Şampiy10
Magazin
Gündem

İftarda yenecekler...

İftar öğününde iştahınızı kontrol etmek istiyorsanız; tam buğday ekmeğini yavaş yavaş çiğneyin ve tüketin...

Böylece metabolizmanız hızlanmaya ve beyninize tokluk sinyali gitmeye başlayacak...

***

İftar öğününüzü ikiye bölmeniz, her öğününüzde porsiyon kontrolü yapmanızı sağlayacak...

İftar ilk kısmı 11 dakika sürmeli...

İftarın ilk kısmı için önerilerimiz çorba, ayran veya cacık ve tam tahıllı ekmek olacak...

***

İftarın ikinci kısmı ana yemeklerin yer alacağı kısım...

Sebze ile birlikte hazırlanmış, et ve tavuk yemekleri bu öğün için uygun...

Yanında tahıl olarak bulgur, karabuğday, buğday veya tam buğday makarnası tüketebilirsiniz...

*****

İFTARDAN SONRA TATLI...

İftardan sonra tatlı yemek istiyorsanız, en doğru tercih meyveler veya yoğurt ile hazırlayacağınız alternatifler...

Şerbetli tatlıların her dilimi 210 kalori...

Her dilimin etkisini yok etmek için yarım saat yürümelisiniz...

***

2-3 gün sütlü tatlı veya dondurma tercih edebilirsiniz...

Ramazanın hafif tatlısı güllaç için ise haftada bir gün ayırabilirsiniz... Hazırlarken tatlandırıcı veya light süt kullanmanız güllacınızın kalorisini ortalama yüzde 20 azaltıyor...

İFTAR SONRASI BİR SAAT YÜRÜYÜŞ...

Ramazanda egzersiz için en güzel saat iftar sonrası...Elinizde 1 litre su ile, bir saat yürüyüş sizi çok rahatlatacak...

Yaz akşamları için birebir...

Bu yürüyüşle ramazan ayında kilonuzu kontrol edebilirsiniz...

***

Ramazan için tercihiniz beyaz çay ve kafeinsiz kahve olsun...Sahurda çay yerine, süt tüketmeye gayret edin... 200 miligram light sütün içine... 25 gram yulaf ezmesi, 50 gram muz, 5 adet badem ile karıştırdığınız tok tutucu içeceğinizi sabah ezanından hemen önce alabilirsiniz...

SAHUR...

Sahurda tükettiğiniz ekmeğin hem miktarı, hem de çeşidi oldukça önemli... Çok tahıllı tam buğday ve tam çavdar ekmek çeşitleri uzun süre tok kalmanızı sağlayacak...

Ekmek ölçünüzü iki üç dilim olarak planlayabilirsiniz...

***

Sahur öğününüzü en az 20 dakika olarak belirleyin ve lokmalarınızı uzun uzun çiğneyin...

Bir besin ne kadar uzun süre çiğnenirse, sizi o kadar uzun süre tok tutar...

***

Sahurun en değerli içeceği sudur...

Sahurda en az bir litre su tüketebilirsiniz...

Suyun yanında, maden suyu da tercihiniz olsun... Ramazanda günde üç litre su tüketin...

RAMAZANDA UYKU SAATLERİ

Ramazanda en değerli besinlerden biri uyku...

Günde toplam 7-8 saat kadar uyumaya özen gösterin...

Böylelikle iştah kontrolü ve stres yönetimi kolaylaşacak...

*****

PETROL’ÜN YÜZDE 65’İ OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAYDI...

Petrol 1860’larda keşfediliyor...

Petrolün keşfinden sonra, Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklarda bulunan petrol rezervesinin dünyadaki petrol rezervinin yüzde 65’ini oluşturduğunu biliyor musunuz?..

***

Böyle bir rezervi ele geçirmek için, nelerin yapılabileceğini tahmin edebiliyor musunuz?.. Osmanlı’nın yıkılışını araştırırken, bu petrol gerçeği üzerinde hiç düşünmüş müydünüz?..

*****

BİR RÜYAYI HER GÜN GÖRÜYORSANIZ...

Psikanalitik bakışa göre; bir rüyayı sürekli görüyorsanız, o rüya içinizde bastırılmış bir çatışmanın ürünüdür...

Hayatınızda henüz çözüme kavuşmamıştır...

*****

KİN VE İNTİKAM...

Yaşam kalitenizi yükseltmek için...

Mutlaka spor yapın...

Sporu hayatınıza dahil ettiğinizde geceleri rahat uyursunuz...

Gün içinde kendinizi daha zinde hissedersiniz...

***

Mümkünse sabahları egzersiz yapmaya çalışın... Sabah egzersizleri kan dolaşımınızı hızlandırarak daha kolay ayılmanızı ve güne taze bir başlangıç yapmanızı sağlar...

Stresten kurtulursunuz ve işinize daha kolay odaklanırsınız...

Bugünün işini yarına bırakmayın...

‘Yarın’ henüz varolmamış hayali bir kavramdır... İnsanlar çoğu zaman; ‘Yarın hallederim, şimdi vaktim yok...’ cümlesini kurar... Bunun esas sebebi, üşengeçliktir... Bugün yapmanız gereken bir şeyi ertelemek, yarının yükünü artırır...

***

Ertelediğiniz şey, aklınızın bir yerinde sizi sürekli rahatsız etmeye devam eder... Suçluluk duyarsınız... Ağırlık hissedersiniz...

Hem yapmamış olmanın, hem de yapacak olmanın gerginliğini hissedersiniz...

Yapılacak işleri ertelememek, başarının sırlarından biridir...

***

Mazeret

Yapın gitsin... Kendinizi daha iyi mi hissedeceksiniz?.. Sadece iyi vakit geçirmek mi istiyorsunuz?.. Yoksa yeni bir deneyim yaşamayı mı arzuluyorsunuz?..

Neyi bekliyorsunuz?..

Zaman geçip gidiyor ve hayat bahaneler üretecek kadar uzun değil...

Eğer hala mazeretiniz varsa, yeterince istekli veya olgun değilsiniz demektir...

***

Kitap okuyun...

Okumak hayal gücünü arttırır...

İçiniz ve beyniniz yeni dünyalara açılır...

Kendinizi tazeler, hayatınızı yeniler, dünyaya umutla bakarsınız...

***

Kin tutmayın...

İçinizde kin ve nefret barındırmayın...

Kin ve nefret, sizi boş yere yorar...

Kendinizi sürekli kötü hissedersiniz...

Zamana bırakmayı öğrenin...

Sizde kötü duygular uyandıran insanları hayatınızda bulundurmayın...

Bu kadar basit...

(Buradaki bilgiler Her Gün Yeni 1 Bilgi twitter hesabından derlenmiştir...

Yazının devamı...

Babalar gününde “yengeç bir babanın portresi...”

Bugün “Babalar günü...” Bugün “yengeç burcu bir babanın astrolojik portresi”nin penceresinden içeri süzüleceğim...

Bir babayı o pencerenin içinden anlatmayı deneyeceğim...

O “baba”yı sevebilirsiniz...

O “baba”yı sevmeyebilirsiniz...

O “baba”dan nefret edebilirsiniz...

Hepsine hakkınız var...

Ama bugün “babalar günü...” Babalar gününde “onun da kendini yazmaya hakkı var...” Kızlarına ve oğluna ilerde onu anlamaları için...

Bir de; Onun gibi olanlarla beraber olanların empati yapmaları için...

*****

MED-CEZİRLERİN ORTASINDAKİ YENGEÇ...

Her yengecin en az dört yüzü vardır... Çünkü yengeç burcu, karanlık, sisli, dişil büyüleyici, gizemli enerji, olan ay tarafından yönetilir...

Ayın yeniay, ilk dördün; dolunay ve son dördün olmak üzere fazları vardır...

Yengeçlerin de öyle...

Ay suları yönetir...

Med-cezirler yapar...

Yengeç de gelgitlidir...

Bir an kahkaha atarken, bir an her şeyin dibinde olabilir...

Yengeç bir su grubudur...

İçinde daima med-cezirler taşır...

***

Sabah kalktığında dolunay fazında bir yengece rastlarsanız onun ne kadar muhteşem, büyüleyici ve vazgeçilmez biri olduğunu düşünebilirsiniz...

Ama öğleden sonra sizin muhtemelen yaptığınızın farkında bile olmadığınız minicik bir jestten, hatta mimikten bile alınıp, birden bire son dördün fazına geçip, somurtmaya başlamış ve kabuğuna çekilmiş olabilir...

***

Öldür Allah o kabuğu açamazsınız...

İnanın kabuğuna çekilmiş bir yengeçle başa çıkmak, Higgs Bozonunu bulmak kadar meşakkatli olabilir...

Unutmaz demiştik...

Ama o element kardeşi, akrep gibi hain intikam planları yapmaz...

İncindiğinde önce kabuğuna çekilir...

Sonra bekler...

Gerekirse sonsuza kadar bekleyebilir... Hayatın intikam saatinin gelmesini... Gelir de...

O sizi bekleyişiyle öldürebilir...

***

Arapçada, Kamer Roma mitolojisinde Diana adlarıyla sembolleşen yengeç bir su elementidir...

Bir yengeç en büyüleyici halini su kenarında gösterir...

Ayın gökyüzünü kapladığı harikulade bir gecede, su kenarında bir yengece rastlarsanız aşık olmamanız mümkün değildir... O kadar büyüleyici, yaratıcı ve güzeldir...

***

Deniz ve bütün sular onun aşkıdır...

Yengeçlere bakın...

Onlar daha çok denizde, su kenarlarında yaşarlar...

Nadiren karada bulunurlar...

Deniz üzerine muhteşem bir roman yazan Ernest Hemingway’e bir selam gönderelim...

***

Biraz tombulca cömert bir yüz ifadesi yani ay yüzü onu hemen tanımamıza yol açar...

Ay çehresi yengece aittir...

***

Apaçık yengeç yüzleri ortadadır...

Liv Tyler, Prenses Diana, Müjde Ar, Reha Muhtar, Deniz Seki, Türkan Şoray, Sezen Aksu, Isabelle Adjani, Frida Kahlo, Gustav Klimt, Tuba Büyüküstün, Ata Demirer, Levent Üzümcü, Harrison Ford, Aşkın Nur Yengi, Sylvester Stallone, VII. Henry, Hüsnü Şenlendirici, Natalie Wood, Nelson Mandela, Jack White...

*****

“BİR YENGEÇ UNUTUR... AMA NEYİ UNUTTUĞUNU ASLA UNUTMAZ...”

“Yengeç burcu bir insan, isterse unutur...

Ama neyi unuttuğunu asla unutmaz...”

Bu bir yengeç atasözüdür...

***

Hafıza-ı beşer unutmakla malülse, “yengeç” unutmamakla malüldür...

Unutmaz...

Bellek bir yengecin alamet-i farikasıdır...

Belleğinde iyiliği ve kötülüğü, mutlu ve karanlık anıları, kokuları, renkleri, sesleri, görüntüleri, yansımaları, ışık oyunlarını, işaretleri, sonsuza kadar saklayabilme kapasitesiyle doğmuştur...

***

O aslında geçmişte yaşar...

Zaman onun için geçmez...

Bir an bütün boyutlarıyla her daim yaşadığı günkü kadar belleğindedir...

Hatta o an yaşanırken bile, bir yengecin belleğinde olduğu kadar renkli olmamıştır...

Bir bellek ustası yazar Marcel Poust bir yengeç burcudur...

Mıhlayıcı bellekleri nedeniyle yengeçler iyi fotoğrafçı olurlar...

***

Unutmamak, sonsuza değin bırakmamak bağlılık yengece özgüdür...

Milena’yla yıllarca sadece mektup aşkı yaşayan Franz Kafka bir yengeçtir mesela...

*****

EVİNDEKİ HUZUR VE HASSAS MİDESİ...

Renklerden beyaz, gümüşi mavi onun uğurlu rengidir... Elbette güneşi altın simgelerse, yengeci de gümüş madeni simgeler... Ay taşı uğurlu taşlarıdır...

***

Bedende göğüsler ve mideyi yengeç burcu yönetir...

Yengeçlerin, mide bölgesi hassastır... Aynı zamanda rahim bölgesi ve akciğerin alt lobları da yengecin hassas bölgeleridir...

Genellikle çok güzel ve genişçe bir göğüs bölgesi vardır... Görür görmez sinesine yaslanmak istersiniz...

Çünkü orada sonsuz bir anne şevkatini, (kadın veya erkek yengeç fark etmez) bulabilirsiniz...

*****

ERKEK YA DA KADIN BÜTÜN YENGEÇLER ANNEDİR...

Sadece çocuklarının değil, bütün sevdiklerinin annesidir... Koruyucu kollayıcıdır... Besleyicidir; büyütücüdür... Erkek ya da kadın bütün yengeçler bir şekilde annedir... Annelik yengeçlerin kutsal kavramıdır... Anne olsunlar ya da olmasınlar...

***

Bir yengecin annesine, ailesine, çocuğuna, ya da annelik yaptığı herhangi birine, ya da şeye en küçük bir olumsuz imada bulunmayın... Asla affedilmezsiniz...

Bazen de bir yengeç; bütün dünyaya annelik yapar...

Nelson Mandela gibi...

Mesela Dalai Lama 3, bir yengeçtir... Şevkat ve sevgi mesajlarıyla dünyaya annelik yapmaktadır... Üstelik yengeç dayanıklı ve sabırlıdır... Kabuğunu kapattığında yıllarca zorluklara dayanabilir...

***

Kabuğunu açacağı günü bekler... Otuz yıla yakın hapishanede kalan ve gıkını çıkartmayan Nelson Mandela gibi...

Yengecin kutsalları arasında birinci sırada evi gelir... Yengeç evi yuvadır...

Onun çelik kozasıdır...

Dışarıda bütün kötülüklerden kaçıp saklandığı kutsal sığınağıdır... Bir yengecin evine gittiğinizde içinizi huzur kaplar... Mutfağı asla boş olmaz...

Tersine yemek onları güvencede hissettirir... Aynı şekilde sevgilerini göstermenin bir yolu da budur...

Yedirirler içirirler... Yerler ve içerler...Zayıf kalabilmek için bir yengecin çabalaması gerekir... Med-cezirinde yemekle ilişkisi bir sarkaç gibi gider gelir...

*****

ONU ASLA BULAMAZ, HABER ALAMAZ, BİR DAHA GÖREMEZSİNİZ...

Bir yengeç asla doğrudan harekete geçmez...

O bir hedefe, bir aşka, bir duruma bir yengeç edasıyla yan yan giderek yaklaşır, yavaşça sıkıştırır, etrafını çevirir sonra kıskaçlarının arasına alır ve bırakmaz... Onun tarzı budur...

Zaten o derece güvenli bir koza örer ki, yengecin eline düşen pek kurtulmak istemez...

***

Aşkta ayrılmayı bilmez...

Ayrılsa bile ayrılmamıştır...

Bıraksa bile unutmamıştır...

Aldatılırsa laneti peşinizi bırakmaz...

Tavsiye etmem... Yeni aşkın pek hayrını göremezsiniz...

O derece derin acı çeker ki, evrene bu acıyı o derece yoğun gönderir ki, su enerjisiyle bunu bütün aleme iletebilir...

O kahır gelir sizi bulur...

Yengeçten ayrılmak zordur...

İsterse o sizi bırakır ki, bu da imkansızdır...

Ama yengeç; mağma tabakası kadar gururludur...

Ne kadar zor gelse de, ona bir kez hak ettiği değeri vermediğinize ikna olduğunda, bir kez onun değerini anlamadığınıza karar verdiğinde, sırtını döner ve gider...

Onu asla bulamaz, haber alamaz, bir daha göremezsiniz...

Size veda ettiğinde bu ölüm kalım vedası olur... Ne yaparsanız yapın geri dönemezsiniz...

***

Ayrıldığında çok acı çeker, kıskaçlarını kapatır, epey bir depresyona, yeraltına, denizlerin derin mağaralarına girdikten sonra bir “ay insanı” olarak tekrar kendini parlatmaya karar verir...

Kendini bir su kenarına atarak iyileşir... Aşk yolculuğuna yeniden başlar... Eskisinden büyüleyici olur... Aşkı kimse onun kadar yoğun yaşayamaz...

Sezen Aksu’nun “Ben Sende Tutuklu Kaldım” parçası gibi nice parçası “ay”ın yengeç halini anlatır...

Yengeç duyguların dilini bilir... Şehirleri vardır...

İçinden su geçmeyen bir şehirde mutlu olmaz...

Venedik; İstanbul; Paris, Prag, Atina, Newyork; ve kim bilir daha niceleri...

Yazının devamı...

Annemin hastalığının 40’ıncı yılında...

Lise ikinci sınıftaydım...

Mayıs bitmiş; beş dersten Haziran’daki tamamlama kurslarına girmeye hazırlanıyordum...

Annemin küçük bir rahatsızlığı olduğunu söylemişlerdi...

Doktora gideceklerdi...

Döndüklerinde “bir şeyi var mıymış?..” diye sordum...

-“Önemli bir şeyi yok...” dedi babam...

-“Ama hastaneye gitmemiz gerekecek... Küçük bir operasyon için...”

***

İşkillenmiştim...

Fakat zaten beş dersten tamamlamaya kalmış olmaktan moralim bozuk olduğundan; çok üstelememiş, içime atmıştım...

Arkadaşımla evden çıkmış Tunalı Hilmi Caddesine giderken, içimdeki huzursuzluk beni rahatsız ediyordu...

Apartman komşumuz Handan Hanım’la karşılaştığımda; ondan belki bir şey öğrenebilirim diye düşünüyordum...

-“Nasıl oldu annen” dedi...

-“İyiymiş... Önemli bir şeyi yokmuş... Küçük bir operasyon için hastaneye yatması gerekiyormuş...” dedim...

***

Kadıncağızın yüzü allak bullak oldu bir anda... Bunu fark ediyordum...

Ama neden allak bullak olduğunu anlamıyordum...

-“Önemli bir şey yokmuş...” dedim...

-“Küçük bir operasyonmuş...”

Kadın hızla uzaklaştı yanımızdan...

O an ters bir şeylerin olduğunu anladım...

Ama yine de konduramıyordum...

***

İki gün içinde annemi ameliyata aldılar...

Benim o gün “psikoloji” dersinden tamamlama finalim vardı...

Psikoloji en sevdiğim dersti...

Ders kitabının çok ötesinde şeyleri biliyordum...

Fakat diğer dersleri kurtarmak için, o dersleri çalışabilmek uğruna, psikolojinin son sınavına girmemiştim...

Hoca “nasıl olsa geçtik” deyip o sınava girmeyenleri “sınıfta çaktırmaya karar vermiş”, beni psikoloji dersinden çaktırmıştı...

-“Reha benim gadrime uğradı...” diyordu...

***

Tamamlama sınavını o kadar iyi yapmıştım ki; sınavdan 10 üstünden 9.5 almam bile imkansızdı...

10 alacaktım belliydi ve psikoloji hocasına kızdığımdan notum 9.5 bile gelse itiraz edecektim...

O kadar seviyordum psikoloji dersini...

***

Sınavdan çıktım hastaneye gittim...

Annem yatakta yatıyordu...

“Küçük” dedikleri operasyon başarılı geçmişti...

O sırada babam bana gerçeği açıkladı:

-“Oğlum...” dedi...

-“Annen ağır bir ameliyat geçirdi... Biz senin sınavlarda moralin bozulmasın diye sana söylemedik... Ameliyat ağırdı, ama başarıyla bitti...

Allah anneni bize bağışladı...”

Bunu söylerken ağlamaya başlamıştı...

Psikoloji sınavını 10 alarak bitiren ben; hayatımın psikoloji dersine girmek durumundaydım...

Annemi ve babamı yaşatmalı, moralimi düzgün tutmalıydım...

Lise ikinci sınıfın sonundaydım...

Yıl 1975’di...

Aylardan Haziran...

25 YIL SONRA...

1999 yılından 2000’e girdiğimiz yılbaşı gecesi annemin yine hastalandığını anladık...

Yeniden, ameliyat olması gerekiyordu...

O gece bir otel odasında; annem babam ve ben; üçümüz yeni milenyuma girişimizi başbaşa kutladık...

Annemin birkaç güne kadar gireceği ameliyattan sağlıklı çıkması için dualar ettik...

***

O yılbaşı gecesi, almayı ve yaşamayı düşündüğüm evin bitişiğindeki ikinci daireyi “kendim için çalışma mekanı ve ofis yapmaktan” vazgeçtim...

Annemle babamı yanıma almaya karar verdim...

İlk ameliyattan 25 yıl sonra annem yeniden ağır bir ameliyat geçirecekti...

Onun ve babamın uzun ve sağlıklı yaşayabilmeleri için, gözümün önünde olmalarının doğru olacağını düşündüm...

Yılbaşı gecesinin bitiminde otel odasını terkederlerken, ben operasyonun Allah’ın izniyle iyi geçmesi halinde, onlarla yan yana yaşamaya karar veriyordum...

***

2000 yılında yeni evimizde, yan yana yaşamaya başladık...

1975 ve 2000 yılında 25 yıl arayla iki ağır ameliyat geçirmişti annem...

2007 yılında Tuluhan Tekelioğlu, o zamanlar çalıştığı Sabah gazetesinde son Mohikanlar dediği annem ve babamla röportaj yapmak istedi...

Uzun çabalardan sonra o röportaj gerçekleşti...

“İKİ TORUN İSTERDİK...”

Annemle babamın “hayatta iyi insanlar olduklarını içlerinden geçen şeylerin, niyet ettiklerinin gerçekleşmesinden” anlıyorum...

Tuluhan Tekelioğlu’na; 2007 yılında Sabah gazetesinde şöyle dediklerini fark ediyorum dün, tesadüfen röportaja bakarken...

-“İki tane torun aşağıda oynasaydı fena mı olurdu yani?..”

***

Ben onların isteklerini eldivensiz söylemelerinden rahatsız olduğum için, röportajın bu bölümünü okumuyorum...

Dün bir şeyi incelerken aniden fark ediyorum ki, 2007 yılında “aşağıda oynayan iki tane torun”un olmasını arzuladıklarını söylüyorlar röportajda...

Bunu da açıktan söylemekten çekinmiyorlar...

***

Bu sözlerin söylenmesinden iki yıl sonra o istekleri gerçekleşiyor annemle babamın...

Haziran’ın ortasını geçiyoruz...

Annemin hastalığının ve ilk ameliyatının 40. senesini geçiriyoruz...

Hastalık değil önemli olan...

Hastalığa karşı, moralli olmak, ayakta kalmak ve iyi insan olarak hayatta yaşamaya devam etmek önemli olan...

Allah izin verirse yarın hep birlikte tatile gidiyoruz...

Babamın;

“Allah anneni bize bağışladı” dediği günün 40. yılında babalar gününü beraberce kutlamaya...

Yazının devamı...

20 yaşında Demirel'e soru soramadığım basın toplantısı

Süleyman Demirel; “yeni hükümetinin 100. gününde büyük bir basın toplantısı yapacak... Hükümetinin bütün icraatlarını gazeteciler orada kendisine sorabilecek...” dediler...

20 yaşındaydım ve sadece birkaç günlük gazeteciydim...

Ulusal Basın Ajansı’nın genel müdürü Erdoğan Örtülü;

-“Küçük ekselans...” dedi...

-“Canan’la beraber, Demirel’in basın toplantısına sen de git...”

Yeni kurulmuş ajansta Ankara’nın kıdemli gazetecileri vardı...

Onların arasından sıyrılıp, Başbakanlık muhabiri Canan Gedik’in yanında Başbakanlık binasında Süleyman Demirel’in basın toplantısını izlemek, 20 yaşında birkaç günlük stajyer gazeteci için büyük olaydı...

***

Aklım fikrim Demirel’e soracağım tek bir soru üzerine kitlenmişti...

Birkaç ay önce, Demirel; gazetecilerin her gün öldürülen gençlerle ilgili kendisini sıkıştıran sorularından bunalmış;

-“Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz...” demişti...

Süleyman Demirel’in bütün icraatları içinde takıldığım temel soru buydu...

Nasıl olur da “bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz...” diyordu...

***

Her gün onlarca genç öldürülüyordu; Öldürülen gençlerin yarısına yakını sağdansa, yarısından biraz fazlası soldan oluyordu...

Bu kadar solcu genç öldürülürken; “bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz...” demenin anlamı neydi...

Ben; “solcu olduklarını söyleyenlerin”, sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarının farkındaydım...

Üniversitedeydim...

Her gün olayları birebir yaşıyordum...

Solcu görünenlerin de, “şiddetin içinde olduklarını” baştan sona fark ediyordum...

***

Demirel’den; olaylarla ilgili sadece sağcı görünen gençleri suçlamasını istemiyordum...

Ama; “Bana milliyetçiler suç işliyorlar dedirtemezsiniz...” demesini bir türlü hazmedemiyordum...

Üniversite ikinci sınıfta okuyan 20 yaşında bir gencin; her gün arkadaşlarının öldürülmesinden içine gına gelmişti; patlamak üzereydi...

Başbakan’dan sadece “tarafsız” bir demeç bekliyordu...

***

Demirel ise hükümeti MHP ve MSP’nin desteğiyle azınlık hükümeti olarak kurmuştu...

Soru karşısında bir daha sıkışacaktı...

MHP’ye bir şey söylemezdi...

İncitecek bir laf etse, hükümetindeki destek aniden altından kayıverirdi...

100 günlük icraatını bitirene kadar okudu... Bir an önce, sorulara sıra gelmesini bekliyordum...

Orada soracaktım Başbakan’a;

-“Bunca ölüm ve yaralamanın ardından neden böyle bir söz söyleme ihtiyacı duydunuz?.. Niye olayların bir tarafında olan MHP’nin desteğiyle azınlık hükümeti kuruyorsunuz da, CHP’yle geniş bir hükümet kurup, gençleri rahatlatmıyorsunuz?..” diye...

***

Açıklamalar bitti, sıra sorulara geldi...

Gazeteciler teker teker parmak kaldırıyorlardı... Demirel, Başbakanlık’ta toplanmış gazetecilerin hemen hemen hepsini tanıyordu...

Çoğuna adıyla hitap ediyor;

-“Sor bakalım...” diyordu...

Bıkmak tükenmek bilmeden parmak kaldırıyordum;

Soruyu sorabilmek için, içimde dayanılmaz bir istek duyuyordum...

***

Demirel beni gördü...

Genç bir çocuğun ısrarla parmak kaldırdığını fark etti...

Sabırsız ve patlamaya hazır bir bomba gibi olan halimden muhtemelen durumu anladı...

Nahoş bir soru geleceğini kestirdi... Beni tanımıyordu...

İlk defa onun basın toplantısına gidiyordum...

Gerçekte; ilk defa doğru düzgün bir basın toplantısına katılıyordum...

1980 yılının Şubat aylarının sonlarıydı...

***

Demirel; birkaç kişi hariç herkesin soru sormasına izin verdi...

Bana; “sen sor” demedi...

Üzülmüş, kırılmıştım...

Soruyu soramamıştım...

İçimde kalmıştı...

Acaba neyi yanlış yaptım diye içim içimi kemiriyordu... Aile terbiyesi almış bir çocuktum...

Soru sorarken nahoş bir davranışta bulunmazdım... İlerde belki ona soru soracağım günler gelecekti...

Bu yaşadığım tıkanıklık; ilerdeki akışın habercisiydi belki de...

Bunları o sırada bilemezdim...

Henüz üniversite ikinci sınıf öğrencisi stajyer bir gazeteciydim...

*****

ONA MUHALİF OLAN GAZETECİ; ONUN BAŞBAKANLIĞI DÖNEMİNDE, TRT’DE; TELEVİZYON PROGRAMCILIĞINA BAŞLIYOR...

Bu olayın üzerinden 12 yıl geçti...

20 yaşındaki üniversite öğrencisi tıfıl gazeteci; üniversiteyi bitirdi, gazetecilikte ilerledi...

Milliyet gazetesine girdi, oradan gazetenin Atina bürosunu yönetmek üzere Atina’ya gönderildi... O görevi yedi yıl yaptıktan sonra Türkiye’ye döndü...

Televizyon programı yapmayı arzuluyordu... Nokta dergisinde köşe yazmaya başlamıştı... Yıl 1992’ydi...

***

Bu 12 yıl zarfında; Demirel 12 Eylül darbesiyle iktidardan düşürülüyor, yasaklı ve yalnız günler geçiriyor, Zincirbozan’da zorunlu ikamete tabi tutuluyor ve feleğin çemberinden geçiyordu...

Bir daha “siyaset yüzü görmesi imkansız” denirken, bir süre sonra halkın oylarıyla söke söke yeniden siyasi yasağını kaldırtıyor, bir daha yeniden Başbakan seçiliyordu...

***

12 Eylül’ün yasaklı günlerinde Demirel’e sempatim artmıştı...

Mücadelesine saygı duyuyordum...

Ama yine de; “Süleyman Demirel’in siyasi duruşuna, hayat görüşüne, tavrına ve ideolojisine pek sempati duymazdım...

“Devletin hiçbir kurumundan” torpilim yoktu...

Ailemin eşi dostu tanıdıkları ile, Atina’daki aktif muhabirlik hayatımın dışında hiçbir geçerli akçem bulunmuyordu...

Demirel’e ya da Adalet Partisi’ne yakınlık bir yana, sempatim bile olduğu söylenemezdi...

***

Bütün bunlara rağmen, Demirel’in en yakınındaki, aile dostu Ekrem Ceyhun gibi politikacılar;

-“Bu çocuğun bizimle hiçbir ilişkisi yok... Üstelik sola meğilli... Fayda gelecek gibi de değil...” demediler ve benim TRT’de televizyon programcılığına başlamamın önünü açtılar...

Hayatımda hiçbir siyasi ilişkimin olmadığı, hiçbir zaman siyaseten yakın durmadığım, aksine muhalefet ettiğim Süleyman Demirel’in Başbakanlığı günlerinde, devlet televizyonu TRT’de programcılığa başladım...

***

O gün parmak kaldırdığım halde soru soramadığım Süleyman Demirel’in bir sonraki Başbakanlığı döneminde, genç çocuğun talihi açılıyor ve televizyon programcılığına başlıyordu...

Demirel’in Başbakan olduğu 1.5 yıl içinde, Demirel’i destekleyen hiçbir televizyon programım olmadı...

Tam tersine o günlerde TRT’de İkinci Cumhuriyet tartışmasını yapıyordum...

***

Sadece bir kez; oniki yıl öncesinden içimde kalan bir ukdeyi giderme niyetine; Süleyman Demirel’i üç ünlü köşe yazarıyla birlikte Ateş Hattı programına davet ettim...

Hükümetin icraatlarını konuşacak, tartışacaktım... Kabul etti; geldi...

12 yıl önce, el kaldırdığı halde basın toplantısında soru soramayan 20 yaşındaki üniversite öğrencisi stajyer gazeteci gitmiş; onu kendi yaptığı programına davet eden; 120 dakikalık yayında her soruyu soran ve yöneten bir gazeteci gelmişti...

Hayat değişiyordu...

Hayatın değişimindeki iniş ve çıkışlar dramatikti...

Aynı oranda öğretici... Ona o gün;

-”Bana niye 12 yıl önce o soruyu sordurtmadınız?..” demedim; diyemedim...

Akşam yayından sonra, TRT’nin karşısındaki Büyük Ankara Oteli’nin barında gittim...

Barın tezgahının üzerinde parlak zeminde, 12 yıl öncesinden genç gazeteci adayı bir çocuk bana el sallamaktaydı...

Onu seyrettim bir süre...

Kayboldum Ankara gecesinde...

Yazının devamı...

Annelerine benzeyen kızlar...

Çok uzun yıllardır tanıdığım çok sevdiğim bir kız arkadaşımdı...

Ben onu tanıdığımda, aynı semtte birbirine yakın dairelerde oturan dört kişilik bir aileydiler...

Anneannesi hayattaydı...

Annesi; anneannesiyle beraber yaşıyordu...

***

Kız arkadaşım ise, onlara yakın bir evde, “kızım” dediği, küçük köpeğiyle yaşıyordu...

Küçük köpeğin ismi “Mira”ydı...

İnanılmaz derecede sahibi olan “annesine benziyordu karakter olarak...”

Annesi tek çocuktu...

Kız arkadaşım da annesinin tek çocuğuydu...

Onu zaman zaman annesi, zaman zaman da anneannesi büyütmüştü...

Birbirlerine çok bağlı bir dört kişilik aileydiler... Ancak dördü de kadın olan ailenin bireyleri; birbirlerini eleştirmekten hiç geri durmazdı...

En çok da anne, kızının hayatını eleştirir, onu “daha akıllı davranması için” uyarırdı...

***

Eleştiri salvosunda küçük köpekleri Mira dışarıda kalır gibi gözükürdü...

Oysa onun da “huyunu bulmak”, ailenin diğer üç kadın ferdi gibi, dünya zoru bir çaba gerektiriyordu...

Dört “zor ve güzel kadın” dört kişilik aileyi oluşturuyordu...

*****

ANNENİN YARIM KALAN HAYALLERİ VE KIZLARI...

Onları yakından izlediğimde; birbirlerine olan davranış benzerlikleri karşısında hayrete düşmüştüm...

Üçü de çok güzel kadınlardı...

Üçü de, vakt-i zamanında kocalarından ayrılmıştı...

Üçü de düzgün ve kaliteliydiler...

***

Gerçekte her üçü de, erkeklerle ilişkilerinde; kendilerini erkeklerden çok daha akıllı buluyor, bunu fark ettirmemeye çalışsalar da, bu düşünce hareketlerine yön veriyordu...

***

Kız arkadaşımı önceki gün yeniden gördüm...

Anneannesini kaybetmişti...

Köpeği Mira da vefat etmişti...

Ailenin iki bireyi hayattaydı...

Kendisi ve annesi...

Yine birbirine yakın iki ayrı evde yaşıyorlardı...

-“Annem aynı evde oturmamızı istiyor... Ama ben, onunla kavga edeceğim için aynı evde oturmak istemiyorum...” dedi...

-“Şimdi niye kavga ediyorsunuz?.. diye sordum...

-“Benim davranışlarımı doğru bulmuyor...” dedi...

***

-“Annene de ki...” dedim...

-“Benim davranışlarım, senden öğrendiğim ezberle, bana senden hücre yoluyla geçen genetik hafızanın toplamından ibaret...

Beni eleştirdiğin davranışlar, aslında senin hayata bakışının davranışları...

Ben hayata bakışımda sana benziyorum, erkeklerle ilişkilerimde onlarla ilgili düşüncelerimde, bilinçaltım senin bana çocukluktan verdiğin ezberlerle dolu...

Beni eleştiriyorsun, ama aslında bendeki davranışlar “sen”sin; bunu fark etmiyorsun...”

*****

COULD I HAVE THIS KISS FOREVER?..

Kız arkadaşıma; çok yakından tanıdığım bir başka kız arkadaşımın örneğini verdim...

O kız arkadaşımın da; annesinin vakt-i zamanında hayatta yarım kalan aşklarını ve duygularını; kendi hayatında tamamladığını söyledim... Onun annesi de kızını çokça eleştiriyordu... Oysa kızının davranış kodları; annesinin çocukluktan ona verdiği ezberlerin birebir aynısıydı...

***

Anne bunun farkında değildi...

O kızının söylediklerini yapmadığını düşünüyordu... Oysa çocuklar, ebeveynlerinin söylediklerini değil, yaptıklarını yaparlardı...

Modelledikleri şey “öğütler” olmazdı; davranışlar olurdu... Söz gelimi bir anne fosur fosur sigara içiyorsa kızına;

-“Sigara içme...” demesinin pek faydası olmazdı... Çocuk annesini modelleyeceğinden, sigara içmesi pek mümkün bir ihtimaldi...

***

Dün Whitney Houston’ın kızının, kendisine benzer bir şekilde banyoda kendinden geçmiş bir halde bulunduğunu gördüğümde içim onun için daha çok cız etmişti... Elbette Whitney Houston kızına “benim gibi ol” dememişti...

Ancak anneyi modelleme; hayatı annenin benzerini yaşama sonucunu beraberinde getiriyordu...

***

Kadın arkadaşımın da modeli annesiydi...

Hayatta annesinin yarım kalan hayatını ve duygularını tamamlıyordu;

Anne kendi yaptığı davranışların devamını gördüğünde kızını eleştiriyordu...

-“Niye böyle yapıyorsun?..” diye...

***

Kadınlar; gittikçe annelerine benzerlerdi... Bunda şaşacak bir şey de yoktu... Kız çocuğu hayatta çokça ilk olarak anneyi görür, annenin davranışlarını modellerdi...

Annenin söyledikleri değil, yaptıklarını yapardı...

***

Onun duygularını, düşüncelerini, görür, yaşar ve bilinçaltı onları içselleştirirdi...

Bilinçaltında içselleştirdiğimiz davranış modelleri; büyüdüğümüzü zannettiğimiz yıllarda, ayniyle tekerrür eder ve “bizim doğalımız haline gelirdi...”

***

Arkadaşıma; diğer kadın arkadaşımın hayatındaki “büyük ve çarpıcı olaylarda annesinin izlerinden küçük bir potburi sundum” Hayretler içinde beni dinliyordu...

Hem kendisi, hem de anlattığım anne-kız örneği için...

***

Bana gelince;

Yıllardır duygu ve düşüncelerimde, çocukluğumun ve genetiğimin, aileden aldığım ezberlerin neler olduğunu teker teker ortaya çıkartıyordum...

İnanılmaz bir maceraydı yaşadığım...

İçimin derinliklerinde; ruhumun labirentlerinde her davranışımın altında, öğretilmiş ve öğrenilmiş “ezberler” vardı...

***

Çocukken en büyükten en küçüğe her renkteki kağıtları açarak oynadığım bir fal gibiydi insan hayatı... Papaz çıktı mı, kız geliyordu... Kız geldi mi valenin gelmesi gerekiyordu... İçimdeki her renk astan başlayarak rua, dam, vale diye devam ediyor ve ikiliye kadar sürüp gidiyordu...

Kızına duyduğum büyük acıyla sarsıldığım Whitney Houston’ın bir parçasını indirdim... Enrique Iglesias’la söylediği o unutulmaz parçasını...

“Could I Have This Kiss Forever?..”

Yazının devamı...

Bodrum davetleri ve İstanbul’dan kopamamak...

Elli yaşıma yani beş yıl öncesine kadar; yaz gelse bile; bulunduğum şehri, kolay kolay bırakmamam gerektiğini düşünürdüm...

Atina’da yaşadığım yıllarda, yaz geldiğinde herkes bütün bir Temmuz veya Ağustos’u Ege adalarında geçirmeyi adet haline getirirdi...

***

Bense iki üç günlük tatil kaçamaklarının dışında, hiçbir tatilde bir haftayı aşmamaya özen gösterirdim...

Sanki Atina’da bir şeyler olacaktı ve ben şehirde olmadığımdan çalıştığım Milliyet gazetesi haberi atlayacaktı...

***

Ankara’da gazetecilik yaptığım yıllarda, evlendiğim yaz; çıktığım tek onbeş günlük tatilim burnumdan gelmişti...

Ankara bürosuna döndüğümde;

-“Sen neredesin arkadaş... İşi mi bıraktın yoksa?..” nidalarıyla karşılanmıştım...

Bana yaz tatilleri haramdı...

Çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan geçirdiğim üç beş yaz tatilinin anıları, beynimin derinliklerinde gittikçe kayboluyor; her geçen gün, yaz tatilinin “benim hayatımda sanki hiç olmamış bir yaşam şekli olduğu” algısı galebe çalıyordu...

***

Gazetecilikte Ankara, İstanbul ve Atina duraklarımdan geçtiğim ilk onbeş yılın özeti; Yaşanmış doğru düzgün tek bir yaz tatilinin olmaması gerçeğiydi...

İnsan yıllar içinde yaşamadığını, “hiç kimse yaşamıyor saydığından”, onaltıncı yıl televizyonda genel yayın yönetmeni olduğumda, yaşamadığım yaz tatillerinin gazeteciler tarafından yapılması gereksiz bir teferruat olarak değerlendiriyordum...

***

Temmuz Ağustos aylarında televizyonların bütün anchorları izne çıkardı... Ben Temmuz’da çıkıyor, Ağustos’un başında dayanamayıp yeniden çalışmaya başlıyordum...

Her seferinde sanki olağanüstü bir şey olmuşcasına bir neden buluyor; 7 Ağustos gibi, işbaşı yapıyordum...

Gazeteci uzun tatiller yapmazdı...

Bir haftalık tatil olabilecek en uzun tatildi...

Neyine yetmiyordu gazetecinin bir haftalık tatil...

Hadi çok ihtiyacı varsa, bir sene içinde iki defa ayrı ayrı birer hafta izin alır, on beş günü tamamlardı...

Onbeş günden fazlası, mesleğe “ihanet ve paydos” anlamına gelirdi...

*****

BODRUM’LA TANIŞMAM...

Yirmibeş yıl yapılan deli gazetecilik mecrasından sonra, Sabah gazetesinde köşe yazmaya başladım...

Gazeteye Temmuz ayında başladığımdan; bir sonraki yıl yaza kadar zaten izin yapmadım...

Bir yıl geçip, yeniden yaz gelince; o sırada genel yayın yönetmeni olan Ergun Babahan’a bir öneride bulundum...

-“Ergun ben Bodrum’a gideyim... Bir hafta on günlük yazılar çıkartayım Bodrum’dan... Ben de orada kalırım... Gazeteye biraz yaz havası veririz...

Gazete görevlendirdi diye, uçak biletimi alırsınız... Ben oradaki kalışımın otel ve diğer masraflarını kendim öderim... On günlük yazıları da size oradan gönderirim...”

***

Teklifin kabul edilmeyecek bir yanı yoktu...

Adam kendi kendine Bodrum’a gidecek...

Bodrum’un havasını, suyunu, eğlencesini, yazını, güneşini, hayatını yazacak; karşılığında gazeteden hiçbir şey istemeyecek, kendi masraflarını kendi ödeyecekti...

Peki bu “saçma” öneriyi ben niye yapıyordum?..

***

Çünkü yirmibeş yıl sonra, ilk defa, kafama göre bir tatil yapmayı istiyor, ancak Bodrum’da sadece tatilde olmayı, gazeteciliğime sindiremediğimden; “iş yapmak için orada olduğum yanılsamasını” kendime rol biçiyordum...

Böylece Bodrum’da geçireceğim on-onbeş gün kendi gazetecilik etiğime aykırı olmayacaktı...

Bu olay olduğunda yıl 2005’di...

Ben Bodrum’un gerçek havasını suyunu ilk kez, “Sabah gazetesine Bodrum yazıları yazarak” 2005 yılında tadabiliyordum...

***

Sonraki beş yıl, her hafta iki günlük kaçamaklarla, Bodrum’u yaşamaya başladım...

Pazartesi olunca, “hemen İstanbul’a dönmek gerekir” diye düşünüyordum...

Oysa yazı yazıyordum...

İnternet çağındaydık...

Hayatı her yerden aynı hızla ve aynı yoğunlukta okuyabiliyorduk...

Neden Pazartesi İstanbul’a dönmem gerekiyordu bilmiyordum...

Öyle ezberlemiştim; “dönmem gerekiyordu işte!..”

*****

HAYATIMIN KIRILMA ANI...

Beş yıl önce, hayatımın bütün bildik dengelerinin değiştiği radikal bir ayrılık süreci yaşayana kadar; yaz tatilinin “ailemle ve sevdiklerimle yaz boyu devam eden” bir yaşam şekli olabileceğini hiç anlayamayacaktım...

Öyle bir ayrılık süreci yaşıyordum ki çocuklarımla geçireceğim her günün, her saatin; her anının hayatımın en kıymetli anları haline gelebileceğini fark ediyordum...

Canımın birer parçası olan çocuklarımla; birarada olabilmenin kıymetini ancak “o ayrılık sürecinde” anlayabilecek ve “bu ermişlik bana yazın nimetlerini” de beraberinde getirecekti...

***

Yazın yüzmenin, spor yapmanın, çocukları becerilerini geliştirecekleri aktivitelere yönlendirmenin; fazla bir sosyalitesi kalmayan İstanbul’da bulunmak yerine, hayatın aktığı ve yaşandığı tatil merkezinde, işimle tatili bir arada yapmanın daha doğru olduğunu fark etmeye başladım...

***

Geçtiğimiz hafta sonu, çocukları anneleriyle buluşturmak için Bodrum’a götürdüm...

Cumartesi gecesi eski dostum Yüksel Çağlar’ın Bodrum Turgutreis’deki, Swiss Oteli’nin açılışına katıldım...

Sanki bütün İstanbul oradaydı...

İstanbul’da bir davet yapılsa; bu kadar konuk bu kadar kolay bir davete gelemezdi...

***

Bodrum’da yeni yaz başlıyordu... Bodrum’da hayat başlıyordu...

Kokteyle katıldım; Yüksel Çağlar dostumu tebrik ettim...

Oradaki etkin şahsiyetlerle; hangi koalisyonun olabileceğini konuştum...

Sonra çocuklarımı bıraktığım otele döndüm...

Müzik dinletisine ve gecenin akan ritmine uymayacaktım...

Bodrum benim için, sabahlara kadar eğlence olmayacaktı...

Spor yaptığımız, kendimizi dinlediğimiz, yazı yazdığımız, işimizi yaptığımız, huzurla, çocukların gelişimine yeni değerler kattığımız bir beldeydi...

Bodrum’a yaz düştü... Bir yaz daha geldi hayatımıza...

Yazının devamı...

İstanbul’da uçak kaçırtan trafik ve Yunanlı polisin üzerime çevrilmiş tomsonları...

Hayatım uçaklarda geçiyor...

Atina’da haber yetiştirmeye çalıştığım yıllarda, onlarca kez, son saatte karar verip, son beş dakikada uçağa girdiğim sayısız olayı hatırlıyorum...

Evim ve büromun olduğu yerle, havaalanı arasında; şehir içi trafikte 45 dakikada alınacak mesafeyi, 15 dakikada nasıl aştığımı, Atina trafiğinin ne hale geldiğini, tatlı birer anı olarak hatırlıyorum...

***

Bir seferinde Midilli adasına röportaja giderken, uçağın kalkışına 15 dakika kala, havaalanına ancak yetişebiliyorum...

Arabamı, yolcu giriş kapısının önünde yolun ortasında “öylece bırakıp”, bilet kontrolünden geçiyorum...

Döndüğümde, “havaalanı yolcu giriş kapısının önünde bıraktığım aracımın, yerinde yeller estiğini görüyorum...”

***

Sorup soruşturuyorum...

Arabamın; Atina havaalanının bağlı olduğu, dağ başı bir semtin karakoluna çekildiğini öğreniyorum...

Havaalanının ortasında bırakılan aracımın bir terörist saldırısı olduğundan şüphelenen polis; “aracı uzun süre bomba yüklü mü değil mi diye kontrol ettiğini” öğreniyorum...

***

Polisin aracın park ediliş şeklinden, terörist saldırısı olması ihtimaline karşı, arabayı apar topar dağ başına götürdüğünü ve “tutanağı” karakola teslim ettiğini anlıyorum...

***

Karakola gidiyorum...

Atina’ya alıştığım, Yunanlıları iyi tanıdığım, yıllardayım...

Sanki onlar suçluymuşcasına bir de üstüne tatava yapıyorum...

-“Basın arabası bu... Niye çektiniz bu arabayı?..”

Yüzüme bir enteresan bakıyorlar...

O araba orada yolcu kapısının önünde yolun ortasında nasıl bırakıldı diye sorarcasına...

Arabayı yolun kenarına park edecek zamanı bile bulamadığımı hatırlıyorum...

-“Neyse...” diyorum...

-“Bitirin işlemleri de çıkalım...”

***

O anda; beynimden vurulmuşa döndüren bir cevap veriyorlar...

-“İşlemler bu saatte bitmez... Bugün yapın işlemleri; yarın alırsınız arabayı...”

-“Benim; yarın katılacağım basın toplantıları var... Dağ başındaki bu karakola bir daha gelme imkanım yok... Arabayı bugün verin...” diyorum...

Yunanlı polis; “arabamı o şekilde bırakarak, hepsini uzun süre paniğe sevk ettiğim için”, beni bir şekilde cezalandırmak istiyor...

-“Üzgünüm ancak yarın alabilirsiniz...” diyor...

***

O sırada birkaç yıldır Yunanistan’da gazetecilik yapıyorum...

Hiç öyle altta kalacak halim yok...

Bizde bu durumlarda “ilaç gibi gelen meşhur s...” kelimesini okkalı biçimde savuruyorum...

On saniye içinde, tomsonlu polisler benim bulunduğum odaya girerek silahlarını bana doğrultuyorlar...

***

Gerekçe belli...

Görev başındaki memura hakaret...

Eden bir Türk gazetecisi...

Bulunduğu ülke Yunanistan...

Şaka gibi bir durum...

Yanımda bulunan İstanbul’lu Rum yardımcım Sofia; fenalık geçiriyor...

Bense hiç oralı değilim...

Yunan polisine sallamaya devam ediyorum...

-“Yarattığınız diplomatik skandal, başınıza bela açacak...

Bana dışişleri bakanlığını bağlayın... Basın yayın enformasyon bakanlığını bağlayın... Türk büyükelçiliğini bağlayın...

Yanina’ya tayininiz çıkar artık...”

***

Yanina dediğim yer; Yunanistan’ın kuzeyinde dağların ortasında tecrit edilmiş bir şehir...

Bizde eski “şark hizmeti” durumuna tekabül ediyor...

Atina’nın göbeğinden Yanina’ya gitme ihtimalini polisler ne derece ciddiye alıyorlar bilmiyorum; ama, “telaffuzu bile” morallerini bozmaya yetiyor...

Tomsonlarını hafif indirip, durumu analiz ediyorlar...

Bende en ufak bir geri adım olmadığı için; kuşkuya kapıldıklarını fark ediyorum...

***

Bir süre sonra karakolun başkomiserinin beni odasına çağırdıklarını söylüyorlar...

Sofia hala baygın, kolonyalar veriliyor... Ben durumun değiştiğini anlıyorum... İçeri giriyorum...

***

Karakolun başkomiseri nazik bir şekilde beni ve Sofia’yı buyur ediyor...

Ne olduğunu soruyor...

Olayı anlatırken; “silah doğrultan polislerden şikayetçi olduğumu, dışişleri bakanlığını, basın yayın enformasyon bakanlığını, Türk büyükelçiliğini acele aramalarını” istiyorum...

Başkomiser; “ama siz de onlara küfür etmişsiniz...” diyor...

***

Söylemiş olduğum s... kelimesi, Osmanlı egemenliği esnasında, “kültürel mübadeleye!!!” dahil olduğundan, Yunanca’da da aynı anlamı içeriyor ve Yunanistan’da iyi biliniyor...

Gerçek şu ki; ben de o sırada, o kelimeyi onların anlamını iyi bildiğini bilerek etmiş bulunuyorum...

-“Ama bana şöyle şöyle yaptılar...” diyerek durumu izah etmeye çalışıyorum...

***

Başkomiser o sırada bana, hassas bir soru soruyor...

-“Sayın Muhtar...” diyor...

-“Sizin ülkenizde, polise bu küfür eden kişiye nasıl davranılır...”

Soru ince bir ironi de içeriyor...

Yıl 1988...

Türkiye’nin 12 Eylül darbesinden yeni yeni çıkmakta olduğu yıllar...

Yunanistan’da ve Avrupa’da Türkiye; “Askeri darbelerin ülkesi” olarak biliniyor; “otoriterlik ve faşizmle” suçlanıyor...

***

Durum berbat...

-“Benim ülkemde bunu yapanı iyi bir şekilde hallederler...” desem, durup dururken Türkiye’yi suçlayacağım...

-“Yok hiçbir şey yapmazlar... İşi oluruna bırakırlar...” desem; yalan söylemiş olacağım...

-“Benim ülkemde polis gazetecinin arabasını alıkoyup bugün git yarın gel demez...” diyorum...

En azından “daha fazla köşeye sıkışamayacağım makule yakın bir cevap veriyorum...”

Başkomiser, meseleyi çözmeye niyetli olduğundan, daha fazla üstelemiyor ve ben “terörist arabası olduğundan kuşkulanılarak, karakola çekilen aracımı” alarak eve dönüyorum...

Sofia dönüş yolunda hala arabada, nefes alamıyor...

Burnuna kolonya tutmaya devam ediyor...

HAVAALANI TRAFİĞİ VE YETİŞİLEMEYEN UÇAK KALKIŞ SAATİ...

Uçağa yetişmek uğruna bu olayları dünyanın dört bir yanında leblebi çekirdek yaşayan ben; önceki gün İstanbul’da iki çocuğumla takside havaalanı yolunda yaşadığım çaresizlik karşısında isyan ediyorum...

***

Uçağın kalkmasına tam bir saat kırk beş dakika var...

Evden çıkıyoruz ve normal trafikte yarım saat bile sürmeyecek yolu rahat rahat geçip, uçağa binmeyi tasarlıyoruz...

TEM yolunda trafik var...

Şoför; “Sahile geçelim...” diyor...

***

O sırada bir anlık gafletle sahil yolunda trafik olup olmadığını sormuyorum...

Saat 16 suları ve İstanbul’da fazla bir trafik olmasının beklenmediği saatler bunlar...

TEM yolundan; sahil yoluna çıkmamız zaten kırkbeş dakikamızı alıyor...

Sahil yoluna çıktığımız Zeytinburnu’ndan itibaren öyle bir trafik var ki, uçağın kalkmasına bir saat kaldığı halde, yetişme ihtimalimiz hemen hemen kalmıyor...

Yirmi yirmibeş dakika o trafikte cebelleşiyoruz...

Taksinin içinde, daha sonraki uçaklara yer ayırtmaya çalışıyorum...

Sonraki uçaklar “dolu” diyorlar...

***

Gidemezsek kalacağız ve en az beş altı saat havaalanında geçireceğiz...

6 yaşında çocuklarla yalnızım...

İçimdeki sıkıntı büyüyor...

Çaresiz; yapacak bir şey bulamıyorum...

Sonunda şoföre “gir” diyorum...

-“Bakırköy’ün içine gir...

Semtin içinden havaalanına gitmeyi dene...”

***

40 dakika var ve şoför çaresiz durumu kabulleniyor...

Saat 18’deki uçağa girebilmek için 17.55’de check-in deskinin önüne geliyorum...

Görevliler haberli, ancak uçak 18’de kalkacak olsa görevlilerin yapacağı bir şey yok, çünkü uçak o dakikada çoktan kapılarını kapatmış olacak...

Check-in’deki görevli;

-“Bagajınızı alamayız...” diyor...

-“Ne bagajı siz bizi alın yeter...” diyorum...

***

Koşa koşa içeri giriyorum...

Her tarafım kan ter içinde...

Çocuklar kendi bagajlarını kendileri taşıyorlar...

Meltem Demirören Oktay’la, Kıvanç Oktay’ı görüyorum...

-“Biz de aynı uçaktayız rötar var biraz...” diyorlar...

O anda “şükreden halim” ve durumum görülmeye değer...

Bütün bagajları bir yere koyuyoruz...

Çocukları başına dikiyorum...

Bir an için nefes almaya çalışıyorum...

Dizi çekimi için güneyde olan anneleriyle buluşmaya gittikleri için Tanrı’nın çocukları koruduğunu ve biz yetişebilelim diye uçağın rötar yaptığını hissediyorum...

Bodrum Bodrum...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.