyet”e ters bir şey olmasın diye, kılı kırk yarmıştı programı hazırlarken...

Ne ki, editoryal olarak eşitliği sağlasa da, Sabah’ın gönderdiği görüntüler; yayında fark yaratıyordu...

***

Program bitmişti...

Büyük odada toplantı yapıyordu Gazeteci... -“Aydın Doğan arıyor...” dediler...

Söyleyen çocukların sesi titriyordu... Gazeteci’nin ise, yüzünden bir gölge geçti...

***

On yıl çalıştıktan sonra Milliyet’ten ayrılmış, ne ayrılırken, ne sonrasında bir zamanlar genç Gazeteci’yi Genel Yayın Yönetmeni yapmak isteyen Aydın Doğan’ı görmemişti...

***

“Kırgındı” Aydın Doğan’a...

Bu inkar edilmez bir gerçekti...

Ancak; onun yıllarca Milliyet’te kendisine açtığı yolun da bilincindeydi...

Zor bir andı; yıllar sonra gelen Aydın Doğan’la konuşma anı...

***

-“Buyrun Aydın Bey...” dedi...

Aydın Doğan’ın öfkesi burnundaydı... -“Sen nasıl olur da Milliyet Sabah savaşında Sabah gazetesinin reklamını yaparsın?..” diye Gazeteci’ye kızmaya başladı...

***

Gazeteci anlatmaya çalıştı ki; Milliyet’in görüntülerini bizzat “damat”ının özel kaleminden istemiş, ancak program montajlanana kadar hiçbir görüntü gelmemişti...

Defalarca arayıp uyarmışlardı...

***

Montajdakiler; gazete savaşlarının hassas dengesini bilmiyorlardı... Varolan görüntüleri kullanmışlar; Sabah’ın görüntüleri olduğu için; daha fazla miktarda yayınlanmak durumunda kalmışlardı...

***

Ancak belli ki; Aydın Doğan’ı Milliyet’te yıllar önce “işledikleri” gibi yine Gazeteci’ye karşı “işlemişlerdi...” Gazeteci konuşmaya başlıyor; Aydın Doğan Gazeteci’yi susturuyordu...

***

Eski patronuydu...

Gazeteci’nin Milliyet’e başlamasına; Atina’ya gitmesine önayak olan kişiydi... Gazeteci böyle durumlarda hiç saygısızlık etmezdi... Ancak bu kadar haksızlık yüreğini sıkıştırmıştı... -“Ben Milliyet’in aleyhine bir şey yapacak olsam çıkar ortalıkta konuşurum... Programımda bir şey yapmam... Konuşayım mı bunu mu istiyorsunuz?..” dedi...

***

Aydın Doğan;

-“Ben senin kısa pantalonlu halini bilirim...” dedi ve telefon kapandı...

Bir süre çöktü kaldı Gazeteci...

Yanında çalışsın ya da çalışmasın; hayatının her döneminde önemli bir adam olmuştu Aydın Doğan...

O gün de öyleydi...

Çok güçlü bir adam olduğundan değil... Onu “yıllar önce Milliyet’e alan Aydın Doğan olduğu için çöküp kalmıştı yerine” Gazeteci...

***

Beş dakika sonra doğruldu yerinden... -“Çok teşekkürler arkadaşlar...” dedi... -“Çok güzel bir programdı yaptığınız... Hepinize çok teşekkür ediyorum...”

***

Yıllar geçti bu olayın üzerinden...

O gün Sabah gazetesinin promosyonunu yapan ve gazetenin “beyni olan gazete yöneticisi Aydın Doğan’ın en yakın yöneticisi oldu...”

***

Yine yıllar geçti aradan; Aydın Doğan’la en acımasız şekilde savaşan STAR’ın yönetici gazetecisi Aydın Doğan’ın yöneticisi ve yazarı oldu...

***

Gazeteci ise; aynı objektifliği sürdürerek; Aydın Doğan’ın yanında hiçbir yönetici görevi almadan, medya tarihini yazmaya devam etti...

Gazeteci “kartal” adı verilen hayvanı severdi...

Kartallar yalnız olur özgür uçarlardı...

Yazının devamı...

Yunan gizli servisinin arabadan çakmağı çalması...

Gazeteci; Atina’daki ilk sıcak yazını; tahmin ettiği gibi Türk-Yunan ilişkilerinde çıkan bir krizle değil; 12 Eylül rejimi dönemiyle ilgili yaptığı “milyar dolarlık rüşvet haberiyle” yaşamaya başlıyordu...

***

O sırada farkında değildi...

Ancak Yunan gizli servisi; “Gazeteci”nin kim olduğunu, ne olduğunu, gerçekte hangi amaca hizmet ettiğini” bütün gücüyle anlamaya ve bulmaya çalışıyordu...

***

“Gazeteci” 12 Eylül döneminin sonlarında, Atina’ya Milliyet temsilcisi olarak gelmişti...

Deutsche Welle’nin, İsveç Radyo’sunun Türkçe servislerinin temsilciliklerini aldıktan sonra; TRT’nin de Atina temsilcisi olmuştu...

***

O sırada çok ilginç bir olay geliyordu Gazeteci’nin başına...

TRT’nin Atina temsilcisi oluşunu izleyen günlerin birinde; Atina’nın merkezindeki Yunan Basın Yayın Bakanlığı ile Yabancı Basın Derneği’nin olduğu Academias caddesinin üzerine park etmişti arabasını...

***

Kurallara uygun değildi; ancak Yabancı Basın Derneği’nin üyesiydi ve orada trafik polisinin ona ses çıkarmayacağını düşünüyordu...

Topu topu 5-10 dakikalık bir işi vardı...

***

İşini gördü, arabayı pak ettiği yere döndü...

Gördüğü manzara karşısında içi ferahladı...

Beyaz araba yerli yerinde duruyordu...

Arabaya girdi, kontağı çalıştırdı...

***

İki dakika gittikten sonra, canı sigara çekti...

Atina’daki stres günlerinde günde 1.5 paket sigara içiyordu...

Sigarasını paketten çıkardı...

Eli arabanın çakmağına gitti...

Bir de ne görsün; arabanın çakmak yeri boştu; çakmağın yerinde yeller esiyordu...

***

Arabayı yana çekti...

Döşemenin altını, yerleri, koltuk altlarını her tarafı kontrol etti...

Çakmak yok olmuştu...

Yer yarılıp içine girmişti...

***

Çakmağın iki dakika içinde kaybolmasına imkan yoktu...

Evden çıkıp, Yabancı Basın Derneği’ne giderken sigarasını arabanın çakmağıyla yakmıştı...

İyi hatırlıyordu...

***

O esnada gözünün önüne bir görüntü geldi...

Arabayla tam şehrin merkezine girdiğinde, motosikletli bir adam yanından; kendini özellikle göstererek geçmişti...

***

Gazeteci; adamın Yunan gizli servisi mi, yoksa başka bir örgüt mü olduğunu biran düşünmüş, motosiklet yavaş yavaş uzaklaşınca, olayı unutmuştu...

***

Araba park halindeyken, çakmağının kaybolmasının, yanından geçip giden motosikletle yakından ilgili olduğundan emindi Gazeteci...

- “Psikolojik savaş yapıyorlar herhalde...” diye düşündü...

-“TRT’nin temsilciliğini almama yönelik bir mesaj olabilir...”

***

Yunan gizli servisi; belli ki “değişik mesajlar göndererek Gazeteci’nin tepkilerini kontrol ediyor” oradan çıkartacağı sonuçlarla neyin ne olduğunu kesinleştirmeye çalışıyordu...

***

Gazeteci’nin durumu “gizli servisler için çok karışıktı...”

Bir taraftan Atina gibi hassas bir merkezde Milliyet’ten sonra TRT’nin temsilciliğini alıyor; diğer yandan 12 Eylül döneminde 2 milyar dolar rüşvet verildiği haberini Milliyet’e manşet çekiyordu...

Kimdi bu Gazeteci?..

Neyin nesiydi?..

***

Nasıl olup, hem TRT’nin Atina Temsilcisi oluyor; hem de 12 Eylül rejiminin rüşvet iddialarını mantaşıyan gazeteci haline gelebiliyordu?..

Yoksa “Yunanlıların düşündüğünün aksine; Türkiye’de askeri diktatörlük yok muydu?..”

Varsa bu Gazeteci neyin nesiydi?..

*****

YUNAN GİZLİ SERVİSİ GAZETECİ’Yİ ÇALIŞIYOR...

Yunan gizli servisi bir yıl Gazeteci üzerinde çalıştı...

Her şeyini kontrol ediyorlardı Gazeteci’nin...

***

O sıralarda The Truman Show filmi henüz çekilmemişti...

Hiç kimse, o devirde; Truman Show filminde olduğu gibi, sadece “sahici bir insanın genç bir gazeteci olarak Atina’da var olabileceğine inanmıyordu...

***

Bir bit yeniği vardı bu “Gazeteci”de ama neydi o bit yeniği?..

***

Bir yıl sonra, arabaya girdiğinde ağzı açık kaldı Gazeteci’nin...

Türk sefaretinden arkadaşları ve aileleriyle deniz kenarına yüzmeye gidiyorlardı bir Pazar sabahı...

***

Gazeteci Golf’üne bindi...

Arabayı çalıştırdı...

Bir süre gittikten sonra gözü, arabanın çakmak yerine takıldı...

O anda faltaşı gibi açıldı gözleri...

Çakmak yerine gelmişti...

*****

RÜŞVET HABERİ, ÖZEL TELEVİZYON KANALINDAN KOPARTIYOR GAZETECİ’Yİ...

Yunan gizli servisinin “bir türlü anlam veremediği 12 Eylül rüşvet haberi”, 10 yıl sonra Gazeteci’nin bir özel televizyonla beş hafta önce imzaladığı sözleşmeyi feshetmesine neden olacak ve Gazeteci’yi STAR televizyonundan kopartacaktı...

***

12 Eylül rejimi darbenin yapıldığı 12 Eylül 1980’den 15 yıl sonra bile “nice kurumda etkili”ydi...

Bunu acı bir tecrübeyle görecekti Gazeteci...

***

TRT’de Atina muhabirliğinin ertesinde; program yapmaya başlamış, 3.5 yıl boyunca olay yaratan onlarca programdan sonra, STAR televizyonunun o günlerdeki patronu Cem Uzan genel müdürü Cem Şaşmaz’a talimat vermişti:

***

-“Bu adamı ne yap et Star’a transfer et...”

Star’cılar bir hafta içinde Gazeteci’nin transferini gerçekleştirdiler...

***

Transferin kolay gerçekleşmesinin nedeni para değildi...

Gazeteci; özel televizyonda editoryal açıdan daha özgür programlar yapacağını düşünüyordu...

***

Bu düşüncesini pekiştiren, sözleri bir uçak yolculuğu esnasında çocukluktan hayran olduğu oyuncu Metin Akpınar söylemişti Gazeteci’ye...

***

-“TRT’de inanılmazı yaparak özel televizyonlar karşısında ayakta kalıyorsun...” demişti...

-“Sen özel televizyona gitsen; uçarsın...”

***

STAR televizyon teklif edince, Gazeteci sadece dört program parasını peşin almayı isteyerek, teklifi kabul etmişti...

Cem Şaşmaz yıllar sonra Gazeteci’ye şöyle diyecekti o günleri anlatırken;

-“Araba istesen araba, transfer parası istesen transfer parası verecektik... Sen hiçbir şey istemedin... Biz de bir şey teklif etmedik...”

***

STAR’a böyle başlamış dört program yapmış, beşinciyi hazırlıyordu...

12 Eylül’ün üzerinden 15 yıl geçmişti...

Dokunulmazlıklar devam ediyordu...

***

12 Eylül’ün yıldönümüydü...

Bazı milletvekilleri, o hafta 12 Eylül döneminde F-16 savaş uçaklarının alımı sırasındaki rüşvet iddialarını gündeme getirdiler...

***

“Gazeteci” olayı Türkiye’nin gündemine ilk taşıyan kişiydi...

Üstelik bunu on yıl önce yapmıştı...

1995 yılındaydılar...

Bu kez dört başı mamur hazırlayarak bir “dosya” yapmaya karar verdi...

***

Antrenmanlıydı...

Rüşvet iddialarını dosya haline getirirken, dönemin tanıklarına başvurmayı doğru buldu...

***

Atina’dan Türkiye’ye döneli epey olmuş, bu süre zarfında Marmaris’te Kenan Evren’le birkaç kez görüşmüş ve röportaj yapmıştı...

***

“2 milyar dolarlık rüşvet iddialarını” içeren belgeleri ve dosyayı hazırlarken, Kenan Evren’i arayıp, bütün iddiaları sormuş ve geniş cevaplar almıştı...

***

Uzun bir telefon konuşmasıydı; ve Kenan Evren; iddiaların Hava Kuvvetleri çevrelerinin üzerinde o dönemde yoğunlaştığını kabul ediyor, araştırma yaptırdığını söylüyordu...

***

12 Eylül döneminde F-16 rüşvet iddialarıyla ilgili, içinde Kenan Evren’in de konuşmalarının bulunduğu 30 dakikalık bir bölüm hazırladı...

Tanıtımları dönmeye başladı...

***

İlk başlarda sık sık dönen promolar, bir anda yayından kesildi...

Yayın Müdürü dostuydu;

-“Ne oldu niye bizim promolar dönmüyor” diye onu aradı...

-“Yukarıdan gelen talimatla kestiler, tanıtımı” dedi,

-“Hemen bir Genel Müdür’le konuş...”

***

Genel Müdürle konuştu o CEO’ya devretti olayı...

Kaseti beraber izlediler... Gazeteci; iddialarla ilgili Kenan Evren’le özel görüşme yaptığını anlatıyor; olayın her yönünü objektif bir şekilde işlediğini söylüyordu...

***

Sanki ikna etmiş gibi görünüyordu CEO’yu... Oysa yine çok nahif olduğunu bir süre sonra gelen telefonla anladı...

-“Programdan o bandı çıkartın... Diğer bantlarla programı yapın...” diyorlardı...

***

“Tanıtım girilmiş bu saatten sonra kaseti yayından çıkartırsak, gazeteciliğimiz biter” dedi... Kimse dinlemedi...

***

Kendisinin ise kararı kesindi...

“Bu haber ve iddia; dönemin bir numaralı sorumlusu Kenan Evren’le özel röportaj yapıldığı halde girmeyecekse; programı yayınlamayacaktı Gazeteci...”

Bedeli her ne olursa olsun...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.