Şampiy10
Magazin
Gündem

Dorothy Nolte’nin dünyayı değiştiren şiiri...

Dorothy Law Nolte; Los Angeles’ta elektrikçi bir babanın tek kızı olarak dünyaya geldi... 20’li yaşlarının sonlarında; bir hastanede hastaların sorunlarını dinleyerek; tedavilerine yardımcı olmaya başladı...

***

30 yaşına geldiğinde, 1954 yılında “çocuk yetiştirme üzerine bir şiir yazdı...”

Bu şiir; Güney California’da Torranca Herald adlı haftalık gazetede yayınlandı...

Daha sonra “Çocuklar Yaşadıklarını Öğrenirler” isimli kitaba da temel teşkil etti şiir... Dünya üzerinde 35 dilde tercümesi yapılarak yayınlandı...

***

1972 yılında bebek beslenme ürünleri yapan bir firma; şiirin milyonlarca kopyesini ücretsiz olarak yeni bebek sahibi annelere dağıtmak üzere; Nolte’yle telif anlaşması yaptı...

Nolte’nin “Çocuklar Yaşadıklarını Öğrenirler” şiiri, 35 dildeki tercümenin yanı sıra, milyonlarca aileye bebek mamaları eşliğinde gönderildi...

***

Mama üreten firma; anne ve babaların, çocuklarını yetiştirirken; bu şiirden ve Dorothy’den ilham ve referans almalarını sağladı...

***

Japon veliaht prensi Naruhito yıllar sonra doğan kızı Prenses Aiko’yu yetiştirmek için Dorothy’nin eserinden faydalandığını açıkladı...

Eser; bu gelişme üzerine Japonya’da en çok satan kitaplardan biri haline geldi...

***

Şiir ve eser; çok basit temel duygulardan yola çıkıyordu;

İnsanlardaki temel duyguların altında yatan “çocukluk ezberlerini” Freud’yen bir bakış açısıyla analiz edip, sonuçları açıklıyordu...

Kitap; hayatın içinden çıkan, o kadar doğru saptamalar ve duygusal analizleri içeriyordu ki; okuması kolay, yapması zor olan bir dizi önermeyi içeriyordu...

***

Anne babalar, çocukları için okuduklarından, daha fazlasını kendileri için okumak zorundaydılar...

Önermeler; büyümekte olan çocuğun hangi durumlarda, hangi duyguları taşıyacağını anlatırken; aslında anne ve babalara kendi duygularının da geçmiş rehberini sunuyordu...

Kendi öz güvensizliklerinin, mutsuzluklarının, kırılganlıklarının, utangaçlıklarının ve öfkelerinin nedenlerini de anlatıyordu...

*****

ÇOCUĞUNUZA EKTİĞİNİZ DUYGULAR...

Dorothy’nin kitabının temel felsefesini oluşturan şiirini uygulayabilmek için, çift taraflı bir çalışma yapmak gerekiyordu... Birinci tarafında; kendi duygularımızın kökenine iniyor ve ailemizde bize verilen ezberler ve duygularla yüzleşmemiz gerekiyordu...

Bu bizi, kendi utançlarımızdan, suçluluk duygularımız, mutsuzluklarımız, endişe ve öfkelerimizle yüzleştirecek bir çalışmaydı...

***

Bu çalışmayı yapmadan, çocuklarımız üzerinde bu öğretileri denememizin bir anlamı yoktu...

Çünkü biz hangi duyguları ekersek, çocuklarımız o duyguları yaşıyorlardı...

Kendimizde olmayan duyguları, çocuklarımızda ekme ve yaşatma şansımız olmuyordu...

***

Buna hemen itiraz edenler olacaktı...

-“Çocuğum bana hiç benzemiyor ki?..” türünden itirazlar gelecekti...

Oysa çocuğunuz temel hissettiği duygular itibariyle size ya da eşinize benziyordu...

Sizinle aynı şeyleri yapmayabilirdi...

Ancak; çocuğunuzun yaşadığı temel duygular, sizin yıllar önce çocukluk yıllarında ona ektiğiniz duygular olacaktı...

*****

ANNENİZİN BABANIZIN SİZE EKTİĞİ DUYGULAR...

Hayatımız boyunca; yaşadığımız duygular neydiler?..

Nasıl mutlu oluyorduk?..

Nasıl mutsuzluğun girdablarına sürükleniyorduk?..

Neden yaşamımızda endişe hissini taşıyor?..

Niye güven, neşe ve sıcaklık duygusuyla rahatlayabiliyorduk?..

***

Özgüvenimizin yüksekliği nedeni neydi?..

Utanmamızın temelinde ne vardı?..

Sıkılma duygularımızın?..

İçine kapanmamızın?..

İnsanlardan kaçma hallerimizin?..

Kendimizi suçlama eğilimlerimizin altında ne yatıyordu?.. Her olayda başkalarını suçlayanlarımızın temel dürtüsü hangi yetişme tarzıydı?..

Sürekli kavgadan beslenenler, kavga etmeyi bir yaşam biçimi haline getirenler; ailelerinden gelen hangi genetik yüklenmeyi taşıyorlardı?..

***

İnsanları takdir edenler...

Takdir etmeyip, sürekli kınama ve aşağılama moduna girenler...

İnsanlara karşı adil davranmayanlar...

Kim güçlüyse ondan yana tavır alanlar, güçsüzü ezenler aslında kimlerdiler?..

Hangi karakterlerin yansımasıydılar?..

***

Kendini sevenler...

Kendini sevmeyen duygularını bastırmaya çalışıp, başkaları üzerinde yansıtma yaparak insanlardan nefret duyanlar...

***

Bütün bu davranışlarının nedenlerinin “kendi yaşadıkları çocukluk” olduğunu biliyorlar mıydı?..

Duygularına ve davranışlarına neden olan olayların, çocukluk yıllarında aldıkları duygulardan edindiklerinin farkında mıydılar?.. Çocuklukta onları yetiştirenlerin; o insanlarda hayat boyu varolacak duyguları yeşerttiğini; biliyorlar mıydı?..

***

O duygular arasında “sevmediklerimizi, istemediklerimizi, bize zarar verenleri, bizi mutsuz hissettirenleri, endişe duyduklarımızı, strese girdiklerimizi” değiştirmenin yegane yolunun; çocukluk yıllarımızdaki duyguların kodlarını ve ezberlerini değiştirmekten geçtiğini anlıyor muyduk?..

*****

EĞER BİR ÇOCUK SÜREKLİ ELEŞTİRİLİYORSA...

“Eğer bir çocuk sürekli eleştiriliyorsa...

Kınamayı, ayıplamayı ve suçlamayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk kin ortamında büyüyorsa?..

Kavga etmeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk korkutularak büyüyorsa...

Endişe ve kaygı duymayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk alay edilip, aşağılanıyorsa...

Sıkılıp, utanmayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk utanma duygusuyla eğitiliyorsa...

Kendisini suçlamayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk kıskançlık duygusuyla büyüyorsa... / Haset etmeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk övülüyor ve beğeniliyorsa...

Takdir etmeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk devamlı desteklenip, yüreklendiriliyorsa... / Kendisine güven duymayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk kabul görerek büyüyorsa;

Sevmeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk hakkına saygı duyularak büyüyorsa... / Adil olmayı ve adalet duygusunu öğrenir...

***

Eğer bir çocuk hoşgörü ve tölerans içinde büyüyorsa... / Sabırlı olmasını öğrenir...

***

Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetişiyorsa... / İnançlı olmayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk takdir edilerek büyüyorsa...

Hayatta bir amacının olmasını öğrenir...

***

Eğer bir çocuk paylaşma duygusu içinde büyüyorsa... / Cömert olmayı öğrenir...

***

Eğer bir çocuk dürüst bir ortamda büyüyorsa...

Doğruluğu öğrenir...

***

Eğer bir çocuk kabul ve onay görüyorsa...

Kendini sevmeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk aile içinde

iyilikle ve dikkate alınarak büyüyorsa...

Saygı göstermeyi öğrenir...

***

Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görüyorsa... / Bu dünyanın yaşanası bir yer olduğunu düşünür ve mutlu olmayı öğrenir...”

Dorothy Nolte...

Yazının devamı...

Ajda, Sezen ve Nilüfer’den önce...

Dün sabah spor yaparken you tube’dan fark ediyorum;

Üç efsanevi İngiliz şarkıcı; Paul Mc Cartney; Elton John ve Sting’in; Beatles’ın ünlü parçası Hey Jude’u beraberce söyledikleri konseri...

***

Konserin tarihi 15 Eylül 1997...

Hey Jude Beatles grubunun en hit parçalarından birisi...

Beatles parçalarının büyük çoğunluğunda olduğu gibi bu parçanın bestecisi de Paul Mc Cartney...

Grup 1960-70 yılları arasında dünyayı kasıp kavurduktan sonra dağılıyor...

O yıllara ait grubun tarihçesindeki en önemli anekdotlarından biri Beatles’ın solisti John Lennon’un “Biz Hz. İsa’dan daha popüleriz...” sözleri oluyor...

***

Lennon bu sözleri, Amerika’daki bir röportajında espri niyetine söylüyor;

Anavatanları İngiltere’de insanlar; Lennon’un yaptığı esprilere alışkın olduğundan bu sözleri önemsemiyorlar...

Ancak Amerika’da bu sözlerin infiali çok büyük oluyor...

***

Beatles’ın afişleri yırtılıyor, protesto ediliyor... Yine de grup; bu olayı zaman içinde geçiştiriyor...

Ancak grubun ticari aklı olan menajerlerinin “uyuşturucudan ölümünden” sonra, ticari meseleleri halledemediklerinden, dağılma sürecine giriyorlar...

Lennon’un karısı Osho’nun varlığı ve çalışmalara katılmak istemesi de grubun bestecisi Paul Mc Cartney ile solisti John Lennon’un arasında sorun yaratıyor ve dağılma süreci hızlanıyor...

***

Ancak; “Biz Hz. İsa’dan daha popüleriz” diyen John Lennon 1980’in bir Aralık gününde Newyork’ta Central Park’a bakan evinin önünde öldürülüyor...

Beatles efsanesinin fiziki sonu bu olay oluyor...

HAYATIMDAKİ İNGİLİZLER... BEATLES, CAT STEVENS, ELTON JOHN, STİNG, ROBBİE WİLLİAMS

Dün Paul Mc Cartney’nin Hey Jude parçasını “Mc Cartney, Elton John ve Sting’den dinlerken; kendi ilk gençlik yıllarıma gidiyorum...”

Fark ediyorum ki kendi kişisel pop müzik geçmişimde; Ajda; Sezen; Nilüfer gibi Türkiye’nin pop müzikdeki devlerinden önce, İngiliz rock’çular ve popçular beni derinden etkiliyorlar...

***

Bu müziğin anavatanı Amerika; en popüler sanatçıları Yeni Dünya’lı olarak bilinseler de; kişisel yaşamımın kilometre taşlarında pop ve rock’da, İngiliz şarkıcıların çok daha etkili olduğunu fark ediyorum...

Paul Mc Cartney; Elton John ve Sting; Hey Jude’u beraberce söyledikleri konseri Sir Albert Hall’da seslendiriyorlar... Sir Albert Hall; Robbie Williams’ın My Way parçasını seslendirdiği o muhteşem konserini verdiği; “rüyasındaki konser salonu...”

***

Elton John; Candle In The Wind’in; Sacrifice’ın ve daha nice hit’in gönlümde taht kurmuş şarkıcısı...

Sting; “Shape Of My Heart’la başlayan Dessert Rose; English Man In Newyork ve daha nicesiyle gönlümün en ayrıcalıklı yerlerinden birinde oturan adam...” Biliyorum ki Cat Stevens’ı anlatmaya kelimelerim yetmez...

Benim kişiliğimin oluştuğu günlerin; felsefi koordinatlarını, aşki definasyonlarını veren sanatçı Cat Stevens...

Sad Lisa ve Father And Son; benim için birer parça değiller; hayatımın kendisi onlar... Gençliğimin aynası o parçalar...

YESTERDAY’DEKİ AŞKIM...

Son zamanlarda fark ediyorum ki; aşkı John Lennon’un söyledği; Paul Mc Cartney’in bestesi “Yesterday” parçasında öğreniyorum ben...

İlk sevgilimin Lisa olmasını istiyorum içten içe ve usulca...

Cat Stevens’ın söylediği gibi, omzuna yaslanan; Stevens’ın onu kurtaracağını zannettiği Sad (Üzgün) Lisa olmasını arzuluyorum ilk sevgilimin... Cat Stevens BBC konser salonunda verdiği konserinde şöyle diyor:

-“Şarkılarımda söylediğim Lisa; Lisa’nın kendisinden çok benim onda gördüğüm kendi yansımam... Onu ifade ediyor...”

***

Elton John’un kuşkulu bir şekilde intihar eden Marilyn Monroe için yazdığı Candle In The Wind’i; değişen sözleriyle Prenses Diana’nın ölümü üzerine; cenaze töreninde söylediği halini hiç anlatmak istemiyorum... Diana’nın ölümündeki “hüznü” dile getirişindeki duyarlı ses; Elton John’u gönlümde hiçbir zaman vazgeçemediğim bir yere koyuyor...

***

“You lived your life like a candle in the wind...”

“Hayatını, rüzgardaki bir mum gibi yaşadın...”

Bunu hem Marilyn Monroe için hem Prenses Diana için söylüyor Elton John...

Gözümden yaşlar akıyor...

Hayatı “Rüzgarda bir mum gibi yaşamaya çalışan tüm insanlar için ağlıyorum...”

Cenaze törenine katılanlar da ağlıyorlar hüngür hüngür...

Diana için...

Beklenmeyen ölüm için...

Candle In The Wind...

STİNG’İN TANIKLIĞINDA; KALBİMLE KONUŞUYORUM...

Sonra bir başka İngiliz şarkıcıya ve hayatımın parçasına geçiyorum... Sting ve Shape Of My Heart... Bu parçayı, artık çok sevdiğim Leon The Professional filminin Jean Reno ve Natalie Portman’lı film versiyonundan dinlemiyorum... Çok sevdiğim o filmin konusunun bile; Shape Of My Heart parçasını kendi tahakkümü altına almasını hazmedemiyorum...

Shape Of My Heart’ı Sting'in kendisinden ve orkestrasından kendi görüntüleriyle dinliyorum...

***

Yaşadığım hayatı; Kalbime uymayan hiçbir şeyi kabullenmeyişimi... Sırf kalbimin sesini dinlemek uğruna hayatımda vazgeçtiğim şeyleri...

Paha biçilmez gözüken değerleri, bir saniye duraksamadan silip atabilme dürtümü... Hiçbir hesaba kitaba uymayan duygusal ve kalbi davranış modelimi... Herhangi bir aklın ve mantığın kabul edilebilir bulmadığı davranış modellerini...

"Sırf kalbim benden öyle yapmamı talep ediyor, böyle yap" dedi diye yaptığım şeyleri gözümün önünden geçiriyorum. İç sesimle, yapışımın şiirselleştiği parçanın adı “Shape Of My Heart...”

***

Onu çocukluğumda Yesterday parçasında yaptığım gibi defalarca, ama defalarca dinliyorum... Kalbim’le konuşuyorum o sırada...

Kalbim de benimle konuşuyor...

Sting bizim kalbimle muhteşem diyaloğumuza eşlik ediyor, kısık sesiyle, efsanevi gitaristiyle:

“That’s Not The Shape Of My Heart...”

Yazının devamı...

Bilgili ama karaktersiz insanlar...

“Dünyada görmek istediğiniz ne ise o olun...”

Ellerini kana bulayanlar, hiçbir korkunun yükü altında kendilerini ezilmiş hissetmezler!..

***

Bu dünyada kabul ettiğim tek şey içimdeki ‘sakin ufak ses’tir...

***

Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür... Eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz nafiledir...

***

Bizi yok edecek şeyler şunlardır: İlkesiz siyaset;

Vicdanları rencide edecek eğlence anlayışı;

Çalışmadan zengin olma arzusu; Bilgili ama karaktersiz insanlar; Ahlaktan yoksun bir iş dünyası; İnsan sevgisini arka plana atmış bilim; Özveriden yoksun bir din anlayışı...

(MAHATMA GANDHİ)

*****

SIKILMIŞ YUMRUKLARLA EL SIKIŞAMAZSIN...

Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin bizzat kendisi siz olun...

***

Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım... Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim...

Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse onun, bütün mevcudiyetimle karşısına çıkacağım...

***

Sevgi her zaman ızdırap çeker; Ama hiçbir zaman ne gücenir ne de intikam almaya çalışır...

***

Sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur...

***

Sevginin olduğu yerde hayat vardır...

***

Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız...

***

Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir...

Aynı zamanda o, benim itikadımın da son maddesidir.

*****

BASİT YAŞA Kİ BAŞKALARI DA VAR OLSUN...

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...

Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...

Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...

Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...

Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...

Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...

***

Basit yaşa ki başkaları da var olabilsin...

***

Altın prangalar demir olanlardan çok daha kötüdür...

***

Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız... Alkışların huzuruna kansız bir elle çıkınız...

***

Batı uygarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sorusuna verdiği cevap:

-“Olsa iyi olurdu.”

***

Zayıf insanlar affedemezler. Affetmek güçlülere has bir özelliktir...

***

Bencilliğin gözü perdelidir...

Göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör edecek...

MAHATMA GANDHİ

*****

DÜNYA; İHTİYACA YETECEK KADARI SAĞLAR, HIRSINA YETECEK KADARINI ASLA...

Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak gibidir...

Bu ise rüzgar zaptetmekten zordur...

***

Bir insan yaptıklarının toplamıdır...

***

Tanrı dualarımızı bize göre değil, kendi yöntemine göre yanıtlar...

***

Kadın erkeğin esiri değil; can yoldaşı, desteği, kederlerinin ve sevinçlerinin tam ortağıdır...

***

Siz kendi elinizle teslim etmedikçe, kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz...

***

Bu dünyada öylesine aç yaşayan insanlar var ki, tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir...

***

İnsan yaşamının bir alanında haksızlık yaparken diğer bir alanında haklı olamaz’; yaşam bölünmez bir bütündür...

***

Önce önemsemezler...

Sonra gülerler...

Sonra kıskanırlar...

En sonunda yenilirler.

***

İnsanlıktan daha kusur-suz hangi kitap olabilir ki...

***

Hakikat, bir taş kadar sert bir gonca kadar da yumuşaktır...

***

Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahlardan gücünden üstündür...

***

Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir...

***

Düzenli, temiz ve şerefli olabilmek için paraya ihtiyacımız yoktur...

***

Dünya; herkesi ihtiyacına yetecek kadarını sağlar... Fakat hırsını karşılamaya yetecek kadarını değil...

*****

SAYISAL ÇOĞUNLUK VE ALLAH...

Kimseye kirli ayaklarıyla, beynimde gezme fırsatı vermem.

***

Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve bağımsızlık şarttır...

***

Eğer gerçekten işiten kulaklara sahipsek, Tanrı bize kendi dilimizde seslenecektir...

***

Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi unutmak demektir...

***

Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür...

***

Bizim en büyük hastalığımız bencilliğimizdir...

***

Özgürlük hiçbir zaman “her istediğini yapma izni” anlamı taşımamıştır.

***

Sayısal çoğunluk önemli değildir, yanında “Allah” olan kişi zaten çoğunluk demektir...

***

Dinler aynı noktada birleşen farklı yollardır... Aynı amaca ulaşacak olduktan sonra ayrı yollar seçmemizin ne önemi olabilir?..

***

Zayıf insanlar affedemezler. Affetmek güçlülere has bir özelliktir...

*****

MAHATMA GANDHİ...

1869’da ekonomik durumu oldukça iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi...

Londra’da hukuk eğitimi gördü... Hindistan’a dönünce işsiz kaldı...

Güney Afrika’ya gitti...

İngiliz kolonilerinde çalıştı... Siyahlara karsı yapılan ayrımcılığa şahit oldu...

***

Zamanla “ashram” olarak yasamaya başladı...

Ardından ülkesine döndü... Ülkesinde antiemperyalist pasif direnişin lideri oldu...

6 yıl İngilizler tarafından hapsedildi...

Hindistan’ın ulusalcı lideri olarak kabul edilir...

***

Einstein Gandhi’yi şöyle anlatır:

-“Hiçbir dış güç tarafından desteklenmemiş bir halk lideri...”

Başarısı; kabiliyete veya teknik donanımların gücüne dayanmayan, sadece kişiliğinin ikna gücünden alan bir politikacı...

Kuvvet kullanımını her zaman küçümsemiş; zafer dolu bir savaşçı...

***

Amaç ve şaşmaz kararlılık ile donanmış bilge ve alçakgönüllü insan...

Bütün gücünü halkının yücelmesine ve geleceğinin güzelleşmesine adamış bir kişi...

Sadece insan olarak Avrupa’nın eziyetlerine karşı gelmiş ve her zaman zafer kazanmış birisi... Gelecek nesiller böyle bir kişinin yaşayıp, bu dünya üzerinden geçtiğine belki de inanmayacaklar…”

***

Gandhi’nin enteresan özelliklerinden birisi sözcüklerin değerini özümseyebilmek için haftada bir konuşmayıp “söz orucu” tutmasıdır...

Yazının devamı...

Öküzün önünde; eşeğin arkasında; aptalın her tarafında ihtiyatlı ol!..

Öküzün önünde;

Eşeğin arkasında...

Aptalın her tarafında ihtiyatlı ol!..

***

Uçurum; uçurumu çağırır...

(Abyssaus abyssum invoc)

***

Hiç kimse yapamayacağı şeyler için söz vermemelidir...

***

Hasta nefes aldıkça; umut vardır...

***

Hiçbir şey kanatları olandan; daha hafif değildir...

***

Kartallar; sinek avlamazlar...

***

Tartışmanın kalitesi; tartıştığın kişinin kalitesine bağlıdır...

***

Gerçek sanat; sanatı gizli tutabilmektir...

***

Talih; ona cesaret edene güler...

***

Ya öğren; ya terket...

ANLAMADIKLARINI MAHKUM EDERLER...

İyi teşhis etmek, iyi tedavi etmektir...

***

Sağlıklı olmak; en büyük zenginliklere bile yeğ dir...

***

İyi olmak demek; en kötüden daha iyiyim demek değildir...

***

Dişsiz köpek; daha kuvvetli havlar...

***

Düşüşe hazırlıklı ol...

***

Açlık her yemeğin baharatıdır...

***

Citus; Altus; Fortius...

Daha hızlı, daha yukarı, daha güçlü...

(Olimpik motto)

***

Denizi aşan insanlar; ruhlarını değil; üzerlerindeki gökyüzünü değiştirirler...

(Coelum non animum mutant qui trans mare currunt)

***

Kimse düşüncesinden dolayı, cezayı hak etmez...

(Cogitationis poenam nemo meret)

***

Düşünüyorum; o halde varım...

(Coghito ergo sum)

***

Anlamadıklarını mahkum ederler... (Condemnant quod non intellegunt)

SUYUN TAŞI DELMESİ, GÜCÜNDEN DEĞİL SÜREKLİLİĞİNDENDİR...

Hep yaşayacakmış gibi öğren;

Yarın ölecekmiş gibi yaşa...

***

Öğreterek öğreniyorum;

Yazarak düşünüyorum...

(Docendo disco; scribendo cogito)

***

Kader; onu kabul edene yol verir...

Reddedeni ezer geçer...

***

Ağaçlar meyvelerinden tanınır...

(E fructu arbor cognoscitur)

***

Hiçlikten; hiçlik çıkar...

(Lucretius)

***

Ehil olana güven...

(Exporto crede)

***

Herkes kendi kaderini yazar...

***

Pratik mükemmelleştirir...

***

Hep çalışın ki;

Şeytan geldiğinde sizi meşgul görsün...

***

İnsan; olmasını umduğu şeye inanır...

***

Yavaşça acele et!..

(Festina lente!)

***

Suyun taşı delmesi; gücünden değil sürekliliğindendir...

(Gutta cavat lapidern non vi, sed saepe cadendo)

KADIN AĞLARKEN, GÖZYAŞINDAN TUZAK HAZIRLAR...

İnsan; insanın kurdudur...

(Homo homini lupus)

***

Hayata gülmek; hayat için ağlamaktan daha insani bir davranıştır...

***

Bilgi; tek başına güçtür...

***

Kadın ağlarken; gözyaşından tuzak hazırlar... (Caton) (Lacrmis struit insidias cum femina plorat)

***

Doktor tedavi eder;

Doğa ise iyileştirir...

(Medicus curat, natura sanat)

***

Yalancının hafızası güçlü olmalıdır...

***

Bir nedenden iki kere hüküm giyilmez...

***

Doğduğundan önce olanları bilmemek, hala çocuk kalmaktır... (Marcus Tullus Cicero)

***

Hiçbir şey gözyaşından daha hızlı kurumaz...

***

Asla vazgeçme...

(Nil Desperandum)

***

Yoktum...

Varım...

Olmayacağım...

Umurumda değil bu durum...

***

Herkes her şeyi yapamaz...

***

Okul için değil; hayat için öğreniyoruz...

KÜÇÜK ŞEYLER KÜÇÜK RUHLARI ESİR ALIR...

Şeyler çoğu zaman, göründükleri gibi olmazlar...

***

Elbise insanı güzelleştirmez...

İnsan elbiseyi güzelleştirir...

(Non vestimentum virum ornat, sed vir vestimentum)

***

Kendini tanı...

(Nosce te ipsum)

***

Bir şeyler yazmadan geçen gün; gün değildir... (Emile Zola mottosu)

***

Hiçbir deha yoktur ki içine biraz delilik karışmamış olsun...

(Seneque le Jeune)

***

Bütün her şeyi yanımda taşıyorum...

***

Dua et ve çalış...

(Ona et labora)

***

Edebiyatsız geçen zaman ölümcüldür...

***

Küçük şeyler, küçük ruhları esir alır...

***

Savaşın korkusu; savaşın kendisinden daha kötüdür...

***

Yapabilirler; çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar...

***

Yaralayan şey öğreticidir...

(Quae nocent docent)

***

Saklamayı bilmeyen, yönetmeyi bilmez...

***

Yazan iki kere okumuş sayılır...

***

Çekinerek talep eden; reddi kolaylaştırır...

SEVİLMEK İSTİYORSAN ÖNCE SEV...

Beni besleyen şey, aynı zamanda beni yok ediyor...

***

Bazılarının ilacı; kimileri için zehirdir...

***

Zarar veren şey; genelde öğreticidir...

***

Bildiğim tek şey; hiçbir şey bilmediğimdir... (Socrates)

***

Herkes hak ettiğini bulur...

***

Tek kitaplı insandan korkarım...

***

Kurtlarla dolaşan, ulumayı öğrenir...

***

Kullan; ama suistimal etme...

***

En fazla sesi; boş çanaklar çıkartır...

***

Kelimeler öğretir; örnekler yol gösterir...

***

Daha yukarısını gör...

Vide supra)

LATİNCE SEÇMELER...

Antik çağın lamba is kokan odalarında; balmumundan tabletlere kazınan yazılardan çıkarılan bu bilge deyişlerin, her biri doğanın, insanın, yaşamın ve kültürün en yalın ve etkili anlatımlarıdır...

***

Bu deyişler sayesinde, herkesin bildiği doğrular, bilgece düşünen, zeki, nüktedan ve yaşam ustası olan edebiyatçıların dilinde yoğrularak kolay ve çarpıcı bir yöntemle aktarılır...

***

Yunan-Latin yazın dünyasının söz sanatlarında önemli bir yer edinen ve genel olarak ‘Sententiae’ olarak bilinen bu aktarımlar, okuyucunun ya da dinleyicinin ruh halini değiştirecek kadar güçlü, ikna kabiliyeti yüksek ifade biçimleridir...

***

Bu metinler; edebiyatın her türünde; gerek düzyazı, gerek şiir alanında, Antik Çağ’ın toplumsal ve siyasal yaşamında rol oynayan, ikna edici konuşmalarda metnin içeriğine renk ve zenginlik katan, üstü kapalı söylemler (imalar), vurgulamalar biçimine girerek, yazının ya da konuşmanın kalıcılığını, başka deyişle yazgısını belirleyecek kadar başat rol oynamıştır...

***

Latin edebiyatının ıtır kokulu bahçelerinden, gümüş rengi akan nehirlerinden, geniş gölgeli kayın ağaçlarından süzülüp gelen bu sözlerin büyüsüne kapılıp çıktığımız bir dağ yamacından, tüm okuyuculara Lectori Salutern (Okuyucuya Selam)...

(Latince Deyişler kitabı önsöz Çiğdem Dürüşken)

Yazının devamı...

Üniversiteden çıkıp iş hayatına atılırken...

Üniversitenin ikinci sınıfının ilk dönemi bittiğinde, ikinci dönemi başlarken iş hayatına fiilen başlıyorum...

Bu şekilde, üniversitede fiili, tam gün öğrencilik sürem 1.5 yılla sınırlı kalıyor... Buna karşılık; iş hayatıyla, üniversiteyi beraber yürüttüğüm süre 2.5 yılı buluyor...

Üniversitenin yarıdan yarım sömestr fazlası bir süre, hem gazetecilik yapıyor, hem üniversite okuyorum...

***

O günlerde okuldaki en büyük tartışma; “üniversite bittikten sonra mı mesleğe; yani gazeteciliğe veya, televizyonculuğa başlanmalı, yoksa üniversite devam ederken stajla iş hayatına giriş yapıp; işte kalmanın yolunu bulup, okulu ikinci plana mı iterek mi devam etmeli?..”

***

Dün Her Gün 1 Yeni Bilgi tweet portalında “Üniversiteden çıkıp, iş hayatına atıldığınızda başınıza gelecek 10 şey” başlıklı yazıyı okurken; kendi hayat tecrübem gözümün önüne geliyor...

Maddeleri kendi hayat tecrübemin merceğinden geçirerek okuyorum...

*****

YÜZDE 50’Sİ DERSLERDE ÖĞRENDİKLERİNSE...

1) “Derslerde öğrendiğiniz şeylerin işin yarısı olduğunu; diğer yarısını derslerde tanıştığınız insanların oluşturduğunu fark edeceksiniz...” diyor birinci madde...

***

Çok doğru bir saptama...

Hayatta öğrendiklerimiz kadar, tanıdığımız insanların yaşamımıza kattıkları değerler var... Bir oran vermek gerekirse, gerçekten de yüzde 50 derslerde öğrendiklerimizse, diğer yüzde 50 tanıştığımız insanların bize iş hayatında katacakları oluyor...

*****

YABANCI DİLİN ÖNEMİ...

2) “Network önemli” sloganını ağzınızdan düşürmeyeceksiniz...

***

3)Eğer üniversitenizde bol bol uluslararası öğrenci varsa, yabancı dilinizi geliştirmelerini sağladıkları için onlara sık sık minnettar kalacaksınız...

***

Çok doğru bir önerme bu...

Yabancı dilin ne kadar önemli olduğunu, iş hayatına girdiğinizde inanılmaz bir şekilde fark ediyorsunuz... Gazetemin beni birkaç yıl sonra, yurt dışına göndermesinin ilk temel koşulu, iyi derecede yabancı dil bilmemdi...

Bu “olmazsa olmaz” koşuldu...

Her şey yurt dışına gönderilmem için etkili olabilirdi...

Ancak; yabancı dili iyi bilmiyorsam bunun gerçekleşmesi baştan yok olmaya mahkum bir ihtimaldi...

*****

SEKTÖRÜN ÖNEMLİ İSİMLERİ...

4) Sektörün önemli isimlerinden ders alma imkanı yakaladıysanız, maça zaten 5/0 önde başlayacaksınız...

***

Bu tip önermelerdeki “gerçeklik” payına şapka çıkartıyorum... Mezun olduğum okulun en büyük avantajı, gazetecilik sektörünün en büyük ve değerli isimlerinin okulumda ders veriyor olmalarıydı... Mümtaz Soysal, Ahmet Taner Kışlalı, Ünsal Oskay gibi kafa isimlerin dışında; okul Uğur Mumcu gibi ünlü gazetecileri onbeş günde bir okula davet eder, onlarla uzun söyleşiler düzenlerdi...

*****

STAJ İMKANI...

5) Üniversiteniz size staj imkanı tanıdıysa, iş hayatına yumuşak bir geçiş yapacaksınız...

***

Yine üniversite öğrencileri için nokta atışı maddelerden birisi bu...

Üniversitede okulun en büyük özelliklerinden biri, üçüncü ya da dördüncü sınıfın sonunda yapılan bir aylık staj olanağıydı...

Ben ikinci sınıfın ikinci döneminde, kendiliğinden gazeteciliğe başlamıştım...

Ancak birçok arkadaşım, üçüncü sınıfın yazındaki staj üzerinden gazete ve televizyona adımları attılar... Yumuşak geçişle mesleğe geçtiler...

Bir çoğu staj yaptıkları yerlerde kaldılar ve bir süre sonra kadroya girerek profesyonel gazeteci, televizyoncu olarak çalışmaya başladılar...

*****

OKULDAN MESLEĞE BAŞLAMAK...

6) Üniversitenin elinizin altınadaki süpersonik kütüphanesini çok arayacaksınız...

***

7) Daha öğrenciyken, mesleğinizi prova etme şansı bulduysanız bunun avantajını hep yaşayacaksınız...

***

Gazeteciliğe, üniversitenin ikinci sınıfında başlamanın avantajlarını 35 yıl boyunca hep yaşadım...

Askerlikte bir söz vardır...

“Sığınakta yapılan hata; savaşın sonuna kadar devam eder...” derler...

Meslek hayatınızda sığınakta yapacağınız en doğru davranış; mesleğe erken başlamaktır...

Gazeteciliğe başladığım ilk bir yıl hiç para almadım...

İkinci, üçüncü ve hatta dördüncü yılların ortalarına kadar, maaşlı ancak sigortası olmadan telifle çalıştım...

***

Üniversitenin ikinci sınıfında mesleğe başladığımdan, bu acayip durum bana “koymuyordu...”

Ancak, üniversite bittikten sonra, bir yılı parasız 3.5 - dört yıl kadrosuz telifli çalışsaydım; bu durum bana “koyardı” ve muhtemelen bu süreci göze almayıp, mesleğe başlamadan gazeteciliği terk ederdim...

İlk yıllar para almadığımda, kadroya alınmadığımda, “önemli değil; zaten daha üniversitede öğrenciyim” diyerek durumumu makulleştiriyordum...

*****

İŞTE TİCARİ ZEKA...

8) İş başvurunuzu üniversitenizin kariyer planlama merkezinin elinden çıkan bir CV ile yaparsanız, işe alınacaksınız...

***

Doğrusu bu maddenin özellikle Amerikan eğitim sisteminin etkisindeki üniversitelerde çok geçerli olduğunu biliyorum...

Okuldan gelen referanslar, işe alınmada kesinlikle öncelikli tercih oluyorlar...

***

9) Üniversitede burs kapmayı başardıysanız, daha mezun olduğunuz anda, hemen işe giremezseniz de babanızın gurur kaynağısınız...

***

Üniversitede burs kazanmak, aileye maddi olarak büyük katkı sağlıyor...

Ancak daha önemlisi; burs alan bir öğrencinin ebeveyni olmak; çocuğunuzun özel yeteneklerinin tescili olduğundan, haklı bir gurur vesilesi oluyor...

***

10) Ticaretle eğitimi birleştiren bir üniversiteden mezunsanız, ticari zekanızla çok canlar yakacaksınız...

***

Buna en iyi örnek geçmiş yıllardaki İktisadi ve Ticari İlimler Akademileri’dir...

Bu okulların mezunları, ticari hayatta büyük başarılar gösterdiler...

İktisadi Ticari İlimler Akademiler’i, hem eğitimli hem de ticari ve uygulamalı zekası yüksek öğrenciler yetiştirdiler ve mezun ettiler...

Yazının devamı...

Acı...

Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olamazsa, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz... CONFUCIUS

***

En tatlı şarkılar en acı duyguları dile getirenlerdir... SHELLY

***

Yardıma çağırdığım şey acılardır...

Çünkü onlar dosttur ve iyi öğütler verirler... GOETHE

***

Geçmişteki acılarımıza gülümseyerek baktığımız anda büyümüşüz demektir... KHIEW

***

Yoksulluk içinde, mutlu anları hatırlamaktan daha büyük bir acı yoktur... DANTE

***

Büyük bir acı içinde bulunduğumuz zaman, yok olmayı vahşi bir zevkle düşünürüz... FOUQUET

***

Kendi acımız, bize başkalarınınkini bölüşmeyi öğretir... GOETHE

***

Acı tanımamış olmak, büyük bir acıdır... CICERO

***

Geçmişte çektiğimiz acılar bize, çekmekte olduğumuzdan daima daha hafif görünür... ANNUNZIO

***

Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarına bile getiremezler... Samuel JOHNSON

*****

ANLAMAK...

Az anlamak ters anlamaktan iyidir... SWEIG

***

Sözcüklerin gücünü anlamadan insanların gücünü anlayamazsınız... CONFUCIUS

***

Bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik...

Anlaşılamamanın üzüntüsünü duyacağımız yerde, bütün ruhumuzla başkalarını anlamaya çalışsak hayat ne kadar güzel olurdu... E.RENAN

*****

APTALLIK...

Konuşup da aptallığınızı belli etmektense susup akıllı sanılmak daha iyidir. Abraham LINCOLN

***

Kendini akıllı sananlar kadar, dünyada aptal insan yoktur... SENECA

***

Aptallık yüzünden namuslu olan pek çok insan vardır... DOSTOYEVSKİ

***

Aptal görünmeye cesaret etmek büyük bir akıllılıktır. Andre GIDE

*****

ANNE...

Bir anne çocuklarının artık, çocuk olmadığını asla fark edemez... HALBROOK

***

Annelik sanatının ilk şartı çocuk uyuduktan sonra uyumaktır... A.FRANCE

***

Başarısızlık ve büyük zararlara rağmen, hayata karşı güvenlerini sonuna kadar saklayabilen iyimser insanlar, daha çok iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır... Andre MAOROIS

*****

ARKADAŞLIK...

Arkadaşınızın evine sık sık gidin; çünkü kullanılmayan yolu çalılar kaplar... EMERSON

***

Gerçek arkadaş sağlık gibidir, değeri o yok olunca anlaşılır... CERVANTES

***

Anne ve babamızı kader tayin eder, dostlarımızı ise kendimiz... J.DELISLE

***

Yeterince dikkatli olup da dostlarımızın yalnızca bize uyan yanlarıyla ilgilensek ve geri kalan yanlarıyla uğraşmasak dostluklar daha dayanıklı ve daha sürekli olurdu... GOETHE

*****

ASALET...

Asalet sahibi kişi, verilenin değerine değil, verilişine önem verir. PLUTARKHOS

***

Babadan gelen asalet insanın çalışma isteğini kırar... BACON

*****

AŞK...

Aşk, karşılıklı geçip birbirlerinin gözünün içine bakmak değil, el ele verip ileride aynı noktaya bakmak ve yine el ele o noktaya doğru ilerlemektir. Saint-EXUPERY

***

Sıradan bir kadın nazarında, her erkek daima erkektir; ama kalbinde sevgi olan bir kadın için, aşığından başka erkek yoktur. J.J.ROUSSEAU

***

Aşk, ovaları kaplamış olan çok büyük ordulara benzer... Daha dün bütün görkemiyle orada dururken bugün bakarız, yerinde yeller eser... MONTHERLAND

***

İlk aşk, devrimden farksızdır; hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda darmadağın oluverir... TURGENYEV

***

Hayatın ihtiyarlık çağında olduğu gibi aşkın da ihtiyarlığında, artık zevkler için değil acılar için yaşanır... La ROCHEFOUCAULD

***

Aşk, bir ideale ulaşabilmek için ruhun kanatlanmasıdır... MOUPASSANT

***

Gerçek aşk, daima kişisel yarar duygusundan vazgeçme temeli üzerinde yükselir... TOLSTOY

***

Aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzaktan başka bir şey değildir... SCHOPENHAUER

***

Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir... MONTAIGNE

***

Aşk, ancak ondan kaçmakla yenilebilir... FENELON

***

Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da aşk çeşidi vardır... TOLSTOY

***

Erkekler, her zaman bir kadının ilk sevgilisi olmak isterler... Kadınların isteği ise bir erkeğin son sevgilisi olabilmektir. Oscar WİLDE

***

Aşk dostluğu, dostluk aşkı yok eder... La BRUYERE

***

Aşk, bir kez ayaklar altında çiğnendikten sonra bir daha doğrulamayacak kadar nazik bir çiçektir... George SAND

***

Aşık elinde ne yoksa onu ister, elinde olanı istemez... PLAUTUS

***

Yüz kişinin içinde aşık, gökyüzünde yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur... MEVLANA

***

İnsanlar sevildiğini sandıkları için aşık olur... ALAIN

***

Milyoner kasasını, hırsız mahzenini, filozof kitabını ve aşık kalbini aynı heyecan ve korkuyla açar...

Cemil Sena ONGUN

***

Aşk herkesi eşit kılar... CERVANTES

***

Aşk büyüktür ama sonsuz değildir... BALZAC

***

Aşk, davaya benzer, acı çekmek de şahide; şahidin yoksa davayı kazanamazsın... MEVLANA

***

Aşk, çılgınlık değilse aşk değildir... BARCA

***

Aşk, aleyhine binlerce şey söylenir ama insanoğlu yine de onsuz yapamaz...

Peyami SAFA

***

Aşk, küçük aşkları azaltıp büyükleri artırır, tıpkı rüzgarın mumları söndürüp ateşi tutuşturması gibi...

La ROCHEFOUCAULD

***

Aşk, kulübeyi altından bir saraya benzetir... HOLTY

***

Aşk, utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır... MONTAİGNE

***

Kısa ayrılıklar aşkı canlandırır, uzun ayrılıklar ise aşkı öldürür... MIRABEEN

***

Aşkta erkeğin zaferi kaçmaktır... NAPOLEON

***

Ne güzel bir ceza evi vardır ne de çirkin bir aşk... RABUTIN

***

Büyük aşklara tutulmuş olanlar, kendilerine geldiklerinde bütün ömürlerince hem memnun hem de pişman olurlar...

La ROCHEFOUCAULD

***

Aşk, gözle değil ruhla görür... SHAKESPEARE

***

Ey aşk, güzel ve kısasın! SCHILLER

***

Aşkın bulunduğu yerde hiçbir şey can sıkıcı ve bayağı değildir... A.SMITH

Yazının devamı...

Kadir Gecesi ne oldu?.. Anlamı ve önemi

Dün Kadir Gece’siydi...

Bugün Kadir Gecesi’nin anlamını, kısaca anlatacak bir metni yayınlamaya karar veriyorum...

Vikipedia’yı açıyorum ve dünyada milyarlarca müslümanın inancının en kutsal gecesinin içeriğini aktarıyorum...

***

“İslam inancına göre Allah Kur’an’ın ilk ayetlerini Cebrail isimli melek aracılığıyla İslam dininin Peygamberi Hazreti Muhammed’e Nur Dağı Hira Mağarası’nda gönderdi...

İndirilen ilk ayetler Alak Suresi’nin ilk 5 ayetidir...

***

Muhammed, 40 yaşına yaklaştığında toplumdan uzaklaşarak Mekke’nin kuzeyinde, Nur Dağı’ndaki Hira mağarasında inzivaya çekilmeyi ve burada vakit geçirmeyi adet edindi...

Bu durum 1-2 yıl devam etti... 610 yılında bir Ramazan gecesi (Kadir gecesi) hırkasına bürünüp Hira Mağarasında tefekküre daldığı bir sırada ilk vahiyi aldı...

Hazreti Muhammed’in 610 yılından başlayarak, vefat ettiği yıl 632 yılına kadar aldığı vahiyler Kur’an’ı oluşturur...

***

İlk vahiy şu şekilde anlatılır:

‘Muhammed, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu...

Başını kaldırıp etrafına baktı fakat taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu...

Bu sırada her tarafı ansızın bir nur kapladı; dayanamayıp bayıldı...

Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrail’i gördü...

***

Cebrail O’na: “Oku” dedi.

Muhammed: “Ben okuma bilmem” diye cevap verdi...

Cebrail, Muhammed’i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı ve “Oku” emrini tekrarladı...

Muhammed: “Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım” diye cevapladı...

Cebrail emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed’i sıktıktan sonra Alak Suresi’nin ilk beş ayetini Muhammed’e vahyetti:

-“Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı... Oku! Rabb’in sonsuz kerem sahibidir...

O Rab ki kalemle yazmayı öğretendir... İnsana bilmediği şeyleri öğretendir...”

***

Meleğin arkasından Muhammed de bu ayetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine doğru hızlıca gitmeye başladı...

Yolda ilerlerken gökyüzünden bir sesin: “Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin, Ben de Cebrail’im” dediğini duydu... Başını kaldırdığı zaman, Cebrail’i gördü...

Korku içinde evine vardı...

Eşi Hatice’ye: “Beni örtün, çabuk beni örtün” dedi...

Bir müddet dinlenip heyecanı geçtikten sonra yaşadıklarını eşi Hatice’ye anlattı...

-“Korkuyorum Hatice, bana bir zararın gelmesinden korkuyorum” dedi...

***

Hatice, O’nu şu sözlerle teselli etti:

-“Öyle deme. Allah’a yemin ederim ki, Yüce Allah, hiçbir zaman seni utandırmaz...

Çünkü sen, akrabanı gözetirsin...

İşini görmekten aciz kimselerin işlerini yüklenirsin...

Fakire yardım edersin...

Misafiri ağırlarsın...”

***

Hatice daha sonra bu durumu Varaka bin Nevfel’e anlattı ve Muhammed’i Varaka’ya götürdü... Varaka haniflerdendi...

Tevrat ve İncil’i okumuş, İbrani dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı...

Varaka Muhammed’i dinledikten sonra:

-“Müjde sana Ey Muhammed, Allah’a yemin ederim ki sen İsa’nın haber verdiği son Peygambersin...

Gördüğün melek, senden önce Yüce Allah’ın Musa ve İsa’ya göndermiş olduğu Ruhu’l-Kudüs’tür...

Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim...

Hiçbir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin” dedi...

*****

GÜNAHLARDAN ARINMA GECESİ...

Müslümanlık Hrıstiyanlık dininden farklı olarak, “dini mabedlere giderek günah çıkartmayı uygun görmez...”

Ancak bunun muaf olduğu, günahların affedildiği bir gece var Müslümanlık’ta...

***

Kadir Gecesi’nde, geçmiş günahlara tövbe edilmesi, bunlarla hesaplaşılması ve verilen zararların farkındalığında günahlarla yüzleşilmesi halinde, Allah’ın bunları affedeceğine inanılır...

*****

PARİS... 35 YAŞ YAZISI...

Bugün 14 Temmuz...

Cahit Sıtkı’nın 35 Yaş Şiiri; bir edebiyat klasiğidir...

Bugün benim de bir 35 yaş yazım olacak...

Bugün benim yaşamımda; hayatımın şehri Paris’e ilk gidişimin 35. yıldönümü...

Paris’e bir 14 Temmuz öğleden sonrası Fransız’ların Ulusal Günü’nde ayak bastım...

Sonra o şehir; benim bütün hayatımın virajı oldu...

İşte Paris’in 35. yıl yazısı...

*****

35 YILDIR YAŞADIĞIM PARİS...

Paris anadan babadan ve yedi kuşaktan Fransız doğanlara “nasıl bir özgürlük vaad eder” bilmiyorum...

Ancak ‘demokrasisi nakıs, bireysel özgürlükleri kısıtlı coğrafyaların‘ aydın ruhlarına Paris; “bir özgürlükler cenneti gibi” görünür...

O ruhlar eğer bir parça romantik, bir miktar protest, az biraz rezistansiyalist, epeyce egziztansiyalist, sos baabında bir parça da anarşist ruh ve esansı taşıyorlarsa; Paris onlar için bir şehir değil, “dini meçhul bir kıblenin yegane adresi” olup çıkacaktır...

***

Fransızlar’ın Milli Gün’üne denk düşen 14 Temmuz 1980’de; ilk kez tek başına Paris’e gidiyordum... 21 yaşındaydım ve amacım “bir yolunu bulabilirsem Paris’te kalmak; okumaktı...”

Cebimde hepsi hepsi 250-300 euro’ya karşılık gelen döviz; Ankara Siyasal’da ikinci sınıfını bitirdiğim yarım kalmış istikbali meçhul bir üniversite hayatı vardı...

Birkaç ay önce başladığım taze gazeteciliğime bile veda etmeye razıydım; Paris’te kalıp okuyabilmek için...

***

Derniere Danse parçasının ünlü yorumcusu Paris’li Indila gibi beş parasızdım elbette...

Kendimi onun gibi dünyanın çocuğu zannediyordum hararetle... Tek başına; ya da kendim gibi yalnız ve çulsuz olan iki Polonya’lı kız arkadaşımla; metrolarda aylak aylak dolaşıyordum... Bir yolunu bulur kalırım bu şehirde umuduyla...

***

“Uçmak, uçmak, uçmak istiyorum”; diyor Indila; Paris’te... Ne yazık ki uçamadık üç arkadaş o günlerde istediğimiz gibi Paris’te... Onlar Varşova’ya, ben Ankara’ya dönmek zorunda kaldım...

***

Ne ki; Paris içime işleyecek ve bir daha hiç çıkmayacaktı...

35 yıl boyunca hayatımın bütün keskin virajlarında...

Tüm yaşamsal kararlarında... Bütün duygusal alaboralarında... Tüm nihai hesaplaşmalarında... “Evrenden gelen kallavi bütün mesajlarda”, Paris benimle birlikte hayatın ortak öznesi olacaktı...

İçimdeki “Ben”le, kalbimdeki “Paris” birbirinden hiç ayrılamayacaktı...

***

Otuz yıl sonra sayısız ve sonsuz defalar gittiğim kentte bir gece şöyle aktaracaktım duygularımı;

“Ruhumun gizli kalmış tapınaklarıyla, kentin gizemli arka sokakları; akortu bozulmamış bir armoniyle dans ediyor içimde... Seine nehrinin iki yakasına kurulan kent; gizemli hüznü ve ruhumun dalgalı melankolisiyle birlikte, yağmur olup taşıyor içimden...

***

Alışılmış hüzünlü sokaklarından...

Solmuş sarı yapraklı geniş caddelerinden yürüyor...

Sokak lambalı dik

merdivenlerden çıkıyorum...

Paris’in en çok bir Sonbahar kenti olduğunu o anlarda

keşfediyorum...

Çiseleyen yağmur üzerimize değil, içimize yağıyor Paris’te...”

***

En hüzünlü mutlulukların;

En sevinçli huzursuzlukların... En emprovize tiradların...

En cool dramların şehri;

Son Dans müziğinin romantik tınısında... İkinci kuşak genç bir göçmen kızın, boğuk vurgusunda; Rüzgarın ve fırtınanın ortasında.. Paris’i

hissedeceksiniz...

***

Esasen; çokça “gurbette kalınır ve memleket özlenir...”

Memlekette kalınıp da gurbetin özlendiği dünyadaki ilk ve tek şehirdir Paris...

San Dans’ın; Son Metro’nun; ve Sonsuz Son’ların egemen olduğu tek “Son”dur Paris...

Yazının devamı...

Tayyip Erdoğan’a ‘one minute’ çekilmesi olayı...

Bodrum’da Rixos Oteli kamuoyu farklı bir özelliği ile tanıyor...

Tayyip Erdoğan Başbakan’lığı sırasında birçok kez; buradaki villalardan birinde kalıyor...

Onun kaldığı esnada, villanın etrafında ve plajın önündeki küçük adada olağanüstü güvenlik önlemleri alınıyor...

***

Bir iki yıl önce, ben otelde kalırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da otele geldiğini öğreniyorum...

Özel korumaların villaların çevresinde kuş uçurtmamasından, oteldeki olağandışı hareketlilikten, bazı yerlerin branda çevrilerek kapatılmasından Tayyip Erdoğan’ın otele giriş yaptığını anlıyorum...

***

En sevmediğim olaylardan biri; gazeteci olarak bulunmadığım bir yerde, “gazeteci için haber olacak” bir olayın meydana gelmesi ve benim de ona istemeden şahit olmam...

Benzeri bir olayı; bir süre önce Yıldırım Demirören Beşiktaş Başkanı’yken Moskova’daki otelde yaşıyorum...

***

O sırada Beşiktaş’ta yönetici değilim...

Çoktan istifa etmişim çoktan ve ayrılmışım görevden...

Ancak Beşiktaş Başkanı ve yönetimiyle aynı otelde kalıyoruz...

Otelde lobiye indiğimde; yönetici arkadaşlardan bir ikisi;

-“Abi gel...” diyorlar bana...

-“Yöneticiler ve Başkan arka tarafta bir yerde oturuyorlar... Koyu bir sohbet var...

Senden gizlimiz saklımız olmaz...”

***

Zor bela ikna olup, arka tarafa Başkan’ın ve yöneticilerin olduğu kısma geçiyorum...

Bir süre sonra, iki gazetecinin ‘içerden’ haber alıp apar topar kaldığımız otelin lobisine geldiğini öğreniyorum...

Konunun yakından uzaktan benimle bir ilgisi yok...

***

Ancak ‘içerden haber uçuran’, o kişiye sinirim bozuluyor; ve beni de olur olmaz töhmet altında bırakıyor diye, kimyam bozuluyor...

***

O ispiyonu yaptığını tahmin ettiğim kişiye demediğimi bırakmıyorum...

-“Bir yere dost olarak davet edilmişsen, oradaki haberi gazetecilere uçuramayacağını sert bir dille söylüyorum...”

Kendim de gazeteciyim ve oraya gazeteci olarak davet edilmediğimi bildiğim için, gazeteci elbisemi dışarıda çıkartıp öyle giriyorum...

İçerden ispiyon edip dışarıdan “gazeteci çağrılmasını ise etik bulmuyorum; ve şiddetle karşı çıkıyorum...”

ERDOĞAN’IN OTELE GELİŞİ...

Birkaç yıl önce; Rixos’da da Tayyip Erdoğan’ın otele giriş yaptığını öğrenince aynı gerginliği yaşamaya başlıyorum...

Ben o sıralarda, Erdoğan’ın denize tekneyle açıldığı sahilde uzun yüzmeler yapıyorum...

Bu yüzmelerin parkurunu Erdoğan otele geldi diye değiştirmek istemiyorum...

Beri taraftan, tam o sırada gazeteci arkadaşların haber alıp gelmelerini de istemiyorum;

Çünkü doğal olarak beni gören korumalar, haberi diğer gazetecilere benim uçurduğumu düşünecekler ve ben töhmet altında kalacağım...

***

Oysa ben otele gazetecilik yapmaya gitmiyorum...

Yüzmeye, dinlenmeye ve çocuklarımla tatil yapmaya gidiyorum...

Yüzmeye ve dinlenmeye gittiğim yerde, Başbakan oraya geldi diye diğer gazetecilere haber uçurmayı doğru bulmuyorum...

Kendim de o sırada gazetecilik yapmıyorum...

***

Neyse...

Brandalar çevriliyor...

Tayyip Erdoğan ve beraberindekiler tekneyle denize açılıyor...

Ben de “umarım çıkacak haberlerden ben töhmet altında kalmam” diye içimden geçirerek yüzmeye devam ediyorum...

UZAK DOĞULU ALEX’LE MİGEL’İN YEMEK ŞOVLARI...

Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçiyor...

Geçtiğimiz hafta Rixos Otel’in ünlü Asia lokantasına çocukları götürüyorum...

Bu lokantanın çok ünlü iki uzak doğulu ustası var...

Alex ve Migel...

***

Yemekleri sac üzerinde sıcakta masanın önünde hazırlıyorlar... Yumurtaları, aşçı külahlarından içeri basket olarak attıkları, yumurta sarısıyla sac üzerine kalp çizdikleri, inanılmaz bir şovları var...

Çocuklar Alex’le Migel’in yemek şovlarına bayılıyorlar...

Her gittiğimizde pür dikkat, masanın etrafında Alex’le Migel’i izliyor, onları alkışlıyorlar...

TAYYİP ERDOĞAN’A ONE MİNUTE ÇEKİLDİĞİ AN!..

İşte o sırada, arkadaşlarının Migel’e yaptığı bir espriden Rixos Otelin Asia restoranında yaşanan ilginç olayı öğreniyorum...

İki uzak doğu şefi; “sac üzerinde, karides, somon, levrek ve tavuk hazırlamaktan oluşan bir şov hazırlıyorlar...”

Ancak bu şov biraz uzun sürüyor...

Önce bıçaklarla bir bıçak şov yapılıyor...

Keskin bıçaklar havaya atılıyor, Harlem’in basket şovlarını anımsatan bir ambiyansta “bıçak şov” yapılıyor...

***

Sonra karidesler bölünüyor soğanlar kesiliyor, pilav hazırlanıyor, yumurtalar kırılıyor, sebzeler ekleniyor; her biri estetik bir görsellikte masada bekleyenlere sunuluyor...

***

O gün öğreniyorum ki; Tayyip Erdoğan otelde kalırken aşçı Migel aynı şovu; istek üzerine Erdoğan ve ailesi için yapmaya başlıyor...

Migel’in şovu uzadıkça, masada sabırsızlık giderek artıyor...

Bir an önce yemeklere geçilmesi isteniyor...

Bunun üzerine Tayyip Erdoğan;

“Şovu daha fazla uzatmadan, yemeklere geçilmesini arzuladığını” iletiyor...

-“Yemeklere geçelim artık...” diyor...

***

Erdoğan’ın bu isteği aşçı Migel’e iletilince, şovun yarıda kalmasından sıkılan Migel; Erdoğan’a dmasadakilerin duyacağı bir ses tonuyla;

-“One minute” diyor...

***

Erdoğan’a ‘one minute’ diyen Migel’in; Erdoğan’ın Davos’taki ‘one minute’ olayından haberi yok...

O şovunun kesilmesi ve yemeklerin hemen servis edilmesine karşı ‘one minute’ diyor Erdoğan’a... Ancak masadakiler Migel’in ‘one minute’ü üzerine tamamen kopuyorlar...

Herkes Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta çektiği ‘one minute’ten sonra; durumdan habersiz Migel’in Tayyip Bey’e çektiği “one minute karşısında” makaraları koyveriyor...

***

Yıllar sonra dinlediğim öyküyü yazmaya karar veriyorum...

Çünkü artık öykü, bir sıcak haber değil, yaşanmış bir anekdot...

Eski günlerden bugünlere yadigar...

Zaten Tayyip Erdoğan son zamanlarda artık Rixos’da kalmıyor...

Hayat her gün başka bir mecraya sürüklenip duruyor... Anıların sıcaklığı mecraların soğukluğunu belki bir an için gideriverir... Kim bilir?..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.