Şampiy10
Magazin
Gündem

Gazeteci’nin kendi Beşiktaş’ıyla, çocuklarının Beşiktaş’ı...

Gazeteci Boğaz’da sabah yürüyüşünü yapıyordu...

Dört kişilik bir ekiptiler o gün; birlikte spor yapan...

Gazeteci’nin bir dönem yöneticiliğini yaptığın kulübün Başkanı’yla sohbet ediyorlardı; yürüyüş esnasında...

Yarı yolu bitirip, geri dönüşe geçtiklerinde Kuruçeşme’de Galatasaray adasının hizasından geçiyorlardı...

***

Gazeteci; Beşiktaş Başkanına dönüp şunları anlattı;

Beşiktaş’lılığın iki ana dönemi vardı hayatına egemen olan...

İlk 50 yıllık Beşiktaş’lılık dönemi; romantik bir dönemdi...

Tuttuğu Beşiktaş’ın başarısıyla sevinen, yenilgisiyle üzülen...

Haksız kaybedilen şampiyonluklara isyan eden...

***

Beşiktaş’lı olmak için kazanmanın şart olmadığını düşünen...

En fazla şampiyon olarak değil, en tutarlı davranan olarak; “Beşiktaş’lı duruşuyla” varolmanın erdemine inanan...

Haksız yenilgilerden beste üreten...

Verilmeyen şampiyonluklardan güfte çıkartan bir Beşiktaş’lılık dönemi yaşadı Gazeteci...

***

Çok üzüldüğü günler ve aylar, yıllar, sezonlar geçirdi Gazeteci...

Zamanla bunlara alıştı...

Üzüntülerden yaratcı tezahüratları...

Kahrolmalardan müzisyen haykırışları...

Mağduriyetlerden, dünya rekoru desibelleri...

Haksızlıklardan “aldırma gönül”le başlayan romantik ezgileri söylemesini öğrendi...

***

Bunların hepsini yaşadığım için mutluydu...

Ne ki; yeni bir Beşiktaş’lılık dönemi başlıyordu artık Gazeteci için...

İkizler doğduktan 10 gün sonra; Beşiktaş sezonun iki kupasını birden almıştı...

Hem Şampiyonluk hem Ziraat Türkiye Kupası’nı müzeye götürmüştü...

İkizlerin dünyaya gelişi iki kupayla taçlanmıştı...

***

Onları Beşiktaş’lı yaparken; ne olacaklarını düşünmedi değil Gazeteci...

Gazeteci babaları gibi haksızlıklar karşısında kahrolacaklar mıydı?..

Aynı hüzünleri, aynı haykırışları, aynı haksızlıkları yaşayacaklar mıydı?..

Futbolla değil, saha dışı oyunlarla rakiplerinin gerisinde kalıp, tribün şarkılarından mi medet mi umacaklardı?..

***

Bunu kabul edemeyecekti Gazeteci...

Kendisi için üzüntülere alışıktı Beşiktaş’lı olarak...

Çocuklarının üzülmesini aynı kolaylla içine sindiremeyecekti...

***

-“Onların üzüntüsüne dayanamam... Üstelik müsebbibinin kendim olduğunu düşünür, üzüntüm katlanır...” dedi Fikret Orman’a...

-“Haksızlıklara da uğrasa, başarısız bir Beşiktaş olmamalı...” diye ekledi...

*****

GAZETECİ’NİN; FİKRET ORMAN’A SÖYLEDİKLERİ...

Fikret Orman; babadan ve tribünden Beşiktaş’lıydı...

Gazeteci’nin ne dediğini, neyi anlatmak istediğini, neyi kastetttiğini anlayacak insanlardan biriydi...

Aynı kültürden, aynı müktesebattan, ayni tribünden geliyorlardı...

Aynı duyguları, aynı atmosferde, birebir aynı yaşamışlardı...

-“İyi olacağız Abi...” dedi;

-“Sen merak etme...”

***

Önceki gece ikizlerine şöyle diyecekti Gazeteci;

-“Bu gece Beşiktaş’ın oynayacağı takım; birlikte gittiğimiz İtalya’nın şampiyonlar ligindeki temsilcisi... Beşiktaş Türkiye’nin; onlar İtalya’nın temlsilcisi...

Bu maçı seyredeceksiniz... Ama bu maçı kaybedebilir Beşiktaş...

İtalyan ligi; Türkiye liginin standartının üzerinde bir lig...

Yenilirse üzülmeyin; Beşiktaş...

Futbolda yenmek kadar yenilmek de var... Güzel maç olsun... Maçın keyfini çıkartın...”

***

İlk dakikalarda; Beşiktaş kalesini allak bullak eden Napoli atakları geldiğinde çocukları; tıpkı kendi çocukluğundaki gibi endişeli tepkiler vermeye başladılar...

Huzursuz oldu Gazeteci...

Hiç seyrettirmese miydi acaba maçı...

Boşu boşuna üzülmese miydi çocuklarını?..

***

Ne ki; İtalya’da 13. dakikadan itibaren tarih yazmaya hazırlanıyordu Beşiktaş...

Quaresma ortalayıp, Adriano golü attığında; artık bazı şeylerin değişmekte olduğunu ummaya başladı Gazeteci...

Çocuklarının; sadece asaletiyle değil, dünya çapındaki başarılarıyla övünebileceği bir Beşiktaş’ın gelebileceğini hissetti...

***

Çocuklar; maçı seyrederken “gol” diye bağırıyorlar; futbolcularını tek tek sayıp teşvik ediyorlardı...

-“Siz bunları nereden biliyorsunuz?..” diye sordu Gazeteci...

-“Sen öğrettin ya bize...” dediler...

***

Beşiktaş’la ilgili fazla bir şey öğrettiğini hatırlamıyordu Gazeteci...

Onların futbolla yatıp kalkmalarını istemiyordu...

Şöyle söyledi;

-“Siz varken yanımda, uğur geliyor Beşiktaş’a...”

***

Adım adım öğrenmişlerdi Beşiktaş’ın gerçeklerini çocuklar...

Atiba’nın futbolunu...

Fabri’nin kaleciliğini...

Quaresma’nın kesmelerini...

Taraftarın dünyanın dört bir yanını ayağa kaldıran sarsıcı

kimliğini...

***

Beşiktaş gol atınca; çocuklar sevindiler... Havaya uçtular, zıpladılar...

Çocukları adına, içi mutlulukla doldu Gazeteci’nin...

Hiç olmazsa; önceki gece pek üzülmeyeceklerdi...

***

İçinden onlar üzülmesin diye dua ediyordu...

1-1 olunca biraz üzüldüler...

2-1 olunca yeniden sevindiler...

2-1’den sonra çocuklar yavaş yavaş gözlerini kapanmaya başladılar...

Melek gibiydiler...

Mutlu ve huzurlu uyuyacak gibiydiler...

***

Gazeteci; hiç dokundurtmadı onlara bir süre...

İyice dalmalarını, derin uykuya geçmelerini bekledi devre arasında...

Bir süre sonra, rüyalara daldıklarını hissetti...

-“Alın kucağınıza götürün... Yatsınlar şimdi yataklarında...” dedi...

***

Babasıyla başbaşa kaldığında; çocukların Beşiktaş’da kendisinden daha fazlasını yaşayacaklarını düşünüp, mutlu oldu Gazeteci...

Zafer adım adım gelmeye başlamıştı... Beşiktaş tarih yazıyordu...

Muhteşem sıfatlarına “sinyor” sıfatını da eklemeye hazırlanıyordu...

***

Zor bir elli yılı geride bırakıp bugünleri görebilmek; Tanrı’nın Gazeteci’ye bir hediyesiydi...

İkiz çocuklarının dünyaya geldiği yıl; Beşiktaş iki şampiyonluk kupası almıştı... Manevi kızına “tek başına babalık yapmaya başladığı yıl”; Beşiktaş yine şampiyon olmuştu...

Tanrı Gazeteci’yi ödüllendiriyordu...

Çocukları ve babasıyla ma-aile...

Yazının devamı...

Gazeteci’nin sevdiği şehirlerin kadınları...

Şehirleri gezmek güzeldi...

Ama şehirleri gezerken, şehrin öz kadınlarını gezmeniz gerekirdi...

Kiralık aşklar değil...

Kirasız gerçek; sahici sevgililer edinmek beklenirdi...

***

Cite-Universitaire’de, bohem bir öğrenci odasında kalmayan bir erkek; Paris’li bir kadını tanımış olmazdı Gazeteci’ye göre...

***

Ambelokipi’nin arka sokaklarında gecenin bir yarısından sonra kız arkadaşının adresini aramamış bir adam; kendisini Atina’yı yaşamış da sayamazdı; Gazeteci’nin hayat felsefesine göre...

***

Berlin’de, yıllar sonra gördüğü sevgilisinin evinde; onun hayatının en intim sırlarını paylaştıktan sonra, bir mum ışığında şarap içmemiş bir insanın; “Berlin’i yaşadım...” demesini kabul etmezdi Gazeteci...

***

İlk gençlik aşklarından birini; Londra’nın sonsuz parklarının, başı sonu belli olmayan yeşilliklerinden birinde; kallavi bir ağacın gölgesinde yaşamayan kişiye; “Londra’yı bilir” demezdi Gazeteci...

***

Gazeteci’ye göre; bir şehri bir erkeğe içselleştiren...

Şehri; kendi şehri yapıp sevdiren;

O şehirde rastlayacağı, onunla kendi şehrini paylaşacak; bir kadındı...

***

O ‘kadın’ı tanımadan; hiçbir şehri tanıyamazdı erkek...

Hayatında; “şehrin içinden gelen o kadın olmamışsa“ o şehir erkeğin şehri addedilemezdi...

***

Islak bir Londra akşamında; muşambalarla kaplı soğuk bir evde yaşamayan bir erkek...

***

Kimona’nın katlarını sevgilisinin üzerinde görmeyen, sevgilisinin üzerinden çıkartmayı öğrenmeyen bir erkek; Tokyo’yu da bilmezdi...

***

Tokyo’da randevu evlerine Türk Hamamı denirdi...

Gazeteci’ye göre; Japon sevgili yerine Türk Hamamı’na giden bir erkek; Japon sevgiliyi değil randevu evlerini ziyaret etmiş olurdu...

Japonya’yı, kadınını ve kültürünü değil; randevu evi kültürünü geliştirirdi...

***

Londra’da telefonla telekız çağıran sosyete erkeği;

İngiltere’den çok, kapitalizmin vardığı son noktayı deneyimlerdi...

O nokta Londra değildi...

O nokta randevuevlerinin kadın borsasıydı...

***

Likavitos tepesinde “sevgilinin sıcak evi ve kokusu yerine“, Voukurestiou’da Mavi Pansiyon’un kadınlarını; dolar karşılığı kiralayan erkek; Yunanistan’ı değil, kadın pazarlayan; “fuhuş pazarını” anlamlardı...

***

Bois De Boulogne’de; arabayla seyir halinde talep edilen “vizite”li kadın; Pont Neuf üzerinde Paris’li sevgiliyle yapılan öpüşmenin sıcaklığından uzaktı...

Bois De Boulogne caddelerindeki şişme bebekler “şişirilmiş güzellikleri“ sunsa da, “sevişmenin sahici ruhsal doyumunu“ veremezlerdi...

***

Berlin; Kurfürstendamm ya da kısa adıyla Ku’damm’da; yol boyu müşteri arayan randevu evi kadınlarıyla “cazibeli bir turistik resim” verilebilirdi...

***

Ancak Platz Der Luftbrücke’deki bira festivalinde “öpüşülen sevgilinin” dudaklara kattığı sıcaklık, festivali, birayı ve Berlin’i insana sevdirirdi...

***

Uzun uzun öpüştüğü; o kadın; anılarıyla saklı kalır; Berlin’i İNSANA; kendi şehri haline getirirdi...

***

Şehirler gerçektiler...

Gerçek insanlarla; sahici ilişkilerle; vücut bulurlardı insan ruhunda...

***

Hayatı ve şehirleri aşksız yaşayanlar; kiralık aşklarla erkeklik taslayanlar;

Hakikati ıskalar...

Gerçeği yaşamaz...

Kenti özümsemez...

Ülkeyi hissetmez...

Kültürü anlamaz...

“Kadının ruhunu“ ve hayatın mozaiğini çözemezdi...

*****

GAZETECİ’NİN ŞEHİRLERİNİN ŞARKILARI...

Gazeteci’nin şehirleri, şehirlerin yaşanmış ya da yaşanacak kadınları ve şehirlerin unutulmaz şarkıları vardı...

***

Şehirler; o şarkılar olmadan yaşanamazdı...

Eleni çalmadan Atina;

Sous le Ciel de Paris Belle çalmadan Paris; Grande Amore çalmadan Venedik, Roma;

Lily Marleen çalmadan Berlin;

Shape of My Heart çalmadan Londra;

My Way çalmadan Newyork yaşanmazdı...

*****

ELENİ... HARİS ALEXİOU... ATİNA...

Sihirli bir dünyada yaşıyoruz

Geçmişte olduğu gibi Akropolis ve Likavitos tepesi ile...

Balkonlar siyasi bülbüllerle dolu...

Vaatler ve aşklar ve rengarenk balonlar... Mutlu yıllar için

***

Ve sen Eleni...

Ve her Eleni...

Atina şehirlerinin uyuyan güzeli

Bilmelisin ki hayatın arananlar listesinde

Yunanistan için ölmek başka bir şeydir...

Ve ölmek başka bir şey...

***

Ve sen Eleni...

Ve her Eleni...

Atina şehirlerinin uyuyan güzeli...

***

Sihirli bir dünyada yaşıyoruz

Dolambaçlı yoldan seni oyunun içine sokmak, hayatını daha güzel yapacağına söz verip, ruhunu tahrip etmek için çalışırlar bu dünyada...

***

Ve umutların acılarını kontrol etme noktasına gelip çattığında

Sadece bu durum gelip çatmaz tatlı sözlerle eliyle alıp götürür seni ve seni Yunanistan’ın efendisi olarak vaftiz eder...

***

Ve şu anda sen, kadehini kaldırıp işlerin değiştiğini söylediğinde

Senin aşkını koparır ve senden çalar... Üzerinde harakiri yapar...

***

Ve sen Eleni ve her Eleni...

Atina şehirlerinin uyuyan güzeli...

Yazının devamı...

“Ne kadar çok insan; ne kadar az insaniyet var...”

İnsanların seni sevmesi, sana saygı göstermesinden çok daha önemli...

Saygı mecburi olabilir...

Ama sevgi yürekten gelir...

La Edri

***

Hayatın değişmez kanunu;

Basit insanlar hep ilgi ve alaka görür...

Kaliteli insanlar hep yalnız olur...

R. Will

***

Kişilikli olmak, kimse görmediği zaman da doğru olanı yapmak demek...

J.C. Watts

***

İnsan yaşlandıkça anlıyor ki; kendi kayığını kendin çekmezsen bir yerlere gidemiyorsun...

Katherine Hepburn

***

Sen benim bu alemde ünümü duymadın mı hiç?..

Ben bir hiçim, hiç!..

Hazreti Mevlana

***

Güzellik hoşa gider...

Zeka eğlendirir...

Duygusallık coşku verir...

Oysa kişileri birbirine bağlayan iyiliktir...

F. de La Rochefoucauld

***

Kendi halinde olmak güzeldir...

Bu kadar hal bilmezin arasında... Sadi

***

Kalem eğri dilli...

Mürekkep silah yüzlü...

Kağıt iki yüzlü...

Şimdi kalkıp arzuhalimi

yazmaya kimi mahrem kılayım?..

Yunus Emre

***

-”Neden kötü davrandın?..

-İnsanoğlu Hocam; iyi davranınca çabuk unutuyor...”

Kelebeğin Rüyası

***

Ne kadar çok insan; ne kadar az insaniyet var...

Robert Zend

***

Olur biter...

Geçer gider...

Ama canımı yaka yaka... Yutkunduğum şeyler var... Cahit Sıtkı Tarancı

*****

“GÜÇLÜ OLMAYA BENDEN DAHA ÇOK İHTİYACIN VAR...”

Dostumsan yanımda; düşmanımsan karşımda ol... Ortada bir yerde isen, benden uzak ol... Bukowski

***

Hiçbir zaman bir başkasına tüm benliğinle güvenme... Çünkü hiç kimse sana tüm benliğiyle görünmez... Pablo Neruda

***

Kahverengi dallardan; pembe çiçekler açtığına göre, ümitsizliğe gerek yok...

Mevlana

***

Etrafımız o kadar çirkefle dolu ki; temiz kalmak için tek çare, kendi dünyamıza çekilmek...

Sabahattin Ali

***

Güçlü olmaya benden daha çok ihtiyacın var... Çünkü haksız olduğunu; kalbinin bir yerinde biliyorsun...

***

İnsan zamanı durdurduğu yere aittir...

Amelie

***

Döndüm arkamı sana... Sen sırtımdan vurmayı seversin...

Yüzüm ağır gelmesin...

Atilla İlhan

***

Tek pişmanlığım kelimelerimi bile haketmeyen insanlara, saatlerce cümle kurmaktır...

İlhan Berk

***

Sana ışık tutanlara, sırtını dönersen göreceğin tek şey kendi karanlığındır...

***

Bunca vefasızlıktan sonra, bazılarının ederi kalmadı artık gönlümde...

Kaça deseler hiçe sayarım...

Özdemir Asaf

***

Özü sözü doğru olanların ortak yönü de budur... Karşısındaki kişinin de içten konuştuğunu sanırlar...

Khaled Hosseini

***

Anılar insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir...

Fakat aynı zamanda lime lime de edebilirler...

Haruki Murakami

***

Kızgınlık gürültülüdür...

Kırgınlık sessiz...

***

Mesele o insanın sana neler verebileceği değil yeğen...

Mesele senin için nelerden vazgeçebileceği...

Ramiz Dayı

***

Yüreğim konuşurken; ben susmayı beceremem... Dostoyevski

***

Evet önümüz bahardır biliyorum...

Leylaklar açacak biliyorum...

İyi şeyler de söylemek gerek biliyorum...

Biliyorum da...

Şimdilik bağışla...

Turgut Uyar

*****

“GERÇEK DEĞER; GELMESİ BOŞLUK DOLDURAN DEĞİL; GİTMESİ BOŞLUK YARATANDIR...”

Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz bir insandır...

Milan Kundera

***

Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır...

Özdemir Asaf

***

Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti...

Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti...

Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti!

Yunus Emre

***

Bazen tek eksik, ‘sana inanıyorum’ diyen birinin olmamasıdır...

Leyla ile Mecnun

***

Hayatta unutamayacağınız en büyük pişmanlık, pişman olurum diye yapamadıklarınızdır...

Tolstoy

***

İnsan kendisini sessizce kaybeder...

Kaybettiği başka her şeyi fark eder...

Kendini kaybettiğini anlayamaz...

Kierkegaard

***

Korku seni tutsak eder; umut ise özgür kılar...

Esaretin Bedeli

*****

“BENİM DE KALBİM BOŞ ARTIK... TIPKI SİZİN BEYNİNİZ GİBİ”

Hayat hep böyle zor mudur, yoksa sadece çocukken mi, böyle görünür?..

-Hep böyledir... Leon

***

Anladım ki insanlar;

Susanı korkak...

Görmezden geleni aptal...

Affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar... Yanılıyorlar...

Şems

***

Bir ara insanları anladığımı sandım...

Sonra sandığımı anladım...

Sigmund Freud

***

Fazla fedakarlık; fazla vefasızlık getirir...

Ts Eliot

***

Bazı hataları erken yapmanın hayatınıza çok büyük yararları olur...

Huxley

***

Yaşam boyunca herkes birini bulur...

Ama birbirini bulmak çok az insana nasip olur...

***

Biraz vicdan, biraz bahar,

Biraz yağmur biraz hayal,

Birkaç kitap, çokça umut,

Herkese iyi gelir.

Farid Farjad

***

Oysa ki bayım; siz bir sebze bile olamazsınız...

Çünkü enginarın bile bir kalbi vardır...

Amelie

***

Aslında insanların gerçek yüzleri her zaman ortadadır...

Sadece bakmakta ve anlamakta geç kalırsın...

Bukowski

***

Benim de kalbim boş artık...

Tıpkı sizin beyniniz gibi...

Charles Bukowski

***

Asıl marifet buluttaydı...

Ama herkes yağmura şiir yazdı...

Cahit Zarifoğlu

Yazının devamı...

“Affetsin beni gazetecilik...”

Gazeteci’yi, çevresindeki bütün meslektaşlarından ayıran birçok önemli özellik vardı...

***

Gazeteci; hayatı boyunca “gazetecilik mesleğinin dışında, resmi çalıştığı kurumlar haricinde” hiçbir kurumla, dernekle, örgütle, resmi kuruluşla, gayr-i resmi grupla, “Gazeteciler Cemiyeti” de dahil hiçbir mesleki organizasyonla bağlantıya girmemişti...

***

O; hiçbir yere üye olmazdı...

Hiçbir topluluğun, derneğin, örgütün, kuruluşun bir parçası haline gelmezdi...

Aidiyetsiz yaşardı...

Gazeteciydi o...

Tarafsız, objektif kalabilmek, olaylara bir adım yukarıdan bakabilmek için bir yerin aidiyetini taşımayı kabullenmezdi...

Yalnız takılırdı o...

Onun adına “Gazetecilik” diyordu...

***

Kişisel içtihadını oluşturan bir kuralı; hayatında sadece bir kez; uzun uzun düşündükten sonra bozmuştu...

SHOW TV’yi yönettiği yıllardı...

***

Bütün Türkiye onun haberciliğini konuşuyordu; oysa o, televizyoncular derneğine bile üye olmuyordu...

Hayatında “ailesi ve ülkesi dışında” gazetecilik kadar önemsediği, benimsediği bir şey daha vardı...

6 yaşından itibaren renklerine aşık olduğu Beşiktaş’tı bu...

***

Ancak Gazeteci; mesleği olan gazeteciliği o kadar kutsamıştı ki; “hayatının nirengi noktası Beşiktaş’a kongre üyeliğini bile; “gazetecilik ilkelerine aykırı olabilecek, gazetecilikteki tarafsızlığını etkileyebilecek” bir şey olduğunu düşünmüş; Beşiktaş’a resmi üye olmaktan kaçınmıştı...

***

Askerlik arkadaşı Serdar Bilgili, Beşiktaş’a ikinci kez Başkan seçildiğinde; siyah beyaz üyelik kartını kulüpte hazırlatmış Gazeteci’ye direkt göndermişti...

***

Gazeteci eline kartı aldığında; uzun uzun olayın kişisel muhasebesini yapmış;

“Hayatta hiçbir şeye üye olmadım... Gazeteciler Cemiyeti’ne bile... Ama Beşiktaş’a üyeliği reddedersem, bunu hayat boyu kendime izah edemem... Beşiktaş konusunda “Gazeteci” olamayacağım... Affetsin beni “Gazetecilik...” demişti içinden...

*****

“FUTBOL VE “PARANIN OYNAK YÜZÜ...”

Hayatın garip bir cilvesi; Gazeteci; Beşiktaş’ın resmi üyelik kartına sahip olduktan hemen sonra; 25 yıla yakın aktif sürdürdüğü gazetecilikte, “haber genel yayın yönetmenliğinden ayrılıyor”, haberciliğin yerine yazarlığı, yorumculuğu ikame ediyordu...

***

Aktif habercilik yapmadığından, “Kulübü’nün kongre üyeliği” ona artık “gazeteciliğe ihanet olarak gelmiyordu...”

***

Beşiktaş’a üyelikle başlayan hayatın; onu gazetecilikte hiç tatmadığı, bilmediği yepyeni bir dünyayla tanıştıracağının farkında değildi...

***

Beşiktaş’lıydı...

Tribünü iyi bilen bir Beşiktaş’lıydı...

Ancak “kongre üyeliğiyle başlayan, spor yorumculuğuyla devam edip; Beşiktaş’ın yönetim kurulu üyeliğine varan süreç” onu; dışarıdan “futbol dünyası gibi görünen, içinde ise hayatın her rengini barındıran” bir kaleidoscope’un renkli dünyasıyla tanıştırıyordu...

***

Futbolun profesyonel dünyası, kulüpler, futbolcular, teknik adamlar, yorumcular, yöneticiler, Başkan’lar, Federasyonlar; yıllar yılı binlerce olayı izlerken; gazetecilikte öğrenemediği şeyleri öğretecekti Gazeteci’ye...

***

Takım taraftarı olmak başka; futbol dünyasının profesyonellerinin içindeki; dünyayı anlamak çok başkaydı...

Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildi...

O “Gazetecilik”te her şeyi öğrendiğini zannediyordu...

***

Futbol dünyasının içini yaşamamış bir hayatın; “fazlaca bir şey bilmesi imkanı olmadığını” hiç bilmiyordu...

***

İlişkiler çok esnekti bu dünyada...

Düşmanlıklar, dostluklar, kalıcı değil, iş dünyasının “pragmatik” kurallarıyla, “futbol oyunun birarada oynamayı gerektiren elastiki anlayışının” birleşiminden oluşuyordu...

***

Ortada yüz milyonlarca dolar döndüğünden, paranın insana hakim olan “oynak yüzünü” de görebiliyor, yaşayabiliyordu Gazeteci...

***

Futbol asla sadece futbol değildi...

Gerçekte futbolun dışındaki her şey futbolun kendisinden daha önemliydi...

***

Gazeteci; hayatın bu muhteşem dersini, gazetecilikten ziyade, çocuklukta aşık olduğu renklerin ait olduğu kulübün üyeliğinde başlayan süreçte kavrayabilecekti...

Çok sevdiği Beşiktaş ona; hayatın en önemli katkılarını ve en muhteşem derslerini öğretmeye hazırlanıyordu...

*****

TAYFUR HAVUTÇU’NUN HAPSE GİRMESİYLE SÜLEYMAN SEBA’NIN ÖZ YEĞENİ OLMASI ARASINDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞ...

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ı; bir gazeteci olarak tanırdı...

Oturmuşluğu, yemek yemişliği, sohbet etmişliği vardı...

Fenerbahçe’nin önceki Başkanları;

Ali Şen gibi...

Metin Aşık gibi...

***

Galatasaray’ın Başkanları; Faruk Süren; Özhan Canaydın; Mehmet Cansun; Adnan Polat’la çok yakın dostlukları vardı...

***

Ancak bunların hepsi Gazeteci-Futbol Kulübü Başkanı dostluğuydu...

Şimdi yeni bir dönem başlıyordu...

O da kulüp yöneticisi oluyordu...

Gazeteci olarak kurduğu dostluklar ve ilişkiler; yeni bir yöne kayıyordu...

***

Artık “Aziz Yıldırım istifa” sesleri geldiğinde, tribündeki taraftar tepkisinin çok ötesinde “perde arkasında oluşturulan senaryoları” görebilecekti...

***

Fatih Terim’in iki sene üste şampiyon yaptığı Galatasaray’dan nasıl apar topar gönderildiğini başka türlü yaşayacak; Süleyman Seba’nın neden “Şerefli İkincilikler bize yeter!..” dediğini öğrenecekti...

***

Tayfur Havutçu’nun şike davasında içeri alınmasıyla Süleyman Seba’nın özyeğeni olması arasındaki görünmez bağın nasıl bir şey olduğunu da bu dünyanın içinde yavaş yavaş öğrenmeye başlayacaktı Gazeteci...

Yazının devamı...

Hırsızlar evi soymaya değil; özel kasayı almaya gelmişlerdi...

Gazeteci’nin evindeki özel kasası monte edildiği dolaptan çıkartılarak götürüldü...

Bir Pazar öğleden sonrasıydı...

Hırsızlar Gazeteci’nin o sıralarda Pazar günleri öğle saatlerinde “evden çıktığını ve evde kimselerin olmadığını” tespit etmişlerdi!...

***

Gazeteci her Pazar öğlen, annesini, babasını, üç çocuğunu alıyor; ailesini yemeğe götürüyordu...

Pazar öğlen yardımcılar da küçük çocuklarla, yaşlı anne babanın yanında oluyor; Pazar birkaç saat evde hiç kimse olmuyordu...

***

Özel kasa hırsızları! her nasılsa bu durumun farkındaydılar!..

Pazar günü, ev ahalisi yemeğe çıktıktan sonra, eve giriyor; gayet stratejik bir noktada bulunan camı kesiyor ve evde hiçbir şeye dokunmadan direkt olarak üst kattaki dolabın içinde bulunan kasaya yöneliyorlardı...

***

Evin herhangi bir tarafında, en ufak bir düzensizlik, en ufak bir arama, dağıtma faaliyeti görünmüyordu...

Ev o kadar düzenli bırakılmıştı ki; Gazeteci evin soyulduğunu neden sonra, pasaportlarını almak için kasaya yöneldiğinde fark etti...

***

Kesilen camdan, biraz soğuk hava geliyordu; Evdeki fark; kesilen camla, dolaptan sökülerek alınan özel küçük kasaydı...

***

Kasada Gazeteci ile anne babası ve çocuklarının pasaportları vardı...

Amerika’ya gitmelerine çok az bir zaman kalmıştı... Amerika vizeli pasaportlar uçup gittiler...

Anne ve babasının yeşil pasaportları vardı kasada... Onlar da alınmıştı...

Üç yıl sonra hayata veda edecek anneciğinin son pasaportu hırsızlar tarafından götürülmüştü...

***

Ruhsatlı silahını da almışlardı hırsızlar... “Kendisine yönelik yapılan kirli ve derin operasyonlar hakkında tutmuş olduğu belgeler ve kayıtlar” da uçup gitmişti... Banka hesapları, kendisine karşı yürütülen kirli oyunu ortaya çıkartan belgeler de ustaca alınıp kasayla birlikte götürülmüştü...

***

Nokta atışı bir “hırsızlık” vakasıyla karşı karşıyaydı... Hırsızlar “evi soymaya gelmemişlerdi...”

Kasayı almaya gelmişlerdi... Evde dokunulmayan bütün eşyalar; bu durumu bütün açıklığıyla gösteriyordu...

***

Gazeteci; bilgisayarlarının çalınmasından sonra, özel kasasının bir Pazar öğle saatlerinde evinden götürülmesini; alelade bir hırsızlık vakasına bağlamayacak kadar akıllıydı...

***

Operasyon kesintisiz yürütülüyordu...

Dört bir yandan taraftan saldırılırken; Gazeteci en hassas yerlerinden savunmasız bırakılıyordu...

*****

ÜNLÜ SES SANATÇISININ İFADESİNİN YOK OLDUĞU DOSYA...

O sıralarda; “filmlerde görse, senaristle ve yönetmen amma da abartmış” diyeceği bir sahneyi kendi hayatında yaşayacaktı...

***

Minik çocuklarının annesinden ayrıldıktan sonra; bir aydan fazla göremediği çocuklarını görmek için dava açmıştı Gazeteci; çok ünlü bir avukatı tutarak...

***

O güne kadar adı bu davalarda çok sık görülen avukat; sonraki yıllarda televizyon ünlüsü Acun’un boşanmasında eşinin avukatı olarak sahneye çıkacak ve büyük tazminatlar kazanacaktı...

***

Gazeteci’nin çocuklarını görme hakkına kavuşabilmesi için; eski hayat arkadaşı ve manevi çocuğunun annesi; “gazetecinin nasıl bir baba olduğunu” anlatan yazılı; bir ifade vermişti mahkemeye...

***

Bir yıl sonra; taraflar anlaşınca, dava karşılıklı olarak çekilmişti...

Gazeteci bir süre sonra ünlü avukattan “dava dosyasını vermesini” istedi... Gazeteci bir arkadaşıyla dava dosyasını almak için buluştuklarında; dosyada ilginç bir şekilde “ünlü ses sanatçısının babalığıyla ilgili yazılı ifadesinin olmadığını” gördü...

***

Avukatlar; Gazeteciye imzalamasını istedikleri bir belge hazırlamışlardı...

Belgede; “Dava dosyasını avukatlardan aldım...” ifadesi yazıyordu...

***

Gazeteci; bir zamanlar aynı gazetede çalıştığı hanım meslektaşının önünde; “Eski hayat arkadaşım ses sanatçısının ifadesi dosyada yok... O ifade olmadan, dosyayı almayacağım... O da gelsin öyle alacağım...” dedi...

***

Bunun üzerine bürodan gelen görevli avukatlar dosyaları alıp gittiler...

***

Ortak protokol hazırlanıyordu; o sırada... Kafası dolu olduğundan; dosyaların eksiksiz olarak avukat tarafından gönderilmesini beklemekten başka bir şey yapmadı Gazeteci...

***

Üzerinden aylar geçti ve nihayet ünlü avukata “dosyaları, kendisine ya da yeni avukata vermesini” istedi...

Ünlü avukattan; cevap geldi...

Ünlü avukat, yeni avukata dosyaları verdiğini söylüyordu...

Gazeteci yeni avukatı aradı...

Yeni avukat; eski avukatın herhangi bir dosya vermediğini söylüyordu...

***

Gazeteci; tenis topu gibi bir o avukat, bir bu avukat arasında dönüp dururken; yeni avukat;

-“Madem vermiş... Aldığıma dair imzalı belgemi göstersin kabul edeyim...” dedi... Böyle bir belgesi yoktu ünlü avukatın...

***

Bir kişi tarafından taşınması bile zor olan iki kalın dosya ortadan kaybolmuştu... Ünlü avukat bir süre sonra, bu kez “dosyayı Gazeteci’ye verdiğini” iddia etmeye başladı...

Avukattan hukuki konuşma dilini öğrenen Gazeteci;

-“Peki nerede benim aldığıma dair imzalı kağıdım...” diye sordu...

Böyle bir kağıt yoktu doğal olarak...

***

Dosya yok olmuştu...

Ünlü ses sanatçısının, kızına yaptığı babalıktan sonra; eski hayat arkadaşının “baba”lığıyla ilgili “yazılı ifadesinin de kayıplara karıştığı gibi...”

*****

KUMPAS SUÇU...

Pasaportlar, kişisel bilgiler, banka belgeleri, resmi yazılar, kirli kumpasları ortaya çıkartan dokümanların sonra, çocuklarının davasındaki koskoca dosya ile ünlü ses sanatçısının “babalığıyla ilgili ifadesi de” yoklar kervanına katılıyordu...

***

Bir taraftan kirli bir operasyon; diğer yandan Gazeteci’yi savunmasız bırakacak hırsızlık olayı ve çocuklarla ilgili dava dosyasının, avukat bürosunda kaybolması vakası...

Her biri başlı başına bir suçtu...

***

Olayın tamamı ise; aralarındaki bağlar ortaya çıkartılırsa; “kumpas suçunun, onlarca defa tekrarından oluşan ağır suçlar kapsamına” giriyordu...

***

Bunca olaydan sonra o sırada yapacak tek bir şey kalmıştı;

-“Boşver...” dedi Gazeteci içinden...

-“Tanrı senin çocuklarına temiz duygularla ‘baba’lık yapmanı arzuluyor...

Bunun önünde hiçbir operasyon duramaz...

Senin; herhangi bir derin merkezle hiçbir derin operasyonun içinde olmadığını Allah biliyor... Hiçbir güç, bunun böyle olduğunu anlatamaz...

Allah; senin temiz duygularının arkasında olacak... Takma kafaya... Her şey zamanı gelince çıkacak ortaya...”

Yazının devamı...

Laikleri hapse attırmaya çalışan laikler! Kimler?..

28 Şubat günlerinde Hasan Karakaya’ya yapılan kumpası fark ediyor Gazeteci... Yıllar sonra; 28 Şubat soruşturmasında bu kez Hasan Karakaya; Gazeteci’ye yönelik yapılan “içeri attırma kumpasının” belgesini veriyor Gazeteci’ye...

***

Gazeteci; bu olayı açıklayınca bir arkadaşı ona mesaj atıyor;

-“Bunları yazman şart mıydı?..” diye...

***

Ona göre; “siyasi islamcılar,” Gazeteci’nin yazdıklarını kullanabileceklerinden, bu tür yazıları laik yazarların yazması sakınca teşkil ediyor...

***

Bu yazılardan siyasi islamcılar yararlanırken; laikler yaralanıyor!..

Oysa Türkiye’de 14 yıldır; muhafazakar iktidarın çeşitli sacayaklarını tutan “her kaba girebilen şekilsiz amibler” hayatı laiklere zindan ediyorlar...

Köşebaşını tutan o amibler esasen “laikler!..” Sadece kişisel mesleki hırs ve intikamları için, “suçsuz, günahsız laikleri” muhafazakar iktidar üzerinden içeri tıkmaya çalışıyor?..

***

Bunlar her kaba girebilen laikler!...

Gerçekte laik değil, laik gözüken insan celladı bukalemun onlar...

***

En gaddarları, en acımasızları, “muhafazakar bir iktidarı kullanarak” onların ideolojik hammaddesini; manipüle edip kendilerine “cellat esvabı” dikerek, günahsız insanları “yok etmeye” çalışıyorlar...

***

Suçsuz insanları mesleklerinden ediyorlar... Çocuklarını ellerinden almaya çalışıyorlar...

Günahsız insanlara; “insanlık suçu işlemekten” imtina etmiyorlar...

Gaddar olanlar onlar...

Onlar gerçekte laik değiller!..

“kumpas kuran” bir çete onlar...

*****

KASA HIRSIZLARI...

Gazeteci’nin evinde 6 adet hırsızlık vakası meydana geliyor arka arkaya...

Evdeki ilk hırsızlık vakası; 2006 yılında oluyor...

***

Sonraki yıllarda başlayacak “korku filmini andıran” hırsızlık vakalarının arka arkaya “devam edeceğini”, Gazeteci’yi bir taraftan yıldırmaya çalışırken, diğer yandan bütün özel belgelerini ve notlarını, arşivini yok edeceğini bilmiyor Gazeteci...

***

Son birkaç yılda “kendi memleketinde onu yaşatmaktan soğutmak için hayatı zindan eden olaylar zinciriyle” karşı karşıya kalıyor...

Evi altı kez soyuluyor...

Sonuncusunda; “evin içinde, dolaba montelenmiş kasayı bile söküp götürüyorlar...”

***

Kasa; zorunlu ailevi ihtiyaçlar için; tutulan beş on bin liranın dışında, bir nakdin olmadığı bir kasa.

***

Boyutları küçük; büyük paralar tutmaya müsait değil...

Eve giren hırsızlar; sadece kasayı almak için giriyorlar, kasayı söküp götürüyorlar...

O kasanın içinde “önemli bir paranın olmayacağını biliyorlar...”

***

Ancak sırf o kasayı almak için, camı kesip eve giriyor ve hiçbir şeye dokunmadan o kasayı alıp gidiyorlar?..

***

Bütün ailevi belgelerin, Gazeteci’nin ruhsatlı silahının; kendisine yönelik “saldırı ve operasyonlara ait belgeler ile karşı belgelerin bulunduğu; elde ettiğim birikimlerin evraklarının olduğu belgelerin hepsini alıp götürüyorlar...”

*****

“ÇALDIĞIMIZ BELGELERİ ALMAK İÇİN 20 BİN LİRA DAHA GETİR...”

Kasayı alıp giden, ruhsatlı silahı, pasaportları, belgeleri, özel evrakları alıp götüren hırsızlar bir süre sonra Gazeteci’ye bir mail atıyorlar:

Silahtan söz etmeden;

-“Belgeleri almak istiyorsa,

20 bin lira daha para götürmesini” istiyorlar...

Ve ekliyorlar;

-“Eğer, yanlış bir iş yapacak olursa, hiç istemeyeceği sonuçların oluşacağı” tehdidini yaparak...

*****

HAPSE TIKTIRMA OPERASYONU...

Çocuklarını sessiz sedasız büyütmeye çalışır, gazetede yazılarına devam ederken; Ünlü “Game” (Oyun) filminin benzeri bir “korku senaryosuyla” karşı karşıya bırakılıyor Gazeteci...

***

Hiçbir ilgisinin olmadığının resmi belgelerle tescillendiği bir davadan içeri aldırmaya çalışıyorlar onu...

Bunu yapanlar; esasen o davada konu olan olayların arkasındaki gizli güçler...

20 yıl sonra kim olduklarının maskesi, belgeleriyle ortaya çıkıyor...

Mağdur zannedilenler; olayın baş aktörleri...

***

Ünlü bir sanatçıya yapılan “bütün belgeleri Gazeteci’de mevcut” derin bir operasyon ve kamusal linci; onun üzerime ihale edip, “üzerinde yaratacakları kin ve öfkeyle bir linç kampanyası” oluşturuyorlar...

***

Kumpas çok ağır bir suç...

Gazeteci’nin üzerinde, bu ağır suç onlarca kez işleniyor...

Bu işlerin içinde “parasal bağlantılı çok kirli ve derin ilişkiler” bulunuyor...

***

“Bu kirli parasal ve kişisel rant hesaplarının üzerinden, Gazeteci’ye yönelik kin ve öfke yaratılarak, taammüden, suç işleniyor...”

***

Gazeteci’ye ünlü bir ‘kabadayı’ adına sahte ‘ölüm mesajları’ gönderiliyor...

Birileri “binlerce lira para ödemezse öldürüleceği”ni söylüyorlar Gazeteci’ye... Ünlü ‘kabadayı’nın bu işlerle hiçbir ilgisinin olmadığını kendisiyle bizzat konuşarak tespit ediyor Gazeteci...

***

Evi altı kez soyuluyor...

Bilgisayarları çalınıyor...

Özel evraklarının olduğu kasa götürülüyor... Evraklarının kayıtları tutulduktan, kopyeleri çıkartıldıktan sonra; “Ona 20 bin lira göndermezse çok kötü olacağı” notu düşülüyor...

*****

MAHKEME DOSYASI YOK EDİLİYOR...

Bununla kalmıyor...

Aile hayatının türbülanstan geçtiği günlerde;

“Medyada korkunç koro onu; çocuklarından ayrı bırakmak için”, inanılmaz bir kampanya yürütüyor...

Kampanyaya dayanamayan babası; beyin kanaması geçiriyor, sol bacağı sakat kalıyor...

***

İçeri aldırmaya uğraşıyorlar...

Kendi linçlerini gizleyerek; onu linç ettirmeye çalışıyorlar...

Çocuklarından onu koparmak için açılan davaların “bütün dosyaları meçhul bir şekilde avukatın bürosundan yok oluyor...”

Koskoca dosya “yok” deniyor...

“Kime verildiği belli değil;

Kimin aldığı belli değil” deniyor...

***

Bu arada; eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e; Gazeteci’nin de içinde bulunduğu 8 gazeteciyle eski Cumhurbaşkanı’nın görüşmemesi için telkinde bulunuluyor...

*****

50 YAŞINDA KABUS GİBİ OYUN...

Game (Oyun) filmi, başarılı ve zengin bir iş adamına (Michael Douglas), 50. doğum gününde erkek kardeşinin “doğum günü hediyesi olarak verdiği” korkunç bir “hediye”yi anlatıyor...

İşadamı “kendisine yeni bir hayat ve macera yaşatacağını söyleyen bir şirketin” elemanlarınca, “korku filmini andıran bir senaryonun içine sokuluyor...”

***

Evini, parasını, şirketlerini, kariyerini, ismini her şeyini kaybediyor filmde; Michael Douglas...

O kadar zavallı bir duruma düşüyor ki, film boyunca izleyiciye “ölse de bu azaptan kurtulsak” duygusu hakim oluyor...

***

Gazeteci; filmi izlediğinde; filmin gerçek hayattan esinleneceğini, onun da başıma 50 yaşına girdiğimde böyle bir “kabus”un geleceğini bilmiyor...

***

Filmden o kadar olumsuz etkileniyor ki; birçok filmi birkaç kez izlemesine rağmen, Game filmini bir daha hiç izlemiyor...

Filmin kendisini bizzat ve birebir yaşayacağını bilmiyor o sırada...

***

Fark sadece şu;

Filmi izlerken, onun bir film olduğunu biliyor...

Buna rağmen, filmi izlerken korkuyor...

Yaşadıkları bir film değil; gerçek...

Karşısındakiler onu gerçekten yok etmek istiyor...

***

Acı olan; bu cellatların kendilerini laik olarak adlandırmaları...

Kamuoyunda öyle bilinmeleri...

***

Gazeteci; yazdıklarından yararlanacakları ya da yara alacakları düşünmüyor...

Yaşamın cellatlaştırdıklarını deşifre ederek, laik ya da İslamcı, demokrat ya da cumhuriyetçi, liberal ya da sosyal demokrat tüm insanlığın bir nebze rahatlamasını ve özgürleşmesini savunuyor...

Yazılara intikam için değil, hayata değer sunmak için devam ediyor...

Yazının devamı...

“Beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz...”

Hayat aldığınız nefeslerde değil; nefesimizi kesen anlarla ölçülür... (Hitch)

***

Eğer sevdiğimiz kişiler bizden çalınmışsa, onları uzun yaşatmanın yolu, onları asla sevmekten vazgeçmemektir...

Binalar yanar, insanlar ölür, ancak gerçek aşk ölümsüzdür...

(The Crow)

***

Birlikte olmayı hak etmeyen milyonlarca insan yan yanayken, ben neden hala senden ayrı nefes alıyorum...

(City of Angels)

***

Aşk ne unvan tanır; ne zenginlik... Bir kraliçeyle; bir kralı oynayan soytarı arasında da alevlenebilir...

Shakespeare in Love)

***

Jenny ve ben; köfte ve patates gibiydik...

(Forrest Gump)

***

Aptal gibi gözükmeye razı değilsen; aşık olmayı hak etmiyorsun demektir...

(A Lot Like Love)

***

Aşka tamamen teslim olana dek onun ne olduğunu asla bilmeyeceksin...

(Fools Rush In)

***

Bazen en uzun yolculuk, iki insan arasındaki mesafedir... (The Painted Veil)

***

Beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup; aşk sanıyorsunuz...

(Othello)

***

Ben senin hayatının bir bölümünde yer aldım...

Ama sen benim hayatımın tamamıydın... (P.S. I Love You)

***

Bir insan birisiyle yaşlanmalı...

Birisi yüzünden değil...

(Lethal Weapon 3)

***

Birbirimiz için yanlış kişiler olduğumuzu söyleme...

Biz başka hiç kimse için doğru kişiler değiliz... (The Cutting Edge)

***

Eğer aşk bir seçenek olsaydı, bu kadar keskin bir acıyı kim seçerdi?..

Anna And The King)

***

Gerçekten verecek sevgim var... Ama verecek kimsem yok... (Magnolia)

***

Hayatta en zoru, birinin seni sevmesine izin verecek cesarete sahip olmaktır...

(The Wedding Date)

***

Her aşkın derin bir trajedi içermesi, aşktan yüz çevirmek için neden oluşturmaz... (O Kadın)

***

İnsan hayatının aşkını gördüğü zaman dururmuş... (Big Fish)

***

İnsan sevdiğini öldürür diye bir söz vardır ya...

Aslında bakın; insanı öldüren hep sevdiğidir... (Fight Clup)

***

Kalbin kırılabilir; ya da dünyanın en güzel aşkını yaşayabilirsin...

Ama denemediğin sürece asla bilemeyeceksin... (When in Rome)

***

Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor, ama ölüyorsun, farkında değilsin... (Issız Adam)

***

Neden aşkın başladığı anı bilmeyiz de; bittiği zamanı mutlaka biliriz...

(L.A. Story)

***

Eğer çok şanslıysanız;

Hayatınızda bir kere, hayatınızı önce ve sonra diye ayırabilecek biriyle tanışacaksınız... (My Sassy Girl)

***

O mükemmel değil... Sen de mükemmel değilsin...

Asıl soru; birbiriniz için mükemmel olup olmadığınız...

(Good Will Hunting)

***

Özel biriyle birlikte olduğunu, çenesini kapatıp susabildiği zaman anlıyor insan... (Pulp Fiction)

***

Bazen ilk görüşte bilirsin; O insan senin kaderindir...

Bazen bir ömür ararsın bulunmaz...

(Aşk Tesadüfleri Sever)

***

Aşık olmak anlık bir şey... Birden her şeyin çok parlak göründüğü, birden en pastel renklerin bile ısınmaya başladığı, birden tüm yemeklerin çok lezzetli olduğu bir an bu...

(Kaybedenler Kulübü)

***

Sevgi neydi?.. Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti...

(Selvi Boylum Al Yazmalım)

*****

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ ALAN ŞARKICININ İKİ PARÇASI... “ONE MORE CUP OF COFFEE ‘FORE I GO...”

Your breath is sweet

Nefesin tatlı

Your eyes are like two jewels in the sky

Gözlerin gökyüzündeki iki mücevher gibi

Your back is straight your hair is smooth

Sırtın düz, saçın pürüzsüz

On the pillow where you lie

Yattığın yastıkta

But I don’t sense affection

Ama şefkat sezmiyorum

No gratitude or love

Ne minnettarlık ne sevgi

Your loyalty is not to me

Sadakatin bana değil

But to the stars above

Yukardaki yıldızlara

One more cup of coffee for the road

Yol için bir fincan kahve daha

One more cup of coffee ‘fore I go.

Bir fincan kahve daha, ben gitmeden

To the valley below.

Aşağıdaki vadiye

Your daddy he’s an outlaw

Baban, o bir kanun kaçağı

And a wanderer by trade

Ve mesleği avarelik

He’ll teach you how to pick and choose

Sana seçmeyi ve ayırmayı öğretecektir

And how to throw the blade

Ve bıçağı fırlatmayı

He oversees his kingdom

O krallığına gözkulak oluyor

So no stranger does intrude

Böylece yabancılar rahatsız edemez

His voice it trembles as he calls out

Sesi titriyor, seslenirken

For another plate of food.

Yeni bir tabak yemek için.

One more cup of coffee for the road

Yol için bir fincan kahve daha

One more cup of coffee ‘fore I go.

Bir fincan kahve daha, ben gitmeden

To the valley below.

Aşağıdaki vadiye

Your sister sees the future

Kız kardeşin geleceği görüyor

Like your mama and yourself

Tıpkı annen ve senin gibi

You’ve never learned to read or write

Asla okuma-yazma öğrenmedin

There’s no books upon your shelf

Rafında hiç kitap yok

And your pleasure knows no limits

Ve memnuniyetin sınır tanımıyor

Your voice is like a meadowlark

Sesin bir tarlakuşu gibi

But your heart is like an ocean

Ama kalbin bir okyanus sanki

Mysterious and dark

Gizemli ve karanlık

One more cup of coffee for the road

Yol için bir fincan kahve daha

One more cup of coffee ‘fore I go

Bir fincan kahve daha, ben gitmeden

*****

“THE ANSWER MY FRIEND IS BLOWIN’ IN THE WIND”

How many roads must a man walk down

Bir adamın katetmesi gereken ne kadar yol var

Before you call him a man?

Ona erkek demeniz için

Yes, ‘n’ how many seas must a white dove sail

Evet, ve kaç deniz aşmalı beyaz bir güvercin

Before she sleeps in the sand?

Kumlarda uyumadan önce

Yes, ‘n’ how many times must the cannon balls fly

Evet, ve top gülleleri kaç kez atılmalı

Before they’re forever banned?

Sonsuza dek yasaklanmalarından önce

The answer, my friend, is blowin’ in the wind,

Cevap, dostum, rüzgarla esiyor

The answer is blowin’ in the wind.

Cevap rüzgarda uçuyor

How many times must a man look up

Bir adam kaç kez yukarı bakmalı

Before he can see the sky?

Gökyüzünü görebilmesi için

Yes, ‘n’ how many ears must one man have

Evet, ve bir adamın kaç kulağı olmalı

Before he can hear people cry?

İnsanların ağladığını duyabilmesi için

Yes, ‘n’ how many deaths will it take till he knows

Evet, ve kaç ölüm olmalı onun bilmesi için

That too many people have died?

Ne kadar çok insanın öldüğünü?

The answer, my friend, is blowin’ in the wind,

Cevap, dostum, rüzgarda esiyor

The answer is blowin’ in the wind.

Cevap rüzgarda uçuyor

How many years can a mountain exist

Kaç yıl geçmeli bir dağın varolabilmesi için

Before it’s washed to the sea?

Suyla yıkılmaması için

Yes, ‘n’ how many years can some people exist

Evet ve kaç yıl geçmeli bazı insanların yaşayabilmesi için

Before they’re allowed to be free?

Özgür olmaları için izin verilmeden önce

Yes, ‘n’ how many times can a man turn his head,

Evet ve bir adam kaç kere çevirebilir başını

Pretending he just doesn’t see?

Sadece görmemek için

The answer, my friend, is blowin’ in the wind,

Cevap, dostum, rüzgarda esiyor

The answer is blowin’ in the wind.

Cevap rüzgarda uçuyor

Yazının devamı...

Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın belirsiz olduğu tüm dönemlerde; büyük çatışmalara sahne olur...

Genç bir gazeteciyken Cüneyt Arcayürek’in; “Türkiye’nin demokrasi tarihini anlattığı kitap serisini okurken” Süleyman Demirel; “Türkiye’de ana mesele Çankaya (Cumhurbaşkanlığı) meselesidir... Bütün kavga onun üzerine döner...” sözlerini okuyor Gazeteci...

***

Demirel bu sözleri Cüneyt Arcayürek’e 12 Eylül darbesini izleyen siyasi tecrit günlerinde başbaşa yaptıkları sohbette söylüyor...

***

Kitabı okuduktan sonra; Süleyman Demirel’in çok abarttığını düşünüyor Gazeteci... -“Ne yani...” diyor;

-“Koskoca 12 Eylül; sadece Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı’na çıksın diye mi yapıldı... Olur mu öyle şey?..”

***

Süleyman Demirel’in; 12 Eylül’ü gözlerde sıfırlamak için onu bir “Cumhurbaşkanlığı makamı meselesi” haline getirmeyi çalıştığını düşünüyor...

***

Yıllar yılları kovalıyor...

Gazeteci 1980’den 2016’lara giden 36 yıl içinde; her olayda Süleyman Demirel’in tahlilinin ne kadar isabetli bir saptama içerdiğini anlıyor...

***

Türkiye’yi karıştıran, türbülansa sokan, allak bullak eden, Gulf Stream akıntısı benzeri bir etki yaratan olay “Cumhurbaşkanlığı’na kimin geçeceği” sorunu aslında...

***

Türkiye; Cumhurbaşkanlığı’nda nöbet değişimi olacağı her dönem inanılmaz bir türbülansa sürükleniyor, “şiddet, kan, iç çatışma, terör ve suikastler zincirinin” çıkılmaz sarmalına düşüyor...

***

Mesele eski Türkiye’nin “Çankaya”; 2016 Türkiye’sinin “Saray”, dediği mesele... Dikkatlice bakıldığında; “Türkiye’yi kutuplaştıran, geren, bölen, büyük çatışmalara sahne aldıran bütün olaylar”; “Cumhurbaşkanlığı koltuğuna kimin oturacağının, ya da Cumhurbaşkanlığı’nın nasıl olacağının belli olmadığı günlerde” yaşanıyor...

*****

KİM MUHALİF, KİM DEĞİL SORUSUNUN TEK CEVABI VAR: “BAŞKANLIK SİSTEMİNDEN YANA MI DEĞİL Mİ?..”

Gazeteci’ye geçen günler içinde bir dostu soru soruyor;

-“Falanca yazar, hem iktidara vuruyor, hem muhalefete... İktidar yanlısı diyemiyorsun... Çünkü tam öyleymiş derken, iktidara çakıyor... Bazı nirengi meselelerde muhalefetten yana tavır alıyor... Anlayamıyoruz tam olarak ne olduğunu?..”

***

Gazeteci gülümsüyor...

23 yaşında “evlenirken kendisini yapmayıp, rakibi olan Milliyet Ankara temsilcisi Orhan Tokatlı’yı şahit gösterdiği için, Gazeteci’ye hayatı zor eden Cüneyt Arcayürek’i hatırlıyor...

Onun Süleyman Demirel’le başbaşa yaptığı görüşmeleri ve aldığı izlenimleri anımsıyor...

***

Dostuna dönüp şöyle diyor Gazeteci;

-“Gerçekte yandaş mı muhalif mi anlayamadığın yazar da dahil, tüm yazarların bütün söylediklerini at bir tarafa... Yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, siyasi partiler, iş dünyasının liderleri, sivil toplumun önderleri; Başkanlık sisteminden yanalar mı değiller mi; ona bak... Yanaysalar; iktidardan yanalar, karşıysa iktidara karşılar demek...

Olayı bu kadar açık test eden başka hiçbir bir barometre bulamazsın...”

***

Şaşırıp kalıyor dostu bu cevap karşısında... 2016 Türkiye’sinde medyadaki bütün şekillenme bu eksenin erine kuruluyor... Türkiye’de her dönem; mesele Cumhurbaşkanlığı meselesi oluyor... 12 Eylül darbesi, aylarca seçtirilmeyen Cumhurbaşkanı üzerinden gerekçelendiriliyor...

***

Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı; cumhurbaşkanıyken ölümü, AKP’nin ilk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, seçilirken yaşanan muhtıra; Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacakken, “Türkiye’nin kasıp kavrulduğu olaylar zinciri”, hep Cumhurbaşkanlığı’na kimin geleceğiyle ilgili oluyor...

*****

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİN ARKASINDAKİ GİZLİ KOD: “BAŞKANLIK SİSTEMİ...”

Türkiye’yi siyasi çalkantıların türbülansında bir baştan bir başa sarsan olaylar; 2016 yazında 15 Temmuz darbe girişimiyle yeni bir boyut kazanıyor...

***

Darbeyi FETÖ’cü subaylar ve generaller düzenliyor...

Amaçlarının Türkiye’yi ele geçirme olduğu ortaya çıkıyor...

CIA’in önemli bir kanadı bu işin arkasında görünüyor...

“Türkiye’de darbe yapmak istiyorlar...”

***

Bu söylenenler gerçek...

Ancak bu söylenenlerin “gerekçesi” ortaya çıkmıyor... Türkiye’de darbelere, ya da darbe kalkışmalarına, sadece muhalif olunduğu için başlanmıyor...

Ana bir siyasi amacı oluyor tüm darbelerin ya da kalkışmaların...

***

15 Temmuz darbe girişiminin bir numaralı siyasi hedefi;

“Türkiye’yi Başkanlık sistemine geçirtmemek” aslında...

İki seçim önce Genelkurmay muhtıraları AKP’li bir adayı Cumhurbaşkanı seçtirmemek için yazılıyor...

Abdullah Gül olayında böyle oluyor...

***

Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na geçmeyi planlandığında; “Türkiye’yi kasıp kavuran olaylar bitmek bilmiyor...”

2016 Türkiye’sinde Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı tartışılmıyor... Ancak Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’nda, tüm dengeleri değiştirecek bir konuyu tartışıyor;

“Başkanlık Sistemi...”

***

Ana hatlarıyla; Türkiye’de anayasal sistemi, parlamentonun; yerine seçilmiş Başkan’a ya da Cumhurbaşkanı’na devredecek, sistemin adı Başkanlık sistemi...

***

Bunun büyük savaşı; Türkiye’ye arka arkaya iki genel seçim yaptırıyor, sonrasında Türkiye bir darbe girişimine sahne oluyor...

Ne diyor Demirel;

-“Türkiye’de savaş, Cumhurbaşkanlığı savaşıdır... O koltuğa kim oturacak onun savaşıdır...”

***

Bir gün Süleyman Demirel de; Başbakan’lığı bırakıp o koltuğa gidiyor...

Cumhurbaşkanlığı; 2016 Türkiye’sinde; Süleyman Demirel’in bile kastettiği anlamın çok daha ötesinde anlamlar içeriyor...

***

Artık Cumhurbaşkanlığı; parlamenter sistemin, yarı başkanlığa yakın gücü elinde bulunduran mevkiinin ötesine taşmak istiyor... Türkiye Başkanlık sistemine geçmesin diye; “darbe girişimlerine sahne oluyor...”

***

Gazeteci; soruyu soran dostuna bakıp şöyle diyor; -“O yazar ya da başka herhangi bir yazar; Başkanlık sisteminden yana mı değil mi?.. Ona bak... Geride kalan görüşlerini çöpe at... Barometre odur...” -“Başkanlık sisteminden yana...” diyor dostu o yazar için ve eklemeye çalışıyor;

-“Ama...” -“Aması yok ama...” diyor Gazeteci... -“Aması yok...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.