Şampiy10
Magazin
Gündem

Doktor Jivago öldü...

Annesinin ölümü ve babasının intiharından sonra, dayısı ve onun yakınları tarafından yetiştirilen bir çocuktu Yuri Jivago...

Öğrenci olarak başarılıydı ve okul yıllarının sonunda doktor oldu...

Yakışıklı ve hüzünlü bir yüzü vardı Doktor Jivago’nun...

Hüzünlü ve insanın içine işleyen bir müziği vardı Doktor Jivago filminin...

***

Hayatımı çok derinden sarsan bir aşk ilişkisinin başaktörüydü Doktor Jivago...

Asil; tatlı, anlayışlı, sevecen karısı ve çocuğuyla yaşarken; hayatın karşısına çıkardığı inanılmaz tesadüfler sonucu Lara isminde bir kadına aşık oluyordu...

Eşiyle arasında bir sorun gözükmüyordu ki, okuyucu veya izleyici Jivago’nun Lara’yla aşkını gerekçelendirebilsin...

***

Lara kötü niyetli, hınzır çıkarcı bir kadın değildi ki; kutsal aileyi yok etmek isteyen ‘öteki’ kadın imajıyla; izleyici Lara’yı lanetleyebilsin...

İçimi burkan yoğun bir hüznün dışında hiçbir çıkış yolunu bulamadığım bir filmdi Doktor Jivago...

***

Üstelik; şair ve romantik doktor; Sovyetler’deki Bolşevik Devrimi sırasında oradan oraya sürülüyor, tutuklanıyor ve Bolşevizmin kurmaya çalıştığı sistemin zorlukları altında eziliyordu...

Hüzünlü doktorun aşkı yürek burkuyordu...

Karısıyla anlayış ve sevgiye karşın, bir türlü yeşermeyen aşkı, burkulan yüreğimi iyice oksijensiz bırakıyordu...

Çocuğu Saşa’nın nahifliği, Jivago’nun aşkla; anlayış arasındaki çaresizliği, Bolşevik menşeili sürgünü, Rusya’nın dondurucu soğuğundaki hüzünlü dramı, sonu gelmez bir trajedi haline dönüştürüyordu...

***

Henüz 10 yaşındaydım filmi izlediğimde...

Filmin hüznünü hayatım boyunca; üzerimden atamadım...

Doktor Jivago’yu unutamadım...

Jivago; yani onu hayatını milyonlarca izleyiciye sunan, realize eden Omar Sharif dün öldü... Bir rolün; bir aktörün üzerinde, kendi kimliğinin fersah fersah fazlasıyla nakşolmasının, yegane örneğidir Doktor Jivago...

Filmin sonunda şehrin meydanında bir ölüm sahnesi vardı Doktor Jivago’nun...

Kalp krizi geçirir ve ölür Jivago filmin son sahnesinde...

*****

YAŞAM BOYUNCA BİR ARAYA GELEMEYEN SEVGİLİLER ÖLÜM ANINDA...

Hayatının inanılmaz tesadüflerle hep kesiştiği, fakat bir türlü tam kavuşamadığı sevgilisi Lara da, o sırada o meydandan geçer... Hayatta olduğu gibi ölümü esnasında da birkaç saniye farkla, Lara; kalp krizi geçiren Jivago’nun öldüğünü görmez... Fark etmeden kendi yoluna gitmeye devam eder...

***

Yaşam boyunca bir araya gelemeyen sevgililer, ölüm anında da birbirlerine veda edecek fırsatı bulamazlar...

Orada bile göz göze gelemezler, el ele tutuşamazlar, sevgiyle son kez ellerini birbirlerine veremezler... Jivago sevgilisinin kollarında bile son nefesini veremez...

***

Karısı zaten sürgüne gönderilmiştir...

Çoktan kocasından uzaklarda kalıvermiştir... Karısının ve sevgilisinin arasında, Bolşevik ihtilalinin ortasında 1917-1929 yılları arasında yaşadığı trajik öykünün sonunda; doktorun meydanın ortasında sonlanan yalnız ve hüzünlü ölümü; insanın içine bir hançer gibi saplanır...

***

Omar Sharif dün tıpkı Doktor Jivago gibi yıllar sonra kalp krizi geçirerek öldü...

Lara yanından geçiyor muydu o sırada bilmiyorum... Karısı sürgünden öldüğünü haber almış mıydı o konuda da fikir sahibi değilim... Kızı Saşa nerede ne yapıyor ona da vakıf değilim...

Omar Sharif filmdeki Jivago karakteriyle o kadar bütünleşmiş ki gözümde; ben Omar Sharif’in değil; Doktor Jivago’nun içimde bir kez daha öldüğünü hissediyorum dün...

Bir Temmuz sıcağında...

Deniz kenarında...

Jivago ölüyor; ben bir kez daha yıkılıyorum...

*****

SATIRLARIMDAKİ DOKTOR JİVAGO...

Birkaç yıl önce İstanbul’a kar yağdığı bir günde yazmıştım Juri Jivago ile ilgili şu satırları... “İki aşk arasında kalan, romantik şair doktor Juri Jivago’yu hatırladım dün...

***

Yokluklarla dolu bir ülkede; Sovyet ihtilalinin kanlı savaşının ortasında; iki kadın arasında kalan romantik şair, burjuva aydını, tıp doktoru Jivago gibi, savrularak yürümeye başladım Boğaz’ın kıyısında...

***

Boris Pasternak roman kahramanının aktörü Omar Sharif gibiydim sanki...

Sadakat ile ihtiras arasında kalmış gibiydim...

Julie Christie ile Geraldine Chaplin’in zıt kadın karakterlerinin ortasında tenis topuna dönen bir erkek figüran mıydım acaba?..

Ben de bir Doktor Jivago muydum?..

***

Buz tanecikleri halinde yağan kar bana Rusya’yı...

Rusya bana Doktor Jivago’yu...

Doktor Jivago bana, sadakat ile ihtirasın sembolü duyguları tetikleyen iki kadının arasında kalan bir erkeğin, dramatik aşk üçgenini hatırlattı...

Doktor Jivago’nun ölümsüz müziğini içimde hissettim...

O müziği içimde çaldım...

***

Karda Aşk bana Jivago’nun hüzünlü romantik yüzünü, karla kaplı ormanlardaki tren yolculuğunu, beyaz karlar arasında kalan bir aşk yuvasının öksüz mobilyalarını, buzlar arasında kalan bir harabede ormanın derinliklerinde gerçekleşen bir kaçamak buluşmayı ve nice dramla trajediyi arka arkaya flashback’ledi...

İçimin titrediğini hissettim...

Mutluluğu bir türlü bulamayan hüzünlü Juri Jivago’nun öyküsünde; Boğaz’daki martıları seyrettim...”

***

O gün yazdığım yazıyı, dün bir daha okudum...

Kış geçmiş; yaz gelmişti...

Yaz; doktor Jivago’yu bizden almıştı...

Öldüğü son sahnedeki gibiydi her şey...

Güneş açıvermişti, gökyüzü pırıl pırıl olmuştu...

Jivago yaşadığı “kar”lı günlere inat; “güneşli bir günde” huzur içinde bizden ayrılacaktı...

Yazının devamı...

Namuslu bir Ankara gazetecisinin, sayfalarda saklanan ölümü...

Milliyet gazetesinin Ankara bürosuna ilk adım attığım gün 1981 yılının Nisan ayıydı...

Henüz bir yıllık gazeteciydim ve Milliyet gazetesinde kadrosuz telifli olarak çalışmaya başlayacaktım...

***

Sağlı sollu odalara açılan uzun bir koridordu Milliyet’in Ankara Bürosu...

Ünlü ve büyük gazeteciler çalışırdı Milliyet gazetesinde o gün de...

Örsan Öymen, İlhami Soysal, Teoman Erel, Cüneyt Arcayürek; Emin Çölaşan, Mümtaz Soysal, Orhan Duru; bu isimlerden sadece ismi kamuoyunda çok bilinen birkaçının adıydı...

***

21 yaşında; üniversite üçüncü sınıftaydım ve gazeteye her gün tedirginlik dolu bir heyecanla giderdim...

Büronun en küçüğü bendim...

Bir futbol takımının en küçüğü olmak ne demekse, bir gazete bürosunda yaşça en küçük olmak da o demekti...

***

Başka gazetelerle haber atlama ve atlatma rekabetinden, doğru düzgün haber yakalayamama stresinden, hepsi benden büyük olan gazetecilerden olur olmaz fırça yeme telaşından, gittikçe gerilir, avuçlarımın içi terler, çölün ortasında kalmış genç bir gazeteci olarak kendime uygun bir vaha arardım...

***

Koridorun sonundaki oda; benim aradığım ‘vaha’ydı...

Spor servisi orada bulunurdu...

Ortaokulun başından beri, evde ne zaman gerilsem, canım sıkılsa, ders çalış teraneleri artsa, ‘gazetelerin spor sayfalarına gömüldüğümden’, gazete de aynı psikolojik ezberle, gerginlik anında kapağı spor servisine atıyordum...

***

Spor servisinin başında; güleryüzlü, deli dolu, ‘dürüstlüğü nam salmış’, kalender, çelebi, aynı zamanda ‘deli’ denecek kadar mücadeleci; aklına yatmayana karşı delice mücadeleye girecek kadar namuslu bir gazeteci vardı...

Devrim Sağıroğlu...

Ankara’nın en ünlü spor yazarlarını o yönetirdi...

***

Yüzündeki sevgi dolu bakış, gözlerinin içindeki gülümseyiş ve insani kavrayış, beni sımsıcak bir sevgi yumağının içinde hissettirirdi...

Devrim Sağıroğlu sondaki odanın köşesindeki yerinde hep orada olsun isterdim...

Bazı günler odaya girdiğimde o odada yoksa, derin bir yalnızlık çekerdim...

Sanki odanın neşesi, keyfi, sıcaklığı, sevecenliği oydu...

Oda onun varlığıyla ısınırdı...

***

3.5 yıl o büroda gazeteciliği öğrendim...

24 yaşında Milliyet’in Atina bürosuna ‘şef’ olarak gönderilirken; arkamda bıraktığım büronun, kalbimde yer eden en sıcak ismi Devrim Sağıroğlu’ydu...

Beraber çalışmamıştık...

Aynı büroda aynı gazetenin kaderini paylaşmıştık sadece...

Onun; gözlerinin içi gülen o sevecen gülüşünün, hayatımın en önemli tebessümlerinden biri olacağını o günlerde bilmiyordum...

***

Çok uzun yıllar sonra, ona telefon açıp konuşmaya başladığımda; kendisini ne kadar çok sevmiş olduğumu, hayatımın ilk gazetecilik yıllarında ne büyük bir sevgi boşluğunu doldurduğunu, nasıl bir anlayış abidesi olduğunu fark etmiştim...

*****

“ANKARA’DA SENİ SİLERLER; İSTANBUL’A GİT; ORADA TUTUNMAYA BAK ÇOCUK...”

Babamın üniversitedeki görevi Ankara’daydı...

Gazeteciliğe başkentte başlamıştım...

Zaten; hükümet, siyaset, diplomasi, Yargıtay, Danıştay; Anayasa Mahkemesi, parti merkezleri, Ankara’da konuşlandığından, aldığım eğitimin vazgeçilmez ilk durağı başkent olacaktı...

***

Ankara’da gazetecilik yapmaktan mutluydum...

Oysa büronun sağdaki en sondaki odasının, en uzak köşesinde oturan adam, beni her gördüğünde;

-“Oğlum bırak buraları... Bu gazetecilik denilen mesleğin parsasını toplayacağın yer; Ankara değil İstanbul’dur...

Suyun başı orasıdır...

Burada yazık olur gazeteciliğine...

Oraya git, orada yıldız olursun... Star olursun... İsmin iri puntolarla, artistik fotoğrafınla yer alır... Buralarda kendini gösteremezsin... Parlatmazlar adamı buralarda... İsmin yok olur gider...”

***

Bunu öyle bir şevkle, öyle bir heyecanla öyle bir inanmışlığın verdiği belagatla söylerdi ki, Devrim Abi sırf bunu söylesin diye onu fişteklerdim...

Bana bunları söylerken; kendi çektiklerini, kendi yaşadıklarını anlatıyordu aslında...

Çok iyi bir “kalem”i vardı...

Büro şefi olduğu için az yazardı...

Ama yazdıkları cuk diye otururdu...

***

Niye İstanbul’a gitmediğini sorardım...

Öyle ya; bana anlattıklarını niye kendisi yapmazdı...

Üstelik o spor yazarıydı...

Onun için üç büyüklerin olduğu İstanbul daha da merkezi önemdeydi...

-“Bizi yaşatmazlar İstanbul’da...” derdi...

-“O Bab-ı Ali tarlasında bizi yaşatmazlar evlat...”

*****

45 YILLIK GAZETECİNİN ÖLÜMÜNÜ BİLE SAYFALARINDA GİZLEDİLER!

Ankara’dan Atina’ya göndermişti gazete beni...

Üç ay kadar da İstanbul’da çalıştırmışlar, kendi deyimleriyle beni pişirip Atina’ya göndermişlerdi...

Yedi yıl Atina’da görev yaptıktan sonra; tam onuncu yılımda Milliyet gazetesinden ayrıldım...

1981 Nisan’ında girmiştim Milliyet’e;

1991 Mayıs’ında gazeteden ayrıldım...

İstanbul’da iş görüşmeleri yaparken; bazı gazete ve haber dergileri beni Ankara bürosunun başına geçirme teklifini sundular...

***

Büro şefliği makamının verdiği avantajların cazibesiyle bu teklifi kabul edeceğimi sanıyorlardı...

Bütün tekliflere hiç düşünmeden “hayır” dedim...

Ankara’da gazetecilik defterini kapatmıştım; yeniden dönmeyecektim...

***

Gözümün önünde; Devrim Abi’nin gülümseyen yüzüyle bana verdiği öğüt hiç gitmiyordu...

-“Ankara’da seni bitirirler evlat... İstanbul’da ol... Orada tutunmaya bak...”

Yıllar sonra İstanbul’da; üzerinde tartışması bitmeyen tantanalı bir ismim ve aklıma gelmeyecek kadar cenderede bir gazetecilik hayatım olduğunda; gözümün önüne hep Devrim Sağıroğlu’nun içi gülen gözleri ve şehvetli bir belagatla söylediği sözleri gelirdi...

-“Ankara’da ismini yok ederler evlat... Sen ismini kuyu kazar gibi kazıyacaksın bu meslekte... İstanbul’da tutunmaya bak...”

***

Bunu düşündükçe içime bir huzur gelir, cendereden kurtulmuş gibi sevinir, ferahlardım...

“Beni yok etmeye çalışanlara karşı” İstanbul’da tutunabilmeye çalışan bir Ankara gazetecisi olmanın verdiği mutlulukla, Devrim Abi’yi hatırlar; gülümserdim...

O gazeteler ve Devrim Abi’nin Bab-ı Ali basını dediği İstanbul medyası onun ölümünü bile dostlarından, sevenlerinden ve okuyucularından gizledi...

Sayfalarını, 45 yıllık bir meslek büyüğüne cömertçe açmaktan imtina etti...

Ben; ancak iki gün sonra bir dostumun attığı mesajdan Devrim Abi’nin öldüğünü öğrendim...

Onu 45 yıl meslekte “yok” farz etmekle kalmamışlar, ölümünü bile “mümkün olduğunca küçülterek vermişlerdi sayfalarında...”

***

Şimdi; “Biz öyle yapmadık” diyeceklerdir...

Neler yaptıklarını, hangi sayfadan, kaç sütuna girdiklerini söylemeye kalkacaklardır...

Ama ben biliyorum...

Devrim Abi tıpkı benim düşündüğüm gibi düşünüyor...

-“Ankara’da senin ismini yok ederler evlat... İstanbul’da tutunmaya bak...”

Yazının devamı...

Cildi yaşlandıran besinler...

Yaz her şeyiyle hayatımızın içine giriyor... Yaz aylarının başka bir gündemi var...

Kendimize daha fazla bakıyoruz...

Cildimizi daha fazla güzelleştirmeye çalışıyoruz...

***

Gündemimize bedenimizle ilgili diyetler giriyor...

Sağlıkla ilgili besinler konusu hayatımıza egemen oluyor...

Yaşamı güzel ve estetik yaşamaya çalışıyoruz...

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’nun; “Hayatı Uzatmanın Sırları” kitabında Cilt Dostu Besinler bölümünü okuyorum...

“ŞEKER CİLDİ YAŞLANDIRIYOR...”

Bölümün daha başında Müftüoğlu “Şeker yaşlandırıyor” başlığını atıyor...

“Cilt yaşlanmasının başlıca nedenlerinden biri glikasyon denilen bir mekanizmadır... Kan şekerinin çok sık oynaması glikasyona ve cildin daha hızlı yaşlanmasına neden oluyor...” diyor..

***

“En pahalı kremlere yatırım yapan ve cildine iyi ba ktığını düşünen bir kadın bol miktarda tatlı tüketiyorsa, bütün çabalarının boşa gittiğini söyleyebilirim...

Birçok kadın; cilt yaşlanmasında çok önemli bir faktör olan glikasyon hakkında bir şey bilmiyor...

Bu mekanizmayı önlemek için bal ve pekmez de dahil olmak üzere, bütün şekerli gıdalardan uzak durmak gerekiyor...

En ideali genç kızlıktan itibaren başlayarak şekersiz bir beslenme düzeni oluşturmak...

Ancak şekersiz beslenme düzeninin anti-aging’e etkisi her yaşta kendini gösterir...”

***

İki buçuk üç aydır hayatımdan “tatlı anlamında şeker”i çıkartıyorum...

Bir süre tatlısız kalındığında meyveye abanma oluyor...

Ancak bir süre sonra hayatımdan aşırı meyveyi de çıkartıyorum...

***

Fakat şeker denilen şey; sadece yemekten sonra yenilen tatlıdan ya da çay ve kahveye konulan şekerden ibaret değil...

Yediğimiz hamur da şeker içeriyor...

Bir hafta önce; hamuru da hayatımdan tamamen çıkarttığımda, zorlandığımı hissediyorum...

Bunun üzerine kontrollü bir şekilde karbonhidrat almaya devam ediyorum...

Tatlı yemeği tamamen kaldırarak bu dönemi kapatmayı düşünüyorum...

***

Ancak bu kararım çocuklarımla ilgili geçerli olamıyor... Her taraftan şekerli besinlerim bombardımanı altında bulunan çocuklar, “adeta şekerle yıkanır hale geliyorlar...”

Bu durumu önleyebilmek ebeveyn olarak mümkün değil...

Bir bombardıman sözkonusu...

Bu bombardıman her yerden, her taraftan çocukların bilinçaltına ve tat duygularına işliyor...

Şeker lobisi karşısında “çocuklar adına çaresiziz...”

CİLT İÇİN LİKOPEN MUCİZESİ...

Balaton gölü kıyısında Macar kadınlarının gençlik ve güzellik sırrının; diyetlerinde çok fazla domates bulunmasından kaynaklandığı anlaşılınca; dünyada likopen mucizesi keşfediliyor...

***

Son derece zengin bir likopen kaynağı olan domates, bu özelliği sayesinde harika bir cilt gıdası haline geliyor...

Likopenin son derece güçlü bir antioksidan olduğu ve cildi güneş ışınlarının zararlı etkilerinden koruduğu biliniyor... Araştırmalar, likopenin güneş ışınlarının cildi yaşlandırıcı etkisini yüzde 20-40 oranında azalttığını söylüyor...

SÜT ÜRÜNLERİ CİLT...

Müftüoğlu “Cilt yaşlanmasını yavaşlatmak istiyorsanız”, diyetinize mutlaka en zengin besin kaynakları olan süt ve süt ürünlerini eklemenizi salık veriyor...

***

Müftüoğlu ayrıca “Bu konuda meralarda otlayan ineklerden elde edilen süt ve bu sütten yapılan peyniri, yoğurdu tercih edin...” diyor.

GENÇ BİR CİLT İÇİN...

Omega 3 zengini balıkları tercih edin:

Uskumru, levrek, hamsi en zengin yerel Omega 3 ihtiva eden balıklar...

Somon mucizesini saymaya gerek yok...

***

Antioksidan gücü yüksek meyveleri tercih edin: Diyetinizde erik, üzüm, elma, çilek, böğürtlen, yabanmersini, nar ve kiraz gibi meyveler olsun...

***

Bal kabağı ve havucu ekleyin;

Mükemmel bir vitamin kokteyli olan bal kabağı ve havuç, beta karoten bakımından son derece zengin...

***

Yeşil ve siyah çaydan yararlanın...

Yeşil çayın çok güçlü bir cilt dostu olduğunu unutmayın...

Yeşil çayın tadını sevmeyenler için müjde; cilt için aynı özellikler siyah çayda da var...

***

Ceviz badem ve fındığı unutmayın...

***

Yumurtaya itibarını iade edin;

Olağanüstü güçlü bir protein, mineral ve vitamin kaynağıdır yumurta...

Yumurtayı haşlayarak yemeğe çalışın...

İçindeki değerli besinlerin zarar görmesini istemiyorsanız; kayısı kıvamında pişirin...

***

Su için; Cildiniz için mineraller açısından zengin su kadar etkili bir antiaging yoktur...

***

Zayıflarken hata yapmayın;

Zayıflamak için sağlıklı yağları hayatınızdan çıkarmaya kalkarsanız, bu beslenme hatasının olumsuz sonuçlarını, ilk olarak cildinizde göreceğinizden emin olabilirsiniz...

Bu yüzden her öğünde zeytinyağı, soya ve fındık yağı gibi doğru yağ asidi içeren yağları tüketmeye çalışın...

***

Yoğurdu ihmal etmeyin;

Günlük beslenme düzeninize bir su bardağı kadar yarım yağlı ya da yağsız yoğurt ekleyin...

Yazının devamı...

Tesadüfler...

2006 yılında Mark Anderson adında bir adam, Copius isimli bir tekneyle denize açıldı...

Balık tutmak için gittiği bölgede, 96 yıldır denizde dolaşan ve içinde mesaj olan bir şişe buldu...

O tarihte adını Guinness Rekorlar Kitabı’na yazdırdı...

Anderson’un yakın arkadaşı olan Andrew Leaper, 2012 yılında yine aynı tekneyle denize açıldı...

Bu kez de 98 yıllık bir şişe buldu...

Arkadaşının rekorunu kırmayı başardı...

*****

NAPOLYON VE HİTLER VE 129 YILIN SIRRI...

Napolyon ve Hitler’in doğum tarihleri arasında 129 yıl vardı...

Her ikisinin iktidara geldikleri tarihler arasındaki yıl farkı da 129’du...

Her ikisi de Rusya’ya savaş açtılar iktidardayken...

Her ikisinin Rusya’ya savaş açtığı tarihler arasındaki fark da 129 yıldı...

Her ikisi de Rusya’ya mağlup oldular...

Her ikisinin de Rusya’ya mağlup olduğu tarihler arasında da 129 yıllık bir fark vardı...

*****

VİOLET ŞANSLI MI UĞURSUZ MU?..

Violet Jessup dünya tarihinin en önemli gemi kazalarından sağ kurtulmayı başaran bir kadındı...

Violet; RMS Olympic; gemisinden, RMS Titanic faciasından ve HMHS Brittanica gemisindeki faciadan sağ olarak kurtuldu...

Bir kısım tarihçi, bu kadar büyük üç gemi kazasından sağ kurtulduğu için Violet Jessup’u çok şanslı buldular...

Bir kısım analist ise; üç kazada da gemide bulunan Jessup’un uğursuzluğuna inandı...

*****

70 YAŞINDA KAZADA ÖLEN ADAMLAR...

2002 yılında Helsinki’nin 600 kilometre kuzeyinde, 70 yaşında bir adam, otoyolda karşıdan karşıya geçerken TIR’ın altında kaldı ve öldü... O sırada ilginç bir tesadüf daha meydana geliyordu...

Kazanın olduğu yere 15 dakika mesafede, sadece 2 saat önce yine 70 yaşında bir adam, bir başka TIR’ın altında kalarak can vermişti...

Ama durun daha bitmedi. Çünkü raporlarda, bu iki adamın, aslında ikiz kardeşler olduğu ortaya çıkar.

*****

SHAKESPEARE’İN BENZERİ...

Anne Hartaway’in eşi olan Adam Shulman’ın William Shakespeare’e fiziksel benzerliği üzerine çok şey yazıldı ve söylendi...

Enteresan olan şudur...

William Shakepeare’in eşinin adı da Anne Harthaway’di...

Aynı fiziksel özelliklerde iki adam, aynı isim ve soyadını taşıyan iki kadınla evlilik yapmıştı...

Tarihin ikiz yaşantılarına bir örnekti bu olay...

*****

PİYANGO...

Avustralyalı Bill Morgan 1999 yılında ölümcül bir travma yüzünden acilen hastaneye kaldırıldı...

Ancak duruma hemen müdahale eden doktorlar bile, Morgan’ı kurtarmayı başaramadılar...

Ya da kurtaramadıklarını düşündüler...

***

Çünkü Morgan 14 dakika ölü kaldıktan sonra, mucizevi bir şekilde hayata döndü...

Bu olay herkesi şaşkına çevirdi...

***

Ancak esas enteresan olay daha gerçekleşmemişti...

Hastaneden birkaç hafta içinde taburcu olan Morgan, ilk iş olarak kendine bir loto bileti satın aldı...

Bu biletten 27 bin dolar değerinde bir araba kazandı...

***

Asıl bomba daha sonra gelecekti...

Morgan loto bayiine teşekkür etmek için ona uğradı...

Olayı canlandırması için kendi

elinde bir biletle resim çektirdi...

Resim çektirdiği bileti de satın aldı...

O bilet de kendisine 250 bin dolar kazandırdı...

*****

LİNCOLN VE KENNEDY’İNİN ÖLÜMÜNDEKİ 7 NUMARANIN SİHRİ...

Hitler ile Napolyon arasındaki tuhaf benzerliklerin bir başkası iki Amerikan Başkanı John Kennedy ile Abraham Lincoln arasında bulunur...

Her iki başkan da da nadir görülen genetik bir bozukluktan muzdaripti...

Her ikisi de 1.80’in üzerinde bir boya sahipti...

Her ikisi de hukuk fakültesi mezunuydu...

***

Maalesef her ikisi de eşlerinin gözleri önünde uğradıkları silahlı saldırı sonucu öldüler...

Her ikisi de başlarına aldıkları kurşunla öldüler...

Garip olan Lincoln öldürüldüğünde tiyatrodaki 7 numaralı koltukta oturuyordu...

Kennedy ise konvoydaki 7 numaralı araçtaydı öldürüldüğü anda...

*****

HİTLER İLE STALİN...

Tarihin büyük diktatörleri; Hitler;

Stalin;

Ve Franz Joseph...

Üçü de hayatlarının bir döneminde Viyana’da bulundular...

Üçü de Viyana’da yürüyüş için aynı parka giderlerdi...

Viyana’daki aynı parkta yürüyüş yapan bu üç insan tarihe 79 milyon insanın ölümünün baş sorumlusu olarak geçtiler...

*****

TRAFİK KAZASI...

Ohio’da 1895 yılında bir araba kazası oldu... Bir araba kazasının nesi ilginç olabilir diye düşünebilirsiniz...

Cevabı: O tarihte Ohio’da sadece iki araba trafikte bulunuyordu...

*****

UÇAK YOLCULUĞUNDA KALP KRİZİ...

Uçak yolculuğu esnasında bir insanın kalp krizi geçirme olasılığı kaçtır?..

Geçirdi diyelim; acaba kalp krizi geçirdiği uçakta doktor bulunma şansı yüzde katır?..

***

Doroty Fletcher 2003 yılında ailesini ziyaret etmek için, Liverpool’dan Florida’ya gidiyordu... Yolculuğun ortasında aniden fenalaştı... Kalp krizi geçiriyordu...

Hosteslerden biri durumu anladı ve bağırmaya başladı:

-“Uçakta doktor var mı?..”

***

Uçakta bir değil, tam 15 doktor vardı...

Ve büyük bir şans eseri 15 doktorun 15’i de kalp mütehassısıydı.

Uçakta bulunma nedenleri, Florida’da düzenlenen bir konferansa katılmaktı...

Doroty Fletcher kalp krizini atlattı...

*****

ÇOCUKLUK VE ÖLÜM...

Çocukluk gecenin bir yarısı tuvaletten odana koşarken, kimsenin seni yemediğine sevinmektir...

***

Seni hatırlayan son kişi de öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın...

-----

(Bu bilgiler Her Gün 1 Yeni Bilgi tweet hesabından derlendi...)

Yazının devamı...

“OXİ”

Uzun zaman kalem oynatmıyorum ve nihayet “Cumartesi günü ‘tarihi referandum’la ilgili yazımı yazıyorum” Yunanistan’daki...

Sonu şöyle yazımın;

***

“Dün Yunanistan’ın temerrüte düştüğü uluslararası finans merkezlerince açıklanıyor...

Yani ödemelerini yapamıyor ve iflas noktasına geliyor Yunanistan...

Elbette bunu dün ilan etmenin nedeni, yarın ülkede yapılacak referandum...

Yunan halkına “ya iflas, ya da bizim verdiğimiz çözüm” ikilemi dayatılıyor...

Halk anketlerde gösterdiği gibi; “evet kabul ediyoruz artık koşullarınızı peki istediğiniz olsun” mu diyecek; yoksa Yunanlı olmanın şaşmaz genetiği olan Oxi’ye yani “Hayır”a mı basacak?..

Kalimera ilie kalimera...

Günaydın güneş, günaydın...

Atina yıllarımda en sevdiğim şarkılardan biriydi...

Ben en iyisi onu dinleyeyim şimdi...

Kalimera ilie kalimera...”

***

Cumartesi günü Vatan gazetesinde yazının yayınlanmasından sonra ilginç bir olay oluyor...

Referandumu yakından izleyen, uluslararası finans çevreleriyle ilişkili okurlar, “yazıyı yok hükmünde sayıyorlar, pokerdeki ifadesiyle pas geçiyorlar...” Kuluçkaya yatıyorlar...

***

O sırada; gazetelere yansıyan kamuoyu yoklaması sonuçları Yunanistan’da “Evet”çilerin üç puan önde olduğunu gösteriyor...

“Hayır” çıkma ihtimaline çok daha az şans veriyor kamuoyu yoklamaları...

Yüzde 46’ya 43’lük bir oran o sıralarda yazılıp çiziliyor...

***

Ben de bir arkadaşımla konuşurken, onu uyarıyorum;

-“Benim yazımı bir veri olarak kabul etmeyin... Yazıyı önsezilerimle yazdım... Yunanistan’ı uzun zamandır değiştirmeye çalışıyorlar... Kamuoyu yoklamaları doğruyu gösteriyor olabilir...” diyorum...

***

Yazının sonunda referans yaptığım şarkıyı soruyorlar;

-“Kalimera İlie Kalimera... Günaydın güneş, günaydın...”

Elbette otuz yıl öncesinden gelen o şarkının ruhu Yunan halkının vazgeçilmez protestocu geleneğini, uluslararası emperyal güçlere karşı duyduğu kronik alerjiyi, her zaman sola meyyal çizgisini anlatıyor...

***

Yıllar önce Haris Alexiou’nun bile söylediği şarkı Kalimera İlie Kalimera...

Sonra sosyalist Pasok’un şarkısı haline geliyor ve “sol ruhun” en vazgeçilmez melodilerinden biri olarak hafızalara kazınıyor... Kalimera İlie Kalimera...

Günaydın Güneş Günaydın...

*****

OYSA YENİ BÜTÜN SANATÇILAR, İKİSİ HARİÇ TÜM TELEVİZYON KANALLARI “EVET” İÇİN KAMPANYA YAPIYORLAR...

Oysa öğreniyorum ki; referandum kampanyası sırasında Yunanistan’ın en ünlü televizyon kanalları “referandum için inanılmaz bir ‘evet’ kampanyası yürütüyorlar...”

Sky televizyonu koronun başını çekiyor...

***

“Evet” çıksın diye, iki televizyon kanalı hariç bütün kanallar yoğun bir uğraşa giriyor...

Toplumun etkili ne kadar eski politikacısı, kitleler üzerinde etkin şarkıcı ve sanatçısı varsa, bu kampanyanın içinde yer alıyorlar...

***

-“Çok çektik” diyorlar;

-“Daha fazla perişan olmadan, yapmamız gerekeni yapalım ‘evet’ diyelim...”

Referandumda “hayır”a yakın duran kanallardan biri devlet kanalı Yunan Radyo Televizyonu (ERT)...

Özel kanallar kampanyada “evet” yönünde aktif rol oynuyorlar...

*****

YUNANİSTAN’IN TARKAN’I VE SEKSİ SANATÇISI “EVET” KAMPANYASININ AKTÖRÜ OLDULAR...

Yunan halkı referandumda “evet” desin diye, televizyon kanalları; Yunanistan’ın Tarkan’ı sayılan; Sakis Ruvas’ı milyon dolarlık teknesinden röportajlara alıyorlar... Güzelliğiyle ünlü kadın şarkıcı Despina Vandi; “Evet” kampanyasının başaktristlerinden biri oluyor...

*****

PAPANDREU’NUN OĞLU YORGO, PASOK’LU BAŞBAKAN SİMİTİS, 95’LİK MİTÇOTAKİS, SAMARAS VE NİCELERİ...

Çok ilginç bir olayı daha fark ediyorum bu esnada...

Yunan referandumunda “Hayır”ın ruhunu sembolize ettiğim “Kalimera İlie Kalimera”, Günaydın Güneş Günaydın şarkısı, bir dönem sonra sosyalist PASOK’un meydanlardaki şarkısı haline geliyor...

***

Artık iyice ufalmış olan PASOK partisi, bu referandumda “Evet” oyunun çıkması için çaba gösteriyor...

Onun eski Başbakanı Kostas Simitis ekranlara çıkıyor “Evet diyelim perişan olmayalım” diyor... En acısı da şu...

Yunan halkındaki protestocu ve hayırcı geleneğin en ünlü sembol lideri Andreas Papandreu’nun, PASOK’tan başbakan olan oğlu Yorgo Papandreu da; televizyonlara çıkve “evet” kampanyasına katılıyor...

Kalimera İlie Kalimera şarkısının eski aktörlerinin oğulları bile “Hayır” değil, “evet” kampanyasını yürütüyorlar...

***

95 yaşındaki eski sağcı Başbakan, Konstantin Mitçotakis de o yaşına rağmen, sahnelere iniyorlar ve “Perişan olmayalım... Evet diyelim” diyor...

Dün partisinin genel başkanlığından istifa eden eski Başbakan Andonis Samaras’ı saymıyorum bile “evet”çi olan bu listede...

*****

GÜNAYDIN GÜNEŞ GÜNAYDIN...

Bazı şeylerin “Ruh”u, insanın adıyla kaim değildir... Kendisini hissedenlerle “yaşar o ruhlar...”

Gün gelir; Atina’nın “hayır” ruhunun en şaşaalı ismi Papandreu’nun oğlu, en şaşaalı partisi Pasok’un kendisi, genel başkanı, başbakanları, o ruhu kendi içlerinde bitirir, terkediverirler...

***

Ancak bir zamanların özgürlük şampiyonlarının çocuklarının içinde biten, partilerinden ötelenen, yalnızlığa terkedilen “ruh” kendi içinde hiçbir zaman bitmez...

Enerjisi, insanları etkilemeye, onların ruhlarına girmeye, onları canlandırmaya, onları yaşatmaya, onları boyun eğmemeye, dayatmayı kabul etmemeye, zorla ‘evet’ dememeye çağırmaya devam eder...

***

Özgürlüklerin ve “hayır” diyebilme cesaretinin ruhu insan adıyla kaim değildir...

Bir gün o insanlar o fiziksel bedenlerin içinde bitebilirler...

Fiziksel olarak bitmeseler bile, o ruhu içlerinde yok edebilirler...

Ama “Ruh” bitmez devam eder... Başka bedenlere girer...

Yeni bedenlerde kendine yeni vücutlar, şekiller yeni özgürlükler bulur...

Hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne karşı çıkmayan bir kişidir bu satırların yazarı...

Artık pek eski günlerdeki gibi “sosyalist” de sayılmaz...

Ve ancak ve fakat; Dayatmaya...

Köşeye sıkıştırıp zorla ‘evet’ dedirtmeye...

Ya herru ya merru diye şantaj hatırlatmalarına...

Ben güçlüyüm, istediğimi yaparım, yaptırırım ayarı çekmeye...

“Hayır!..”

Oxi... Kalimera İlie Kalimera...

Günaydın Güneş Günaydın...

Şimdi her kim söylüyor;

Her nerede ne yaşanıyor ve yaşatılıyorsa...

Yazının devamı...

Çocukları denize ilk soktuğum yerde...

Önceki akşam; Mina ile Poyraz’a;

-“Sizi annenizle ilk denize soktuğumuz yere götüreceğiz...” diyorum...

Şaşırıyorlar, sonra merakla gideceğimiz yeri bekliyorlar...

Rixos otelinin sağ ucunda; beyaz kumlarla çevrili Kleopatra Beach isminde ıssız bir beach bulunuyor...

Altı yıl önce otelin villalarının önünde bulunan beach’te, hemen hiç kimseler yok... Issız, sakin, beyaz kumlarla oluşturulmuş beach’te iki ya da üç kişilik bir iki aile denize giriyorlar...

***

Herşey yüzlerce metre ötedeki otelin ana merkezinden beach’e taşınıyor...

O sessizlikte; üç aylık olan Poyraz’la Mina’yı, hayatlarında ilk kez denize sokuyoruz...

Poyraz ağlıyor girmek istemiyor...

Mina biraz daha sakin duruyor...

Altı yıl sonra; önceki akşam, o beach’in üzerinde açılan dört masalık Radika isimli minik restorana gidiyoruz...

Otelin yeni yöneticileri o küçük restoranı “Bodrum’un yerel lezzetlerinin yapıldığı, özel bir gurme restoran haline getirmeye” uğraşıyorlar...

***

Dört masalık restoranda gecenin sessizliğinde yemeklerimizi yiyoruz...

Çocuklar denize ilk girdikleri yerde gece vakti beyaz kumun üzerinde oynuyorlar...

Masada kalabalığız... Babamla annem de var...

***

O an, babamın beni Boğaz’ın derin ve akıntılı sularına ilk ittiği an geliyor aklıma...

Yüzmesini bildiğim, ama denize atlamaktan korktuğum o anı hatırlıyorum...

Babamın beni suya atışıyla, denizi bütün vücudumda hissettiğim o temaşaa anını yeniden yaşıyorum...

Mutluluk anı, hiç gitmiyor gözümün önünden...

***

Babam yaşlanmış; masada sessizce yemeğini yiyor, torunlarını seyrediyor...

Çocuklar levrek balığını ve mezeleri büyük bir iştahla yiyorlar...

Şaşırıyorum...

Hayatımın en lezzetli levrek balığını yediğimi hissediyorum, mini minnacık restoranda...

-“Böyle bir levrek balığı hayatım boyunca yemedim...” diyorum...

*****

BODRUM’LU HALİNE GELEN ÇOCUKLAR...

Beş yıldır her yaz, Bodrum’da çocuklara göre, bir yaz tatili planı yapıyorum...

İlk üç yılı Yalıkavak’ta Palmalife’da geçiriyoruz...

Çocuklar küçük, otel rahat, konforlu, mini klubü oynamaları için müsait...

***

Geçen yıl yeniden Rixos’a taşınıyoruz...

Restoranları, çocuklar için oyun merkezleri, geniş alanı ve sineması, klubüyle, çocuklar geniş bir dünyayla tanışıyorlar...

Bu yıl, içinde lunaparkı, çarpışan otosu, dönme dolabı hayvanat bahçesi, değişik oyun merkezleri, kumlu havuzu, tuzlu havuzu olan Vogue otele geçiyoruz...

Otel çocuklar için bir cennet...

***

İstanbul’dakinden sanki daha hızlı bir şekilde Bodrum’da büyümekte olduklarını fark ediyorum çocukların...

Kendi çocukluğum aklıma geliyor...

İstanbul’da Boğaz’da büyürdüm çocukken yazları ben...

Ankara’da kışları geçirir, sonra Boğaz’a gelirdik yazları geçirmek için...

Yıllar sonra çocukluk yazlarım aklıma gelince; Ankara’da oynadığım futbol, kukalı saklambaç ve İstanbul Boğaz’ının derin, akıntılı sularında, yüzerek başladığım hayat mecram aklıma geliyor...

Futbol oynadığım arsaya, balık gibi yüzmeye başladığım İstanbul Boğaz’ına şükrediyorum...

***

Şimdi; çocuklarımın kışları İstanbul Boğaz’ını yaşayıp; yazları Bodrum’un açık denizinde, Ege’nin lacivert sularında çok başka denizlere yelken açıyorlar...

Mutluyum...

*****

TÜRKBÜKÜ’NDE SU KAYAĞI...

Akşamları çocukları ara ara, mekanlarında büyüdükleri Cemal Yarar’ın Türkbükü’ndeki Mavi oteline götürüyorum...

Cemal ve Şenay’ın oğulları Mert’in su kayağı yapmasını izliyorlar bindiğimiz sürat motorunda...

Onlar da Mert gibi su kayağı yapmak istediklerini söylüyorlar bana...

***

Çocukken ne kadar çok su kayağı yapmak istediğimi hatırlıyorum...

“Tehlikeli” diye izin verilmemesini hiç unutmuyorum...

Çocuklara 8 yaşına geldiklerinde su kayağı yaptıracağıma söz veriyorum...

İçimde “trafik tehlikesinden dolayı ukde olarak kalan bir diğer aktivite ise bisiklet...”

Günlerdir Vogue otelde çocuklara, tenis antrenmanlarının sonrasında çift tekerlekli bisiklet antrenmanının keyifli ve zorlu uğraşı içindeyim...

***

Onlar bisiklete bindikçe sanki ben o çift tekerlekli bisiklete biniyor; onun üzerinde uçuyorum...

***

Akşam Türkbükü’nde Mavi Otel’in içinde hizmete açılan yeni uluslararası mutfağın hakim olduğu gurme restoranda yemek yiyoruz...

Karides yemesini öğreniyor Poyraz...

Bütün bir porsiyon karidesi büyük bir afiyetle yiyor...

*****

BODRUM’DA BİR İTALYAN...

Çocukların yeme iştahına ve zevklerine göre, restoran ve mekan tercihi yaptığımı fark ediyorum...

Çipriani benim Londra’da ve Türkiye’de en sevdiğim restoranların başında geliyor...

***

Çocuklar ilginç bir şekilde, sürekli bu restoranı arzuluyor ve babalarından onları oraya götürmemi istiyorlar...

Fırsat buldukça, İtalyan restoranın doymak bilmedikleri lezzetini tadıyor, ambiyansını yaşıyorlar...

Aile masada yemek yerken; benim gözümün önüne Godfather filmi geliyor...

Al Pacino’nun babasıyla; oğlunu, kızını ve ailesini konuşan sahnesi, gitmek bilmiyor kafamın içimden...

-“Ailen, çocukların ne durumda...” diyor Marlon Brando:

-“Karınla ilişkilerin iyi mi?..”

***

Sonra flashback’lerle; Marlon Brando’nun gençliğini oynayan Robert De Niro’nun; Newyork’a ilk geldiği günlerde verdiği “acımasız hayat mücadelesinde ailesine ve çocuklarına sahip çıkan azmi” geliyor gözlerimin önüne...

Çiprinai bir film platosu haline geliyor; Godfather filmi çevriliyor çevremde...

Çocukların makarnaları geldiğinde, kadehimden bir yudum kırmızı şarap yudumluyorum...

Godfather filminin müziği çalıyor sanki dört bir yanımda...

Yazının devamı...

'Ankara-Atina savaşa bir var...'

Birkaç gün önce bir arkadaşım bana üç adet fotoğraf gönderdi...

Fotoğraflar; bundan tam 28 yıl öncesine ait bir kitabın fotoğraflarıydı...

Kitabın kapağında “Ankara-Atina Savaşa Bir Var” yazıyordu...

Kitabın arka kapağında; kitabın genç yazarıyla ilgili kısa bir bilgi notu...

***

Şöyle diyor kitabın arka kapağı:

“Genç kuşak gazetecilerimizden Reha Muhtar; Ankara Koleji ve SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’ndaki öğreniminden sonra 1980 yılında gazeteciliğe başladı...

Berlin Uluslararası Gazetecilik Enstitüsü mezunu da olan Muhtar; 1981 yılında girdiği Milliyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda, dış politika ve siyaset alanlarında muhabirlik yaptı...

***

1985 yılında Milliyet gazetesinin Atina Büro Şefi oldu...

Halen bu görevinin yanısıra TRT’nin Atina Temsilciliği’ni sürdürüyor... Ayrıca dört batılı radyo televizyon kuruluşuna haber, haber analizi ve yorumlar yapıyor...

1985 yılın gazetecisi ödülü sahibi Reha Muhtar, uluslararası alanda Türkiye’yi yakından ilgilendiren olay ve gelişmeleri sürekli izliyor...

Reha Muhtar 28 yaşında...”

NEYDİ TÜRK YUNAN SAVAŞINI TETİKLEYEN O HASSAS OLAY?..

Altında kitabın konusu ve cevap aradığı sorular var...

“Türkiye ile Yunanistan araları sürekli gergin olan ve kendilerini her an savaşa götürecek olayları enselerinde hisseden iki ülke...

Ankara ile Atina Mart 87’de, Kıbrıs harekatının yapıldığı 1974 yılından bu yana en tehlikeli krizi yaşadılar...

***

İki başkentte de saatler “Savaşa bir Kala”yı gösteriyordu...

Savaşa kadar uzanabilecek kriz nasıl başladı?..

Nasıl gelişti?..

İki başkentte kapalı kapılar ardında neler konuşuldu?..

Ve bu krizi kimler son anda nasıl durdurdular?..

***

Ankara’da ve Atina’da hangi savaş senaryoları hazırlandı?..

Türk-Yunan savaşı nasıl başlayacaktı?..

Yunanistan’la olası bir savaşta hangi cephelerde savaşacağız?..

Savaş kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi olacak?..

İki ülkeyi her an savaşa götürebilecek ateşten üç sorun neler?..

***

Kimdir bu Papandreu?..

Ne istiyor Türkiye’den?..

Bu kitap savaşa kadar gidebilecek krizin, kapalı kapılar ardındaki günlüğünden yola çıkarak, hep gündemde olan ama ne olduğu bilinmeyen Türk-Yunan savaşını anlatıyor...”

YUNAN İFLASININ EGE DENİZİNİN ALTINDAKİ PETROLLE İLGİSİ VAR MI?..

28 yaşında genç bir gazeteciydim o günlerde...

Tam yarı yaşımdaydım...

Eşimden birkaç ay önce ayrılmış ve Yunan başkentinin ortasında savaş günlerinin karanlık dehlizinde yalnız başına gazetecilik yapan bir gazeteciydim...

Gece evimde büroda çalışırken, gözüm dış kapıya seyirtirdi...

-Ne zaman gelip, beni alıp götürecekler; ‘savaş çıktı sizi bilinmeyen bir yere götürüyoruz’ diyecekler diye beklerdim...

Bir taraftan da bu kitabı yazardım...

***

Milliyet’e, TRT’ye, BBC’ye, Deutsche Welle’ye, İsveç Radyosu’na yayınlar yapıyordum...

Farkındaydım ki; Özal gibi pragmatik bir lideri bile Yunanistan’la savaşa kadar götürebilecek sürecin temelinde, Taşoz adasının açıklarında Kanada’lı bir şirketin başlayacağı petrol sondajı yatıyordu...

***

Şirket; “Taşoz adasının açığında deniz yatağının altında petrol bulunduğuna dair, ciddi bulgular yakalamış, sondaj için Yunanistan’dan izin koparmıştı...”

Yunanistan Kanadalı şirkete bu izni vermiş; ancak Türkiye bu durumda açığa düşeceğini anladığından, Ege’de yapılacak herhangi bir çalışmada kendisinin mutabakatı olması gerektiğini söylemiş; Piri Reis gemisini Ege’ye Sismik araştırmalar için çıkartacağını söylemişti...

Yunan Başbakanı Atina’dan cevap vermişti:

-“Biz Kanadalı’larla petrol aramaya başlıyoruz...

Türkler eğer gelirlerse, onlara cevabımız sözlü olmayacak...” Savaşın başlamasına ramak kalmıştı...

***

Adaya röportaj yapmaya gitmiştim...

Savaş gemileri Taşoz adasının birkaç mil açığında kapışacaklardı...

O günlerde kuş uçmaz kervan geçmez halde olan ada, yoğun fırtınanın etkisinde Texas’ın terkedilmiş kasabalarını andırmaktaydı...

Adada kalanlar korku ve telaş içindeydi...

10 MİLYONLUK ÜLKENİN İFLASINDAKİ GİZLİ ŞİFRE EGE’DEKİ PETROL MÜ?..

Önceki gün Almanya’da kulağı delik bir arkadaşım bana mesaj gönderiyor:

Uzun zamandır beni Yunanistan üzerine yazı yazmam için fiştekleyenler gibi;

-“Senin bir yazı yazma zamanın gelmedi mi?..” diye soruyor...

Ona esprili bir dille; “Alman dostlarına söyle, referandum istedikleri gibi çıkmayabilir...” diyorum...

-“Merkel Yunan petrolünü istiyor...” diyor...

***

Petrol... Şifreli sözcük...

Ege’deki petrol dersek bunu daha bir realize ederiz belki... Sadece petrol değil...

Yunanistan küçük bir ülke...

Ege’de üç bin irili ufaklı ada var...

İonya Denizi, Akdeniz, Girit; Adriyatik üzerinde adalar ve uzun sahil şeridi...

***

İyi yatırım yapıldığında; dört bir tarafı denizlerle kaplı binlerce adanın ve Yunan yarımadasının sahil şeridinin uzunluğu, Türkiye’nin birkaç misli ediyor...

Üstelik her tarafı deniz ve Akdeniz güneşi...

Buna bir de denizin altındaki petrol eklendiğinde; Ekonomik darboğazı yılladır aşamayan “Yunanistan artık sadece Yunanlılara bırakılmayacak kadar ciddi bir ülke” haline geliyor...

***

Dün Yunanistan’ın temerrüte düştüğü uluslararası finans merkezlerince açıklanıyor...

Yani ödemelerini yapamıyor ve iflas noktasına geliyor Yunanistan...

Elbette bunu dün ilan etmenin nedeni, yarın ülkede yapılacak referandum...

Yunan halkına “ya iflas, ya da bizim verdiğimiz çözüm” ikilemi dayatılıyor...

Halk anketlerde gösterdiği gibi; “evet kabul ediyoruz artık koşullarınızı peki istediğiniz olsun” mu diyecek; yoksa Yunanlı olmanın şaşmaz genetiği olan Oxi’ye yani “Hayır”a mı basacak?..

Kalimera ilie kalimera...

Günaydın güneş, günaydın...

Atina yıllarımda en sevdiğim şarkılardan biriydi...

Ben en iyisi onu dinleyeyim şimdi...

Kalimera ilie kalimera...

Yazının devamı...

Bir televizyon Anhcorman’in 7 yıllık macerasının son gecesi...

2002 yılının sonlarıydı...

Star televizyonuna haftada üç program birden yaptığım sıralardı... SHOW’dan bir kaç ay önce ayrılmıştım; 3 Kasım 2002 günü STAR televizyonunda son haber bültenimi yapmış, sabah 04’e kadar süren seçim yayınını kazasız belasız bitirip, usulca televizyon haberlerine veda etmiştim...

***

Bir televizyon anchorman’in yedi yıldır kesintisiz birinciliklerle süren ana haber bülteni mecrasının son gecesiydi o... Saat 04’de yayına veda ettiğimde, benim haber bültenlerine de veda etmekte olduğumdan kimseciklerin haberi yoktu...

Seçim gecesinin ve sonuçlarının telaşı içindeydi Türkiye...

Ben de zaten; o gece insanların başka şeylerle ilgilenmelerini, beni kaale almamalarını, beni gündemden çıkarmalarını, yalnız kalmayı, yalnız olmayı, odamda yeni hayatımın kilometre taşlarını tek başıma örmeyi arzuluyordum...

*****

‘REHA MUHTAR’A İTİRAF’ PROGRAMINDA RAFET EL ROMAN...

Çok rating alan bir programım vardı SHOW’da...

“Reha Muhtar’a İtiraf...”

Programı STAR TV’ye de taşımıştık...

O günlerde; Rafet El Roman eşi Tuğba Altıntop’tan boşanıyordu...

Çocuklarıyla ilgili daha sonra; on yıldan fazla sürecek bir kavganın ilk fitili o günlerde ateşleniyordu...

***

Ayrılan eşler çocuklarını birbirlerine göstermiyorlar, zavallı çocuklar anneyle babanın bitmek bilmez ego ve para savaşlarının ortasında, bir o yana bir bu yana savruluyorlardı... Yayında çocukları hep korumaya çalışırdım...

***

Ancak vazgeçilmez bir yayıncılık refleksi olarak, yayına ilk katılma isteği Tuğba Altıntop ve avukatından geldiğinden, anne ve kadın olması hasebiyle ‘doğal mağdur’ izlenimiyle, yayın esnasında Rafet El Roman’a bir gıdım daha mesafeli durdum... Sonuçta; “kadın ve anne mağdur durumda” görünüyordu ve yayına o çıkmak istemişti... Rafet El Roman’a bir gıdımcık mesafeli durma nedenim buydu...

***

Bir televizyon yayıncısı, tarafsızlığına ve objektifliğine hiçbir halel getirmese de, yayının nasıl gerçekleştiğini, yayın boyunca aklından çıkarmazdı...

Rafet El Roman’la; Tuğba Altıntop arasında süren 1.5 saatlik yayın; binlerce yayınım gibi, yaşandı, yapıldı ve bitti...

Kimse yayınla ilgili sonrasında herhangi bir şikayette bulunmadı...

***

Ancak ben zaman içerisinde, çocukları görme hakkının “sadece annenin hakkı olmadığını, hukuk sistemimizde babanın öz çocuğuyla ilgili haklarının tamamen güme gittiği ve istismara çok açık durumların mevcut olduğunu” fark ettim...

*****

ÇOCUKLARA GÜNAH...

Rafet El Roman’a “o yayında keşke daha anlayışlı davransaydım” diye hep içimden geçirdim...

Biraz daha fazla empati yapabilir miydim diye kendi kendime sordum durdum... Bir babanın çocuklarını görmek istemesindeki “nahif duyguyu”, yeterince fark etmemiş olmama hayıflandım durdum...

***

Eşler kendi aralarında ne olursa olsun, çocuklarının anneden veya babadan “mahrum büyüme haksızlığının hayatın en büyük günahlarından biri olduğunu” anladım... Ertesinde olaylar farklılaştı; bu sefer Rafet çocukları aldı, o anneye göstermedi, işler iyice çığırından çıktı...

*****

ECE BU GÜNAHI İŞLEYECEK Mİ?...

Dün Rafet El Roman ve Tuğba Altıntop olayını, Ece Erken’in bir yıllık eşi Serkan Uçar’dan ayrılmasıyla çıkan haberleri gördüğümde hatırladım...

İçim cız etti...

***

Haberler; Ece Erken’in, iki aylık oğulları Eymen’i ‘babasının görmesine ancak 15 günde bir 8 saat için müsaade ettiğini’ söylüyordu...

Bu olayı anlamıştım...

Başıma gelmişti...

Bizim hukuk sistemimizde, eşler ayrıldığında, “babanın çocukları görme hakkını, 15 günde bir 8 saatle sınırlayan bir hüküm vardı...”

***

İnsan haklarına, babalık haklarına, çocukların haklarına taban tabana zıt olan bu hüküm, “ayrılık anında, babanın elinden fiilen babalık yapma hakkını alıyordu...”

Yıllar önce, avukatım bana, bu durumu tebliğ ettiğinde ne hissettiğimi dün gibi hatırlıyordum...

O avukat üstelik bana bir de iyi bir iş çıkarmışçasına; 8 saat yerine on beş günde bir gece alma hakkını kazandığını söylemişti...

-”Ne yapılım yasalar böyle diyor...” demişti...

***

Ona “bunu bana neden aylarca önce söylemediğini, niye her şeyi çözecekmiş gibi bir tavır takındığını” sormadım...

Hukuk sistemini ve bu sistemde avukatlık yapma becerilerini anlamıştım...

İnsanların dramları, trajedileri üzerinden iş yapılıyordu...

Onlar için “bir dava ve dosya konusu” olan şey, sizin ve çocuklarınızın hayatı ve geleceğiydi...

Telefonda hiçbir zaman unutamayacağım birkaç söz söyledim o gün...

Sonra “babalık görevimi” kendi başıma, kendi ellerimle yapmaya ve kimselere emanet etmemeye karar verdim...

*****

ACI VE GÜNAH...

Çocukların annenin ya da babanın elinden alınmasının, ne kadar büyük bir günah olduğunu, o an içimin ta derinliklerinde çok acı bir şekilde hissetmiştim...

Hani “Acı var mı acı” dediğim söylenirdi ya...

İşte o acının nasıl bir acı olduğunu o gün yaşamıştım...

***

Dün Ece’nin “iki aylık Eymen’i babasına on beş günde bir 8 saat gösterme kararını” okuduğumda, bu kararın nereden kaynaklandığını anladım...

Belli ki avukatı Ece’ye; “Yasa böyle diyor... Hemen bunu babaya tebliğ edelim... Karşı tarafı hukuki olarak sıkıştırırız...” demişti...

Ece de, “çocukların geleceğini bir dava, dosya ve kazanma kaybetme konusundan ibaret gören bir anlayışın” etkisinde, bu kararı almıştı...

***

Uzun yıllar önce benim Show TV’de genel yayın yönetmenliği ve anchorluk yaptığım sırada, sabah programını sunması için konuşmuştuk Ece’yle...

Sevdiğim; güler yüzlü, sempatik sıcak, sevecen bir kızdı...

O günden sonra hayatından çok önemli şeyler geçti...

***

Büyük darbeler yedi, o darbelerden

hakkıyla ve alın teriyle çıkmasını bildi...

Ayrılık zaten zor bir karar...

Kadın için de erkek için de psikolojik, etkileri ve darbeleri olan, depresyon nedeni bir süreç...

***

Böyle bir süreçte, bir babaya yapılabilecek en büyük günah onu, “sevdiğinden ayrılırken, bir de çocuğundan ayrı bırakmak...” olur...

Hele iki aylık günahsız bebeğin; babasını görmemesinin, koklayamamasının vebali, hiç kimsenin omuzlarında taşıyamayacağı bir günah olur...

Bu günah yasaların arkasına sığınılarak kurtulmaz...

Ece bu günahı işlemez; işlemeyecek, işlememeli...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.