Şampiy10
Magazin
Gündem

Yunan bir aşk hikayesi...

Onu gördüğünde sarı saçları, renkli, büyük, cam gibi gözleri ve sadece kaliteli burjuva kadınlara has tavırlarından etkilenmiş “Ne cezbedici ve lacivert bir kadın bu” demişti Gazeteci...

***

Çok akıcı ve güzel bir İngilizcesi vardı...

Atina’da bu kadar iyi İngilizce konuşan kadın nadir görülürdü...

***

Yaptığı iş, çok iyi düzeyde İngilizce bilmesini gerektiriyordu...

***

Yunan başkentine geleli çok bir zaman olmamıştı; Gazeteci’nin...

Hayatındaki her şey yeniydi...

Yeni bir büro, yeni bir ev...

Dünyanın dört bir tarafından yeni gazeteciler...

O güne kadar iki tanesi hariç hiç tanımadığı gürültüsü, münakaşası, tartışması çok Yunan gazeteciler...

Yeni bir ülke...

Yeni bir şehir...

Yeni insanlar...

Yeni bir çevre...

***

Bunlara ek bir de yepyeni bir çalışma biçimi vardı...

Türkiye’deyken gazetede çalışırdı Gazeteci...

Oysa şimdi çalıştığı küçük gazete bürosunun şefiydi... Bazen bir bazen iki İstanbullu Rum yardımcısı oluyordu büroda...

Nasıl çalışacağı, nasıl bir düzen kuracağı, hangi saatlerde ne yapacağı tamamen Gazeteci’nin inisiyatifine bağlıydı...

Kendi kendisinin patronuydu; ancak Atina’da zorlukları ve yükümlülükleri yüksekti...

*****

BİR EVLİLİĞİN SON GÜNLERİ...

Günler, aylar geçiyor “renkli gözlü, sarışın, lacivert burjuva kadın”la zaman zaman karşılaşıp, iş icabı görüşüyordu... Yanı çokça kalabalık oluyordu...

***

Pek yalnız, ikili kaldığı vaki değildi...

Gazeteci çocuk sayılacak yaşta yaptığı evliliği eşiyle yürütebildiği söylenemezdi...

Birbirlerine büyük sevgiyle bağlıydılar...

Eşiyle aşk evliliği yapmışlardı...

***

Ancak ikisi de çocuktu ve gerçekte eşiyle “evlilikten çok evcilik oynuyorlardı...”

***

O zamanlar itiraf edebilecek cesaretleri yoktu, ama gerçek şuydu ki, evlilikleri gerçekte pek evlilik gibi gözükmemeye başlamıştı...

***

Hayat; insana kendine itiraf edemediklerini dayatırdı... Bir süre sonra itiraf etmekten korktuğu gerçekler, artık saklayamayacağı ve göz ardı edemeyeceği şekilde karşısına çıkardı...

***

Sorunlar ayyuka çıkıp ve beraber yaşam Gazeteci’yle eşine mutluluktan çok azap vermeye başlayınca, eşi zaman zaman İzmir’e ailesinin yanına gitmeye başladı...

***

Onu severek yolcu ediyordu Gazeteci, severek karşılıyordu... O severek gidiyordu, severek Atina’ya dönüyordu... Ama birbirlerini sevmeleri; hayatı severek birlikte yaşamalarını olanaklı kılmıyordu...

***

O yaz yine İzmir’e gitmişti eşi...

“Zaman zaman farklı coğrafyalarda yaşarsak belki ilişkiyi kurtarabiliriz” noktasına gelmişlerdi... Kötü günlerdi...

Bir belirsizlik vardır havada... Ayrılmayı düşünüyordular, ayrılamıyorlardı... Beraber de olamıyorlardı... Araya geçmiş giriyor, sevgi ve kopamayacağını düşündüğü bağlar hatırlanıyor, bir türlü karar verilemiyordu...

Kör topal giden ilişkinin konformizmiyle, yepyeni bir hayata atılacak olmanın ürpertisi altında, salıncak gibi gidip gelen bir ilişkiydi...

***

Gece yatarken ayrılmaya karar veriyorlardı, sabah kalktıklarında “birlikte devam etmeye...”

*****

SARIŞIN, RENKLİ GÖZLÜ; LACİVERT KADIN...

Bir yaz günü “sarışın, renkli gözlü, lacivert kadını” Atina’nın en kurt gazetecilerinden biriyle birlikte yemeğe davet etti...

***

Üçü birlikte yemek yiyeceklerdi ve “Yunanlı kurt” gazeteci sadece gazetecilikte değil kadın erkek ilişkilerinde de çapkın ve kurnaz bir adamdı...

***

Sarışın renkli gözlü lacivert kadının iyi arkadaşıydı ve onları beraber yemeğe davet etmekten başka çaresi yoktu Gazeteci’nin...

***

Sarışın renkli gözlü, lacivert kadının Yunan Başkentinde bilinilirliği; halen evli olan Gazeteci’yi kadın erkek baş başa yemeğe gitmeye göze aldıramamıştı...

Başına ne geleceğini bilmiyordu...

***

Yunan Başkenti’nin yemekleriyle en meşhur lokantası o tarihlerde Yerofinikas isimli Büyükadalı iki Rum’un kurduğu lokantaydı...

***

Beyin salatasından, hünkar beğendiye, kuzu kapamadan, içli pilava, dönerden, tas kebaba kadar her şeyin tam saray usulleriyle servis edildiği “Bir tür Bizans-Osmanlı saray mutfağıydı” Yerofinikas...

***

Lacivert kadınla, kurt gazeteciyi oraya götürdü Gazeteci... Atina’da ikamet eden iki Atina’lıya karşı, her şeyiyle deplasmanda gözüken genç bir Türk gazetecisi, bir Osmanlı-Bizans saray lokantasından kendine ev sahipliği yaratmaya çalışıyordu...

***

Restorandan içeri girdiler;

Şef garson kapıda karşıladı Gaezeteci’yi...

-“Hoş gelmişsiniz Paşam...” dedi...

***

26 yaşında gencecik bir Türk gazetecisiydi... Ondan yaşça epey büyüktü Yunanlı erkek gazeteci... Lacivert Kadın da birkaç yaş büyüktü...

***

Onların arasında yaşlı başlı Yunanlı garsonun “Hoş geldiniz Paşam” demesi Gazeteci’nin gururunu okşamıştı...

Koltukları kabarmıştı...

***

Kendini bir parça Atatürk gibi hissetmiş, Osmanlı’yı da hayranlık duymaya başlamıştı...

Atatürk’e de “Paşam” demiyorlar mıydı?..

Osmanlı’yı da hayırla yad etti Gazeteci...

Çocuktu...

Milliyetçi böbürlenmelerden kendine pay çıkartacak hamlıktaydı henüz...

***

Rakı söyledi onlara...Beyin salatası, hünkar beğendi, döner, kuzu kapama servis edildi masaya... Özgüveni yerine gelmişti Gazeteci’nin... Deplasmanda kendi evinde gibi oynamaya başlamıştı... Sarı saçlı renkli gözlü lacivert kadın “etkilenmişti bu genç Türk Paşası’ndan...”

***

Öyle olduğunu hissediyordu...

Uzun süren yemeğin sonunda Gazeteci; nihayet ev telefonunu aldı sarı saçlı, renkli gözlü, lacivert kadının...

Bir süre sonra görüşmeler, buluşmalar sıklaştı... Eşinin kah İzmir kah Atina’da geçirdiği, yarım yamalak birliktelik yaşadıkları son kışlarıydı... Artık ipler kopmuştu...

Zor bela özel günlerde bir araya gelmeye çalışıyorlardı...

***

Yılbaşı gecesi de öyle bir geceydi...

Atina’daki dostlarıyla dışarıda Yunan gecesini kutlarken, ikisi de ayrılmaya karar vermişlerdi; Hüzünlü ve düşünceliydiler...

Etrafa bir şey fark ettirmemeye çalışıyorlardı...

***

Sarı saçlı renkli gözlü, lacivert kadınla ilişki Atina’nın yüksek bir tepesinin eteklerinde Likavitos denilen bir semtin dar bir sokağında, çarpıcı bir aşktan çok birbirini anlayan bir sevgi içinde başlamış ve sürüyordu...

***

Aşıktan çok dosttular Eleni’yle...

Sevgi vardı ve paylaşıyorlardı paylaşabileceklerini... Aldatmıyordu eşini...

O Türkiye’ye dönmeye karar vermişti...

Eleni “bir aşk macerasından çok, bir sevgi, anlayış” hikayesiydi...

***

Eşi o yılbaşını geçirdikten sonra, Şubat ayında döndü Türkiye’ye İzmir’e...

*****

İHANETSİZ BİR YILBAŞI GECESİ...

Ege’de savaş tehlikesinin fena halde kabardığı günlerdi... Gazeteci; bir taraftan her an savaş çıkabilecek süreci adım adım izliyor ve gazeteye haber ve yazı gönderiyordu... Diğer taraftan günlük notları çıkartmış, kitap yazıyordu... Zaman zaman Eleni’yi görüyordu...

***

Yine sevgiyle konuşuyor, dostça paylaşıyor, birbirlerini kalpten kalbe koruyorlardı...

Zor günlerdi...

***

Türk-Yunan savaşı ha çıktı ha çıkacaktı...

Gazeteci için değil, ama Eleni için “Gazeteci’yle ilişkisi mesleğinde tehlikeli” olabilirdi... Bunu konuşmamaya özen gösteriyorlardı...

***

Eleni’yle ilişkileri eşiyle ilişkilerinin fiilen bitmesinden sonra olmuştu, ancak kesin ayrılıktan birkaç ay önce gerçekleşmişti...

***

Onun için eşi Türkiye’ye döndüğü halde belli belirsiz bir “savunma mekanizmasıyla” Eleni’yle kendi evinde hiç kalmıyordu Gazeteci...

***

Geceleri mutlaka yalnız başıma yatıyordu...

Sanki bir başka kadınla olduğunda değil, bir başka kadınla uyuduğunda “anılarına ihanet etmiş olacaktı...”

O kadar istemesine rağmen ne onda, ne kendi evinde bir gece geçirip herhangi bir sabah birlikte uyanmamışlardı...

***

Evlilik fiili olarak bitmeden hemen ence Eleni’yi tanımıştı... Sanki beraber kalırlarsa; her şeyiyle yeni bir ilişkiye başlarlarsa “eski eşine ihanet etmiş, onu aldatmış olacağını” düşünüyordu...

***

O yıl Türk-Yunan savaşına çok yaklaştıkları bir krizi birlikte yaşadılar...

Sonra Gazeteci; o krizin kitabını yazdı...

***

Kitaba noktayı koyar koymaz iki aylığına askere gitti... Atina’da çalıştığı için para ödeyerek bedelli yapma hakkı vardı Gazeteci’nin...

Askerlik bittiğinde; İstanbul’da kitabını imzaladı ve yeniden Yunanistan’a dönüp, Atina’nın kışına daldı...

***

1987 yılında bir sene içerisinde hayatında her şey değişmişti Gazeteci’nin...

Evliydi boşandı... Askerliğini yapmamıştı, askerliğini yaptı... Hiç kitap yazmamıştı kitap yazdı... Döndüğünde Atina’ya; bütün bunları yapmış, ancak yapayalnız bir adamdı...

***

Evinde bir yılbaşı partisi düzenleyecekti...

Bütün dostlarını, arkadaşlarını, sevdiklerini ve meslektaşlarını çağıracaktı...

Hayata yeniden “merhaba” dilecekti...

Yılbaşı gecesi evindeki parti inanılmazdı Gazeteci’nin...

Türk, Yunan, Amerikan, Fransız kimi ararsan Gazeteci’nin evindeydi...

***

Eleni de gelmişti...

Gece yenildi, içildi, dansöz oynadı, konuklar saatlerce dans etti... Sabaha karşı 4’e doğru son misafir de izin istedi kalktı ve gitti...

Eleni kalmıştı...

***

Kendisini haklı olarak farklı bir konumda görüyor ve ev ve davetin sahibesi gibi davranıyordu... Gazeteci’yle onca şeyi paylaşmıştı... O gece ilk ve son kez beraber uyudular Eleni’yle... Sabah kalktıklarında yeni bir yılın ilk günü başlıyordu...

“Seni çok sevdiğimi biliyorsun Eleni” dedi...

-“Ama bundan sonrası için aynı evde kalamayız... Kendimi kötü hissederim... Yalnız olmam gerekiyor... Yalnızlık benim şu andaki ilacım... Beni anlamanı rica ediyorum...”

Hiçbir şey söylemedi Eleni...

***

Haris Alexiou unutulmaz şarkısı “Eleni”yi koydu Gazeteci kasete...

Evin salonunda çınlarken Alexiou’nun “Eleni” diyen sesi, Eleni’yi evine götürmek üzere hazırlanıyordu Gazeteci...

Arabaya bindiğinde, anılarına ihanet etmediği için huzurluydu...

Yalnız ama mutluydu...

Yazının devamı...

Genel yayın yönetmenleri ile siyasi iktidarlar arasındaki ilişki...

Gazeteleri ve televizyonları yöneten tepe noktasındaki genel yayın yönetmenleri; “bu görevlere getirilirken, dönemin siyasi iktidarıyla ilişkileri, iktidarlar değişince ne olacakları, görevden alınıp alınmayacakları” hep merak edilen bir konuydu...

***

Gazeteci; hayatı boyunca hiçbir siyasi partiyle ve iktidarla hiçbir ilişki kurmamıştı... Ankara’da tanıdığı politikacılar; sadece televizyon programlarında konuşmacı olarak çıkanlardı... Onun dışında hiçbir siyasiyle “hiçbir ikili, özel, genel” ilişkiye girmezdi...

***

Öyle olduğu için; gazetelerin, televizyonların genel yayın yönetmenliği gibi görevlerini; “kendisi ve konumu için olmayacak bir rüya! olarak görmüş,” o defteri; Aydın Doğan’ın kendisine 29 yaşındayken Milliyet Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğünü teklif ettiği gün kapatmıştı...

***

-“Ben televizyon programcısı olayım... Gazetede köşe yazayım... Medyada yönetici değil, yaratıcı alanlarda faaliyet göstereyim... Siyasi iktidarlara yakın ya da muhalif ilişkiler üzerinden yapılan gazetecilik bana göre değil...” demişti...

***

29 yaşında Milliyet’in yazı işleri müdürlüğü teklifini aldığında Aydın Doğan’a şöyle söylemişti:

-“Ben bu meslekte ilerde televizyon programları yapmak, köşe yazmak istiyorum... Milliyet’in yazı işleri müdürlüğü teklifi çok onur verici bir teklif... Ancak bu durumda televizyondan uzaklaşmak zorunda kalacağım...

Salt yazı işleri; benim mesleki hayallerimle uyuşmuyor Aydın Bey...” minvalinde bir şeyler söylemişti...

***

Aydın Doğan’ın kısa pantalonlu halini bildiği Genç Gazeteci’nin bu sözleri karşısında içinden “çattık” dediğini görüyor gibiydi...

-“Oğlum sen yazı işleri müdürü olduktan sonra, zaten gazetede kimin ne yapacağına karar veren mekanizmanın içine gireceksin... O zaman istediğini elde edersin...” diye söylendi Aydın Doğan...

***

Yavaş yavaş sinirleniyordu...

Hayalinde “Gazeteleri yönetip, güç odakları, iktidar, muhalefet, iş dünyası, derin güçler arası ilişkilerin aktif oyuncusu olma” düşü bulunmayan Genç Gazeteci ise; Patron’un yaptığı bu teklifi “cezbedici” bulmuyordu...

***

O Örsan Öymen gibi bir köşe yazarı; Ya da o günlerde “ustası” diye bellediği “Gazeteci- televizyoncu gibi uluslararası bir gazeteci olmayı arzuluyordu...”

O kişinin NATO’da özel görevli Hanımefendi eşinin, hayatı ona zindan edeceğini o sırada aklından bile geçirmiyordu...

***

Aydın Doğan o gün görüşmenin bir yere varamayacağını anladı... -“Sonra konuşuruz...” diyerek görüşmeyi bitirdi...Gazeteci, o tarihi görüşmeden başlayarak, yedi yıl boyunca; mesleki kariyerini “genel yayın yönetmenliği ve yöneticilik yerine, köşe yazarlığı, televizyon programcılığı üzerine kurdu...”

***

Bu görüşmeden yedi yıl sonra; SHOW TV’de her gece kendi programını yapan, ünlü bir televizyoncuydu... O günden bir müddet sonra Milliyet’ten kopmak zorunda kalmış; Türkiye’ye dönüp her şeye sıfırdan başlamış ve yedi yıl sonra; her gece ratingleri altüst eden bir televizyon programına imza atmaya başlamıştı...

-“Demek ki doğru karar vermişim...” diye düşünüyordu...

*****

GAZETECİ’YE “TANRI”NIN VERDİĞİ HEDİYE...

Ne iktidarla, ne muhalefetle...

Ne asker ne de sivil etkili bürokratik düzenekle...

Ne iş dünyası, ne sendikalarla...

Özel, genel, tüzel; hiçbir ilişkisi bulunmadan; Gazeteciler Cemiyeti dahil, hiçbir derneğe, sendikaya, sivil toplum kuruluşuna üye olmadan “Gazetecilik” yapmaya uğraşıyordu...

***

Onun bir gazetede ya da televizyonda genel yayın yönetmenliğini isteyecek ne bir siyasi parti, ne derin bir merkez, ne asker ne sivil bir derin irade bulunmuyordu...

Ancak evrenin şaşmaz iradesi; “hayatı size öğretmek için kaderinizde yazılan şeyleri ortaya çıkarmakta mahirdi...” Milliyet’in yazı işleri müdürlüğü teklifinden yaklaşık yedi yıl sonra; Gazeteci’ye “Genel Yayın Yönetmenliği” teklif edilecekti...

***

Tanrının iradesi; Gazeteci’yi bu kez Genel Yayın Yönetmenliği’ni yapması için, öyle bir ikilemde bırakacaktı ki; Gazeteci bu teklifi kabul etmese; ‘programcı’ olarak yayınlarını sürdüremeyecekti...

***

Medya tarihine “yaptığı televizyon programına devam edebilmek için, genel yayın yönetmenliği yapmak durumunda kalan tek “gazeteci” olarak geçecekti muhtemelen...

Herkesin güle oynaya kabul edeceği, yıllarca planını, programını yaptığı genel yayın yönetmenliğini, o “televizyon programına devam edebilmek için” kabul ediyordu...

*****

UFUK GÜLDEMİR’İN EROL AKSOY’LA KAVGASI...

SHOW’da genel yayın yönetmeni olan yakın arkadaşı Ufuk Güldemir; ani bir olayla Erol Aksoy’la çatışmış ve kanaldan istifa etmişti... Gazeteci; Ufuk Güldemir’i geri getirtmek için Erol Aksoy nezdinde birbuçuk ay uğraştı...

***

Aksoy’un Yeniköy’deki yalısına kadar gitti bu konuyu konuşmak için...

Erol Aksoy eşi ve çocuklarıyla televizyon seyrediyordu...

Gazeteci’ye bunun hiçbir şekilde mümkün olmadığını hissettirdiler;

-“Sen boşver bunları... Gel hamburger yiyelim...” dedi Erol Aksoy; ve eşi, çocuklarıyla birlikte Gazeteci için MC Donalds’dan hamburger ısmarladı...

***

Yaz gelmişti...

Gazeteci her gece program yaptığından 8 haftalık iznini kullanmak üzere yurt dışına gitti...

8 haftanın sonunda dönmesine iki gün kala; bir zamanlar “ustam” dediği, zaman içinde meslekte ilerleyememesi için önüne her türlü takozu koyan kendi Salieri’sinin, çalıştığı televizyona genel yayın yönetmeni olacağını öğrendi...

***

Londra’da İngiliz fotoğrafçı bir kız arkadaşının beyaz badanalı, muşamba kaplı evindeydi...

Londra’ya yağmur yağıyordu...

İngiliz kız arkadaşı; güzel bir Cuma gecesini geçirmek için, Gazeteci’nin telefonunun bitmesini bekliyordu...

***

-“O’nun haber merkezini yöneteceği yerde, ben bu programı yapamam... Bana yaptırtmaz... Engeller beni... Program geçen sezon sağladığı başarıya ulaşmaz... Ufuk (Güldemir) benim arkadaşımdı; bana hiç engel olmazdı... Ama o öyle değildir... Biteriz... Haber merkezinden ayrılıp, bağımsız yapayım bari programı, ya da televizyon dairesindeki yöneticilerle... Haber merkezinde çalışırsam, bu programın ratingleri ve başarısı biter...” dedi telefonda genel müdür Murat Saygı’ya Gazeteci...

***

Doğru söylüyordu...

Yıllar önce Aydın Doğan’a “beni İstanbul’da yazı işlerinde bitirirler...” dediği gibi, bu sefer de SHOW TV’de onu bitirirlerdi...

***

İstanbul’da Milliyet’te onu bitirecek olanlar; “Derin Milliyet’in esas unsurlarıydı...” SHOW TV’de onu bitirecek olan “eski usta”sı! da; aynı Milliyet’in bir başka kanadıydı...

Milliyet Gazetesi ayrılışından yedi yıl sonra da Gazeteci’nin peşini bırakmıyordu...

Bu sefer de çalıştığı televizyondan ayrılık günleri görünmüştü ufukta...

*****

“TERK ETMİYOR MİLLİYET BENİ VALERY...”

O gece İngiliz fotoğrafçı kız arkadaşı Valery’yle bütün bir gece Londra’nın altını üstüne getirdiler... Çok ünlü bir uzakdoğu restoranında yemek yediler...

***

Sonra bir bara, arkasından çok “in” olan bir gece yarısı kafesine götürdü, kız arkadaşı onu...

Eve döndüklerinde sabahın beş buçuğuydu... Gazeteci çok ünlü bir televizyoncu olmuştu... O akşam üstü Londra’yı terk edecekti... Yeni sezon başlıyor ve gazeteci ne olacağını bilmiyordu... O gece Londra’da her şeyi unutmak istemiş, yıllar öncesinden kalan kız arkadaşıyla, felekten bir gece çalmıştı...

Giderken Valery sordu: -

“Ne yapacaksın... Kalacak mısın, ayrılacak mısın televizyondan?..” - “Bilmiyorum Valery...” dedi...

-“Terk etmiyor Milliyet beni...”

*****

“USTA! DEDİĞİ KİŞİ YERİNE; GAZETECİ’YE VERİLEN GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİ...

Dönüşte ilk televizyon programını yaptığı Pazartesi gecesi saat 01’de; Erol Aksoy Gazeteci’yi aradı...

-“Yarın bankadaki odama gelir misin?..” dedi... -“Erkenden... Sana bir teklifim olacak?..”

***

-“Ertesi sabah; saat 10.30’da Gazeteci Erol Aksoy’un yanındaydı...

Aksoy söze hemen girdi...

-“Televizyonun genel yayın yönetmeni ve haber bülteninin anchormani olmanı yapmanı istiyoruz...” dedi...

-“Yönetim Kurulu olarak...”

***

-“Diğer kişiye teklif yapmışınız Erol bey...” dedi Gazeteci...

-“Sorun olur böyle bir durumda genel yayın yönetmenliği...Ben her gece programıma devam etmek istiyorum... Ancak onun yönettiği haber merkezinde yapamam... Televizyon programını bağımsız yapmayı istemiştim...” diyebildi...

***

Erol Aksoy; pragmatikti...

-“Senin hem haber merkezini yapıp, hem de anchormanlik yapman daha mantıklı... Ben diğer arkadaşa, durumu anlattım... Senden sonra gelecek, konuşacağız... Bir sorun çıkmayacak emin olabilirsin... Öğleden sonra onu da alıp, kanala beraber gideceğiz ve senin genel yayın yönetmenliğini birlikte açıklayacağız...” dedi...

***

Bir zamanlar “usta” olarak gördüğü, yolunu takip etmek için can attığı kişi onun önüne aşamayacağı mesleki bariyerler koymuş, Gazeteci o hayal kırklığıyla tek başına, yalnız dünyalara savrulmuştu...

Kader nasıl bir şeydi?..

Şimdi eski “usta”sına! teklif edilen görev; ondan alınıp Gazeteci’ye veriliyordu... Erol Aksoy’un dediği gibi, o gün 3 Eylül 1996’da hiçbir sorun yaşanmadı... Haber merkezine Gazeteci, eski ustası! ve Erol Aksoy beraber gittiler... Birlikte açıkladılar Gazeteci’nin Genel Yayın Yönetmenli’ğini...

***

Bu olayı izleyen 20 yılda; 2016’nın Eylül’üne kadar eski usta’nın!, NATO’da özel görevli eşi Hanımefendi üzerinden “hayatın kendisine zindan edilmeye çalışılacağını, doğmamış çocuklarının bu karardan etkileneceğini nasıl ve nereden bilebilirdi ki Gazeteci?..

***

“Hiçbir şeyi unutmadığını” röportajlarında söyleyen Hanımefendi; bu olayı da sonra olanları da unutmamıştı...

İntikamını hiç aksatmadan, hiç hissettirmeden, hiç fark ettirmeden, gizli gizli usul usul almaya uğraştı...

***

Kimselerle hiçbir bağlantısının olmadığı bir dünyadan gelip “güç merkezlerinin cirit attığı vahşi düzende; genel yayın yönetmeni” oldu Gazeteci... Onu genel yayın yönetmeni yapan tek güç; “rating başarısıydı...”

***

Halk onu izliyordu...

İzleyen yıllarda “halkın onu izlemesinin, onu tercih etmesinin cefasını da aynı insanların etkilediği derin odaklar yoluyla nasıl çektirildiğini yaşayacaktı Gazeteci...

Ne demişti 1 Eylül akşamüstü Londra’dan ayrılırken İngiliz kız arkadaşına; -“Terk etmiyor Milliyet beni Valery...”

Yazının devamı...

Gazeteci ve Amerika..

Türkiye’nin medya tarihini araştıranlar; Milliyet Gazetesi’nin bu tarih içinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu fark edemezler...

***

Oysa Hürriyet Gazetesi; “devletin halk ve millet nezdindeki kitle gazetesi olsa” da; Milliyet gazetesi “Türkiye’nin, aydın, entelektüel, akademik, sivil ve askeri bürokratik merkezlerinin” sesi olarak, “prestiji ve etkinliği yüksek gazete”si konumunu ve misyonunu her daim sürdürürdü...

***

Hürriyet geniş kitleler nazarında etkiliydi...

Oysa Milliyet; geniş kitleleri etkileyen asker ve sivil bürokrasi, akademik dünya, diplomasi ve siyaset üzerinde bir “referans gazetesi” olarak; en etkili gazeteydi...

***

“Gazeteci” 35 yıl önce; Milliyet Gazetesi’nde, mesleğinin ikinci yılına başladığında; bu gerçeklerin farkında değildi;

O “aile gazetesi olarak görüyordu Milliyet’i ve Milliyet’te çalışmaktan çok mutluydu...”

***

Gazeteci’yi işe başlatan Ankara Temsilcisi Orhan Tokatlı; onu “Milliyet’in duayen diplomasi muhabiri; Ankara’nın diplomasi kulislerinin en etkin ismi Nilüfer Yalçın’ın yanına verdi...”

***

Orhan Tokatlı; Gazeteci’yi Milliyet’te Nilüfer Yalçın’ın yanına verirken ona şöyle söyledi;

-“Nilüfer’den her şeyi öğren... Çok iyi diplomasi muhabiridir... En iyisidir... Amerika’yı çok sever... O durumdan etkilenme... Ama ondan gazeteciliğin bütün inceliklerini öğren...”

***

Gazeteci solcu bir dünyadan gelse de; Amerika’ya körü körüne karşı olan bir tavrın çok dışındaydı...

O “Gazeteci” olmak istiyordu...

Çağdaş; batılı, evrensel ölçülerde...

***

Aile genetiği, kişisel özgeçmişi “milli” bir kimlik taşıyordu...

Türkiye; her şeyden ve değerden önce gelirdi Gazeteci için...

Ancak Amerika’ya karşı bir düşmanlığı, bir çatışması, bir takıntısı mevz-u bahis değildi...

O Gazeteci olmak istiyordu...

Dünya çapında ve Batılı standartlarda...

***

Gazeteci’liği Amerika veya başka bir devletle çatışmak için seçmemişti Gazeteci...

Gazeteciliğin; “Devletlerin, ülkelerin, milletlerin; her türlü baskı grubunun üstünde” bir pozisyonu olduğunu zannederek!!! seçmişti gazeteciliği...

***

Orhan Tokatlı’ya;

-“Önemi yok Şef...” dedi...

-“Benim kimseye ve hiçbir ülkeye takıntım yok...”

*****

NİLÜFER YALÇIN’IN ROBERT KOLEJİ...

Nilüfer Yalçın İstanbul Robert Kolej mezunuydu...

“Gazeteci”nin annesi de, oğlunu ilkokulu bitirirken Robert Kolej’de okutmak istemişti...

Ne ki; Robert Kolej İstanbul’daydı; biricik oğlunu İstanbul’a yatılı gönderemezdi...

Onun yerine “Gazeteci”yi TED Ankara Koleji’ne göndermişlerdi...

***

Ortaokul başlarken gerçekleşen bu okul ayrımının; hayatında ne kadar büyük bir fark yaratacağını; Gazeteci o sırada bilmiyordu...

***

O her Ankara TED Koleji mezunu gibi; Türk bilinciyle yetiştirilmiş bir genç olarak; “Batı dünyasını, Batı’nın değerlerini, Batı yaşam tarzını, Batı’nın çağdaş olduğuna inandığı yaşam standartlarını severdi...”

***

Nilüfer Abla’sıyla arasındaki temel fark; Nilüfer Abla Batı standartlarının ötesinde “Amerika’nın bizzat kendisini seviyordu...”

Gazeteci bir ülkeye yönelik hayranlık duymuyordu...

Amerika’ya da hayranlığı bulunmuyordu...

Şehir olarak Paris’i severdi; bu sevgisinden Fransızlar bile nasibini almazdı...

Aile genleri itibariyle “Türk” bilinci almış; Batı’yı seven, onun standartlarını önemseyen bir Ankara TED Kolej’i mezunuydu o...

*****

AYDIN YALÇIN’LA KARŞILAŞMA...

Nilüfer Yalçın’ın eşi; Aydın Yalçın; Gazeteci’nin okuduğu; Mülkiye adıyla diye bilenen Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde profesördü...

Gazeteci’nin okuldan dönem arkadaşları; Profesör Aydın Yalçın’ı “faşist” diye sıfatlıyor ve derslerini boykot ediyorlardı...

***

Aydın Yalçın; Gazeteci’nin üniversitede Hoca’sı değildi...

Dolayısıyla “derslerine girip girmemek” konusunda Gazeteci’nin bir karar vermesi gerekmiyordu...

***

Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın Yeni Forum isminde aylık bir düşünce dergisi çıkartıyorlar, fikirlerini oradan savunuyorlardı...

***

Nilüfer Yalçın; bir gün iş çıkışı Gazeteci’ye;

-“Bizim eve gelsene...” dedi...

Evleri birbirine çok yakındı; Gazeteci, iş çıkışı genelde Nilüfer Abla’sıyla evlerine kadar yürüyordu...

-“Olur...” dedi Gazeteci...

***

Nilüfer Yalçın’ın evine gittiler iş çıkışı birlikte...

Evde; Nilüfer Yalçın’ın kocası Profesör Aydın Yalçın’ı gördü ilk kez Gazeteci...

Koskoca Mülkiye’nin; “faşist; Amerikancı” olarak niteleyip derslerini boykot ettiği Aydın Yalçın ev kıyafeti ve terlikleriyle karşısında duruyordu...

***

Gazeteci; okuldaki şöhretiyle; karşısında gördüğü gözlüklü, halim selim aile babası Aydın Yalçın, arasında gidip geliyordu...

Hangisi “gerçek Aydın Yalçın”dı acaba?..”

Siyasal’daki arkadaşlarının dediği “Amerikancı faşist Aydın Yalçın mı;” yoksa karşısında gördüğü gözlüklü halim selim aile babası adam mı?..

*****

HANIMEFENDİ’YLE GAZETECİNİN 30 YIL ÖNCE KARŞILAŞTIĞI AN...

Gazeteci Aydın Yalçın’ı tanımasının hemen ardından yine Nilüfer Abla’sı vasıtasıyla; hayatının en önemli “karşılaşmalarından birini yaşayacaktı o günlerde...”

Bu karşılaşmanın hayatına damga vuracak önemini, o günden başlayarak, gazetecilik hayatında tam 30 yıl hiçbir zaman fark edemeyeceğini de bilmiyordu...

***

-“Bizim kız yurt dışından gelmiş...” dedi Nilüfer Abla’sı...

-“Gel seni onla tanıştırayım...”

Yurt dışından gelen hanım misafir; Gazeteci’nin yaşamının o sıralarda “gazetecilik idolü olan gazetecisinin eşiydi...”

***

Gazeteci’nin gözünde; idolü olan örnek aldığı gazeteci, kuyruklu bir yıldız gibiydi...

Onun eşiyle tanışmayı merakla bekliyordu...

“Yıldız gazeteci’nin” eşi nasıl birisiydi acaba?..

Bu derece ünlü ve etkin gazetecilerin eşleri nasıl olurdu?..

Gazeteci, bunların cevabını bulacaktı o görüşmede...

30 yıl sonra Gazeteci’nin en değerli varlıklarına gadredecek “Hanımefendi”yle tanıştığının farkında bile değildi Gazeteci...

***

Etap Mola Oteli’nin asma kattaki kafesinde karşılaştılar Hanımefendi’yle Gazeteci, hayatlarında ilk kez...

Etap Mola Oteli; Ankara Kızılay İzmir Cadde’sindeki Milliyet Gazetesi’nin yüz metre ilerisindeydi...

***

“Örnek aldığı gazeteci idolünün eşi”, ya da nam-ı diğer Hanımefendi ile orada karşılaştılar...

Nilüfer Abla’sıyla Gazeteci yanyana oturdular...

Küçük yuvarlak bar masasının diğer ucunda da; “Hanımefendi” oturuyordu...

Kaderin ağlarını örmeye başladığı akşamdı o akşam...

Yazının devamı...

Medyanın acıklı bir hikayesi...

“Televizyonlarda Türkiye’yi yıllarca kasıp kavuran 5 adamın, bir masanın etrafında, hüngür hüngür ağladığı o geceyi hatırlıyor musun?..” dedi Şansal Büyüka; Gazeteci’ye...

***

1999’un bahar aylarıydı...

Show TV; televizyon dünyasını kasıp kavuruyordu...

Bütün rakiplerini geride bırakıyor, tek başına sürekli birinci oluyordu...

Gazetelerde aleyhine kampanyalar; köşe yazıları, manşetler gırla gidiyordu...

***

Şansal Büyüka’nın deyimiyle “Ana haber ve spor programlarının karşı konulmaz ratingleriyle Türkiye’de SHOW TV diye bir moda çıkıyordu...”

***

Genel Müdür Murat Saygı o akşam üstü biraz keyifsiz görünüyordu...

-“Erol Aksoy bu akşam sizlerle bir yemek yemek istiyor...” dedi Gazeteci’ye, Şansal Büyüka ve Can Tanrıyar’a...

-“Paylaşacağı şeyler var sizinle...”

***

Patronların medyada üst düzey yöneticileriyle yemek yemeleri adettendi...

Fakat Erol Aksoy; öyle bir patron değildi...

Uzun yemekler, memleket meselelerinin konuşulduğu sohbetler, felekten bir gece çalmak üzere hazırlanan davetlerle işi olan bir patron değildi o...”

***

Beş kişilik bir yemek istediğine göre durum ciddiydi...

“Paylaşacağı şeyler var” cümlesi pek hayra alamet gözükmüyordu... Murat Saygı beş kişilik olacağını söylemişti yemeğin...

***

Kanalın içindeki anlamı itibariyle söylenecek olursa spor, programlarının mimarlarıyla, ana haber ve haber merkezi sorumluları olacaktı yemekte... Bu merkezler SHOW TV’nin omurgasını oluşturuyordu...

*****

SHOW TV’NİN SATILDIĞI GECE...

Yer olarak Kemal Koç’un Levent’te o zamanlar açık olan Le Select restoranı seçilmişti... Restoran, şık bir mekan olmasına karşın, “meraklı gözlerin olmadığı, sessiz, sakin bir yerdi...” Böylece rahat konuşulabileceği düşünülmüştü...

***

Erol Aksoy; İktisat Bankası, CİNE 5, turizm, leasing gibi birçok alanda faaliyet gösteren bir holdingin yönetim kurulu başkanıydı...

“Deha” olarak adlandırıldığı alan; bankacılık, özellikle de finanstı..

SHOW TV’yi ve CİNE 5’i elleriyle kurmuştu... SHOW TV kısa zamanda Türkiye’nin en sevilen kanallarından birisi olmuş, geniş kitlelerle, arasında sıcak bir bağ kurmuştu...

***

Bir süre sonra SHOW TV; “kemerleri sıkma politikası” izlemeye başlamıştı...

Pahalı yapımlardan vazgeçmiş;

Geceleri önce Ateş Hattı sonra, Ana Haberle çok izlenen bir kuşak yaratmıştı...

CİNE 5’ten aldığı maç görüntüleri ve transfer ettiği Maraton programı ekibiyle hafta sonlarını da spor programlarıyla kapatıyor ve her gece izleyiciyle “sıcak ve sempatik bir temas kurmayı beceriyordu...”

***

Kanal inanılmaz bir ivmeyle ratinglerde patlama yapıyordu... Show TV gerçeği, 1996’dan başlayarak; başlı başına bir toplumsal fenomen haline geliyordu...

O akşam yemekte buluşan insanlar, bu yapının mimarlarıydı...

Ancak masadaki ağır hava ilk andan fark ediliyordu...

Bir terslik vardı; ama neydi?..

***

Birkaç yıldır Erol Aksoy’la çalışıyordu Gazeteci...

Çok zeki, hiperaktif, zaman zaman da planlı bir biçimde agresif olabilen bir patrondu Aksoy...

Gazeteci’nin onda görmediği tek şey ise, “duygusallık ve mağdur olma haliydi...”

Böyle bir durumu kendisi için hakaret sayardı Erol Aksoy...

***

Nedense o gece, çok duygusal bir tonda konuşmaya başladı Erol Aksoy...

-“SHOW TV ellerimle kurduğum, çocuğum gördüğüm bir televizyon...” dedi...

-“Onu sürekli birinci olan bugünkü haline siz getirdiniz...

Fakat şimdi size, hayatta hiçbir zaman söylemek istemeyeceğim bir şeyi söylemek zorundayım...

İktisat Bankası yönetim kurulu; bankanın kredilerinin yarattığı yükten kurtulabilmek için, en önemli ve değerli iştiraki SHOW TV’yi satma kararı aldı... Show TV’yi Çukurova grubuna (Mehmet Emin Karamehmet’in sahibi olduğu grup) satmak zorunda kaldık...”

***

Erol Aksoy’un sözleri, masaya bomba gibi düştü...

Herkes, tek kelime etmeden, sözlerin masada yarattığı ağırlığı sindirmeye çalışıyordu...

Aksoy; “SHOW TV’yi sattık” diyordu...

Bu öylesine kesin bir ifadeydi ki; kimseye, başka bir şey söyleme şansını bırakmıyordu...

*****

SHOW’UN AĞLAYAN PATRONU EROL AKSOY...

O anda Gazeteci’nin hiç beklemediği bir şey oldu... Erol Aksoy konuşmasına devam ederken, gözleri doldu ve kısa bir süre sonra “ağlamaya başladı...”

***

Gazeteci’nin tanık olduğu olay; bir patronun ağlamasından ibaret değildi...

Erol Aksoy gibi, zekasıyla hayatı ve insanları snobize eden, “insani zaafları hiçbir ahval ve şerait altında kabul edilir bulmayan” bir patron; hayatta hiç istemediği bir pozisyonda duygusallaşıyor ve ağlıyordu...

***

Cenaze evlerinde ve cenaze esnasında camide cemaatte yaşanırdı o duygu... Ağlayanlar; diğer insanların ağlamasını tetiklerlerdi... Ağlama duygusu domino etkisiyle, zincirleme bir hal alır; duygusal boşalma herkesi manyetik etkisi altına sokardı...

***

Erol Aksoy’u yıllar içinde kendinden çok daha güçlü işadamlarıyla savaşırken görmüştü Gazeteci... Hepsine karşı; nasıl bitmek bilmeyen bir varoluşçulukla mücadele ettiğine tanık olmuştu...

Gazeteci; patronun “hiç taviz vermeyen mücadelesini içten içe aşırı bulur, toplantılarda bu duygusunu hissettirirdi...” Aksoy’u hiçbir zaman; “elleriyle yaptığı ve kurduğu SHOW TV isimli çocuğu kaybettiği o geceki kadar, duygusal ve samimi” görmemişti...

***

Aksoy’un ağlaması, masayı tetikliyor ve masadaki herkes ağlamaya başlıyordu...

Şansal Büyüka; Can Tanrıyar, Murat Saygı ve Gazeteci... İnsanın ağlarken, kendisini tutmak istediği anlar vardı... İçinden başka şeyleri aklına getirirdi ki; ağlaması kesilsin... Fakat aklından ne geçirirse geçirsin; ağlamanın duygusal boşalma halini aldığı zamanlar da vardı... Hiçbir güç gözyaşını kesemezdi o anlarda... İnsanın içi durup durup burkulur ve boşalma sürgit devam ederdi...

***

Ağlarken bu derece yoğun bir duygusal boşalmayı niye yaşadığını düşünüyordu Gazeteci... Farkındaydı ki; öncelikle Erol Aksoy’un ağlamasına ağlıyordu... Patronun “çocuğu gibi gördüğü televizyonunu satmak zorunda kalmasının” yarattığı durumu hazmedemeyip, “duygusal boşalma yaşamasına” ağlıyordu Gazeteci...

***

Erol Aksoy; çalışma arkadaşlarına çok müdahale eden bir patron tipiydi...

Gazeteci ise; dışarıdan müdahaleyi, hiç sevmeyen, hiç kabul edemeyen bir gazeteci-televizyoncu profiliydi... O sistematik ve matematiksel... Gazeteci ise duygusal, tepkisel ve sezgiseldi... Tam anlamıyla birbirlerinin zıttı iki karakterdiler... Çalıştıkları yıllar boyunca; patronla çatıştığı zamanlar, çatışmadığı zamanlara oranla çok daha fazlaydı...

***

Fakat Gazeteci ve masada oturanlar biliyorlardı ki; SHOW TV’yle yaratılan değer; bir mucizeydi ve bu mucize “liberal ekonominin gerçekleri dışında hiçbir derin güce dayanılmadan salt televizyon çalışanların emeği ve aklıyla kazanılmıştı...”

Masadaki herkesi birlikte ağlatan gerçek esasen buydu...

***

İktisat Bankası’nı kurtarmak için; grubun elindeki en değerli “iştirak, aset” SHOW TV halini almıştı... SHOW TV satılmış; banka kurtarılmaya çalışılmıştı...Gazeteci ve arkadaşları bundan gurur mu duymalıydılar bilmiyorlardı... Teselli ikramiyesini kabul edebilecek duygusal pozisyonda değildi hiçbirisi...

*****

PATRONUN KAPIYI GAZETECİ’NİN ÜZERİNE KİLİTLEDİĞİ GÜN...

Erol Aksoy 28 Şubat’ta Refah-Yol iktidarının devrilmesinin ikinci sene-i devriyesi gelmeden, sahibi olduğu “İktisat Bankası’ndaki borçlar gerekçe gösterilerek” batmıştı...

***

Türkiye’de bir işadamının ipi çekildiyse; en sorunlu iştiraklerinden birindeki zayıf halkanın üzerine gidilerek idam sehpası hazırlanırdı...

***

28 Şubat’la birlikte gelen yeni düzende Erol Aksoy’un “İktisat Bankası’ndaki açıkları gerekçe gösterilerek; Show TV’yi elinden çıkarması öngörüldü...”

***

Bu “rastlantıyı” o günlerde Gazeteci anlamıyordu...

Ne zaman ki, olayın üzerinden iki yıl geçti... SHOW TV’yi satın alan Çukurova Grubu’nun CEO’su Ersin Pamuksüzer Gazeteci’ye dönüp;

-“Bizim de Pamukbank’a el kondu... Pamukbank’ı bize geri verecek olan siyasi parti, senin haberlerden ayrılmanı istiyor...” dedi; O zaman Türkiye’de neyin neyle bağlantılı çalıştığını anladı Gazeteci...

*****

28 ŞUBAT VE MESUT YILMAZ...

Koskoca Çukurova grubuna, Ersin Pamuksüzer’in deyimiyle bir siyasi parti; “Gazeteci’yi haberlerin sorumluluğundan almazsanız bankalarınızı alamazsınız...” diyordu...

***

Buna 28 Şubat’ın son darbesi denebilirdi...

Gazeteci o zaman anladı ki; 28 Şubat’la gelen iktidar; SHOW TV’yi kim alırsa alsın, “esasen öncelikle ve kesinlikle Gazeteci’nin haber merkezinden gitmesini istiyordu...”

***

Mehmet Emin Karamehmet; yıl boyunca Gazeteci’yi; ratinglerinin yüksekliğinden dolayı bir işadamı gibi düşünüp görevde tutmuş; siyasi iradeye rağmen “haber merkezinden almamaya çalışmıştı...” Ancak dünyanın en zengin işadamlarının bile Türkiye’de siyasi güce direnemeyeceği noktalar vardı...

***

Karamehmet de siyasi irade karşısında sonunda direnemedi ve kendisinin bulunduğu bir ortamda, CEO’su Ersin Pamuksüzer’in Gazeteci’ye bu teklifi yapmasını seyretmek zorunda kaldı...

***

Tek yapabileceği; Gazeteci’yi gruptan ayırttırmamak için çaba sarfetmekti... Odanın kapısını üstüne kilitleyip, Gazeteci’yi ikna etmeye çalıştığı gün o gündü Mehmet Emin Karamehmet’in...

***

İktidarın ekonomik ayaklarından sorumlu siyasi partisi ANAP; 28 Şubat döneminde düşürülen Refah-Yol iktidarının, yerine ikame edilmişti... Gerçek bu derece yalın ve açıktı...

***

Gazeteci’nin bir zamanlar ustası!!! sandığı, mesleki rekabetten kuyusunu kazdığını bilmediği kişinin “NATO’da özel bir görevle çalışan eşi ‘medya operasyonu masasının başındaydı...’

***

Türkiye’de siyaset mühendisliği “elinde güç bulunduranların” vazgeçemediği bir hasletti...

Siyaset dizayn edilirdi Türkiye’de... 2002 yılında SHOW Haber darbesi esnasında da böyle yapıldı...

***

Siyasi mühendislikle oluşturulmaya çalışılan ANAP-DSP-MHP üçlü koalisyonun “ANAP-DYP-DSP’nin bir bölümü şeklinde Türkiye’yi yönetmesi için master bir medya planlaması” yapıldı...

***

MHP lideri Devlet Bahçeli, oyunu son anda fark edip “erken seçim istemeseydi”, seçimler 2002 Kasım’ı yerine, 2004 yılı baharında yapılacaktı...

***

2002 yılının Mayıs-Haziran aylarında batan bankaların arkasından banka sahibi medya patronlarına operasyonlar yürürlüğe kondu...

***

Amaç seçimlere giderken, “büyük medya kuruluşlarının, aynı siyasi ittifakı desteklemeleri ve bu ittifakın oyların çoğunluğunu alarak bir koalisyon halinde iktidara gelmeleriydi...”

***

Gazeteci; bu siyasi oyunların içinde yoktu...Hiçbir zaman hiçbir siyasi mühendisliğin içinde olmamıştı...

***

Takvime göre; seçimlere iki yıldan az bir süre vardı... Bu süre zarfında bütün büyük kanallar ile gazeteler, bu minvalde yayınlarını sürdüreceklerdi...

Plan böyleydi...

Yazının devamı...

‘Acı var mı acı’ yılları...

Aydın Doğan’a ‘SHOW’daki sözleşmesini verip, ayrıldığı günden bu yana, bir kez Milliyet’in gecesinde buluşmuşlardı...

Masasına davet etmişti Aydın Doğan Gazeteci’yi...

***

Zaman zaman davetlerde karşılaşıyorlardı... Faruk Bayhan’ın “Gitme... Sen orada yok olursun” sözü doğru çıkmasa da, dolaylı bir öngörü haklı çıkmıştı...

***

Kanal D’den ayrılmasıyla birlikte Gazeteci’yi, Kanal D ve ATV’yle aynı grupta olan bütün gazeteler; “tam anlamıyla hedefe koymuşlardı...”

***

Gazeteci’nin “Acı var mı Acı” yılları böyle başlayacaktı...

Haber bülteni, ratinglerde zirveye oturdukça, medya ortaklığına ait gazetelerde; Gazeteci her gün “alay konusu yapılmaya çalışılıyor;” haberleri itibarsızlaştırılsın diye iki gruba bağlı showmenler, radyocular, köşe yazarları, televizyon yorumcuları, magazin sayfaları, siyasi köşeler ve manşetler bir bütün halinde seferber oluyorlardı...

***

Aydın Doğan kişisel bazda “çelebi, kalender, halden anlayan, gazeteci ve yazar dostu bir profil çiziyordu...”

İkili ilişkileri ve gazetecilerle temasları böyleydi...

***

Ancak Aydın Doğan’ın sahibi olduğu gazetelerde; “belden aşağı vuruş yapan, manipülatif başlıklar, ayar çeken, kabadayı tipli “yazar”lar, sırtını devletin derin odaklarının kanatlarından birine yaslayan “karakter suikastçisi, psikolojik harp eğitimi almış itibarsızlaştırma uzmanları, etki ajanları; “en etkin köşelerde görev yaparlardı...”

***

Aydın Doğan munisti...

Ama gazeteleri, ticari rakiplerine karşı öyle davranmazdı...

Gazeteci’nin rating aldığı her gün; aleyhine yürütülen kampanya dozajı arttırılarak yürürlüğe kondu...

***

Medya tarafından adım adım yönlendirilen bu kampanya, gün geldi dönemin MİT Müsteşarı’nı; “Gazeteci’nin yaptığı haberlerin Türkiye’ye komünizmi getireceğini!!!” söyletmeye kadar vardı...

***

Trajikomik bir olaydı...

Ne ki; Türkiye her zaman trajikomik olayların, hayata yön verdiği, suikastlerin, itibarsızlaştırmaların ve faili meçhullerin vaka-i adiyeden sayıldığı bir ülkeydi...

*****

AYDIN DOĞAN’IN GAZETECİ’YE; TELEVİZYONU VE RATİNGLERİ SORMAK İÇİN ÇAĞIRDIĞI UZUN GÖRÜŞME...

MİT Müsteşarı ile yardımcısının; Gazeteci’nin yaptığı haberlerin Türkiye’ye komünizmi getireceğini söylediği günlerden bir müddet sonra Aydın Doğan; Gazeteci’yi özel bir görüşme için çağırıyordu...

***

Gazeteci o sırada; kendisine siyasi bir kumpas kurulduğunu ve kısa bir süre sonra; grubun patronlarına “Bankalarınızı kurtaracak siyasi parti, haberleri Gazeteci’nin yapmasını istemiyor...” deneceğinden habersizdi...

***

Uçağa bindi Bodrum’a gitti...

Bodrum’da Aydın Doğan’ın otelinde yazlık bürosunda yaklaşık 2.5 saati aşan bir görüşme yaptılar...

***

Aydın Doğan eski yetiştirdiği “kısa pantalonlu halini bildiği Gazeteci’den ‘rating sisteminin nasıl işlediğini, televizyonda neyin ne olduğunu” ıcığına cıcığına varana kadar soruyor, öğreniyordu...

***

-“Şunları bana her şeyiyle bir anlat...” dedi...

“Kendi kanalımda, beni tongaya getirsinler istemiyorum... Gazeteyi biliyorum... Ama televizyonlarda fiyatlar acayip... Nedir bu iş de fiyatlar bu kadar yüksek?.. Bu rating alma işi niye bu kadar zor?.. Share’den söz ediyorlar... Kavramlarla kafa karışıklığı yaratıp habire büyük paralar istiyorlar... Sen anlat bana bunları her şeyiyle...”

***

Gazeteci, ikibuçuk saat boyunca, “ona gazetecilik yolunu açan, Milliyet’i; Atina’yı, Kanal D’yi teklif eden eski patronuna bir vefa borcu olarak; “televizyonlarla ilgili bütün bildiği gerçekleri” anlattı...

***

Hangi program neden izlenir?..

Maliyetler nedir?..

Maliyetlerle fiyatlar arasındaki korelasyon nasıl işler?.. Televizyon dünyasında işler nasıl döner?..

***

Görüşme bittiğinde dilinin kuruduğunu hissetmişti Gazeteci...

Aydın Doğan onu öğle yemeğine alıkoydu...

Bodrum Havaalanı’ndan aldırdığı gibi, zırhlı siyah Mercedes’iyle, havaalanına yolcu etti...

***

Bir iş görüşmesi değildi...

Kendi televizyonlarını iyi yönetebilmek için Gazeteci’nin

bilgi ve tecrübesini almak istiyordu...

Gazeteci görüşme bittiğinde mutluydu...

***

Aydın Doğan ona zamanında, gazetecilik öğreneceği alanları birer birer açmıştı...

Aydın Doğan’ın yanında değişik gazeteler ve televizyonlarda 15 yıla yakın çalışmıştı Gazeteci...

***

Mütevazi maaşların dışında, hiç “özel bir transfer, jestiyon, prim” gibi bir para kazanmamıştı Aydın Doğan’dan...

Para kazanacağı şeyleri, Aydın Doğan’ın sahibi olduğu medya organlarında öğrenmişti; bu ona yetiyordu...

***

Şimdi eski patronuna; televizyondaki bütün bilgilerini aktararak; ona olan vefa borcunu ödemiş oluyordu...

Onun için mutluydu...

***

Aydın Doğan’ı görünce unutmuştu; yıllar yılı grubunun gazetelerinde; kendisi aleyhine yapılan “itibarsızlaştırma kampanyalarının, karakter suikastlerinin, bel altı vuruşların” üzerinde yarattığı hüznü...

-“Boş ver...” demişti içinden...

-“Ticari rekabetten olsa gerek... Kurallar böyle işliyor demek ki...”

*****

AYDIN DOĞAN’IN MEDYA SAVAŞLARI ESNASINDA GAZETECİ...

Oysa o, bütün bu medya savaşları esnasında tek bir gün bile “eski patronunu, kişiliğini rencide edecek şekilde itibarsızlaştıracak” bir kelimeyi milyonların izlediği haber bülteninde etmemişti...

***

Çalıştığı grubun patronuna; o gazetelerde çok ağır ithamlar yapıldığında bile, patronun ithamlara verdiği cevapları yayınlamış ancak; Aydın Doğan veya bir başka medya patronuna yönelik medya savaşına hiçbir şekilde girmemişti...

***

Bir gün çalıştığı grubun patronu; gazetelerde aleyhindeki kampanyaya çok sinirlenmiş;

-“İt ürür kervan yürür” atasözünü referans alan bir prodüksiyon yapmasını” istemişti Gazeteci’den...

***

Şöyle demişti Gazeteci Patron’a...

-“Gazetelerde boy hedefi olan sizsiniz... Buna böyle bir cevap verme isteğinize de bir şey söylemek haddim değil...

Kanal sizin kanalınız benim değil...

Prodüksiyonu madem istiyorsunuz yaptırırım... Ama haber bülteninin sorumluluğu benim...

Künyede ben sorumlu görünüyorum...

Müsade ederseniz; bu prodüksiyonu haber bülteninde yayınlamayayım...

Haber bülteninin künyesi geçtikten sonra, yayın şefliğindeki arkadaşlar “İt ürür kervan yürür...” prodüksiyonunu girerler... Buna hakkım olduğunu düşünüyorum...”

***

Öyle girmişti; kısa prodüksiyon yayına... Bir süre sonra RTÜK kapatma cezası vermişti kanala...

Gazeteci; hiçbir şey söylememişti Patron’una...

***

Aydın Doğan’la Bodrum görüşmesinin dönüş yolunda havaalanında Aziz Yıldırım’la karşılaştı Gazeteci...

Geniş ailesiyle İstanbul’a dönüyordu...Aziz Yıldırım’la sohbet etti uzun uzun...

***

İstanbul’a indiğinde, bir Cumartesi günü sabahtan akşam 17’ye kadar geçen süre içinde, Aydın Doğan ve Aziz Yıldırım’la geçen derin görüşmeleri gözünün önüne getirdi... -“Ne gündü ama...” diye içinden geçirdi...

***

O sırada eski ustası! ve NATO’da özel görevli eşinin; çok yakınları olan eski MİT Müsteşarı’nın “Gazeteci’nin haberleriyle ilgili ‘Türkiye’ye komünizmi getirecek’ sözlerinin, fiili operasyon düğmesine basıldığından habersizdi...”

***

Bir Cumartesi akşamının; tatlı esintisinde, bulursa bir iki dostuyla biraz keyif yapmayı planlıyordu...

Derin mahvillerin harıl harıl kellesini kopartmayı planladıkları esnada...

Yazının devamı...

“Oğlum orası ıssız bir çöl... Orada yok olur gidersin...”

Taylan Bilgel; Gazeteci’nin SHOW’a transferinden yedi yıl sonra Aydın Doğan’ın Gazeteci’yle özel olarak görüşmek istediğini söylüyordu...

***

Gazeteci; Aydın Doğan’la Kanal D’ye veda ederken yaptığı son görüşmeyi hatırladı...

SHOW’a gideceği duyulunca; SHOW’dan Kanal D’ye genel müdür gelen Faruk Bayhan onu odasına almış; “Gazeteci’yi ikna etmek istemişti...”

***

“Gazeteci” Faruk Bayhan’ı severdi...

Onu kırmak istemezdi...

Ne var ki; “Gazeteci’yi kendi ‘kimliğiyle, programıyla’ kabul eden SHOW TV ona kucak açmıştı...”

Biliyordu ki Kanal D’nin “haber merkezinde, hiçbir zaman bu olanak sağlanmayacak, ilk günlerin ateşi söndükten sonra, eski tas eski hamam gidecekti işler...”

***

Faruk Bayhan son fişeğini görüşmenin sonunda attı...

-“Oğlum orası bitti... Issız bir çöl orası” dedi...

-“Hiçbir program kalmadı ellerinde... Kemal Sunal’ın filmlerinden başka hiçbir şeyleri yok... Burayla rekabet etmeleri mümkün değil...

Yok olur gidersin orada...”

*****

MEDYADA DEV ORTAKLIK... KANAL D-ATV; SABAH-HÜRRİYET-MİLLİYET ORTAKLIĞI...

Faruk Bayhan’ın söylediği gibi, televizyon dünyası o günlerde yeni bir cepheleşme yaşıyordu...

Sabah’la Milliyet; Sabah’la Hürriyet arasındaki ansiklopedi savaşları geride kalmış; Aydın Doğan Hürriyet’in de sahibi olmuştu...

İki dev grup Kanal D-ATV; ile “Sabah-Hürriyet-Milliyet-Radikal-Yeni Yüzyıl-Tempo-Aktüel yeni “dev” medya ortaklığının parçaları olmuştu...

***

O yıllarda rakiplerinin “kartel” adını taktıkları oluşum; iki büyük patron Aydın Doğan ile Dinç Bilgin’in “televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde, reklamda ve dağıtımda” büyük ortaklığı anlamına geliyordu...

***

Böylesi dev bir oluşumun dışında; sadece Erol Aksoy’un SHOW TV’siyle, Uzan’ların Star televizyonu kalıyordu...

İki televizyonun da sahiplerinin o sırada yanlarında; değil dev bir medya imparatorluğu tek bir gazete bile bulunmuyordu...

***

Faruk Bayhan ilk sözünde haklıydı...

“Gazeteci”, büyük medya ortaklığının dışında “ıssız bir çöl”e gidiyordu...

İkinci sözü ise Faruk Bayhan inanarak söylememişti... Gazeteci’yi ikna etmek için “olta” atmıştı...

-“Orada yok olur gidersin...” demişti...

***

Oysa Gazeteci’yi tanıyordu Bayhan...

Orada yok olup gitmeyeceğini biliyordu...

Rakipte yok olmayacağını, tersine patlamaya devam edeceğini bildiği için “gitmesini” istemiyordu zaten...

***

SHOW TV’yi en iyi Faruk Bayhan bilirdi...

Televizyonu da... O yıllarda adı; “iyi İngilizce bilmediği halde, Türkçe altyazısız doksan dakikalık sinema filminin rating yapıp yapmayacağını 5 dakikada anlayan adam”a çıkmıştı...

Her gece yayınlanacak Ateş Hattı’nın SHOW TV’de ne yapacağını Faruk Bayhan’ın tahmin etmemesi olanaksızdı...

***

Sonunda bağırdı...

Odası Kanal D’de ikinci katın tam ortasındaydı...

Kat çınlamaya başladı...

Dışarıda Okan Bayülgen; Bayhan’la görüşmek için bekliyordu...

Bayhan; -“Sana gitmeyeceksin dedim...” diye bağırıyordu Gazeteci’ye...

***

Faruk Bayhan; Gazeteci’nin Abi’siydi...

Pırlanta gibi bir kalbi vardı...

Gazeteci’ye bağırması; Gazeteci’yi etkilemiyordu...

Onu severdi; onun da kendisini sevdiğini bilirdi... -“Faruk Abi; senle sonra gider bir yerde yemek yer konuşuruz... Şimdi kararımı verdim... Beni zorlama... Senle ilgisi olmayan bir durum... Sen de düzeltemezsin bu durumu...”

***

Kanal D’de o günlerde yönetici olan bir “Abi”si; -“Sen git yavru...” dedi...

-“Orada patlarsın sen... Saat 24’den önce girmez programın... Burada yeşeremezsin sen...”

***

Transfer günlerinde hayatının en önemli öğretilerinden birini fark edecekti Gazeteci...

“Çalışacağın yer, sana ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, o kadar değerini bilirdi... Varlığına çok ihtiyaç duyan yer, daha fazla değer verirdi... En azından uzun süre kıymetin bilinirdi... Çok güçlü, çok büyük, ‘sen olsan da olur olmasan da, biz zaten çok büyüğüz’ anlayışının egemen olduğu yerlerde aynı değeri bulamazdı insan... Dünyanın merkezinde olanlar, merkezin dışındakilerin onlara ihtiyacının; kendilerinin onlara ihtiyacından fazla olduğuna inanırlardı...”

*****

AYDIN DOĞAN; EN BÜYÜK GAZETELER, EN BÜYÜK DERGİLER, BÜYÜK TELEVİZYON KANALI... MEDYA İMPARATORUNUN ODASI...

Faruk Bayhan’ın odasından çıkmıştı...

Diğer Abi’yle dertleşmişti...

Onun; -“Gece 24’den önce programa giremezsin... Sen burada yeşeremezsin...” sözünü kulağa küpe yapmıştı...

***

Sıra Aydın Doğan’la görüşmeye gelmişti...

Milliyet’te hüzünlü ayrılığın ardından; yıllar sonra onu Kanal D’ye alan Aydın Doğan’dı... İlginç bir ilişkileri vardı Gazeteci’nin Aydın Doğan’la...

Ünlü bir şarkının sözlerindeki gibi;

-“Ne seninle ne sensiz...”

***

Aydın Doğan’la odasında yaptığı son görüşmede; Aydın Bey Nuruosmaniye Caddesi’ndeki Milliyet Gazetesi’nin üst katında, mütevazı bir odada patronluk yapardı... O günlerde Aydın Doğan; Milliyet Gazetesi’ni alarak medyaya giren, yeni bir patrondu...

***

Yüz metre ilerde Simavi’lerin Hürriyet Gazetesi bütün ihtişamıyla Cağaloğlu’nu süslüyordu... Milliyet Gazetesi Cağaloğlu’nda “sıcak sempatik bir binada” faaliyet gösterir; Gazeteci orada mutlu olurdu...

***

Aydın Doğan’ın bunca gazetesi arasında, esas odasının yeni Milliyet binasında olduğu söylendi... Gazeteci’yi o odada bekliyordu...

Oysa Gazeteci ayrılırken; bir daha Milliyet Gazetesi’ne adım atmamaya söz vermişti kendi kendine...

***

Hayatın “asla” dediğin her şeyi tek tek başına getireceğini bilmiyordu Gazeteci o günlerde... -“Demek Aydın Bey’le görüşmek için yeniden Milliyet binasına adım atmak varmış kaderimde...” dedi Gazeteci...

***

Katta onu; Arzu Hanım karşıladı...

Aydın Doğan’ın Milliyet’i aldığı günden beri, Arzu Hanım onun yanındaydı...

Arzu Hanım’la Gazeteci birbirlerini, ilk günlerden itibaren tanırlardı...

On yıl çalıştıktan sonra Gazeteci kopmuş; bir daha karşılaşmamışlardı...

Sarıldılar öpüştüler...

-“İçerde bekliyor seni...” dedi...

Eski günlerdeki gibi “duygusal yakınlık göstergesi”ydi bu sözler...

-“Bekliyor seni...”

***

Odaya girdi...

Şaşırdı Gazeteci...

Milliyet gazetesinin yeni binasının üst katındaki oda, o kadar büyüktü ki; Aydın Doğan’ın masasına ulaşana kadar epey bir süre bir yürümesi gerekti Gazeteci’nin...

***

Gazeteci’nin karşısındaki kişi; artık Milliyet gazetesinin mütevazı patronu değil; “bir Medya İmparatoru’ydu...”

Mütevazı görünümü değişmese de, o bir Medya İmaparatoru’ydu artık...

Odasından, dekorasyondan her şeyden anlaşılıyordu bu durum...

***

Elbette Aydın Doğan da karşısında oturan Gazeteci’nin “kısa pantolonlu halini bildiği gencin ötesine geçtiğini” hissediyordu...

Biri medya patronluğunda zirveye çıkmıştı... Diğeri, kendi gazeteci-televizyoncu zirvesinin eteklerinde dolaşmaktaydı...

***

Çok tecrübeliydi Aydın Doğan...

Hiç üstüne gelmedi o görüşmede Gazeteci’nin...

Farkındaydı gitmeye karar verdiğinin...

Yine de görüşmek istediğine göre, “son bir durum tespiti” yapacaktı...

Gazeteci hazırlıklı gelmişti görüşmeye;

Çantasından iki ayrı belge çıkardı...

***

-“Aydın Bey...” dedi...

-“Siz beni bir yıllık stajyerken Milliyet’te gazetecilik yaptıran kişisiniz... Atina’ya gönderen insansınız... Şimdi de televizyonunuzu açtınız bana...

Sizden hiçbir şey saklamam...

Size verdiğim iki sayfalık sözleşme metni; SHOW TV’yle üzerinde anlaştığımız sözleşmenin son hali... Henüz imzalamadım... Ama imzalayacağım...

İkinci belge; sizin talimatınızdan sonra Kanal D’de çalışmaya başladıktan sonra bana imzalamam için verilen matbu eleman sözleşmesi...

***

“İncelemenize gerek yok... Kanal D’ninki sözleşme bile değil... Her çalışanın imzaladığı matbu belge... Bir de maaş var yazılı orada... Hangi programı yaptığım, programcı olduğum bile yazılı değil...

Mesleği sunucu diye geçen bir elemanın matbu sözleşmesi sadece...

Her gece yayın yapan bir programcıya böyle bir uygulama reva görüldü... Ben ne önceki kanalda, ne TRT’de bu durumda değildim... Sizi arayıp bir şey söylemedim...

***

SHOW’un sözleşmesini de size veriyorum... Siz bende emeği olan insansınız... Lütfen sizde kalsın... Beni anlayın lütfen... Bu saatten sonra, o sözleşmeyi baz alıp, Kanal D’yle anlaşamam... Ahlaki olmaz bu davranışım...”

***

Aydın Doğan istemiyordu gitmesini Gazeteci’nin...

Gözlerinden okuyordu bunu Gazeteci...

Beş yıl önce olsa; böyle bir konuşmayı yapamazdı Aydın Doğan’la Gazeteci...

***

Ancak Milliyet’ten; Atina’nın ortasında öyle hüzünlü ayrılmıştı ki; zaman içerisinde tek başına hareket edebilmesini çok zor öğrenebilmişti...

Aydın Doğan’dan; yıllar öncesinin rövanşı değildi aldığı...

***

Tam tersine onun Gazeteci’nin gitmesini istemeyen halinden, inanılmaz üzüntü duyuyordu... Fakat mesleği açısından gitmesi gerektiğini biliyordu...

Aydın Doğan’la ilgili bir konu değildi bu...

Eğer gitmezse; orada yeşeremeyecekti...

***

Uzun yıllar önce “usta”sı Çetin Emeç; Hürriyet’e transfer olmuş; Gazeteci’yi de Milliyet’ten Hürriyet’e almak istemişti...

Gazeteci; onu Milliyet’e başlatan Aydın Doğan’la, onu Milliyet’te parlatan Çetin Emeç arasında kalmış tercihini Çetin Emeç’in Hürriyet’i yerine; Aydın Doğan’ın Milliyet’inden yana kullanmıştı...

O karardan sonra Atina’nın göbeğinde hüzünlü ayrılık gelmişti...

***

O gün yaptığı “hata” değildi...

Niye Hürriyet’e gitmedim diye dövünmemişti... Ancak şimdi gitmesi gerekiyordu... Bunu biliyordu...

“Yeşermesi” gerekiyordu...

***

-“Sen kararını vermişsin...” dedi Aydın Doğan... Gazeteci’nin SHOW TV’yle olan sözleşmesini aldı, kasasına koydu...

Öpüştüler...

Ayrıldılar...

Yazının devamı...

Aydın Doğan Gazeteci’ye; Televizyonlarda ratingi soruyor...

Show Haber’i yönetir, anchormanliğini yaparken “tüm televizyon haberlerinin toplamından fazla izleniyordu” Gazeteci’nin haber merkezi...

***

Yaklaşık altı yıldır durum böyleydi ve hiçbir şekilde değişmeyeceği anlaşılıyordu...

***

Gazeteci; Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Kanal D’nin rakibi bir kanaldaydı...

Aydın Doğan ortaklık yaptığı ATV ile oluşturduğu “düzeneğin” karşısında; spor programıyla birlikte tek başına duruyordu...

***

Onun uzun yıllar önce Atina’ya gönderilmesini öneren Taylan Bilgel bir gün Gazeteci’yi aradı...

-“Aydın Bey; senle görüşmek istiyor?.. Gelir misin?..” dedi...

***

Gazeteci; Aydın Doğan’la son görüşmesini altıbuçuk yıl önce Aydın Doğan’ın Milliyet’teki odasında yapmıştı...

Kanal D’den ayrılıyordu...

İlk gece yayına 02.45’de sokulan televizyon programı “bütün engelleri aşmış” iki ay içinde inanılmaz bir patlama yapmıştı...

***

Hiç kimse önüne geçemiyordu patlayan ratinglerin... Kanal D, gece 23.30’dan sonra değişmez adres haline gelmişti...

***

Oysa Gazeteci; bu patlamaya rağmen, halen Ateş Hattı ekibinden kimseyi Kanal D’den içeri sokamıyor...

Kendisi “haber merkezi koşullarında; TRT’den programlar için aldığı paranın onda biri tutarında bir maaşla,” çalışıyor...

***

Maaşı da “ekipten kalan arkadaşlarına ödüyor...” Kendi giderlerini eski birikimlerinden karşılıyordu...

Canına tak ettiği günlerdi...

Allah’la başbaşa stüdyoda döktürüyor, ratingleri patlatıyor; her zaman olduğu gibi “para konusunu” hiç açmıyordu...

***

Fakat içini çok fazla burkan, bir türlü hazmedemediği bir olay vardı ki; ne maaş, ne ekibe kendi ödediği paralar; bu nedenin yanında solda sıfır kalırdı...

GAZETECİ’Yİ ÇOCUĞUNDAN AYIRDIKLARI AN...

Gazeteci’nin o günlerde henüz ne manevi, ne biyolojik çocuğu yoktu... İşi, gücü, bütün hayatı gazetecilik ve televizyonculuktu...

***

Günde 18 saat çalışıyor; gazeteciliği bir hayat tarzı olarak benimsiyor; aile kurma, çocuk yapma konularına burun kıvırıyordu...

Muhteşem bir “Gazeteci” olacaktı...

Gazetecilik onun, “kişisel kahramanlık menkıbesi”ydi...

***

Bu kompozisyonda; Gazeteci’nin tek bir “çocuğu” vardı...

Bir arkadaşının evinde onunla sohbet ederken oluşturduğu, ismini koyduğu, müziğini kendi elleriyle seçtiği, içeriğini çattığı “haber programı...”

***

Gazeteci’nin o günlerdeki tek çocuğunun adı “Ateş Hattı”ydı...

“Çocuğu”na reva görülen muameleyi bir türlü içine sindiremiyordu...

***

-“Program adı kesinlikle Ateş Hattı olmayacak...” demişlerdi ona...

Muhtemelen onun bir haber programcısı kimliğiyle iş yapmasını istememişlerdi...

Oysa Gazeteci’nin nüfus cüzdanındaki ismiyle, televizyondaki programının adı, aynı değerdeydi...

***

O programı kendi elleriyle doğurmuştu... Çocuğuydu onun o program...

Onun isminden mahrum kalmak; çocuğundan mahrum bırakılmakla aynı anlama geliyordu...

***

Gazeteci Ateş Hattı’nı silmek isteyenlerin bu davranışını hiçbir zaman affetmedi... Onları affetti; ama davranışlarını unutmadı...

***

Tutkularıyla yaşardı hayatı...

O günlerde ilerde Gazeteci’nin “öz çocuklarına kıymaya yeltenecek, Gazeteci’yi öz çocuklarından, onları ondan kopartmaya yönelecek” kişilere onun nasıl tepki göstereceğini kimseler bilmiyordu...

***

Ateş Hattı isimli çocuğa kıyanların, Gazeteci’nin cevabını o günlerde bilemedikleri gibi...

***

Erol Aksoy Show TV’nin patronuydu...

Ufuk Güldemir ise SHOW TV’nin Genel Yayın Müdürü...

Arkadaştılar Ufuk’la; Gazeteci...

Ankara’dan; ilk gazetecilik yıllarından...

***

O sırada Aydın Doğan’ın Kanal D’si; Show TV’nin her şeyi olan Genel Müdürü Faruk Bayhan’ı Kanal D’ye transfer etti...

Herkes Aydın Doğan’ın bu hamlesiyle, “SHOW TV’nin sonunun geldiğini” ilan etti...

Hiçbir şey kalmamış görünüyordu SHOW TV’de...

***

Ufuk Güldemir o günlerde devreye girdi ve Gazeteci’yi Erol Aksoy’la görüştürmeyi sağladı...

***

İktisat Bankası’nda küçücük bir odası vardı Erol Aksoy’un...

Cin gibiydi...

Gazeteci; ratingleri patlatmıştı ve Aksoy ne yapıp edip, kan kaybı yaşayan kanalın erimesini önlemek istiyordu...

***

Gazeteci’ye transfer için ne istediğini sordu... Hayatın her anında olduğu gibi, “para” konusuna hiç girmedi başlarda Gazeteci...

Onun için “para” sonuncu maddeydi...

***

Onun yüreği, “para”nın miktarıyla atmazdı...

Kalbi; “yaratıcılığın koşullarına endeksliydi...”

Yaratıcılık için koşullar yeterliyse; para zaten zamanla gelirdi...

O yıl olmasa da ertesi yıl...

***

Karşısında dahi düzeyinde zeki olan Erol Aksoy’a zaafını belli etmek istemiyordu Gazeteci...

Programın ismi konusunu üçüncü sıraya koymaya karar verdi...

En önem verdiği şeyin biraz olsun üstünü örtmeye çalışıyordu...

***

İkinci önemli konuyla başladı...

-“6-7 kişilik bir ekibim var... Onların maaşı sigortası yapılırsa sevinirim...” dedi...

5 mi olsun; 6-7 gibi “dostlar pazarlıkta görsün” baabında bir cevap verdi Erol Aksoy...

***

O konu geçti...

Üçüncü önemli konuya girdi Gazeteci...

-“Her akşam aynı saatte; saat 23’de yayınlanırsa, izleyicide kesin alışkanlık yapar program... Bu çok önemli...” dedi...

O da 23 mü olsun; 23.15 mi; “Perşembe günleri dizi var o gün geç olsa olmaz mı” gibi müzakere noktalarıyla geçildi...

***

Konu nihayet Gazeteci’nin en çok önem verdiği, ancak özellikle araya sıkıştırdığı konuya geldi...

-“Programın ismini Ateş Hattı yapacağım...” dedi...

***

Transfer oluyordu...

İki buçuk ay önce Haber Saat’ini; Haber Hattı haline getirebilmek için, döktüğü teri anımsadı...

Şimdi programın ismini “Ateş Hattı yapacağım” diyebiliyordu...

Hayattaki en makul isteklerin bile ancak “gücün varsa” söylenebileceğini, o günlerde anlamıştı Gazeteci...

***

Erol Aksoy çok zekiydi...

Gazeteci’nin bu konuda hassas olduğunu fark etmişti...

Bir iki deneme yaptı...

-“Başka bir isim bulsak...” gibi şeyler söyledi...

***

Hayat değişmişti...

Ratingler patlamıştı...

Çocuğuna kavuşma hakkını Allah vermişti Gazeteci’ye...

Bir daha çocuğunu bırakması imkansızdı Gazeteci’nin...

-“Ateş Hattı olmalı... Başka isimle o motivasyonu ne ekipte, ne kendimde sağlayamam...” dedi...

***

Erol Aksoy;

-“Peki...” dedi...

-“Yalnız tek bir ricam var... Hemen imzalayalım anlaşmayı...

Sen Kanal D’ye gidersen, orada seni ikna ederler... Orada kalırsın... Bu duruma düşmek istemem...”

***

Gazeteci gülümsedi...

-“Edemezler Erol Bey...” dedi...

Erol Aksoy itiraz etti...

-“En azından bir protokol imzalayalım...” diye ısrar etti...

-“Protokol imzalamaya gerek yok... Ben geleceğim... Ancak beni oraya alan Aydın Doğan’a veda etmeden, hiçbir şey imzalamam... Bu ahlaki değil... Ne ki ikna olmayacağım, emin olun geleceğim...”

***

Erol Aksoy, mütereddit kaldı...

Bilemezdi ki;

“Bir insanın çocuğunu elinden almak; parayla, pulla bedeli ödenecek bir eylem değildir...”

Madem ki çocuğunu elinden almışlardı Gazeteci’nin...

O çocuk yeniden nefes alacağı, yaşayacağı, hayat bulacağı yerde, büyüyecekti...

Ateş Hattı SHOW TV’de yeniden yaşayacaktı...

Parantez kapanacaktı...

----------

SALI GÜNÜ...

AYDIN DOĞAN, TELEVİZYONLARDA RATİNG SİSTEMİ VE GAZETECİYE SORDUKLARI...

Yazının devamı...

Üç yıl önceki BJK-GS olimpiyat derbisine benzerse; Beşiktaş’ın önü kesilir...

Bundan tam üç yıl önce; 22 Eylül 2013’de; Beşiktaş; Galatasaray ile 76 bin kişilik Olimpiyat stadının ful çeken tribünlerinde sezonun ilk derbisine çıkıyor...

Beşiktaş o yıl da, Biliç’in yönetiminde sezona iddialı bir başlangıç yapıyor...

***

Tıpkı birkaç gün önce Benfica maçında atılan müthiş beraberlik golü gibi, o günlerden hemen önce de Beşiktaş Norveç Tromsö takımı karşısında iki mükemmel golle tur atlıyor...

***

Galatasaray maçında o sıralarda her şey Beşiktaş’ın lehine gözüküyor...

Oysa o gün; “Beşiktaş’a seyircinin içinde tarihin en büyük provokasyonlarından biri yapılıyor” ve “hakem kararına güya tepki duyan!!!” seyirci, elini kolunu sallayarak stada giriyor...

***

Seyircinin stada girmesiyle son dakikalarda maç yarıda kalıyor...

Galatasaray hükmen 3-0 galip sayılıyor...

Beşiktaş dört iç saha maçını seyircisiz oynamak zorunda kalıyor...

Karakartal neredeyse ilk devre, doğru düzgün bir daha seyircisiyle buluşamıyor...

***

Beşiktaş ilk derbinin açtığı hasarla, sezonu daha başlamadan kapatıyor...

SEYİRCİ YASAĞI NİYE TANSİYONU YÜKSEK BİR DERBİ MAÇIYLA KALKIYOR?..

Hafta içinde; Kulüpler Birliği ile Valiliğin yaptığı görüşmeleri izliyor Gazeteci...

Adnan Polat’ın yıllar önce Ali Sami Yen’deki Galatasaray-Beşiktaş maçında; önayak olup, Beşiktaş seyircisine ambargo uygulatarak başlatılan deplasman yasağı bugün yine bir BJK-GS derbisiyle sonlanıyor...

***

Karar; futbolda dostluğun kazanması adına alkışlanacak bir karar...

Ne ki Gazeteci; “seyircilere uygulanan deplasman yasağının” neden özellikle tansiyonu yüksek bir derbiyle kalktığı sorusundaki bit yeniğini bir kenara not ediyor...

***

Kulüpler arasında, bunca kan ve şiddete neden olan tribün savaşlarının; kalkması için en uygun maç, tansiyonu çok yüksek olacak bir Beşiktaş-Galatasaray derbisi mi olur?..

***

Tansiyonu daha az olan maçlarla ilk deplasman yasağını kaldırmak ve adım adım taraftarı stresi yüksek derbilere hazırlamak daha akıllıca değil mi?..

***

Gazeteci; bu soruyu not ettikten sonra hafta içinde derbiyle ilgili diğer gelişmeleri izlemeye koyuluyor...

***

Ertesi günü; Gazeteci’nin kafasını kurcalayacak ikinci bit yeniği “şıp diye ortaya çıkıyor...”

Merkez Hakem Kurulu BJK-GS derbisine Ali Palabıyık’ı atıyor...

SEYİRCİ YASAĞI KALKAN DERBİDE HAKEM ALİ PALABIYIK...

Ali Palabıyık; genç bir hakem...

Beşiktaş’ın; Ali Palabıyık’ın yönettiği maçlarda “şansı” çok yaver gitmiyor...

***

Ancak mesele “şans”ın yaver gitmesi, gitmemesi meselesi değil...

Her hakemin Beşiktaş’ın isteğine göre olması beklenemeyeceğine göre, futbolun içinde “şansının yaver gittiği hakem olabileceği gibi, zorlanabileceğin hakem de olabiliyor...”

***

Gazeteci’ye göre, Ali Palabıyık’ın hakemliği değil tartışma konusu olan...

Genç hakemin birkaç hafta önce bir futbolcuya ikinci sarı karttan kırmızıyı göstereceği yerde ikinci defa sarı kartı göstermesinin yarattığı absürd olayın; benzerinin yaşanması halinde ne olacağı sorusu...

***

Beşiktaş seyircisi ve yönetimi Trabzon’la Olimpiyat stadında oynadığı

derbi maçında da Ali Palabıyık hakkında “eleştirilerde bulunuyor...”

***

Gazeteci; son olayda arka arkaya birkaç olayın birleştiğini seziyor...

Şöyle bu olaylar:

***

1) Yıllardır varolan seyirci deplasman yasağı, stres yükü fazla bir Beşiktaş-Galatasaray derbisiyle kalkıyor...

***

2) Bu karar daha iddiasız ve gerilimsiz sezon başı maçlarının oynanacağı haftalarda alınabilecekken, sezonun şampiyonluktaki en büyük iki adayının ilk derbisi için alınıyor...

***

3) BJK-GS maçına Merkez Hakem Kurulu; hakem olarak Beşiktaş seyircisinin “hiç haz etmediği bilinen Ali Palabıyık”ı atıyor...

***

4) Palabıyık genç bir hakem...

Birkaç hafta önce iki sarı kartı üst üste aynı futbolcuya gösterecek kadar konsantrasyon eksikliği çekiyor...

Bu derbinin ise, gerilimi ve stresi yüksek...

***

5) İki ezeli rakip taraftarının da uzun yıllar sonra; tribünlerde yerini alacağı derbide, Ali Palabıyık da görev alınca; Gazeteci’nin aklına üç yıl önceki BJK-GS derbisi geliyor...

***

6) Gazeteci biliyor ki; Beşiktaş takımının tarihi, “şampiyonluklarla kucaklaşılması beklenen sezonlarda önü kesilen derbilerle doludur...”

BEŞİKTAŞ SEYİRCİSİ VE PROVOKASYONA KARŞI ALINACAK ÖNLEMLER...

Gazeteci tam üç yıl önce bugün; Olimpiyat Stadı’ndaki BJK-GS derbisinde seyirci üzerinden yaşatılan provokasyonu yazıyor...

***

Yazının ve olaylı derbinin vuku bulmasının tam üçüncü yıldönümünde, bugünkü derbi oynanıyor...

Bu derbinin bir provokasyona zemin olmaması için; Beşiktaş seyircisinin, “bu maça özel önlemler alması” gerekliliğine inanıyor Gazeteci...

***

1) Herkes farkına varıyor ki Beşiktaş; Vodafone Arena açıldığından beri, statta; kaybetmek bir tarafa maç başı neredeyse 3 gol ortalamasıyla oynuyor...

***

2) Herkes biliyor ki; Beşiktaş’ın bu seneki kadrosu ezeli rakiplerinin en az bir fersah üzerinde...

***

3) Karakartal’da kadro zenginliği olduğundan, herhangi bir futbolcuyu o maçtan önce engelleyerek; Beşiktaş’ı o gün engellemek mümkün olmuyor...

***

4) Bu şartlarda provokasyon düşünen beyinlerin elinde tek bir alternatif kalıyor...

Tecrübesiz bir hakemin hatalı kararlarıyla, Beşiktaş’ı oyundan düşürmek...

Kartlarla eksik bırakmak...

***

5) Beşiktaş seyircisinin asabiyetine oynayarak, gelecek haftalarda Beşiktaş’a seyircisiz oynama cezası aldırtmak...

***

Beşiktaş’ın bir provokasyonla önünü kesecek hamleler bunlar...

Beşiktaş seyircisi, bu provokasyon ihtimaline “dur” derse, “tarih Vodafone Arena’da yeniden yazılmaya başlanır...”

Aksi halde “Karakartal için makus kader; provokasyonlar tarihinden mütevellit mağduriyet sürer gider...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.