Şampiy10
Magazin
Gündem

Unutulmaz filmlerin efsane replikleri... “Makyajına ve yüzündeki boyalara güvenme... Yollar da güzeldir... Ama altından kanalizasyon akar...”

Poker masasında ilk yarım saatte yolunacak enayinin kim olduğunu anlayamazsan, o enayi sensin demektir...

Tutku Ağı filminden...

***

Makyajına ve yüzündeki boyalara güvenme... Yollar da güzeldir... Ama altından kanalizasyon akar...

Yaralı Yüz filminden...

***

Dünya biz çok uzakları görmeyelim diye yuvarlak yapılmış...

(Out Of Africa; Benim Afrikam filminden...)

***

Eğer kaçamıyorsan ve başkalarına bağımlıysan, gülümseyerek ağlamayı öğreniyorsun...

(İçimdeki Deniz Filminden...)

***

Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir...

(Özgürlük Yolu filminden...)

***

Bana masum bir kadın göster...

Hemen orada bileğimi keseyim...

(Cem Yılmaz’ın Av Mevsimi) filminden...)

***

Telefon çalmadığında, aramayan benimdir...

(Tatlı Tesadüf filminden...)

***

Hayat bizi yere serebilir...

Fakat ayağa kalkıp kalkmamak bize kalmıştır...

(Karateci Çocuk filminden..)

***

Uyku umurumda değil... Ben aşk istiyorum ya da ölüm...

(Leon filminden...)

***

Hayatta en zoru, birinin seni sevmesine izin verecek cesarete sahip olmaktır...

(Kiralık Sevgili filminden...)

***

Bazen en doğru olanı yapmak için, en çok istediklerinizden vazgeçmek gerekir... Hayallerinizden bile...

(Örümcek Adam 2 filminden...)

***

Sevdiğin tek kişiyle olamadığında, seni tek seven kişiyle kalabilir misin?..

(Alacakaranlık Efsanesi Yeni Ay filminden...)

***

Mutlu sonlar sadece bitmemiş hikayelerde olur... (Bay ve Bayan Smith filminden...)

***

Bir şeye gerçekten sahip olmak istiyorsan, bırak gitsin...

Dolaşıp sana geri dönüyorsa, artık sonsuza kadar senindir...

(Ahlaksız Teklif filminden...)

***

Hepimiz bir erkeğin ahmakça davrandığında, bizden hoşlandığı anlamına geldiğine inanmaya programlanmışız...

(Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar filminden...)

***

İnsan; özel biriyle olduğunu, çenesini kapatıp, karşılıklı susabildiği zaman anlıyor...

(Ucuz roman filminden...)

***

Her aşkın, derin bir trajedi içermesi, aşka yüz çevirmek için neden oluşturmaz...

(O Kadın filminden...)

***

Gerçek kişiliğinizi yetenekleriniz değil; yaptığınız seçimler gösterir...

(Harry Potter ve Sırlar Odası filminden...)

***

Birisiyle mühürlenmek, onu gördüğünde her şeyin değişmesi gibidir...

Bir anda seni gezegene bağlayan şey yer çekimi değil, o olur...

(Alacakaranlık Efsanesi; Tutulma filminden...)

***

Karda donmak üzeresin... Uyumak tatlı geliyor, ama ölüyorsun farkında değilsin...

(Issız Adam filminden...)

***

İmkansıza ulaşmanın tek yolu, ona mümkün olduğunca inanmaktır...

(Alice Harikalar Diyarında filminden...)

***

Kalbin kırılabilir, ya da dünyanın en güzel aşkını yaşayabilirsin... Ama denemediğin sürece asla bilemeyeceksin...

(Aşk Çeşmesi filminden...)

***

Aptalca hayaller peşinde koşmayan bir kalp gösterin, ben de size mutlu bir insan göstereyim... (Ölü Ozanlar derneği filminden...)

***

Birine karar vermek, diğerini kaybetmektir...

(O Kadın filminden...)

*****

“BABA” FİLMİNDEN UNUTULMAZ REPLİKLER... “SAKIN BANA MASUM OLDUĞUNU SÖYLEME... BU BENİM ZEKAMA HAKARETTİR...”

Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım...

Don Vito Corloene

***

Dostlarını kendine yakın tut... Düşmanlarını dostlarından da daha yakında tutmaya bak...

Don Vito Corloene

***

Dostluk ve para, zeytinyağı ve su gibidir...

Don Vito Corloene

***

Ailesiyle vakit geçirmeyen adam; gerçek bir adam değildir...

Don Vito Corloene

***

Eli çantalı bir hırsız (avukatları kastediyor), eli silahlı bir hırsızdan daha çok çalar...

Don Vito Corloene

***

Para silahtır; ama siyaset tetiği ne zaman çekeceğini bilmektir...

Lucchesi

***

Sakın bana masum olduğunu söyleme, bu benim zekama hakarettir...

***

En zengin insan, en güçlü arkadaşlara sahip olan insandır...

Altobello

*****

“DÜŞMANLARINDAN NEFRET ETME; BU SENİN YARGILAMA YETİNİ ETKİLER...”

Düşmanlarından nefret etme... Bu senin yargılama yetini etkiler...

Micheal Corleone

***

Eğer oğlumun başına bir kaza gelirse veya bir polis onu vurursa ya da kendisini hücresinde asarsa, hatta kafasına yıldırım bile düşse, bu salondaki bazı kişileri suçlarım... Ve o zaman affetmem...

Don Vito Corleone

***

Don Corleone; kızının düğününe beni de çağırman benim için büyük bir şeref... Umarım ilk çocukları erkek gibi erkek olur...

Luca Brasi

***

Kadınlar ve çocuklar dikkatsiz olabilir... Ama erkekler dikkatli olmak zorundadır...

Don Vito Corleone

*****

“SEN BENİM ABİMSİN FREDO AMA...”

Fredo; Sen benim abimsin ve seni severim... Ama sakın bir daha aileye karşı olan birisinin tarafını tutma!.. Sakın!..

(Micheal Corleone)

***

Sicilya’da kadınlar, tabancadan bile tehlikelidir...

Calo

***

Celemenza: ‘Tamam diyelim ki ikisini birden vurdun...

Sonra ne yapacaksın?..’

Micheal: ‘Oturup yemeğimi bitireceğim...’

(Micheal Corleone...)

*****

“BİR KUKLA OLMAYI REDDETTİM...”

Tüm bu işlerle; Santino (büyük ağabey) uğraşacak diye düşünürdüm...

Ve Fredo... Fredo da iyi olurdu... Ama senin bulaşmanı asla istemedim Micheal...

Tüm yaşamım boyunca çalıştım... Aileme bakmak için yaptığım işlerden dolayı özür dilemem...

Ve; kodamanların tuttuğu iplerle oynatılan bir kukla olmayı reddettim her zaman...

Kimseye özür borcum yok...

Benim seçtiğim yol bu...

Ama düşünüyorum da...

Sen yapabilirdin...

Belki sen de o ipleri tutanlardan biri olabilirdin Micheal... Senatör Corleone; Vali Corleone falan olabilirdin... Olmadı yapamadım Micheal... (Don Vito Corleone)

*****

BABA FİLMİNDEN VE ROMANINDAN ÖNEMLİ BİR NOT...

Gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olarak Amerikan Sinema tarihine geçen onlarca Oscar alan; Godfather (Baba) filmi, Micheal Corleone’nin tek başına yaşlılık görüntüsüyle biraz da hüzünlü biter...

***

Oysa filmin hikayesinin senaryolaştırıldığı Baba romanı; Micheal Corleone’nin; iki çocuğunun annesi olan ayrıldığı eşi Kay Corleone’nin; müzisyen oğullarının babalarının (Micheal Corleone’nin) yerine geçmesini kabullenmesiyle biter...

***

Filmin aksine; roman mutlu sonla biterek, çocukların babanın izinden devam ettiklerini anlatır...

Yönetmen filmin finaline kattığı ‘hüzünlü Son’dan; Godfather filmine ilgi yaratmayı planlamıştır...

Gerçekte roman; ailenin hayatının, babadan oğula ve kuşaktan kuşağa devam ettiğini gösterir...

Yazının devamı...

Milliyet gazetesini almak için “hanımefendi”nin gazeteciye kurduğu korkunç kumpas...

Aydın Doğan; Milliyet ve Vatan gazetelerini Erdoğan Demirören-Ali Karacan ortaklığına satıyordu...

Bu satış; Aydın Doğan’ın “medyayı yöneten patron görüntüsünü silmek için” elindeki iki gazeteyi çıkarma amacını taşıyordu...

***

Aydın Doğan bilinçli olarak medyada nispi küçülmeyi seçiyordu...

O günlerde Başbakan olan Tayyip Erdoğan mitinglerde, “kendisinin medyadaki pozisyonunu sürekli hedefe oturtan” konuşmalar yapıyordu...

Aydın Doğan bu konuşmaların etkisiyle; Hürriyet, Posta ve bir süre sonra kapatacağı Radikal gazetelerinden oluşan küçülen medya bir grubuna dönüşmek istiyordu...

***

Milliyet ile Vatan gazetelerini; tanıdığı, bildiği işadamlarına ve ailelere vermek istiyordu...

Bu işadamlarından biri; 30 yıl önce Milliyet’i satın alırken; Milliyet’in bir bölüm hissesine sahip olan Erdoğan Demirören’di...

***

Aydın Doğan; Milliyet’i Korkmaz Yiğit’e satmaya çalışırken çektiği sıkıntıları hatırlıyordu...

Korkmaz Yiğit’in; Milliyet’i satın aldıktan sonra; Alaattin Çakıcı’yla bir telefon konuşması yayınlanmış; Aydın Doğan çok zor durumda kalmıştı...

Bu sefer öyle olsun istemiyordu...

Milliyet’i ve Vatan’ı şartların elverdiği ölçüde en emin ellere teslim etmek istiyordu...

***

Milliyet ve Vatan’ı satmayı düşündüğü gruplardan ilki; yıllardır ailecek tanıdığı, işadamı olarak ticarette elli yıldır tanıdığı Erdoğan Demirören’di...

***

Çocukları arkadaştı...

Aileler tanışıyordu...

En önemlisi; Aydın Doğan; Demirören grubunun “maceracı bir grup olmadığını” düşünüyordu...

İş dünyasının kurallarına göre oynayan bir gruptu Demirören grubu Aydın Doğan’a göre...

***

İkinci kişi; Aydın Doğan’ın Milliyet’i satın aldığı Ercüment Karacan’ın oğlu; Ali Karacan’dı...

Gazeteyi onun da olduğu bir ortaklığa devrederse, “kendisi açısından, Demirören’den dolayı maddi açıdan garantili, ek olarak prestijli bir devir olacağını” hesaplamıştı...

***

Gazeteci’ye devir teslim töreni sırasında; -“Para için satmıyorum Milliyet’i” demesinin ardında yatan kodları buydu Aydın Doğan’ın...

*****

Milliyet ve Vatan’ın satıldığı törenin gizli kalan kodları...

Gazetecinin iyiden iyiye duygusallaştığı bir devir teslim töreniydi 22 Nisan 2011 günü Milliyet binasında yapılan tören...

***

Manevi kızının varlığından yıllar sonra, ani bir karar vermiş ve elli yaşında çocuk sahibi olmuştu...

İki yaşına basmamışlardı çocukları henüz... Bu süre zarfında “hiç hazmedemeyeceği nedenlerle” çocukların annesinden ayrılmış; bu ayrılış sürecinde çocuklarını bir aydan fazla bir zaman hiç görememişti...

***

Kaderin kendisine sunduğu en virajlı günleri yaşıyordu Gazeteci...Henüz bir yaşında babalarından mahrum bırakılan çocuklar;

Çocuklarını görmekten mahrum bırakılan Baba;

Oğlunun düştüğü durumun sıkıntısına dayanamayıp beyin kanaması geçiren, sol tarafı tutmayan babası...

Zor bir labirentin içindeydi...

***

Gideceği yer Milliyet gazetesi olmasa... Yazı yazdığı Vatan gazetesi el değiştiriyor olmasa...

Konu otuz yıldır içini bildiği, meslek hayatının ilk on yılını verdiği Milliyet gazetesi olmasa...

O gazeteyi satan kişi; kendisini bir zamanlar stajyer muhabir olarak Milliyet’e alan kişi olmasa...

***

Satın alan kişi; Beşiktaş yönetiminden birlikte çalıştığı, birlikte seçildiği Başkan’ın babası ve ailesi olmasa; Yaşanan dostça bir şahitlik ve tarihe kayıt düşecek nostaljik bir tanıklık olmasa...

***

Gazeteci; görmekten mahrum bırakıldığı çocuklarını bırakıp evinden dışarı çıkmayacaktı...

Onu izleyen yıllarda, “bir yaşlarındayken görmekten mahrum bırakıldığı çocuklarını anneden aldığı hiçbir gün, hiçbir davete katılmayacaktı Gazeteci...

Sınırlı saatlerde görebildiği çocuklarından ayrı kalacağı hiçbir davete gitmeyecekti...

***

Ne ki; bunların hepsi aynı anda başına gelmişti... Herşey onu o törene çağırıyordu... O gün; bir zamanlar “ustası!!! olarak gördüğü kişinin eşi tarafından hayatının en büyük kumpasına maruz kalacağını, onu cezaevine tıkmak için “Hanımefendi”nin her şeyi yapacağının farkında değildi...

***

Hanımefendi’nin kendi “çocuğu için, Milliyet gazetesini istediğini” bilmiyordu...

Bunun için NATO’da özel görevli pozisyonunun bütün ilişkilerini seferber edeceğini...

Türkiye’de derin mahvillerdeki düzey görevini buna kanalize edeceğini... Gazeteci’yi, bu iş için önemli engellerden biri göreceğini nereden bilebilirdi ki Gazeteci?..

***

O iki yaşına bile basmamış çocuklarıyla, huzurlu saatler geçirirken; geçmişin bir nostaljisi niyetine gitmişti Milliyet’in devir teslim törenine...

Ne demişti yıllar önce SHOW TV’nin başına geçmeden; Londra’da İngiliz kız arkadaşına Gazeteci; -“Terk etmiyor Milliyet beni Valery...”

*****

Bir gece ansızın gelen telefon...

Bir gece; yazısını yazdıktan bir süre sonra telefonu zır zır çalmaya başladı...

Arayan Vatan Gazetesi’nin spor müdürüydü...

Medyanın en kulağı kesik gazetecilerinden biriydi...

Derin dünyalarla ilişkisi vardı...

Her cenahtan, enteresan bağlantıları mevcuttu...

***

Gazeteciyle aralarının pek iyi olduğu söylenemezdi...

Kah çok yakın kah mesafeli davranırdı arayan kişi...

Gazeteci; onun aradığını görünce şaşırdı...

-“Abi bugünkü yazıyı Erdoğan Bey’le (Demirören) konuşarak mı yazdın?..”

Gazeteci anlamamıştı...

Hayatında patronla kafa kafaya vererek yazdığı tek bir yazı, ya da yorum olmamıştı...

-“Hayır...” dedi saf saf...

-“Niye Erdoğan Bey’le konuşayım ki?..”

-“Yazı o kadar iddialı ki; Erdoğan Beyle konuştuğunu düşündük...” dedi spor müdürü...

-“Ben kimseyle konuşarak yazıları yazmam... Bunu biliyorsun sen...” dedi...

Spor müdürü teşekkür etti telefonu kapattı...

***

Gazeteci; “bu telefona neden olan yazısına baktı bir kez daha...”

Hanımefendi’nin eşinin “Milliyet’e genel yayın yönetmeni olamayacağını” söylüyordu yazıda...

Hanımefendi’nin; bir zamanlar Gazeteci’nin ustası! zannettiği eşi; o sırada Kanal D’nin genel yayın yönetmeniydi...

CNN Türk’ün de genel yayın yönetmeniydi...

Bu şartlar altında bir de başka gruba geçen Milliyet’e genel yayın yönetmeni olması; gazeteciliğin tüm teamüllerine aykırıydı...

***

Gazeteci; hayatı boyunca kendisini engelleyen, ustası zannettiği aileye karşı; “İki kanalın genel yayın yönetmenliği üzerine bir de bu istenmez... Hak değil, doğru da değil bu talep...” demek için yazmıştı yazıyı...

Ne Erdoğan Demirören’i görmüştü ne de başka bir kişiyi...

***

Oysa; Milliyet’in yeni ortaklarının birinden güç alarak; Hanımefendi derin planların içine girmişti...

Milliyet’i ele geçirecekti...

Gazeteciye göre; bu planlardan Milliyet’in o günlerdeki ortağı Ali Karacan’ın bile haberi yoktu...

Bu plan Ali Karacan’ın da ötesinde derin bir plandı...

Ali Karacan ailevi bağlar nedeniyle; iyi bir vitrin’di...

***

Gazeteci’nin ise hiç haberi yoktu...

Onu cezaevine bile tıkmayı planlayan “Milliyet’e sahip olma sürecinin” müsebbibinin “Hanımefendi” olduğunu anlayana kadar... O zaman bütün taşlar yerine oturacaktı...

-“Terk etmiyor Milliyet beni Valery...”

Yazının devamı...

Magazinci!!! Çetin Emeç!..

İstenen düzene ve sisteme uymayan bir gazeteciyi yok etmenin çeşitli yolları vardı Türkiye’de...

Önce onu itibarsızlaştırırlardı...

Çetin Emeç “hiç hak etmediği şekilde itibarsızlaştırılan gazetecilerden en önemlilerinden biri olarak basın tarihine geçti...”

***

Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk fakültesi mezunu, babası gazete patronu olan; Suadiye’li Çetin Emeç, “güya ciddi ve seviyeli gazetecilere karşı magazinci bir gazeteciydi!!!”

Bu sıfat takılarak aşağılanmaya başladı “derin Milliyet” tarafından; Çetin Emeç...

***

Dikkat edildiğinde; en seviyeli görünenleri de dahil; bu aşağılamayı yapanların hiçbirisinin, “eğitim düzeyi”, Çetin Emeç’in yarısına ulaşmıyordu...

Ya iyi bir liseden mezun olmalarına karşın, üniversite mezunu değillerdi...

Ya da üniversite mezunu olanları, ne üniversite ne lise eğitimi açısından Çetin Emeç’in okuduğu okulların yanından geçebiliyordu...

***

Ancak görüntüde; lise mezunu ya da en fazla akademi mezunu olanlar; “seviyeli ve ciddi” gazeteci;

Gazete sahibi babası, Galatasaray Lisesi ve Hukuk Fakültesi eğitimi alan Çetin Emeç “magazinciydi...”

***

Gazeteci o sırada tıpkı Çetin Emeç’i itibarsızlaştırmaya çalıştıkları gibi; kendisinin Ankara TED Koleji öğrenimini; Mülkiye Basın Yayın eğitimini, Berlin ve Tokyo Uluslararası gazetecilik mezuniyetleri ile Cambridge dil diplomalarının; es geçilerek; magazinci ve ‘Acı var mı acı’ sloganının mucidi olarak milyonlara lanse edileceği günleri bilmiyordu...

***

O da gazete tirajına eşdeğer anlamı olan ratingleri patlattıkça; yıllarca aldığı eğitim yok sayılacak ve “acı var mı acı” sloganının itibarsızlaştırmasına maruz kalacaktı...

*****

12 EYLÜL LİDERİ KENAN EVREN; CUMHURBAŞKANI OLARAK DEĞİL, VATANDAŞ OLARAK SORUYORUM MİLLİYET NEREYE GİDİYOR?..”

Milliyet gazetesinin tirajını iki yılda beş kat arttıran Çetin Emeç’e; “derin Milliyet’in reva gördüğü” ceza bundan ibaret değildi...

***

12 Eylül darbesinin etkilerinin devam ettiği günlerdi...

Bir gün Milliyet gazetesinin koridorlarında Kenan Evren’in; bir Milliyet mensubuna şöyle dediği yankılanmaya başladı...

***

-“Cumhurbaşkanı Kenan Evren olarak değil; vatandaş Kenan olarak soruyorum; ‘Milliyet nereye gidiyor?..’”

***

12 Eylül darbesinin lideri; güya Cumhurbaşkanı sıfatıyla değil de “Milliyet okuyucusu Kenan Evren sıfatıyla” Milliyet’in ‘magazinleşmesine!!!’ tepki duyuyordu...

***

Gazeteci o sırada; gün gelip koskoca MİT Müsteşarı’nın; Gazeteci’nin yaptığı haberlerin; Türkiye’ye komünizmi getireceğinin söyleyeceğini tahmin edemezdi...”

***

Bu derece trajikomik olayların Türkiye’de yapılacağını kestiremezdi.

Darbe liderlerinin “sıradan bir Milliyet okuyucusu olarak, gazeteyi sorgulayabildikleri; MİT Müsteşar’larının, rating rekoru kıran bir televizyon haber büteninin Türkiye’ye komünizmi getireceğini söyleyebildiği bir ülkeydi Türkiye...”

En kötüsü de bunlar demokrasi diye diye yapılıyordu bu ülkede...

*****

AYDIN DOĞAN GAZETECİYE SÖYLÜYOR; “PARAYA İHTİYACIM OLDUĞU İÇİN SATMIYORUM MİLLİYET’İ...”

21 Nisan 2011 günü; Milliyet ve Vatan gazetelerinin Aydın Doğan’dan; Erdoğan Demirören-Ali Karacan ortaklığına geçtiği gün; Gazeteci on yıl çalıştığı ve tüm labirentlerini bildiği Milliyet’le, o günlerde yazı yazdığı Vatan gazetesinin el değiştirmesinin tarih önündeki tanıklığını yapmak için Milliyet Gazetesi’ne gitti...

***

Gazeteyi alanlar; Erdoğan Demirören ve ailesi ile Ali Karacan ortaklığıydı...

Gazeteci Yıldırım Demirören’le Beşiktaş yönetiminde beraber görev yapmıştı...

***

Yıldırım Demirören’in yönetiminden kafasına uymadığı için 6 ayda istifa etmiş ayrılmıştı...

Ancak “Demirören ailesiyle dostluğu bozulmamıştı bu istifadan dolayı...”

O işti, öteki dostluk...

Gazeteci işiyle, dostluğu karıştırmamaya özen gösterirdi...

***

Kader; Yönetim’de anlaşamayıp istifa eden ancak; Demirören ailesiyle dostluğu devam eden Gazeteci’yi bir kez daha Vatan ve Milliyet gazetelerinin sahibi olarak Demirören grubuyla karşı karşıya getirmişti...

***

Gazeteci; hayatı işten ibaret değil; dostluklardan ibaret görürdü...

O gün Milliyet ve Vatan’ın “Aydın Doğan’dan; Demirören-Karacan ortaklığına” geçişinin törenine özellikle tanık olmak istemişti...

***

Aydın Doğan 30 yıl sonra Milliyet’i elinden çıkartıyordu...

Gazeteci bu otuz yılın neredeyse her dakikasını biliyordu...

Aydın Doğan zor günler geçiriyordu...

Vergi cezaları ve vergi borçları vardı...

Hakkında ceza davaları arka arkaya açılıyordu...

Köşeye sıkışmış bir izlenim veriliyordu...

***

Gazeteci Aydın Doğan’ın yanına gitti...

Bir süre kendisini hissettirerek, ancak hiç konuşmadan onunla beraber yürüdü...

Yarım saat kadar böyle geçti...

***

Sonunda Aydın Doğan; 30 yıldır kendisiyle bir aşağıda bir yukarıda, zikzaklar arasında ilişki yürüten Gazeteci’ye güvenerek döndü ve şöyle dedi:

-“Biliyorsun Milliyet’i paraya ihtiyacım olduğu için değil, öyle gerektirdiği için satıyorum...”

***

Gazeteci Aydın Doğan’ın ne demek istediğini biliyordu...

Aydın Doğan için Milliyet’in ne anlam ifade ettiğini de...

***

Aydın Doğan o sırada, Hürriyet, Milliyet; Posta, Radikal gibi dört büyük gazete, Kanal D ve CNN Türk gibi iki televizyon kanalı, onlarca dergi ve dağıtım şirketi ile “medyayı kontrol eden bir medya imparatoru” olarak görülüyordu...

***

Medya imparatorunun; “medyaya adım attığı Milliyet’i 70 milyon dolar için satmaya ihtiyacı yoktu...

Ancak “medya kartelini yöneten patron” imajından kurtulmak istiyor; gazetelerini Hürriyet ve Posta’yla sınırlandırarak, geçmişe beyaz bir çizgi çekmeyi amaçlıyordu...

***

Hayat; Gazeteci’ye kim bilir daha neler söyleyecekti?..

Yazının devamı...

Abdi İpekçi’nin Milliyet Gazetesi...

Milliyet Gazetesi Türkiye’de herhangi bir gazete değildi...

Türkiye’nin sivil ve askeri bürokrasisi, akademik çevresi, sanat ve kültür dünyası üzerinde direkt algı yönetimi yapan gazeteydi...

***

Abdi İpekçi döneminde 240 binlik bir tiraja oturmuştu...

Büyük şehirlerin münevver (aydın) ailelerinin, sivil ve askeri bürokrasinin, akademisyenlerin, sanat ve kültür hayatını yönetenlerin referans noktası, merkez sosyal demokrat çizginin vazgeçilmez yayın organıydı Milliyet Gazetesi...

***

Abdi İpekçi yıllar içinde büyük mücadeleler vererek gazeteyi “bu toplumsal platforma” oturtmuştu...

Milliyet’in 240 bin tirajda olduğu günlerde; Hürriyet 600-700 bin barajında; Günaydın-Tan gazeteleri 700 bin-1 milyon sınırındaydı...

*****

HÜRRİYET VE GÜNAYDIN’IN SAHİBİ SİMAVİ KARDEŞLER...

Hürriyet ile Günaydın-Tan grubu gazeteleri; Haldun ve Erol Simavi kardeşlere aitti...

Abi Haldun Simavi; babaları Sedat Simavi’den miras, Hürriyet’in sahibi olarak başladığı basın patronluğuna; popüler bir halk gazetesi olan 700 bin tirajlı Günaydın’ı çıkartarak devam etmişti...

Hürriyet’i kardeşi Erol Simavi’ye bırakmıştı...

***

Simavi kardeşler; bu şekilde 600-700 bin tirajlı merkezin en etkin gazetesi; devletin gazetesi olarak bilinen Hürriyet’in yanına; Türkiye’nin en yüksek tirajlı popüler gazetesi Günaydın’ı eklemiş, üstüne bir de bir milyon sattırdıkları sansasyonel Tan gazetesini koyarak, medyadaki hakimiyetlerini sürdürmeye çalışmışlardı...

***

Bu ortamda; 240 bin tirajlı, merkez sosyal demokrat çizgide yayın yapan; Abdi İpekçi’nin yarattığı Milliyet gazetesini satın alan Aydın Doğan’ın önünde “medya imparatoru olmak için katetmesi gereken çok uzun bir yol vardı...”

*****

AYDIN DOĞAN-KOÇ GRUBU İLİŞKİSİ...

Aydın Doğan’ın Koç’larla ve Koç grubuyla ilişkisi çok özeldi...

Koç grubu tüm iddialar karşısında her zaman; “Milliyet’in veya sonradan Aydın Doğan’ın satın aldığı Hürriyet’in patronajında kendilerinin var olmadığını” söylediler...

***

Gazeteci; Aydın Doğan’ın; Vehbi Koç ile kişisel bazda, Koç grubu ve ailesiyle ise ailevi ve kurumsal bazda çok yakın bir ilişkisi olduğunu biliyordu... Bu ilişkide Aydın Doğan’ın en yakın dostlarından olan Suna Kıraç’ın (Koç) kocası İnan Kıraç, önemli bir isimdi, bunun da farkındaydı...

***

Ancak tüm bunlar; Aydın Doğan’ın kendisinin basın patronu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu... Doğan ile Koç ailesinin; İnan Kıraç dışındaki üyeleri arasında zaman zaman soğuk rüzgarlar eserdi...

Medya tarihini inceleyenler soruyu şöyle sorarlarsa belki cevabın derin anlamlarına daha kolay ulaşabilirlerdi;

***

Aydın Doğan’ın medyada büyümesinde; ülkede bir numaralı reklamveren olan Koç Grubu’nun reklam pastasının en büyük bölümüne sahip olmasının etkisi var mıydı?..

Soru böyle sorulursa, cevap “elbette vardı...” şeklinde olacaktı...

***

Koç grubunun sahibi ailenin bir özelliği vardı... Koç ailesi; Hürriyet ve Günaydın’ın sahibi Simavi kardeşlerden “ailevi nedenlerden ötürü hiç haz etmezlerdi...”

Bu gerçeğin; Suna Koç’un kocası İnan Kıraç’ın yakın dostu olan Aydın Doğan’a medya imparatorluğu yolunda yaramadığını söylemek abesti...

Yaramıştı... Ancak tek neden bu değildi...

***

Koç gibi Türkiye’nin en büyük reklamvereni olan grup, reklam dağıtımda tamamen objektif kriterlerle hareket etmeye çalışsa da, duygusal olarak Doğan grubuna yakın; Simavi kardeşlere ise uzaktı...

***

Özellikle Haldun Simavi’nin Günaydın gazetesi, gazetenin popülist özelliği de hesaba katıldığında, yüksek tirajına rağmen, reklam verenin hiç tercih etmediği bir gazeteydi...

***

Koçlar; Simavi’lerden haz etmezdiler...Gün gelip Aydın Doğan’ın; Erol Simavi’nin elinden Hürriyet gazetesini satın alacağı ve Hürriyet’in de patronu olacağı o sırada kimseler tarafından bilmiyordu... Çok üst düzeydeki birkaç kişi hariç muhtemelen!..

*****

HÜRRİYET’TEN MİLLİYET’E VE ARKASINDAN MİLLİYET’TEN HÜRRİYET’E GEÇEN GENEL YAYIN YÖNETMENİ ÇETİN EMEÇ OLAYI...

Abdi İpekçi’den sonra; Milliyet gazetesinin en önemli olayı; “Hürriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’nden; Milliyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğine, transfer edilerek gelen gazeteci Çetin Emeç’ti...”

***

Babası Demokrat Parti milletvekili ve gazete sahibiydi... Kendisi; Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk fakültesi mezunuydu... Eğitimi, basın dünyasında o yıllarda akranları arasında olabilecek en elit ve üst düzey eğitimdi...

***

Gazeteciliğe babasının gazetesinde başlamıştı... Gazeteci, üstelik gazete patronu bir aileden geliyor; kendi de Hukuk eğitimine karşın gazetecilik yapıyordu...

Üstelik Milliyet’e Hürriyet gazetesinden transfer edilerek geliyordu...

***

Gazeteci için “bulunmaz kaftandı” Milliyet’in başına gelen Çetin Emeç...

Abdi İpekçi’nin 240 binlik Milliyet’inin tirajı o günlerde 113 bine düşmüştü...

***

“Milliyet referans gazetesidir” deyip, gazetenin dinamiğini, heyecanını, tazeliğini ‘grilikle’ örten “derin Milliyet”in etkisiz, işlevsiz operasyonel havayı matah bir şeymiş gibi sunan ‘sabit kadrolarından’ Gazeteci’ye artık gına gelmişti...

***

Hürriyet’ten gelen, Galatasaray Lisesi mezunu ve Hukuk fakültesi mezunu; batılı çağdaş ve tirajı bilen Çetin Emeç’le Milliyet’in dinamik ve taze bir yayın yapacağını biliyordu...

***

Derin Milliyet’in Çetin Emeç’i Milliyet’ten götürmek için elinden gelen her şeyi yapacağını da... O genç bir gazeteciydi...

Derin odaklarla ve derin Milliyet’le ilişkisi yoktu...

Gazetecilik öğrenmek, dinamik bir gazeteciliği heyecanla yapmak istiyordu...

Çetin Emeç’i tanımıyordu...

Ama tanımasına gerek yoktu...

Gazetecilik enerjisi “birbirini bulurdu...”

Herkesin tir tir titrediği Çetin Emeç’le Gazeteci’nin yolları kesişecekti...

Bu Tanrı’nın çizdiği kader çizgisiydi...

Derin Milliyet Çetin Emeç’i, gazeteye geldiği günden itibaren yok etmeye çalışacak...

Gazeteci’yi ise “Çetin Emeç’i kutsadığı için hayatı boyunca affetmeyecekti...”

Gün gelip Çetin Emeç de Gazeteci de Milliyet’ten kopacaktı...

Çetin Emeç’in yadigarı; “Milliyet’te patlattığı müthiş tiraj”, Gazeteci’nin yadigarı ise; “televizyonlarda patlattığı hiçbir zaman kırılamayan rating rekorlarıydı...”

*****

ÇETİN EMEÇ’İN; HALDUN SİMAVİ’YLE GÖRÜŞMESİ; AYDIN DOĞAN’LA İPLERİ KOPARTIYOR!..

Aydın Doğan’ın çok yakını bir yönetici bir gün Gazeteci’ye Çetin Emeç’in ayrılmasıyla ilgili şöyle söyleyecekti;

-“Çetin Emeç; Milliyet’in genel yayın yönetmeniyken Haldun Simavi’yle görüştü... Bir transfer görüşmesiydi... Aydın Doğan bu olaya çok bozuldu... Kendisini arayıp bilgilendirmesini istedi...

Oysa Çetin Emeç; Milliyet’te onu yok etmek isteyenlerden çok bunalmıştı... Haldun Simavi’yle görüştü; ama teklifini kabul etmedi... Kabul etmediği için bu teklifte Aydın Doğan’a iletecek bir şey görmedi... Aydın Doğan Çetin Emeç’ten telefon bekledi...

Çetin Emeç Aydın Doğan’dan...

İkisi de birbirini aramadılar...

***

Bunun üzerine Çetin Emeç; eski patronu kardeş Simavi’yle; yani Erol Simavi’yle anlaşıp Hürriyet’e yeniden genel yayın yönetmeni olarak gitti...”

***

Çetin Emeç; 113 binden aldığı Milliyet gazetesini iki yıl içinde 693 bin rekoruna ulaştırdığı halde; “derin Milliyet’in Aydın Doğan nezdinde yaptığı operasyonlardan” sıkılmıştı...

***

Aydın Doğan Çetin Emeç’i sürekli odasına çağırıyor; ona derin Milliyet’in söylediği gibi “bu manşetler niye abartılı ve sansasyonel” diye soruyordu...

***

Çetin Emeç Aydın Doğan’ın yanına çıkmaktan imtina etmeye başlamıştı...

Aydın Doğan ise; Gazeteci’ye söylediği gibi; “Genel Yayın Yönetmeni’nin; Patron çağırdığı halde yanına gitmek için sürekli bahane üretmesinden muzdaripti...”

***

Haldun Simavi’yle görüşme faktörü devreye girince ipler kopmuştu...

Simavi kardeşler; Aydın Doğan ve onun yakın olduğu Koç ailesi!.. Hassas labiretin ayaklarına basmak, tehlikeliydi...

***

Milliyet’e “bir kuyruklu yıldız gibi gelen Çetin Emeç’in” gidişinin görünen nedeni buydu...

***

Oysa “derin Milliyet’in ona Milliyet’te döşediği kaygan zemin” hep hasıraltı edildi...

Gerçekte Çetin Emeç Milliyet’te alabildiğine bunaltılmış ve Haldun Simavi’yle görüşmek için duygusal yalnızlığa itilmişti...

***

Derin operasyonun sayısız örneğini Gazeteci yakından biliyordu...

Birebir yaşamıştı...

Yazının devamı...

Abdi İpekçi’nin ölümünden sonra Milliyet yönetiminde Hasan Pulur-Turhan Aytul kavgası...

Gazeteci; Milliyet gazetesini aldığı yılın hemen ertesinde tanıdı Aydın Doğan’ı...

1981 yılının Nisan ayıydı...

2 Nisan 1981 günü başladı Milliyet gazetesinde çalışmaya...

12 Eylül darbesinin birinci yılı henüz dolmamıştı...

***

Aydın Doğan; satın aldığı Milliyet gazetesinin derin odaklarıyla yeni yeni ilişkiye geçiyor; onlara karşı olabildiğince “çelebi ve kalender” davranıyordu...

***

O sırada Milliyet’te ünlü yazarlar köşe yazıyordu...

Ünlü yazarların gücü sadece “ünlü olmalarından” kaynaklanmıyordu...

Birçoğu; derin odakların, medya üzerinden toplumsal ilişkileri yöneten birimleriyle irtibat halindeydi...

***

Aydın Doğan Milliyet’in köşe yazarı ve yönetici egolarıyla, üstü örtülü bir savaşa ilk kez o günlerde girdi...

***

Hasan Pulur, gazetede etkili ve çok okunan bir yazardı...

Suikaste uğrayan Abdi İpekçi’nin efsanevi genel yayın müdürlüğü koltuğuna Hasan Pulur oturmak istiyordu...

Milliyet’in yıllarca yazı işleri müdürlüğünü yapmıştı...

Müktesebatıyla Abdi İpekçi’nin koltuğunun kendi hakkı olduğuna inanıyordu...

***

Yazı işlerinde ise, Abdi İpekçi’nin birinci sayfayı emanet ettiği Turhan Aytul fenomeni vardı...

Turhan Aytul; gazetenin isimsiz kahramanı bir yazı işleri yöneticisiydi...

Abdi İpekçi, başyazı yazdığından ve sürekli dışarda temaslarda olduğundan, gazeteyi Turhan Aytul’a emanet ederdi...

***

Milliyet’in patronu olan Aydın Doğan, patronluktaki ilk sınavını Milliyet’te Hasan Pulur-Turhan Aytul kavgasında verdi...

Aydın Doğan bir patrondu...

İşadamıydı...

Pragmatik düşünüyordu...

“Hasan Pulur nasıl olsa çok önemli ve Türkiye’de en fazla tanınan yazarıydı...

O yazarlığına devam etsin diye düşündü...

İsmi kamuoyunda bilinmeyen, Abdi İpekçi’nin sayfalarını emanet ettiği isimsiz kahraman Turhan Aytul da Milliyet’e genel yayın yönetmeni olsun şeklinde formüle etti...”

*****

HASAN PULUR; “ESARETTEN HÜRRİYET’E...” MİLLİYET’TEN AYRILIYOR...

Aydın Doğan’ın düşüncesi realist bir düşünceydi... Ancak Hasan Pulur; Abdi İpekçi’den sonra, tıpkı Abdi İpekçi gibi, Milliyet’in hem yazar hem genel yayın yönetmeni olacak yıldız bir ismi Milliyet’in başına getirmesi gerektiğine inanıyordu...

***

Hasan Pulur’a göre o isim kendisiydi...

Aydın Doğan’ın Milliyet’in genel yayın yönetmenliğine Turhan Aytul’u getirdiğini öğrenince; Milliyet’ten hemen ayrıldı...

Erol Simavi; Milliyet’teki küskün olan Hasan Pulur fırsatını kaçırmadı...

***

Haftalarca süren televizyon reklam kampanyasıyla Hürriyet gazetesine transfer oldu Hasan Pulur...

Televizyon kampanyasında, bir elinde ekmek, bir elinde Hürriyet; ilk gün “esaretten Hürriyet’e” yazısını yazarak Hürriyet’e transfer oluyordu...

***

Aydın Doğan basın patronu olur olmaz ilk yenilgisini Simavi’ye karşı Hasan Pulur’u kaybederek alıyordu...

***

Doğan’ın ilerde büyük bir medya imparatorluğuna varacak hayatı; yenilgiyle başlıyordu...

Hasan Pulur elinde bir ekmek; “esaretten Hürriyet’e sloganıyla” yazılarını Hürriyet’te yazmaya başlıyordu...

*****

AYDIN DOĞAN’IN MEDYA PATRONU OLARAK RÜŞTÜNÜ İSPAT ETTİĞİ ÇETİN ALTAN OLAYI...

Gazeteci o sırada yirmi yaşında stajyer bir gazeteci olarak yeni yeni gazeteciliğe başlıyordu...

Milliyet’in kerli ferli yazarlarının; Aydın Doğan’ı henüz “saygıyla ve sevgiyle karşılamadıklarının” farkındaydı...

Milliyet’tin etkili yazar ve yöneticileri Aydın Doğan’ı “medyaya o güne kadar girmiş onlarca maceraperest patrondan birisi” zannediyorlardı...

***

Onlar Aydın Doğan’ı içten içe küçümserken; Aydın Doğan Bab-ı Ali’ye şöyle diyordu;

-“Ben aileden Milliyet okuru olan bir insanım... Buraya patron olmaya değil, bir okuyucusu olmaktan onur duyduğum Milliyet’e işadamı olarak katkı sunmaya geldim...”

***

Gazetecilerin egosu şişik olurdu...

Ünlü ve etkin görevde olanları; derin merkezlerle de içli dışlı olduklarından; hayatın onlara “Türkiye’yi medya üzerinden yönetme görevi” verdiğine inanırlardı...

Basına yeni gelen patronları kaale almama nedenleri buydu... Derin güçlerin kendilerine “çok önemli bir misyon biçtiğine” inanırlardı...

***

Gazeteci ise sadece Gazeteci’ydi...

Hiçbir başka gücü bilmediğinden, “sadece gazeteci olarak patron karşısında nasıl ayakta kalınır” onun formülünü bulmaya bakardı... Yıllar sonra ona; rating rekorlar kırdıracak olayın şifresi; diğer gazeteciler gibi, hiçbir derin mahvilden güç almamasıydı...

*****

ÇETİN ALTAN MİLLİYET’TEN GİDERKEN; GÜNEŞ KURULUYOR...

Hiçbir yazarı ve yöneticisiyle çatışmaya girmemeye özen gösteriyordu Aydın Doğan...

Yazar ve yöneticilerle yemek yiyor; onların dünyasının parçası bir patron olduğuna, gazeteci ve yazar dostu bir işadamı olduğuna yazar ve yöneticilerini ikna etmeye uğraşıyordu...

***

Ancak ne yaparsa yapsın; Ercüment Karacan ve Abdi İpekçi’den gelen Milliyet yazı işleri ve yazar kadrosu; yeni patronu bir türlü benimsemiyordu...

***

Paris’te Çetin Altan’la Aydın Doğan arasında yenen bir akşam yemeği, “yeni patron-ünlü yazar” çatışmasının fitilini ateşleyecekti...

***

Çetin Altan içkili bir Paris akşamında biraz da yemekte alınan alkolün etkisiyle;

“Aydın Doğan’ın Milliyet’in ünlü gazeteci ve yazar kadrosu karşısındaki patronluğunu sorgular bir tutum içine girmişti...”

***

Aydın Doğan bu tutumu hiç affetmedi...

Çelebiydi...

Kalenderdi...

Ancak patronluğunun, tartışma konusu yapılmasına izin vermezdi...

Çetin Altan gibi çok ünlü ve duayen yazarla o gece ipleri kopardı...

Araya girenler, durumu bir türlü düzeltemediler...

***

Aydın Doğan’ın; Hasan Pulur’un ayrılmasından sonra; en ünlü yazarı Çetin Altan’la ipleri kopartması bir milattı...

Hemen ertesinde Milliyet’e karşı, Güneş Gazetesi gelecek ve Nazlı Ilıcak’ın abisi, Çetin Altan başta olmak üzere, Milliyet’in başyazarı Mehmet Barlas ve yazı işleri kadrosunu toptan transfer edecekti...

***

“Milliyet bitiyor; yerine Güneş geliyor...” deniyordu...

Güneri Cıvaoğlu; yanına Mehmet Barlas, Bedri Koraman, Cüneyt Arcayürek, Tufan Türenç gibi isimleri alarak Güneş’i kuruyordu...

Aydın Doğan’ın en zor günleriydi...

***

Zor günlerde Çetin Altan’la ipleri kopartarak; basın patronluğuna en büyük adımı atmıştı Aydın Doğan...

Çok yara alsa da, basında çalışanlara, “kimsenin yerinin vazgeçilmez olmadığını” anlatmak istemişti... Medya patronu olarak büyümesi böyle başladı...

Yazının devamı...

Medya imparatorunun Milliyet ve Vatan’ın satışını yaptığı tören...

2011 Nisan ayının sonlarına doğru; Gazeteci yazı yazdığı gazetenin genel yayın müdürünü aradı... Uzun zamandır gazeteye gitmiyordu... Yazılarını evinden gönderiyordu... Gazetenin yazı işleri dedikodularından, iç çekişmelerinden, ekip kavgalarından, bitmek bilmeyen iktidar savaşlarından bıkmıştı...

***

İki yıl önce çocukları olmuştu...

Üzerine ağır operasyonlar yapılıyordu... O ise, yarım sayfayı bulan köşe yazılarını iyi çıkarmak; hayatın üstüne yüklediği tüm sorumlulukları yerine getirebilmek için, yaşamında fazlalık olan her şeyi üzerinden atmıştı...

***

Gazetelerde “boş laklak, geyik, gırgır, muhabbet” de bunlardan biriydi...

-“Gazetede ne yapıyorum ki?..” diye düşündü yazı yazmanın dışında... Çokça muhabbet, bitmek bilmeyen iktidar savaşları laklak ve gereksiz medya dedikoduları öğrenmekle geçiyordu zaman...

***

Bunun üzerine karar verdi...

Evinin büyük bir bölümünü gazete bürosu yaptı... Gerekli her şeyi büroya taşıdı... Kendi başına çalışmaya karar verdi... Böylece daha fazla işe yetişecek; çalışma verimi ise katbekat artacaktı...

***

Ancak 22 Nisan 2011 günü öyle bir gün değildi... Gazeteci o gün; “evinden kalkıp, bir zamanlar Aydın Doğan’ın odasının bulunduğu Milliyet gazetesine bir kez daha gitmek zorunda hissediyordu kendini...

***

Gazetenin genel yayın yönetmenini aradı... -“Yarın oralara gelsem; Milliyet ve Vatan’da patronların devir teslim töreni öncesi odanda yarım saat otursam bir problem olur mu İsmail?..” diye sordu... İsmail Yuvacan;

-“Elbette abi...” -“Buradan birlikte ineriz, törene...” dedi...

*****

ZAFER MUTLU’NUN ODASINDA AYDIN DOĞAN’LA...

Milliyet ve Vatan gazeteleri el değiştiriyordu...

Gazeteci o gün; kişisel tarihinin en önemli “olaylarından birini yaşayacaktı...” Tarihe tanıklık etmek istiyordu... Medyadaki bu değişimin; Gazeteci için o kadar çok anlamı vardı ki; hangi birisini düşüneceğini ve yaşayacağını şaşırıyorndu... İlk olarak Gazeteci’nin çalıştığı Vatan Gazetesi, el değiştiriyordu...

***

Aydın Doğan Vatan Gazetesi’nden ayrılıyordu... Gözünün önüne, birkaç ay öncesi gelmişti...

Aydın Doğan’ın; Zafer Mutlu’dan hisseleri alarak, Vatan Gazetesi’nin büyük hissedarı olduğu günü...

***

O gün Zafer Mutlu’nun odasında Vatan gazetesinin yazar ve yöneticileri Aydın Doğan’a “hoş geldiniz buluşmasına” katılmışlardı... Gazeteci; “Aydın Doğan’la ilişkisinin yıllar içinde grup içinde nasıl ters teptiğini bildiğinden, geçmişten beri gelen ilişkisinden hiç bahsetmemeyi öğrenmişti...

***

Zaten yıllar içinde Aydın Doğan, o kadar çok, yazar, muhabir, yönetici, foto muhabiri, sayfa sekreteri, yazı işleri editörü ile dirsek temasına girmişti ki; çok gazetecinin hayatında Aydın Doğan’la hatıratlarını içeren bir albüm malzemesi” oluşmuştu...

***

Onun için nispeten rahat hissediyordu artık kendini Gazeteci...

Katılacağı buluşma toplantısında, herkes yazar ve yöneticiydi... Üstelik çoğu Aydın Doğan’ı yıllardır tanıyordu...

Beraber çalışmıştı... Hepsi ünlü gazetecilerdi... Gazeteci’nin Aydın Doğan’la ilişki açısından hiçbir ayrıcalığı kalmamış, hatta gerilere düşmüştü...

*****

AYDIN DOĞAN VE UZAN'LARIN STAR TELEVİZYONU...

Gazeteci; SHOW TV’den ayrıldıktan sonra, Aydın Doğan’ın o yıllardaki en büyük belalısı “Uzan’ların Star televizyonuna gitmişti...

***

STAR televizyonu ve gazetesiyle Aydın Doğan’ın Hürriyet’i; Milliyet’i; Posta’sı, Radikal’i arasında büyük bir savaş vardı... Gazeteci; haber bültenini birkaç ay yaparak ayrılmış, Aydın Doğan’la yürütülen o medya savaşının içinde de yer almamıştı...

***

Ancak o günlerde yine hiç unutamayacağı kadar acı bir “itibarsızlaştırma kampanyası ile karşı karşıya kalmıştı...”

Gazeteci’nin ekibi, STAR binasının ikinci katında, geniş salonda, diğer haber merkezleri, gazeteler, spor servisleri ile aynı büyük salonda çalışıyordu...

***

Televizyona, kaşeli çalışan kanalın şoförleri de, ekiplerin işlerine koşturuyorlardı...

Gazeteci bir gün Milliyet gazetesini açtı ve gözlerine inanamadı... Milliyet’te şöyle bir haber vardı: -“Gazeteci’nin STAR televizyonundaki şoförü, televizyon programı konuklarından birine tecavüze yeltendi...” Haberde Gazeteci’nin ismi büyük puntolarla veriliyordu...

***

-“Bu ne biçim iş böyle” diye, hemen şoförünü çağırdı...

-“Oğlum kime tecavüze yeltendin sen...” -”Ne tecavüzü abi...” -“Oğlum gazetede böyle yazıyor... Nedir bu işin aslı?..

***

Şoför gidip, olayın ne olup olmadığını araştırıp döndü...

Gazeteci bu arada haber müdürlerini de çağırmış, ne olduğunu öğrenmeye çalışmıştı...

Sonunda programa katılan ve gece bölgedeki otellerde misafir edilen konuklardan blirinin, STAR televizyonunun kaşeli çalışan şoförlerinden birinin adliye intikal eden bir vakası olduğunu öğrendiler...

Olay tecavüz müydü, taciz miydi, yoksa hiçbir şey miydi; Gazeteci yıllar geçtikten sonra da bilmedi...

***

Şoförü zaten tanımıyordu...

“Havuz sistemiyle bütün kanalın işlerini yapan kaşelişoförlerden biriydi...”

Milliyet Gazetesi’nin o günkü etki ajanı olan genel yayın yönetmeni; “haysiyet cellatlığına soyunmuş; “Gazeteci’nin şoförü, program konuğuna tecavüz etti” başlığını hiç utanmadan atmıştı...”

***

Yayın, bir gün iki, gün üç gün, beşgün sürekli devam ediyordu...

Her seferinde “Gazeteci’nin şoförü” başlığını kullanarak...

Gazeteci’ye geçmiş bir yayından ötürü garezi olan “etki ajanı genel yayın yönetmeni”, hedefe koyduğu kişinin “rakip kanal STAR’da çalışmasını fırsat bilerek”, televizyonda çalışan kaşeli bir şoförün, ne olduğu belli olmayan olayından; Gazeteci’nin ismini tecavüzle birlikte anıyor ve “haysiyet cellatlığına” soyunuyordu...

***

Şoför Gazeteci’nin şoförü değildi...

Olayda ve haberin manşetinde Gazeteci’nin adının geçeceği hiçbir nokta bulunmuyordu...

En basit ahlak bunu gerektiyordu...

Oysa Gazeteci’nin adı “olmayan şoförünün, ne olduğu belli oymayan tecvaüz vakası” üzerinden, her gün başlığa çıkılıyordu...

***

Gazeteci sonunda eski dostu Taylan Bilgel’i aramak ihtiyacı hissetti...

-“Böylesi bir haysiyet cellatlığının, on yıl çalıştığı Milliyet gazetesinde kendisine yapılmasından” duyduğu hüznü anlattı... Taylan Bilgel konuyla ilgilenmeye çalışacağını söyledi ama söz veremedi...

***

Gazeteci ertesi günü, daha ertesi günü aynı başlığı yine Milliyet gazetesinde gördü... Genel Yayın Yönetmeni ahlaksızca intikam alıyordu Gazeteci’den...

Unutmamıştı yılllar önce SHOW Haber’e karşı “gazeteci olarak atladığı olayı...”

*****

MİLLİYET’İN KİLİTLENEN TELEFON SANTRALLERİ...

Gazeteler, televizyonlar ve ona bağlı muhabirler, büyük olaylarda; olayın tanıklarını yayına almak ve özel röportaj yapmak için perde arkasında büyük savaş verirlerdi...

***

Bu olayların hepsinde, Gazeteci bir gece öncesinden “olay yerine göndereceği, muhabirleri, kameramanları ve ekibi toplar” olayın tanığının önce ve sadece SHOW Haber’e getirilmesi için, neler yapılacağının planını en ince ayrıntısına kadar yapardı...

***

O gün de SHOW Haber’in “olayın bir numaralı görgü tanığını almasını engellemek için”, Milliyet ve Kanal D ekipleri işbirliği yapmışlar, ve “on beş kişilik ekipleriyle tanığın çevresini sarmışlardı...”

***

Ancak SHOW Haber böyle olaylarda çok maharetliydi...

Muhabirler, kameramanlar ne yapıp etmişler; tanıkların Milliyet ve Kanal D ekiplerince alınmasını önlemiş ve olayın görgü tanıklarını tıpış tıpış SHOW Haber’e getirmişlerdi...

***

Ertesi günü Milliyet’in genel yayın yönetmeni; “SHOW Haber’in terörü” manrşetini atmış ve kendi ekibine göre çok daha azınlıkta olan SHOW muhabir ve kameramanlarının, tanıkları ikna etme başarısını, “terör” olarak lanse etmişti...

***

Gazeteci, böyle bir hak yemeğe çok sinirlenmiş; milyonlarca insan tarafından izlenen haber bülteninin sonunda; Milliyet gazetesini eline almış, “SHOW Haber’i teröristlikle suçlayan bu yayının Milliyet’te yapılmasından duyduğu üzüntüyü paylaşmıştı...”

Sonunu da şöyle bitirmişti haber bülteninin; -“Siz sevgili seyircilerimizden özel ricam; şimdi bir telefon açıp Milliyet’i santraline tepkilerinizi dile getirmenizdir...”

***

Bir süre sonra gelen haberler, Milliyet’in santrallerinin tamamen kilitlendiğini söylüyordu...

Gazeteci, kendi yardımcılarına sürekli Milliyet’i aratıyor, ancak kilitlenen santralleden Milliyet’e ulaşmak mümkün olmuyordu...

***

Bir gazetecilik rekabetinin intikamını; ahlaksızca Gazeteci’nin olmayan şoförünün, ne olduğubelli olmayan vakasından; Gazeteci’nin isminin geçtiği bir tecavüz çıkartarak alıyordu etki ajanı genel yayın yönetmeni...

Yıllar yılları kovalayacak;

o genel yayın yönetmeni yazdığı köşede her gün ülkeye “ahlak, onur ve şeref dersleri vermeye devam edecekti...”

*****

AYDIN DOĞAN; “SENİ TAKİP EDİYORUM... NEREYE GİDERSEN ORAYI ALIYORUM...”

STAR’daki günlerden sonra Gazeteci; bu kez Aydın Doğan’ın bir başka rakibi Sabah gazetesinde köşe yazmaya başlamıştı...

Oradan; Zafer Mutlu’nun teklifiyle Vatan Gazetesi’ni geçmişti...

***

Aydın Doğan o gün hisseleri alıp Vatan gazetesine geldiğinde; Gazeteci yine hiçbir şey olmamış gibi, ona “hoş geldiniz” demeye gitmişti...

Aydın Doğan; Gazeteci’yi görünce samimi bir gülümsemeyle yanına eğilmiş; yakındakilerin duyacağı bir tonda;

-“Seni takip ediyorum...” demişti;

-“Nereye gidersen orayı alıyorum...”

Yazının devamı...

“Kendim için endişelenmeyi uzun zaman önce bıraktım...”

“Kendim için endişelenmeyi uzun zaman önce bıraktım...”

Seni düşünmeyen, anlamak istemeyen, anlamamazlıktan gelen insanlara yön değil; yol vermelisin... Ts. Eliot

***

Düşünmeden konuşmanın cezası; konuştuktan sonra düşünmeye mahkum olmaktır...

İlhan Berk

***

İnsan zamanı durdurduğu yere aittir... Amelie

***

Geleceği merak etme; nasıl olsa gelecek... Ama geçecek olanı iyi düşün...

Çünkü aklından silinmeyecek.. Balzac

***

Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum kırgınlık; adeta bütün insanlara dağıldı... Sabahattin Ali

***

Anlamakla, katlanmak arasında tükendim... Şükrü Erbaş

***

Dünyayı seyrederken öğrendiğim bir şey varsa; o da insanların göründüğü gibi olmadıklarıdır...

Stardust

***

Dokunulmasa da, görülmese de, kalpte yer verilir bazısına nedensiz...

Cemal Süreya

***

Kendim için endişelenmeyi uzun zaman önce bıraktım...

Preety Little Liars

***

Şu anda çekilmez bir haldeyim...

Yorgunum, uykusuz ve hüzünlüyüm...

Sanki bir şey beni engelliyor, özgürleşemiyorum...

Franz Kafka

***

Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır...

Özdemir Asaf

*****

“GÜNÜN ADAMI DEĞİL; HAKİKATİN ADAMI OL... GÜN DEĞİŞİR HAKİKAT DEĞİŞMEZ...”

Kendi planlarımızı yapıyorduk... Ama kaderin de planları olduğunu unutmuştuk...

Dostoyevski

***

“Gel kıyma bana

Ve korkuyorum deme

Otur yaz

Her gün

Her gece bana yaz,

Kavuşuncaya kadar.”

Ahmed Arif

***

Bazılarımız;

Şiirlere, şarkılara, filmlere, kitaplara tutunuyor...

Sanıyorum artık insan, tutunamıyor insana...

Oğuz Atay

***

Bana hayatta hiçbir şey, karşılık almadan yardım etme duygusu kadar temiz ve yüce bir mutluluk vermedi...

Edith Piaf

***

Günün adamı olmaya çalışma...

Hakikatin adamı olmaya çalış... Çünkü gün değişir... Hakikat değişmez...

Mevlana

***

Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor...

Franz Kafka

*****

“YÜREĞİM SANA EMANET... TUT Kİ KANCIK PUSULARA DÜŞMESİN...”

Yüreğim sana emanet...

Tut ki kancık pusulara düşmesin... Bir hain kurşunu delip geçmesin... Tuncel Kurtiz

***

Yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın bir anlamı yok...

Peyami Safa

***

Okumak üç türlüdür...

Dilin okuması kıraat

Aklın okuması tefekkür

Kalbin okuması hayattır... Gazali

***

Şarkı söylediğim zaman ben; ben olmaktan çıkıyorum...

O an orada değilim... Sanki ikinci boyuta taşınıyorum... Edith Piaf

***

Bir odanın kapısını kapatıp yalnız kalmak, hayatımın en güzel şeylerinden biri oldu hep... Charles Bukowski

***

Ne güzel hatırlamak seni.

Ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken

Nazım Hikmet

***

Sararan yanlarına yazdım adını

Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu

Eylül’dü... Cemal Süreya

***

Elinde değil; akşam serinliğinde üşürsün...

Eylül’den itibaren geceler hazindir, uzundur... Attila İlhan

*****

“ELVEDA DİYECEK KADAR CESURSAN...”

Elveda diyecek kadar cesursan, hayat seni yeni bir ‘merhaba’ ile ödüllendirir... Paulo Coelho

***

Dürüstlük size fazla arkadaş kazandırmaz... Ama her zaman iyi arkadaşlar kazandırır... John Lennon

***

İnsanlarla oynamamalı...

Bir “yeter”i var... Bir ince

yerleri... İşte oraya değmemeli...

Yaşar Kemal

***

“Eylül’dü. Dalından kopan yaprakların

Sararan yanlarına yazdım adını,

Sahte bir gülüşten ibarettin oysa”

Cemal Süreya

***

“Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar sevdiğine her şeyi verebildiğin müddetçe ve verebildiğin kadar gençsin.” Nazım Hikmet

***

Aslında insanların gerçek yüzleri her zaman ortadadır... Sadece bakmakta ve anlamakta geç kalırsın... Bukowski

***

Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir... Aliya İzzetbegoviç

***

Memleket isterim...

Ne başına dert, ne gönülde hasret olsun...

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun...

Cahit Sıtkı Tarancı

***

Kefen bezi yeter de...

Yetmez aç nefsime sırma ve ipek

Çare yok yüzünden düştüğüm derde

Yesem de toprakla karışık kepek...

Necip Fazıl

*****

“ESKİ BİR SEVDADAN KURTULMUŞUM... ARTIK BÜTÜN KADINLAR GÜZEL...”

Bir zulmü engelleyemiyorsanız, en azından onu herkese duyurun...

Hz Ali

***

Bizi gömmeyi denediler...

Fakat bizim tohum olduğumuzu unutmuşlardı...

Aliya İzzetbegoviç

***

Mazlumun bedduasından sakınınız...

O dua ile Allah arasında perde yoktur...

Hz. Muhammed

***

Allah kuluna üç şekilde cevap verir...

Evet der; istediğini verir...

Hayır der; daha iyisini verir

Bekle der; en iyisini verir...

Mevlana

***

Ne kaldı farkında mısın bilmem gündüzler... gündüzler biraz azaldı...

Edip Cansever

***

Seni iki şey anlatır...

Hiçbir şeyin yokken gösterdiğin sabır...

Her şeyin varken, sergilediğin tavır...

Mevlana

***

Korkarak yaşıyorsan;yalnızca hayatı seyredersin...

Friedrich Nietzsche

***

Hayat yaşla değil; yaşamakla anlaşılır...

Andre Gide

***

İnan sana değil kastım...

Cahille muhabeti kestim...

Aşık Veysel

***

Eski bir sevdadan kurtulmuşum...

Artık bütün kadınlar güzel...

Orhan Veli

Yazının devamı...

Zaman tünelinde Aydın Doğan’ın üç silahşörü...

Gazeteci’nin Milliyet Gazetesi’nin neredeyse bir kata yayılan odasında yaptığı görüşmede Aydın Doğan’ın medya imparatorluğunun zirvesinde olduğu günlere denk geliyordu...

***

Gazeteci ise; Hürriyet-Milliyet-Kanal D-Posta-Radikal ve onlarca dergi ile dağıtım şirketinin olduğu bir imparatorluğu bırakıyor; yanında bir kanaldan futbol maçları veren bir Cine 5 olan; tek bir televizyon kanalına gidiyordu...

***

Programı için “özgür hareket edebilme olanağını” orası vermişti Gazeteci’ye...

O imparatorluğun değil, kendi yaratıcı televizyon programlarının ve özgürce özgün kalem oynatabileceği köşesinin iyi olmasının derdindeydi...

***

Bir süre sonra, SHOW’da halkı önemseyen, halkla bütünleşen, halkın duygularına ve düşüncelerine değer veren programları yapmaya başladı... Dördüncü kanal durumundaki SHOW TV bir anda birinciliğe çıktı...

Programın ve sonra haber ve spor programlarının rüzgarıyla kanal yedi yıl süresince birinciliği kimselere kaptırmadı...

***

Aydın Doğan’la; Gazeteci’nin çalıştığı televizyon birbirlerine rakip hale geldiler... Gazetelerden ve dergilerden oluşan yazılı basın desteğine rağmen; tüm bu yıllar içinde;

Aydın Doğan’ın televizyonu bir türlü SHOW TV’yi geçemedi...

Ne yaptı ettiyse geçemedi...

***

Kanal D ve ATV’den oluşan ortaklık; onca gazete ve dergi desteğine rağmen, tek başına mücadele veren SHOW TV’yi geçemeyince; yazılı basın yoluyla Gazeteci üzerinde inanılmaz kampanyalar başlatıldı...

***

Zaman tünelinde Aydın Doğan’ın gazetelerinde görev yapan; 3 eleman; bu kampanyaların vurucu timinin en azılı silahşörleriydi... Bu silahşörlerin üçü de, devletin derin odaklarının bir kanadıyla “dirsek teması” halindeydiler...

***

Üçü de çok saldırgandı...

Üçü de çok güçlü ideolojik ve siyasi duruşu olan kişiler gibi görünürler ancak üçü de öyle davranmazlardı...

Siyasi duruma ve şartlara göre, çok hızlı manevra yapabilen tiplerdi...

“Aydın Doğan’ın gazetelerinde yazdıkları esnada kendilerini patron çıkarına endeksliyor görünürlerdi...”

***

Ancak üçünün de çok ilginç bir özelliği vardı...

Biri Aydın Doğan öncesinde “Aydın Doğan’a saymış durmuş”, diğer ikisi de meslek hayatlarının Aydın Doğan sonrası kısmında “Aydın Doğan’a saydırmaktan imtina etmemişlerdi...”

***

Üçünün de ortak özelliği; Aydın Doğan’ın yanında çalışırken; onu bir patrondan çok daha fazlası olarak görme alışkanlıklarıydı...

Onu bir “baba”, bir abide, bir efsane olarak sıfatlandırırdı üç silahşör...

Aydın Doğan zaman tünelinde ayrı zamanlarda silahşörleri olan “üç adamı”, özel koruma zırhına alır; onların “etrafı vurma, kırma, dökme” hakkına kısıtlama getirmez, özgürlük hakkı verirdi...

***

Grup dışındaki; tüm rakipleri en belaltı vuruşlarla, çoğu zaman iftira, şantaj, psikolojik savaş yöntemleriyle, saf dışı bırakan bu silahşörlerin temel özellikleri aynıydı...

***

Aktif dönemlerinde, Doğan Medya Grubu içinde “havalarından geçilmezdi...”

Adları her daim “potansiyel genel yayın yönetmeni” olarak geçerdi...

AYDIN DOĞAN’IN SİLAHŞÖRLERİNİN GENEL YAYIN YÖNETMENLİK ARZUSU VE ÖZELLİKLERİ...

Gazeteci; 1980 yılından beri; medyanın her kademesinin içindeydi...

Onu diğer gazetecilerden ayıran temel fark; “hiçbir merkeze veya cenaha bağlı olmamasıydı...”

***

Gördüklerini önyargısız görüyor...

İntikam peşinde değil, hayatı doğru okuma, özgün ve yaratıcı programlar yapma ve özgür yazılar yazma” peşinde yürüyordu...

***

Aydın Doğan’ın 3 silahşörü; ikisinin birarada etkili olduğu kısa bir dönem hariç; hep farklı dönemlerde “Doğan Grubu gazetelerinde etkin silahşörlük görevlerini” üslenmişlerdi...

***

İsimleri farklıydı...

Köşeleri farklıydı...

Televizyon programları ayrıydı...

Ancak üçünün de temel kişilik özellikleri aynıydı... Üçü de “gazete köşesi kabadayısıydı...” Uslupları, “hesap sorma, ayar verme” uslubuydu... Her üçü de “bıçkın”dılar...

***

Üçünün, hiç tartışmasız diğer köşe yazarlarından çok üstün bir özellikleri vardı... İnanılmaz derecede “kurnazdılar...” Zekiydiler... Zekaları “kurnazlık tezi üzerinde ordinaryus ünvanı almaya hak kazanmıştı...”

***

“Gazete köşesi kabadayısı görünümlerine” karşın, “vurulmayacak yerlere hiç vurmazlardı...” Buna karşın “köşe kabadayısı” imajını muhafaza edebilmek için vurulmasında sakınca olmayan yerlere, öyle gaddarca yumruklar indirirlerdi ki, “muhatapları yere serilir bir daha kalkamazlardı...”

Ancak onlar vurmaya devam ederlerdi... Özür dileseler de fayda etmezdi... Pek merhamet etmezlerdi...

***

Vururken manipülasyon yaparlardı... Gerçeği ortaya çıkarmaktan çok, rakibi yere sermeye hazırlanan boksör gibiydiler... “Güçleri sınırlı olanlara vururken” hiç acımaları, merhametleri olmazdı...

***

Üç silahşörün adları; Aydın Doğan’ın gazetelerinde “potansiyel genel yayın yönetmeni olarak” geçerdi zaman zaman... İki tanesinin televizyonda kısa dönem haber genel yayın yönetmenliği tecrübeleri olmuştu... Ancak üçü de “gazete genel yayın yönetmenliğini, özellikle de Hürriyet’in genel yayın yönetmenliğini” isterlerdi...

***

Ekim 2016 tarihine kadar, üç silahşörden hiçbirisi “Ne Hürriyet’in, ne de Aydın Doğan’ın sahibi olduğu esnada Milliyet gazetesine genel yayın yönetmeni olabilmişlerdi...”

AYDIN DOĞAN’IN SİLAHŞÖRLERİNİN AYDIN DOĞAN’LA ÇATIŞMALARI...

Aydın Doğan bir medya imparatoruydu...

Medya imparatorunun “silahşörü” olma payesi; medyada bir köşe yazarı ve programcıya inanılmaz bir güç katardı...

***

“Silahşör”; köşe yazarı ve programcı bir anda tüm Türkiye’ye ayar veren bir konuma oturur... Beyaz Türkler’in “takdirlerine şayan hale gelirdi...”

***

Her üç silahşör de; Aydın Doğan’ın yanında çalışırken; “başka medya patronlarına, her türden işadamı ve patrona öyle çakışlar, öyle vuruşlar yaparlardı ki; “bir süre sonra güç zehirlenmesine” uğramaları kaçınılmaz olurdu...

***

Silahşörlerden ikisi, gün geldi Aydın Doğan’la yollarını ayırdı...

Zaman içinde kendilerine öyle bir güç vehmetmeye başlamışlardı ki; yeni gittikleri medya gruplarında, bir süre sonra Aydın Doğan’a saydırmakta bir sakınca görmediler...

***

Ne var ki, gittikleri medya gruplarında bir süre sonra “öğütüldüler...”

Hürriyet’te, Milliyet’te, genel olarak Doğan imparatorluğunda onlara verilen, “herkese ayar verme raconunu” bir süre sonra sürdüremez hale geldiler...

Grupta kalanlar bu “misyonu” bütün şiddetiyle devam ettiriyorlar...

***

Aydın Doğan ise, giden silahşörlerin davranışlarından daha sonra hayal kırıklığına uğrasa da, “grup içinde silahşörünü özel tutma, sevme” duygusundan vazgeçmiyor...

***

Psikolojik olarak grup içinde en yakınında her zaman “o günkü silahşörünü” tutuyor... Her seferinde kızlarından biriyle arasında “derin görüş ayrılığı yaşıyor” silahşörler konusunda...

Ancak ne Aydın Doğan vazgeçiyor; silahşörlerine özel kalkan olmakta...

Ne de kızları vazgeçiyorlar; sihaşörleri fazla kaale almamakta...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.