Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklardaki güç...

Kimin her şeye gücü yeter bilir misiniz?..

Çocuk güvensizliği, korkuyu bilmez... Kendi gücüne inanır ve tuttuğunu koparır...

***

Ne var ki çocuk zamanla büyür...

Zannettiği kadar güçlü olmadığını, ayakta kalabilmek için başkalarına muhtaç olduğunu anlamaya başlar...

***

Severse; sevilmek ister...

Yaşadıkça, karşılık görme arzusu iyice büyür... Sahip olduğu güç de dahil, her şeyi feda etmeye hazırdır...

Yeter ki sevdiği kadar sevilsin...

***

Sonunda şimdi bulunduğumuz noktaya varırız...

Kabul edilmek, sevilmek için ne yapacağını şaşırmış, yetişkinler olur çıkarız...

Paulo Coelho-Elif

*****

SENİ NE MUTLU EDER?..

Herkes mi mutsuz bilmiyorum...

Hepsi bir şeylerle meşgul...

Fazla mesai yapıyorlar...

Çocukları, kocaları, kariyerleri, dereceleri, yarın yapmayı planladıkları, satın almayı istedikleri, başkalarından aşağı kalmadan sahip olmak istedikleri ve buna benzer şeyler için endişeleniyorlar...

***

Çok az kişi bana gerçekten ‘Mutsuzum’ cevabını verdi...

Çoğu; ‘İyiyim... Her istediğime sahibim...’ der...

O zaman ben ‘Seni ne mutlu eder?..’ diye sorarım...

Cevabı şöyle verirler genelde;

-“Bir insanın sahip olmak isteyebileceği her şeye sahibim...

Bir aile, iş, sağlıklı bir hayat...”

***

Yine sorarım;

-“Yaşam sadece bunlardan ibaret mi?..” diye...

-“Merak ettiniz mi hiç?..”

Cevap değişmez...

-“Evet bu kadardır...”

O zaman ısrar eder, şunu sorarım...

-“Yani yaşamın anlamı, iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek sevgiliden çok, bir arkadaşa dönüşecek bir zevce, ya da koca...

Ve elbet gün gelecek, yaptığınız iş de bitecek...

Bunlar olduğunda ne yapacaksınız?..”

Bu soruya yanıt vermezler...

Hemen konuyu değiştirirler...

Paulo Coelho-Zahir

*****

BAHÇEVAN VE İNŞAATÇI...

Yazarı bilinmeyen töre metinlerinden birine göre;

Her insan yaşamda iki yoldan birini seçebilir...

İnşa etmek; ya da toprağı ekmek...

***

İnşa etmeyi seçenlerin işi yıllarca sürebilir... Ama günün birinde yaptıkları inşaat biter...

O zaman kendilerini, ördükleri duvarların içine hapsettiklerini görürler...

İnşaat durunca; yaşam anlamını yitirir...

***

Diğerleri ise toprağı ekerler...

Fırtınalara, mevsimlerin getirdiği bütün çetin koşullara göğüs gererler ve hemen hemen hiç dinlenmezler...

Ama yapıların tersine, bahçenin gelişip büyümesi hiç bitmez...

***

Bahçe; bahçevanın sürekli ilgisini, dikkatini, bakımını gerektirirken bir yandan da yaşamını büyük bir serüvene dönüştürür...

***

Bahçevanlar her zaman birbirlerini tanırlar...

Çünkü her bitkinin tarihçesinde, bütün Dünya’nın gelişiminin yattığını bilirler...

Paulo Coelho-Brida

*****

YÜREĞİNİ DİNLEMEK...

“Neden yüreğimi dinlemek zorundayım?..”

-Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın... Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da, gene oradadır, göğsündedir...

Hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir...

***

-“Bir hain olsa da mı?..”

-Hiyanet senin beklemediğin bir darbedir... Ama sen yüreğini dinleyecek olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır...

Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın...

Onları hesaba katacaksın...

Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz...

Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek...

Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir sana kesinlikle...

Paulo Coelho-Simyacı

*****

AŞKIN IZDIRABI...

Mutluluğun aşkta olduğunu söylüyorlar...

Oysa aşk mutluluk getirmez...

Tam tersine, sürekli bir kaygı

durumudur aşk...

Bir savaş meydanıdır...

***

Kendi kendinize sürekli olarak ‘acaba doğru mu yapıyorum’ diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir...

Gerçek aşk vecd ile ızdıraptan oluşur...

Paulo Coelho-Portobello Cadısı

*****

GEMİ VE LİMAN...

Gemi limanda güvenlidir...

Ama gemiler, limanda beklemeleri için yapılmaz...

Paulo Coelho-Hac

*****

SARILMAK İSTİYORUM SANA...

İnsanlık kadar eski olan ‘sarılma’ hareketi, iki vücudun kavuşmasından çok daha fazlasını ifade eder...

Sarılmanın anlamı şudur:

Sende bir tehlike sezmiyorum...

Yanında olmaktan korkmuyorum...

Rahatlayabilirim...

Kendimi yuvamda hissedebilirim...

Beni koruyan ve anlayan birisi var...

Biz de birine isteyerek her sarıldığımızda, ömrümüzün bir gün uzadığına inanırız...

Paulo Coelho-Elif

*****

PES ETTİLER...

Bugüne kadar milyonlarca insan

pes etti...

Öfkelenmiyorlar...

Ağlamıyorlar...

Hiçbir şey yapmıyorlar...

Yalnızca zamanın geçmesini bekliyorlar... Tepki gösterme becerilerini yitirmiş onlar...

***

Sense üzgünsün...

Bu da senin ruhunun hala canlı olduğunu kanıtlıyor...

Paulo Coelho-Işığın Savaşçısının Elkitabı

Yazının devamı...

Bazı şeylerin gitmesine izin vermek...

Bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir. Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek…

İnsanların; hiç kimsenin işaretli kartlarla oynamadığını anlaması gerekiyor;

Bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz...

Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme...

Aşkının anlaşılmasını bekleme...

***

Daireyi tamamla...

Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için...

Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul...

Geçmişte olduğun kişiyi bırak ve şu anda kimsen o ol....

Paulo Coelho - Zahir

İÇİMİZDEKİ ÜMİT...

Sonbaharda çiçeklerden bahsetmek iyi gelir...

İnsanın içini ilkbahardaymış gibi ümitle doldurur...

Paulo Coelho - Aldatmak

YALNIZLIK...

‘Bize yalnızlığı anlat,’ dedi, şehrin en zenginlerinden birinin oğluyla evlenmek üzereyken şehirden kaçmaya mecbur kalan genç bir kadın...

***

Kıpti ise şöyle karşılık verdi:

-‘Yalnızlık olmazsa, sevgi de senin yanında uzun süre kalmaz... Çünkü sevgi de, göklerde dolaşıp canlılara başka şekillerde görünebilmek için dinlenmeye ihtiyaç duyar...

Yalnızlık olmazsa, bitki ve hayvanlar hayatta kalamaz, toprak ürün veremez, sanatçılar yaratamaz, işler çoğalıp başka işlere dönüşemez...

Yalnızlık sevginin yokluğu değil, tamamlayıcısıdır...

Yalnızlık birlikteliğin yokluğu değil, ruhumuzun bizimle sohbet edecek kadar özgür olduğu ve yaşamımız konusunda karar vermemize yardım ettiği bir andır...’

***

“Öyleyse, ne mutlu yalnızlıktan korkmayanlara!..”

Paulo Coelho - Akrada Bulunan Elyazması

SEVGİLİLERİN ARASINDAKİ ORTAK NOKTA...

Yıllar önce birisi bana yaşamım boyunca sahip olduğum sevgililerim arasında bir ortak payda olup olmadığını sormuştu...

Yanıt basitti; BEN.

OLMAK İSTEDİĞİMİZ YER...

Olmayı düşlediğiniz yerde tüm benliğinizle olmanız gerekiyor... Bölünmüş bir krallık, düşmanların saldırısına karşı koyamaz...

Kafasının içi bölünmüş bir insan, yaşamın yükünü gerektiği gibi kaldıramaz...

Paulo Coelho - Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım

***

Yaşam, biz doğmadan önce vardı, biz bu dünyadan ayrıldıktan sonra da var olmayı sürdürecek.

Paulo Coelho - Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım.

DEĞİŞEN İNSANLAR...

1971’de Kaliforniya Stanford Üniversitesi’nde bir grup araştırmacı, sorguya alınanların psikolojileri üstünde çalışmak için sahte bir hapishane yapmaya karar vermiş...

24 gönüllü öğrenci seçmişler ve onları suçlular ve gardiyanlar olarak ayırmışlar..

Sadece bir hafta sonra bu deneyi bitirmek zorunda kalmışlar...

***

Gardiyanlar, iyi ailelerden gelen, normal değerleri olan, terbiyeli kızlar ve erkekler- gerçek birer canavara dönüşmüşler...

İşkence sıradan bir olay haline gelmiş ve mahkumlara yapılan cinsel taciz normal kabul ediliyormuş... Projede yer alan öğrenciler, hem gardiyanlar hem de suçlular, büyük travmalar yaşamışlar ve uzun süre tıbbi yardıma ihtiyaçları olmuş ve bu deney bir daha tekrarlanmamış...

***

Farklı olan herkesi eleştirmeli, dinsel inancımıza bağlı olarak Pazar, Cumartesi veya Cuma günleri dini görevlerimizi yerine getirmeli ve orada günahlarımızın bağışlanması için yalvarmalı ve gerçeği bildiğimiz için gurur duyarak kendimizi göklere çıkartıp yanlış tanrıya ibadet eden diğer kabileyi küçümsemeliyiz...

***

Aşk kimsenin kurtulmak istemediği bir hastalıktır. Buna yakalananlar asla iyileşmek ve bu yüzden acı çekenler tedavi olmak istemezler.

Paulo Coelho - Zahir

AŞK...

Aşk kalıcıdır; değişen yalnızca insanlardır!

Paulo Coelho - Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım

***

“İnsan sevdiği için sever, aşkın hiçbir gerekçesi yoktur.”

Paulo Coelho - Simyacı

İHANET...

İhanet, senin beklemediğin bir darbedir...

Ama sen yüreğini taşıyacak kadar güçlü olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır...

Çünkü yüreğinin düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın...

Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz...

Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek...

Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indirmeyecektir kesinlikle sana...

Paulo Coelho - Simyacı

KORKU...

Bir akşam yüreği, ona mutlu olduğunu söylemişti...

-“Biraz şikayet edecek olursam,” diyordu yüreği,

-“Bu yalnızca insan yüreği olmamdandır ve insanların yürekleri böyle olur...

Ulaşmaya layık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar...

***

Dirilmemek üzere sona ermiş aşklar... Olağanüstü olabilecek ama olamayan anlar...

Keşfedilmesi gereken ama sonsuza dek kumların altında kalan hazineler; daha aklımıza gelir gelmez yüreklerimiz hemen ölür... Çünkü böyle bir durumla karşılaşınca ölümcül acılar çekeceğimizi biliriz...”

Paulo Coelho - Simyacı

BAŞARI...

Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: başarısızlığa uğrama korkusu. s.145

Paulo Coelho - Simyacı

***

“Her şey bir tek ve aynı şeydir”

Paulo Coelho - Simyacı

***

Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir...

Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar...

Bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar...

Bizi görmek istedikleri gibi değilsek eğer; bizden hoşnut olmazlar, canları sıkılır...

Çünkü, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır.

Paulo Coelho - Simyacı

ŞİMDİ VE GELECEK...

Geleceği nasıl seziyorum?..

Şimdinin işaretleri sayesinde... Gizin kökü şimdidedir; Şimdi olana dikkat edecek olursan, onu iyileştirebilirsin... Ve şimdiyi iyileştirebilirsen, daha sonra gelecek olan da iyi olacaktır.

Paulo Coelho - Simyacı

TANRI...

Tanrı bu dünyayı, insanlar, görülen nesneler aracılığıyla manevi öğretileri ve bilginin mucizelerini anlayabilsinler diye yarattı.

Paulo Coelho - Simyacı.

Yazının devamı...

Kaç kişi ölmek üzereyken, televizyon karşısında daha fazla vakit geçirmeyi diler?..

“Kaç kişi ölmek üzereyken, iş yerinde ya da televizyon karşısında daha fazla vakit geçirmeyi diler?..”

Yanıt;

-“Hiç kimse...”

***

Bu soru ve cevaptan oluşan diyalogu eğitim verirken soran adam Stephen Covey’dir...

İş Dünyasında; otuzsekiz dile çevrilerek yirmi milyonun üzerinde satışa ulaşan; “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” isimli kitabın yazarı...

***

Aynı zamanda dokuz çocuk, kırküç torun sahibi ve aldığı sayısız ödüllere ek olarak Time Dergisi tarafından “En Etkili 25 Amerikalı’dan biri” olarak seçilen, 123 ülkede şubesi bulunan Franklin Covey şirketinin kurucularından biri Stephen Covey...

*****

KORKU...

Stephen Covey’in “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” isimli kitabını karıştırıyorum birkaç gündür...

Covey “etkili insanların paradigmalarını anlatabilmek için, hayatımızda etkili insan olmamızı engelleyen paradigmalarımızı sayıyor” kitabının önsözünde...

***

“Günümüzde pek çok kişi bir korkuyla pençeleşiyor...” diyor...

“Gelecekten korkuyorlar...

İş yerinde savunmasız kalabileceklerini hissediyorlar...

İşlerini kaybetmekten, ailelerine bakma olanağını bulamamaktan korkuyorlar...

Bu savunmasızlık, çoğu zaman risk almadan yaşamayı, iş yerinde ve evde başkalarına bağımlı olmak gibi bir teslimiyeti içermeye başlıyor...

***

Buna çare daha fazla bağımsız olmaya çalışmaktır...

“Bana ve benim olana odaklanacağım... Kendi işimi yapacağım ve işim dışında bana gerçekten keyif veren şeylerle ilgileneceğim ...”

Bağımsızlık önemli hatta hayati bir değer ve başarıdır...”

*****

“BUNU HEMEN ŞİMDİ İSTİYORUM...”

“İnsanlar bir şeyleri istiyorlar...

Hem de hemen şimdi olmasını istiyorlar...

-‘Para istiyorum... Güzel büyük bir ev, büyük bir araba, en büyük ve en görkemli eğlence merkezini istiyorum... Hepsini istiyorum... Çünkü hak ediyorum...’

***

“Günümüzün ‘kredi kartlarına alışkın’ toplumu; ‘Şimdi alıp, sonra ödeme yapmayı bir alışkanlık olarak benimsese de’, ekonomik gerçeklikler önünde sonunda devreye giriyorlar...

Satın almalarımızın, üretme yeteneğimizin önüne geçemeyeceği gerçeği, kimi zaman acı reçetelerle bize öğretiliyor...” diyor Stephen Covey...

***

‘Çıkar talepleri acımasızdır ve affetmez... Çok çalışmak bile yeterli değildir...

Teknoloji alanındaki baş döndürücü değişim hızı ve teknolojinin küreselleşmesinin getirdiği artan rekabet yüzünden, eğitimli olmakla yetinmeyin... Kendimizi sürekli yeniden eğitmek, yeniden yaratmak zorundayız...

Eskimekten kaçınmak için, zihinlerimizi geliştirmeli, sürekli bilemeli ve yeteneklerimizi geliştirici alanlara yatırım yapmalıyız...

***

Üç dört aylık hedeflerinizi karşılıyor olabilirsiniz... Ancak o başarıyı bir beş on yıl sürdürecek gerekli yatırımları yapıyor musunuz?..

Sağlığımızda, evliliğimizde, aile ilişkilerimizde, işimizde ve toplumumuzun ihtiyaçlarında geçerli olan sorudur bu...”

*****

SUÇLAMA VE KENDİNİ KURBAN GÖRME...

“Bir sorunun yaşandığı yerde, genelde bir suçlama varolur... Toplum ‘kurban’ rolünü oynamaya düşkündür...

‘Keşke patronum bu kadar kontrol budalası olmasaydı?..’

‘Keşke bu kadar yoksul doğmasaydım...’

‘Keşke daha iyi bir yerde yaşasaydım...’

‘Keşke babamdan böylesine öfkeli bir mizaç geçmeseydi bana...’

‘Keşke çocuklarım bu kadar isyankar olmasalardı...’

‘Keşke departmanlarımız verilen siparişleri böyle yüzlerine gözlerine bulaştırmasalardı...’

‘Keşke daha iyi bir yerde yaşasaydım...’

‘Keşke bu kadar gerileyen bir sektörde yer almasaydık...’

‘Keşke çalışanlarımız bu kadar miskin ve hevessiz olmasalardı...’

‘Keşke eşim daha anlayışlı olsaydı...’

Keşke... Keşke...

***

Sorunlarımız ve karşılaştığımız zorluklar için, bizden başka herkesi ve her şeyi suçlamak normal görünebilir...

Duyduğumuz acıyı geçici olarak hafifletebilir...

Ancak bir yandan da bizi aynı sorunlara mahkum etmeye devam eder...

***

Kendi koşullarını kabul edip, sorumluluğunu üstlenecek kadar alçakgönüllü birisini...

Bu zorluklar arasından sıyrılıp yaratıcı bir çözüm bulmak için gereken inisiyatifi alacak kadar yürekli birini gösterin bana...

Ben de size ‘yaptığınız seçimlerin yarattığı üstünlüklerin şifrelerini göstereyim...”

*****

YALNIZ OLMA DUYGUSU VE BEN...

Hayatımın ilginç bir mecrası var...

Tek çocuk olmamdan başlayarak, yaşamımın başından itibaren bütün evrelerinde; her şeyi kendi başıma yapmak durumunda olan, hayatı tek başına öğrenmek zorunda kalan bir yaşam mecram oluyor...

***

Uzun yıllar, yaşadığım her şeyde; seçtiğim meslekte, içinde bulunduğum ilişkilerde, hayatla ilgili öğrendiğim tüm şeylerde ve edindiğim tecrübelerde; ‘yapayalnız bir hayatın’ desteksiz izlerini görüyorum...

Hayatta kimselerden organize bir yardım alamıyorum... Böyle bir hayat seçimim olmuyor...

Böyle bir hayat çizgim olmuyor...

***

Kişisel hayatımın zorluklarında karşılaştığım ağır sorunlarda, insani ve tesadüfi dostlukların dışında, “ilahi gücün görünmeyen planının dışında” hiçbir hesaplı, planlı desteğin ve yardımın öznesi haline gelemiyorum...

Bunun bir kişisel tercihim olmadığını; Tanrı tarafından hayatımın kuruluş dizaynının bu şekilde olmasının öngörüldüğünü fark ediyorum...

***

Uzun yıllar bu gerçeği yaşasam da, “bu farkındalığa çok yeni sahip olabiliyorum...”

Yaşamımda mutsuzluklar, umutsuzluklar, dramlar, kırılmalarla dolu anlarımın bütününde; yaşadığım koyu yalnızlığın, “insani bir trajedi değil, ilahi bir gücün içimdeki varlığını tescillenmesi” olduğunu anlıyorum...

***

Artık; “birbirlerine arka çıkarak, insani yalnızlıklarının üstesinden gelmeye çalışan” bireylere ve kliklere karşı, “Tanrı’ya yakın yalnızlığımın’, benim için bir handikap değil, ilahi gücün içime verdiği mucizevi yansıma olduğunu” fark ediyorum...

Artık “yalnızlık” bir eksiklik olmaktan çıkıyor, çoğalmanın, artmanın ve kazanmanın itici gücü haline geliyor...

Her şeyi Tanrı’nın içimdeki gücüyle yalnız başıma yapmaya çalışıyorum... Bu yalnızlığım ilahi tesadüflerle, evrenin ve ilahi gücün beni kolladığını fark ettiğim rastlantılarla, sürüp gidiyor...

***

Kendini kurban görme hissi ve yalnız olacağım duygusunun yarattığı ikilem; yerini; durumun varlığından güç alan mucizevi bir gücün içimde yeşermesine olanak tanıyor...

-“Bazı insanlar, yalnız başlarına bir misyonu yerine getirmek için vardırlar... Bu gerçeği bilirlerse, misyonlarının gereğini yaparlar...”

Coelho mu söylemişti; Robin Sharma mı?..

Yoksa her ikisi de mi?..

Pek önemi yok gerçekte... Söylenen söz hissiyatımın yansımasıdır...

Yazının devamı...

Sütçü bir babanın oğlu...

Gordon Summer 1951 yılının Ekim ayında sütçü bir babanın ve kuaför bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi...

Hayatının başlangıç yıllarında yaşamının olağandışı olacağını gösteren hiçbir şey bulunmuyordu... Annesinin kuaförlük mesleği dışında almış olduğu klasik piyano eğitimi dışında...

***

Yatılı bir erkek okulunu bitirdi...

Okul yıllarından hatırladığı iki bin kişilik erkek öğrencinin bulunduğu okulda zaman zaman dayak yediği ve kızlarla nasıl konuşulacağını bilmediğiydi...

-“16 yaşına kadar etrafımda hiç kız yoktu... O zamanlar bir dans kulübüne gidip, bir kıza yaklaşıp, tüm cesaretinizi toplayarak; ‘Affedersiniz bir dans edebilir miyiz lütfen?..’ diye sormak yapabileceğimiz en büyük kahramanlıktı...

Kız bizi umursamadan tavana bakar, cevap bile vermezdi...

Biz de teşekkür eder ayrılırdık yanından...” diyecekti o günleri anlatırken yıllar sonra...

*****

KUAFÖR ANNESİ...

Annesi kuafördü Gordon Summer’ın...

Bir özelliği daha vardı...

Klasik piyano eğitimi almıştı...

Çocuğuna da klasik piyano eğitimi verdi...

Müziğe yeteneği olduğunu o sırada keşfetti anne...

Çocuk piyano eğitiminin avantajıyla bir süre sonra burslu okudu okulda...

Ama esas ilgisi “gitar”aydı çocuğun...

***

Okulunu bitirdikten sonra erken yaşta evlendi...

İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı...

Ayrıca futbol koçluğu da yapıyordu...

Yine hayatında olağandışı hiçbir şey gözükmüyordu...

Öğretmenliğin parası çok düşüktü...

Ayrılmak istediğini ve şansını müzikte denemek istediğini söyledi...

-“Emekliliğini yakıyorsun...” dediler...

-“Olsun neyi yakacaksam yakayım; ben ayrılıyorum...” dedi...

***

Steward Copeland ona bir telefon numarası vermişti...

-“Londra’ya gelirsen bana bir telefon et...” demişti...

Londra’ya gittiğinde, elinde o telefon numarasından başka hiçbir şey yoktu ve yapabileceği tek şeyi yaptı; Steward’ı aradı...

-“Londra’ya geldim, seni aradım...” dedi...

-“Neredesin şu anda?..” diye sordu Steward...

-“Gerçeği söylemek gerekirse, evinin olduğu caddedeyim...” cevabını verdi...

*****

FAHİŞE...

Roxanne şarkısı ilk çıktığında İngilizlerin dünyaca ünlü radyo televizyon kuruluşu BBC parçayı yasakladı...

Bir fahişenin hayatını anlatıyordu şarkı...

-“Sokakta iş tutan fahişeleri gördüğümde, acaba aşk hayatları nasıldır fahişelerin?.. diye sordum kendi kendime...” diyecekti...

-“İki boyutlu aşk ilginç değildir... Yani ben seni severim... Sen beni seversin... Bunun üstüne pek fazla tema çıkmaz...

Ama aşk üç boyutlu olursa; Sen onu seversin; ama o başkasını sevmektedir... İşte o zaman ilginç bir konu yakaladın; demektir...”

*****

POLİS...

The Police isimli bir grup kurdu...

Bütün İngiliz gruplarının rüyası gibi Amerika’ya açılmayı denedi... Amerika’daki ilk konserlerinde; salonda sadece üç dinleyicileri vardı...

***

-“Dinleyiciler 3 kişiydiler... Biz de The Police grubu olarak zaten 3 kişiydik...Üç kişi söylüyor...

Üç dinleyici de salonda dinliyordu...

Fakat dinleyiciler salonun başka başka köşelerinde oturuyorlardı...

***

-“Öyle farklı yerlerde ve uzakta oturmayın... Yakına gelin, bari tanışalım; dedim... Yakına geldiler, oturdular ve tanıştık...

Meğer her üçü de Amerika’da yerel radyolarda çalışan DJ’lermiş...

‘Biz sizin parçalarınızı çalıyoruz radyolarımızda hep...’ dediler...

Seyircinizi asla küçümsememek lazım... Bunu anlamıştık...”

*****

DÜNYANIN EN KARİZMATİK ROCK ŞARKICILARINDAN BİRİ...

Anlattığım bu insan; dünyanın en büyük rock şarkıcılarından biri...

Adı Sting... Arı iğnesi anlamına geliyor...

Grupta şarkı yaparken, bir gün giydiği enleme çizgilerden oluşan sarı siyah formayı gören grup arkadaşları tarafından arıya benzetildi...

Onun için ona ona “stinger” dediler...

Adı daha sonra kısaltılarak Sting olarak kaldı...

***

Sütçü babasından, kuaför annesinden, yatılı erkek okulunda dayak yemesinden, kızlarla konuşamamasından, fahişe parçasından, parçasının BBC’de yayınlanmamasından, konserinde salonda hepsi hepsi 3 kişinin bulunmasından bahsettiğim adam; dünya sözlüklerinde “karizma” sözcüğünün karşısında resmi yer alan adamdır...

Sting’dir o...

*****

SHAPE OF MY HEART... ENGLISH MAN IN NEWYORK... DESERT ROSE... RAISE AND FALL... FRAGILE...

Sting’in dünya klasiği olan ve milyonlarca insanı derinden etkileyen; hangi parçasından burada söz edeceğimi bilemiyorum...

Shape of My Heart mı?..

English Man in Newyork mu?..

Desert Rose mu?..

Fragile mı?..

Raise and Fall mu?..

Yoksa diğerleri mi?..

***

1979 yılında Londra havalaanına indiğimde, cebimde hiç kimseye ait, hiçbir telefon numarası bulunmuyordu...

Tek hazinem; içimdeki taşıdığım umut ve heyecandı...

Bir süre Londra’da kaldıktan sonra Cambridge’e gittim; orada okuduğum okulda, hayatımın yeni bir penceresine açıldım...

***

O günler onun Londra’da The Police grubunu kurduğu ve kendisine müzik piyasasında bir yer edinmeye başlamaya çalıştığı yıllardı...

Sonra hayatımı etkileyen parçaları birer birer yapacak ve beni derinden sarsacaktı...

Shape Of My Heart (Kalbimin Şekli) parçası ise, onun ve yapılmış tüm parçaların ötesinde bir parça olacaktı hayatımda...

*****

“ELLERİM SENİNKİLERİN KOPYASI BABA...”

Hayatımın parçasını söyleyen, dünyanın en iyi rock şarkıcılarından biri olan, adı karizmayla birlikte anılan adamın; sütçü olan babası, uzun yıllar boyunca onun yaptığı işi hiç ciddiye almadı...

-“Ne zaman doğru dürüst bir iş yapacaksın sen oğlum?..” diye sordu...

Ancak ölüm döşeğindeyken hiç beklemediği bir olay oldu...

Babasına “Bak baba; ellerimiz aynı... Benimkiler adeta seninkilerin bir kopyası” deyince;

Babası ona hiç beklemediği bir cevap verdi:

-“Evet ama sen o elleri, benden daha çok daha iyi kullandın oğlum...”

***

Sting; babasının bu sözünü hiçbir zaman unutmadı...

Oğlum doğduğunda ellerine baktım...

Ellerimin aynısıydı...

Sting’i hatırladım...

Babasının sözlerini...

Ben de usulca;

-“Umarım, o elleri benden daha iyi kullanacaksın yavrum...” dedim...

Elini elimin üstüne koydu...

Minyatürümü izledim bir süre...

İçimde; Shape Of My Heart çalıyordu...

Yazının devamı...

Kanserden korunmak için...

Yaz aylarında bulunduğumuz yerler, kanserojen madde kaynıyorlar...

Bu maddeleri tamamen hayatımızdan çıkartmak mümkün olmuyor...

Ancak bugün Dr. Osman Müftüoğlu’nun “Hayatı Uzatmanın Sırları” isimli kitabından bazı alıntılar yapacağım...

Yaz aylarında eliniz giderken, aklınız kanserojen maddelerden uzak dursun diye...

***

“Kanserden korunmak için aşağıdakileri hayatınızdan çıkartın...” diyor Osman Müftüoğlu...

Bunlar;

Aşırı alkol...

Tatlandırıcılar ve tatlandırıcı eklenmiş, yiyecekler ve diyet içecekler...

Füme, salamura besinler...

Aşırı tuzlu ve şekerli yiyecek ve içecekler...

Aşırı meyve şekeri...

Yanmış kömürleşmiş kırmızı et...

Kızarmış, yanmış karamelize olmuş her türlü besin...

Yanmış, kömürlenmiş et; kızartmalar, kızarmış, yanmış ekmek ve tost...

Margarinler, fast food yiyecekler, mayonez ve şanti...

Trans yağları içeren cipsler, kızartmalar, fırın işi unlu ürünler...

Küflenmiş, nemli pul biber ve kuruyemiş gibi aflatoksin içeren gıdalar...

Nitrozamin içerdikleri için sosis ve salamlar...

*****

KANSERSAVAR BESİNLER...

Müftüoğlu aynı kitabında, kansersavar besinleri de sıralıyor;

Bunlar;

Soğan sarmısak... Yeşil çay...

Ispanak, marul, tere, roka gibi yeşil sebzeler...

Lahana, karnıbahar, turp...

Çilek, böğürtlen, yabanmersini, kırmızı üzüm gibi kırmızı meyveler...

Fasülye, nohut, bezelye ve mercimek...

Natürel sızma zeytinyağı...

Elma, nar, portakal...

Zencefil, tarçın...

*****

KALBİNİZİN SAĞLIĞI İÇİN...

Hayatı Uzatmanın Sırları kitabında Müftüoğlu kalp dostu yiyecekleri de sıralıyor... Kötü kolestrole karşı aşağıdaki besinleri takviye olarak diyetinize eklemenizi öneriyor;

***

Ketentohumu yağı...

Ceviz, fındık...

Soya ürünleri...

Sebzeler; kırmızı biber, sarmısak, soğan, havuç, enginar, karnabahar, domates...

Meyveler; Elma, greyfurt, portakal, limon... Tahıllar; Yulaf kepeği, esmer pirinç...

*****

CEVİZ BADEM VE FINDIK...

Kitapta ceviz badem ve fındık için açılan bölümde şu ifadeler var;

Kalp ve damar dostu besinlerdir... Zengin Omega-3 kaynakları olarak damarları korurlar... E vitamini bakımından mükemmel kaynaklardır...

Bu özellikleri nedeniyle damar dostu, antioksidan ve yaşlılıkla mücadelede etkili besinlerdir...

Boron ve magnezyum gibi değerli besinler içerirler...

Doymamış yağlar bakımından zengin olmaları dışında, son derece değerli vitamin ve mineral depolarıdır...

Düzenli olarak günde iki üç adet ceviz...

Dört beş adet badem, ya da fındık yemeye özen gösterin...

*****

ÇİKOLATA...

Son yıllarda yapılan pek çok araştırma, ölçülü miktarda tüketildiğinde çikolatanın kalp sağlığına iyi geldiğini gösteriyor... Çikolatanın süt oranı azaldıkça, faydası artıyor...

Yani bitter çikolata, sütlü çikolatalardan daha faydalı...

***

Birçok insan bilmez...

Diş temizliği, sağlıklı bir damar ve kalp için önemli faktörlerden biri...

***

Damar ve kalp sağlığını korumak için, düzenli olarak E ve C vitamini takviyesi almak doğru bir strateji...

E vitaminini aspirinle birlikte almak başarı şansını artırıyor... Sağlıklı bir kalp ve damar sağlığı için hareket şart... Olmazsa olmaz...

*****

ÇOCUKLAR İÇİN PİZZA...

Yaz tatili başladı... Bugünler çocuklar için pizza gibi çok sevdikleri yemekleri istedikleri gibi tüketme günleri... Oysa pizza gibi yiyeceklerin çocuklar için çok sağlıksız unsurlar içerdiğini biliyoruz...

***

Osman Müftüoğlu kitabında çocuklar için nasıl bir pizza isteyeceğinizin tarifini veriyor: “Çocukların çok sevdiği pizzayı, sağlıklı bir yemeğe dönüştürmek mümkün...”

Öncelikle ince hamurdan yapılmış pizzayı sipariş verin... Böylelikle içindeki karbonhidrat miktarı azalacaktır...

***

Üzerine iki kat domates sosu, iki kat sebze konmasını isteyin...

Likopen zengini haline gelecek pizzadan, salam, sosis gibi zararlı gıdaları çıkarttığınızda, korkmadan yiyebileceği bir yiyeceğe dönüşür...

*****

DONDURMA..

Osman Müftüoğlu “Hayatı Uzatmanın Sırları” kitabında “Bir Bilseniz” dediği bir bölüm var... Yaz günlerinde o bölümü aynen aktarmayı bir kamu görevi sayıyorum:

***

Sosis, salam gibi işlenmiş et ürünlerinin sağlığımıza son derece zararlı maddeler olduğunu...

Hazır kremalar, salata sosları, ketçap gibi gıdaların içine şeker eklendiğini...

Margarin ve margarin eklenmiş yiyeceklerin zararlarını...

Özellikle pastanelerden aldığımız ürünlerde bol bol margarin yağı kullanıldığını...

***

Çocuklarımızın içtiği, içinde meyvenin kendisinden eser bulunmayan, sadece aromasının bulunduğu gazozların, kolalı içeceklerin, bir şeker bombası olduğu ve çok zararlı maddeler içerdiği...

Dondurmaların bile artık gerçek dondurma olmadığı...

Piyasada satılan dondurmaların çoğunun içinde süt değil, süt tozu olduğu... Hatta birçoğunda margarin bulunduğu...

***

Çok faydalı olduğunu düşündüğümüz doğal meyve suları, bal ve pekmezin de kısıtlanması gereken şekerli gıdalar arasında olduğu...

Günlük 20 gram tuz tüketerek, dünya şampiyonluğuna oynadığımızı, yediğimiz her şeyin içindeki tuz miktarını sorgulamamız ve masamızdan tuzu kovmamız gerektiği...

Maden sularının son derece yararlı olduğu, asit içermedikleri ve çocukların maden sularına yetişkinlerden daha fazla ihtiyaç duydukları... Gerçeğini bilmemiz gerektiğini söylüyor “Hayatı Uzatmanın Sırları” kitabı...

Yazının devamı...

Ölürken pişmanlık duyacağımız beş şey...

Paul Coelho; dün “hayatın anlamıyla ilgili” çok önemli bir tweet atıyor...

“Ölürken pişmanlık duyacağınız 5 şey” başlığını taşıyor tweet...

Coelho’nun tweeti; benim dün yazdığım “tamamlanmamış, yarım kalmış duygular, tetiklediği arzular, kötülüğe zemin teşkil eden kompleksler” yazımın üzerine geliyor...

***

Dünkü yazımda; yıllardır Benjamin Button’ın Garip Hikayesi filmindeki gibi, geriye doğru sararak yaşadığımı yazıyorum...

“Çocukluğumda, ilk gençliğimde, içimdeki tamamlanmamış duyguları tamamladığımı, arzuları yarım bırakmadan yaşamaya çalıştığımı, yaşanmamış ve bitirilmemiş duyguların yarattığı komplekslerden arınmaya çalıştığımı” anlatıyorum...

***

Paul Coelho’nun attığı “hayatın anlamı ve ölmeden pişmanlık duyacağımız 5 şey” tweeti, bu satırların üzerine cuk oturuyor...

Şimdi Coelho’nun söylediği 5 şeyin neler olduğunu aktarayım...

“KEŞKE BAŞKALARININ BENDEN İSTEDİKLERİ YAŞAMAK YERİNE KENDİ HAYATIMI YAŞAYABİLSEYDİM...”

Coelho; “insanların büyük çoğunluğu ölürken; ‘Keşke başkalarının benden beklediği hayat yerine, kendi hayatımı yaşama cesaretim olsaydı...’ diyor ve derin bir pişmanlık duyuyorlar...” diyor...

***

“İnsanlar geriye baktıklarında, bir sürü duygularının tatmin olmamış, tamamlanmamış olduğunu fark ederler...” ifadesini kullanıyor Coelho;

-“Bunun nedeni, insanların yaptıkları ve yapmadıkları seçimlerdir...

Sağlığınızı kaybetmeye başladığınız an artık her şey için çok geçtir...

Sağlık insan hayatına büyük özgürlük sağlar...

Çok az insan vakt-i zamanında bu gerçeği fark eder...”

“KEŞKE BU KADAR ÇOK ÇALIŞMASAYDIM...”

Paul Coelho; kendisine başvuran bütün erkek vakalarda, insanların; ‘keşke işimle bu kadar çok meşgul olmasaydım...’ dediğini hatırlatıyor...

İnsanların ölmeden önce pişmanlık duydukları ikincisinin;

“keşke bu kadar çok çalışmasaydım...” duygusu olduğunu söylüyor...

***

Elbette Coelho’nun burada, “kendisini sadece işinde var ettiğini zanneden bir anlayışın” pişmanlığından bahsediyor...

İnsanın kendini sürekli geliştirmesi, yenilemesi, bu yöndeki çalışması, çabası değil burada sözü edilen...

***

Aniden hayatımın başka öncelikleriyle ilgilenmem gerektiğini fark ettim...

Gerçekte bugün de, günde 18 saatlik aktif bir çalışmanın içindeyim...

Ancak; bugünkü 18 saatle, geçmişteki 18 saat arasında derin farklılıklar var...

Bugün bu 18 saatin içinde;

Günde en az beş saati; yazdığım yazılar ile işim için harcadığım saatler alıyor...

Çocuklarım için ayırdığım zaman, onların yetişmeleri için harcadığım vakit günde yine bir 4-5 saatlik bir zamana tekabül ediyor...

***

Annem ve babamın rahat bir yaşlılık geçirmeleri için ayırdığım saatler, günün yine olmazsa olmazlarından ve elbette iki-üç saatten az değil...

Kendi sağlığım ve yenilenmem için dostlarımla ve sevdiklerimle ve kendimle geçirdiğim 4-5 saatlik zaman diliminin ise ne kadar gerekli ve rahatlatıcı olduğunun bilincindeyim...

Bunları alt alta koyduğumda zaten günlük 17-18 saatlik bir temponun hiç altına düşmediğimi görüyorum...

***

Bu hareketlilik, geçmiş hareketlilikten daha az değil, daha çok...

Fakat önemli bir fark var...

Bu çabalarım, hayatımdaki arzularım ve isteklerime uygun bir dengede yürüyor...

Sadece işte geçirilen uzun saatlerden ibaret bir hayat biçimini artık kendime uygun görmüyorum...

Ailemin ve kendimin ihtiyaçlarını, günlük hayatımın önemli bir köşesine yerleştiriyorum...

Bu daha sahici bir hayat çünkü...

“DUYGULARIMI DAHA RAHAT İFADE EDECEK CESARETİM OLSUN İSTERDİM...”

Paul Coelho üçüncü pişmanlık cümlesinin; “Keşke duygularımı daha rahat ifade edecek cesaretim olsaydı...” olduğunu söylüyor...

-“Birçok insan başkalarıyla huzursuzluk yaşamamak için, duygularını baskı altına alır ve bunları ifade etmekten çekinir...” diyor...

-“Bunun sonunda vasat bir yaşam standardı tuttururlar...

Hiçbir zaman sahip oldukları gerçek kapasitelerini yaşayamazlar...

Duyguların baskı altına alınması ve kendini ifade edememe ayrıca birçok hastalığa davetiye çıkartır...”

“HERKES ÖLÜMÜNE YAKIN ESKİ ARKADAŞLARINI ÖZLER...”

Paul Coelho; insan yaşamının sonlarında oluşan dördüncü pişmanlığın “Keşke arkadaşlarımla daha çok görüşseydim...” cümlesinde yattığını söylüyor...

***

-“İnsanlar ölmeye yakın, eski değerli arkadaşlıklarının kendileri için ne kadar önemli olduklarını anlarlar... Ancak her şey için çok geçtir...” diyor Brezilyalı bilge...

-“Herkes ölümüne yakın, eski arkadaşlarını özler...”

“KEŞKE DAHA FAZLA MUTLU OLMAYA ÇALIŞSAYDIM...”

-“Çoğu kişi, hayatta mutlu olmanın kişisel bir seçim olduğu gerçeğini fark etmez...” diyor Paul Coelho; beşinci pişmanlık yasasında...

-“İnsanlar geçmiş takıntılarına ve alışkanlıklarına bağlı kalma eğilimi gösterirler...”

***

Oysa mutlu olmak kişisel bir seçimdir...

Mutlu olacağımız şeyleri yaparsanız, mutlu oluruz...

Takıntılarımız ve koşullanmalarımız, mutlu olacağımız şeyleri yapmamızı engeller...

Beyin; geçmiş koşullanmaların etkisiyle bilinçaltından ilginç bir “suçluluk duygusu” oluşturur... Bu duygular genetik olabilir...

Çocukluk yılları koşullanmaları ve öğretilerinden kaynaklanabilir... Sonuçta mutlu olma tercihleri yerine, acı çekme ve mutsuz olma seçeneklerine yöneltir bizi beyin...

***

Herkes “Elbette mutlu olmak istiyorum... İnsan mutsuz olmak ister mi?..” sözünü söyler...

Oysa dikkatli baktığınızda bu sözü söyleyenlerin büyük çoğunluğunun, tercihlerini mutlu olma yönünde kullanmadığını görürüz...

***

Ben hayallerimin ve rüyalarımın varlığının benim için ne kadar önemli olduğunu anladığımdan beri; hayallerimin ve rüyalarımın arkasından gidiyorum...

Onları yok etmemek için, yoğun bir çaba harcıyorum... Hayallerim ve rüyalarım olmazsa, benden geriye bir şey kalmayacağını biliyorum... Beni öldürmek isteyenler, son yıllarda hayallerimi ve rüyalarımı öldürmek istediler... Biliyorlardı ki, hayallerimi öldürürlerse, beni öldürecekler...

***

Hayalleri öldürürken, rüyaları öldüremediler...

Rüyaları öldürmeye hayaller çıktı ortaya...

Kalbim ve beynim durmadı; direnç gösterdi... Hayallerini ve rüyalarını kendinden kopartmadı...

İnsan olmak bu demekti çünkü...

Hayallerimi ve rüyalarımı çiçek gibi her gün sulamaya devam ediyorum... Hayaller ölmesinler; rüyalar hep yaşasınlar diye...

Yazının devamı...

“Öğretmen rahat bırak çocukları...”

Ece Vahapoğlu yeni bir kitap yazıyor...

“Nasıl sağlıklı yaşarsın, nasıl kendini iyi hissedersin?..” sorusunu ünlülere soruyor...

Bir paragraflık cevaplarını kitapta yayınlayacağını söylüyor...

***

Ona sağlıklı yaşamın ve kendimi iyi hissetmenin temel koşulunun, kitaptaki sorusunun aksine; “kendimi ünlü hissetmemek” olduğunu söylemiyorum...

Biliyorum ki, o akademik bilgiler eşliğinde ünlülerin sağlıklı yaşam formüllerini kaleme alıyor...

***

Oysa ben, uzun yıllardır kendimi “iyi hissetmenin ilk koşulunun” kendimi ünlü hissetmemekten geçtiğini biliyorum...

Yaşamımın mutluğunun, içimdeki duyguları yaşamaktan, onları keyfimce egzersiz etmekten, kendimi tanımaktan, kendimle barışık yaşamaktan ve huzurlu olmaktan geçtiğini biliyorum...

***

Kendi gerçeklerimle rahat bir yaşamın temel koşumunun ise, “kendini ünlü olarak görmemekten ve ünlü psikozunda yaşamamaktan” geçtiğinin farkındayım...

Ece’ye bunları söyleyebileceğim bir kitap değil bu...

Ancak; kendini iyi hissetmenin ilk koşulu “kendini ünlü birisi olarak görmekten kurtulup, insanların ve toplumun, rol modeliymişçesine bir sürü gereksiz baskıyı üzerinden atmaktan” geçiyor...

***

Ben uzun zamandır sadece çocuklarıma “sevgi veren bir baba modeli” olmaya çalışıyorum...

Onun dışında kendimi zorlayacak; gerekli gereksiz bir sürü toplumsal roller benimsemeyi reddediyorum...

Bana topluma rol model olacağım iddiasıyla yapılan sahtekarlıklar, zorlamalar, oynanan oyunlar, miş mış gibi göstermeler itici ve sanal geliyorlar...

***

Bu davranış kalıplarının büyük çoğunluğu ünlü denilen türün, içinden gelerek yaptığı, benimsediği, içselleştirdiği davranış modeli olmadığı için, metazorik bir disiplinin zoraki parçası oluyorlar...

Hayatın doğallığını aksettirmeyen, içselleşmiş davranış modelini yaşatmayan her türlü kalıp, ünlülerin hayatını mutlu etmeye değil, azap içinde yaşadığı zorlamalara yol açıyor...

***

Dün Ece Vahapoğlu’na kitabı için, her sabah 06-07 arasında, enerjinin en rahat iletişime geçtiği saatlerde, kulağımda kulaklığım, sevdiğim müzikleri indirerek kendimi dinlediğimi söylüyorum...

Günlerdir dinlediğim en favori parçalarımdan biri ise Pink Floyd’un Another Brick In The Wall parçası...

***

İngiliz yatılı okullarında ve eğitim sisteminde “zorlayıcı ve otoriter eğitim şeklinin” protest bir yansıması olan “hit parça”nın, klibindeki kurgu ve senaryo, beni her izlediğimde derinden etkiliyor...

Çocukları baskı yoluyla eğitmeye çalışan otoriter öğretmenin, evinde yemek yerken karısından işittiği azar ve hayalinde onu dövme arzusundaki ironi, “otoriter” yapılara karşı pop dünyasındaki isyanın estetik muhteşemliğini anlatıyor...

***

“Öğretmen rahat bırak çocukları...

Böyle yaptığın sürece, hepsi duvardaki bir tuğladan ibaret olacak...

Eğitiminize ihtiyacımız yok...

Düşünce kontrol sisteminize ihtiyacımız yok...” şeklinde giden Pink Floyd’un muhteşem “hit”ini ilk dinlediğimde, 20 yaşlarında, tam da o çocukların duygularının taştığı replikleri söyleyen bir gençtim...

***

35 yıl sonra hayatımda aynı protest duyguların yok olmamasından, Another Brick In The Wall parçasını dinlerken, aynı duyguların ruhuma egemen olmasından büyük bir haz alıyorum...

-“Sınıfta küçük düşürülmek istemiyoruz...

Öğretmen rahat bırak çocukları...”

Çocuklara sevgi dolu bir baba olmanın dışında, toplumsal rol modelliğini benimsediğini zanneden “ünlü” yaşantıları ve projeleri, ilgimi hiç çekmiyorlar...

Kendimi ünlü hissetmediğim müddetçe, mutlu olduğumu hissediyorum...

*****

GÜNDE 10-15 KİLOMETRE YÜRÜYÜŞ...

Biraz önce yazdıklarımı; Ece’nin kitabı için söylemiyorum...

Ancak “iyi hissetmek ve sağlıklı yaşamak için” günlük olarak yaptığım şeyleri sıralıyorum Ece Vahapoğlu’na...

***

-“Sabah saat 06’da kalkıyorum...” diyorum...

-“45 dakika bir saat arası, kulağımda kulaklık, sevdiğim parçaları indirerek, huzur içinde kendimi dinliyorum...” diye devam ediyorum...

-“Çocukları servise bindirip, okullarına gitmelerini sağladıktan sonra, sabahları günde ortalama 10-15 kilometre arası yürüyorum...

On yıldır sigara içmiyorum...

Son beş yıldır yılda birkaç kadeh kırmızı şarap dışında hiç içki içmiyorum...

Şeker yemiyorum...

Şimdi de unlu yiyecekleri mönümden çıkartıyorum...

Doğal olan her şeyi yiyorum...

Doğal olmayan hiçbir şeyi yemiyorum...

Şekeri meyvelerden alıyorum...

Gece 22.30-23 gibi uyuyorum...

Kendimi 14 yaşımdaki hayat biçimime oturtmuş durumdayım...”

***

Ece; cevap için mi, yoksa söylediklerimin içeriği için mi; niye olduğunu tam kestiremediğim bir cevap veriyor...

-“Süpersin” diyor...

Ona kısa cevapta söyleyemediğim gerçek ise şu;

Uzun bir süredir Benjamin Button’ın Garip Hikayesi filminde olduğu gibi geriye doğru sararak yaşıyorum...

İlk gençlik yıllarımda, sonrasında, çocukluğumda eksik, gedik, yarım kalan duyguları, yaşamaya onları tamamlamaya, hayatı komplekssiz bir bütünsellik içinde oluşturmaya çalışıyorum...

***

Geçmişte yarım kalmış ve kompleksleşmiş davranış kalıplarının, tamamlanmamış duyguların, bitmemiş ihtiyaçların, yaşam boyu başka insanlara kötülük üreten bir kaygan zemin oluşturduğunu biliyorum...

Komplekslerden kurtulan, yaşanmamışlıkları yaşayan, yarım kalmışlıkları tamamlayan ve hayatı bütünleyen bir yaşam biçiminin, çocuklara rol model olmasa da, sevgi modeli olacağını biliyorum...

Öyle yaşamaya çalışıyorum...

Ne diyordu Pink Floyd:

-“Öğretmen rahat bırak çocukları...”

Yazının devamı...

İnsan satmamamın imtihanını yaptığım Cüneyt Arcayürek...

Hürriyet gazetesinin devletin gazetesi olduğunu bilirdim de, Hürriyet gazetesinin devletin her şeyiyle nüfuz ettiği bir gazete olduğunu bilmezdim...

Cüneyt Arcayürek Hürriyet gazetesinin Ankara’daki en önemli “muhabir-yazar-yönetici”siydi...

Yakaladığı ve manşetten yayınladığı özel haberler; benim gibi mesleğe yeni başlayan bir gazeteci için; “hayaliyle” mutlu olunacak kadar önemli ve mucizeviydi...

***

Onu; Johnson Mektubu haberiyle, Ordu Uyarı Mektubu verdi manşetiyle kuyruklu bir yıldızı seyreder gibi seyrederdim...

Milliyet gazetesinin Ankara Bürosu’na geleceğini duyduğumda, onun gibi bir ustanın yanında çıraklık edeceğim, gazetecilik öğreneceğim için çok mutlu olmuştum...

Cüneyt Arcayürek Ankara’nın “kulağı en delik gazetecisiydi...”

***

Ankara büro temsilcisi rahmetli Orhan Tokatlı’ydı... O güne kadar Tokatlı’yla özel bir yakınlığım olmamıştı...

Hatta bir gün bana iftira atarak Tokatlı’yı doldurmuşlar; onu kızdırarak beni bürodan kovdurtmaya kalkmışlardı... Orhan Tokatlı son anda beni görünce durumu anlamış; sevgi göstermiş “göreve devam etmemi” istemişti...

***

Tokatlı’nın o gün bana gösterdiği yakınlığı ve sevgiyi hiç unutmamıştım...

Evlenmeye karar verdiğimde Orhan Tokatlı’ya gidip;

-”Abi nikah şahidim olur musunuz?..” demiştim...

O da;

-”Olurum...” demişti...

Bu olaydan sadece bir iki hafta sonra bomba patlamıştı...

Cüneyt Arcayürek ekibiyle Milliyet Ankara bürosuna geliyordu...

Büro şefi olacaktı...

***

Aldığımız haberler Tokatlı’yla Arcayürek’in arasının iyi olmadığı ve birbirleriyle pek görüşmeyeceği şeklindeydi...

Milliyet’in Ankara bürosu kabak gibi ortadan ikiye bölünmüştü...

Orhan Tokatlı’dan yana olanlar...

Cüneyt Arcayürek’ten yana olanlar...

***

Genç bir muhabirdim...

Milliyet gazetesine başlayalı henüz iki yıl bile olmamıştı...

Mesleğimi öğrenmek ve iyi bir gazeteci olmak istiyordum...

Böylesi bir mesleki kavgadan parsa toplama, rant elde etme yollarını bilmezdim...

İstemediğim bir durumdu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum...

***

1983 yılının Mart ayının son günlerindeki nikah törenim Milliyet’in Ankara bürosundaki “kavga”yı doruğa çıkarttı...

Nikah töreninden birkaç gün önce, Cüneyt Arcayürek’e yakın benden büyük bir muhabir arkadaş yanıma geldi...

-”Nikah şahidin Cüneyt Abi olacak değil mi?..” dedi...

-”Orhan Tokatlı olacak...” dedim...

-”Onun nikah şahidim olmasını Cüneyt Abi göreve gelmeden önce istemiştim...”

Yüzüme hayırlı bir şekilde bakmadı...

***

Cüneyt Abi’yi, eşimin nikah şahidi de yapamıyordum... Eşim; onda emeği olan Nihat Subaşı’nın nikah şahidi olmasını istemişti...

Cüneyt Abi’ye davetiyeyi elden verdim, durumu izah ettim...

-”Kendisinin gelmesini çok arzu ettiğimi” belirttim... Ne Cüneyt Abi, ne birlikte geldiği Önder Şenyapılı ne de Derya Sazak gelmediler nikah törenime...

Milliyet’in Ankara Bürosunun; yarıya yakın bir bölümü gelmedi nikah törenime...

Evlilik törenim Ankara büroda hiç istemediğim bir “bölünmenin arenası” haline gelmişti...

Balayı değil, azap ayları başlıyordu benim için...

NİKAH TÖRENİM CÜNEYT ABİ’YLE İLİŞKİMİ BOZACAKTI...

1983 yılının Mart ayından 1984 yılının yaz sonuna kadar, yaklaşık 1.5 yıl Cüneyt Arcayürek’le çalıştım... Rahmetli Arcayürek hiçbir zaman unutmadı tam büroya geldiği sırada nikah şahitliğini Orhan Tokatlı’ya verdiğimi... Benim için ise, Cüneyt Abi; muhteşem bir gazeteciydi... Ondan hiçbir yerde hiç kimseden öğrenemeyeceğim gazeteciliği öğrenecektim...

Öğreniyordum da...

***

Fakat bende emeği olan bir insanı, yeni gelen “Cüneyt Arcayürek gibi muhteşem bir gazeteci olsa bile satamazdım...”

Böyle bir yalakalık yapamazdım...

Kendime olan saygımı yitirirdim...

***

O günden sonra, rahmetli Cüneyt Abi beni hiçbir zaman kendi ekibinden saymadı...

Hep bir mesafe koydu aramıza... Her haber toplantısında, topun ağzında ben olurdum...

Önce beni eleştirirdi...

***

Buna karşın bazı günlerde içindeki gazetecilik damarı tutar; gazeteciliğimi teşvik etmek için, bana manevi destek verirdi... Nadir olurdu bu durum... Ama benim için çok kıymetliydi o anlar...

***

Ona bir gün bile saygısızlık yapmıyor, deliler gibi çalışıyor, ne görev verirse yapıyordum...

Turgut Özal’ın Anavatan Partisi büyük sürpriz yaparak tek başına iktidar olmuştu...

1983 Kasım’ının başıydı... -”Hadi bakalım Küçük Ekselans...” dedi...

-”Yapabiliyorsan git Turgut Özal’la bir görüşme yap da görelim... Bakalım gazeteci misin değil misin?..”

***

Kinayeli söylüyordu bunu... Morali bozuktu... Arcayürek; Demirel’e çok yakın bir gazeteciydi... Özal’ın tek başına iktidar olmasından hiç haz etmemişti... O sinirle; her zaman Orhan Tokatlı’yı satmadığını bildiği tıfıl gazeteciyi görmüş; -”Hadi gazetecilik yapabiliyorsan, Özal’la görüş de görelim...” diye ironi yapmıştı...

***

Hiç ses etmedim...

-”Olur uğraşırım Cüneyt Abi...” dedim...

Olmayacak bir şeydi...

Turgut Özal o gün gayr-ı resmi olarak Başbakan olmuştu... Tek meselesi Kenan Evren kendisine görevi verecek mi vermeyecek mi, onu bilmekti...

***

24 yaşında tıfıl bir Milliyet muhabiri, kapısının önünde yüzlerce yerli yabancı gazeteci beklerken nasıl evine girecekti?..

***

Milliyet bürosundan çıkarken, rahmetli Örsan Öymen’i gördüm... Milliyet’te yazılarıyla ortalığı birbirine katan; Türkiye’de ismi çok etkili bir gazeteciydi... Görevi Kenan Evren’den alıp alamayacağı hala belli olmayan Turgut Özal için hayati önemde bir yerde Köln Radyosu’nda çalışıyordu...

***

Özal’ların Farabi sokağındaki evine gittim... Kapıdaki gazetecileri aştım ve kapıyı çalıp açılmasını bekledim;

Bir bayan görevli açtı...

Görevliye kendimi tanıttım...

İsmim ve kimliğim kapıdaki hanım için hiçbir şey ifade etmiyordu...

Ona şöyle söyledim:

-”Aşağıda Örsan Öymen var... Ben Örsan Öymen’i getirdim... Kendisi Turgut Bey’i ziyaret etmek istiyor... Turgut Bey’e haber verir misiniz?..”

Kadın pek bir şey anlamadan içeri gitti...

Kısa bir süre sonra geldi...

-”Buyursun gelsin... Yalnız sadece Örsan bey gelecek...” dedi...

***

Ona birlikte olduğumuzu benim de onun gibi Milliyet’te çalıştığımı söyledim ve Örsan Abi’yi aşağıdan çağırıp, birlikte evine içine girdim...Özal eşofmanlıydı ve televizyon haberlerini izliyordu... Ev ana baba günüydü... Örsan Abi Alman radyosu için sorularını sordu... Ben de Milliyet gazetesi için sorularımı araya sıkıştırdım...

***

Evden çıktığımızda, mutluluktan uçuyordum... Turgut Özal’la seçimleri kazandığı gün röportaj yapan tek gazeteciydim...

24 yaşındaydım... Ve henüz stajyerdim...

Cüneyt Abi’yi aradım... -”Yapabildin mi röportajı bakalım?..” diye sordu...

Sesi hala kinayeliydi...

-”Yaptım...” dedim...

***

Telefonun öbür ucundan bir an hiç ses gelmedi... Çok tecrübeli bir gazeteciydi...

Böyle bir anda yanlış bir şey söylememesi gerektiğini biliyordu...

-”Yarına hazırla röportajı... İstanbul’la konuşurum; manşet yaptırırız haberi...” dedi... -”Aferin sana...”

***

Cüneyt Abi’nin bürodan ayrıldığı gün, Ankara bürosunda sevinenler, oynayanlar, hoplayıp, zıplayanlar vardı...

Benim ise öyle bir şey yapmak hiç içimden gelmedi...

Hatta o günlerde yazılan kitaplardan birinde “benim de o çiğ kutlamaların içinde yer aldığım” yazıldı...

Yalandı...

Oysa hiçbirinde yer almamıştım...

Üstelik Cüneyt Abi’nin gidişine içten içe üzülmüştüm...

Üzerimde emeği olduğuna inanıyordum...

Gazetecilikte “acar muhabirliği” ondan öğrenmiştim...

***

Onu bir gün bir yerde yakalayıp;

-”Abi senin bürodan ayrılma haberinden sonra, çiğ kutlamalar yapan ben değildim...” demek istedim...

Nikah şahitliği olayında olduğu gibi, yine inanmaz diye demedim, diyemedim...

ARCAYÜREK JOHNSON MEKTUBUNU, ÇAĞLAYANGİL’DEN ALMIŞTI...

Arcayürek’in en önemli iki haberinden biri, “Amerikan Başkanı Johnson’un, Türkiye’yi Kıbrıs konusunda uyaran mektubuydu...”

Yıl 1964’dü ve İsmet İnönü Başbakan’dı...

Johnson’un Mektubu ortalığı birbirine katmış; Türk-Amerikan ilişkilerinde “Kıbrıs ipoteğinin sürgit devam edeceği çok zor bir dönemin başlangıcı” olmuştu...

Johnson’un mektubunun adresi o sırada Başbakan olan İsmet İnönü’ydü...

***

Ankara bürosundaki içli dışlı çalışma günlerimizde, bir gün Cüneyt Abi’nin uygun anını kollayıp, içimde süren merakı gidermek istedim...

-”Abi...” dedim...

-”Johnson Mektubu haberinin kaynağı kimdi?..”

Yüzüme baktı...

Söyleyip söylememe arasında, bir an tereddütte kaldı...

***

Yaptığı işin nasıl yapıldığının genç bir gazeteci tarafından bilinmesini istiyordu...

Beri taraftan, “haber kaynağını söyleyip söylememe konusunda” müteredditti...

Sonunda söyledi...

-”Çağlayangil verdi...” dedi...

-”İhsan Sabri Çağlayangil... O biliyordu... Onun haberi vardı... Her şeyden haberi olurdu onun...”

***

Cüneyt Abi; haberi koklayan, onu hisseden ve bir atmaca gibi hedefe kitlenen bir gazeteciydi...

O bana ne kadar inandı bilmem...

Fakat o benim için çok değerli bir Usta’ydı...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.