Şampiy10
Magazin
Gündem

“Umutsuz iş kadınları...”

Televizyonda yöneticilik yaptığım yıllarda; iş; “yüksek düzeyde yaratıcılık ve işkoliklik düzeyinde bağımlılık” gerektirdiği için, bayan eleman alırken “çocuk konusunu birkaç yıl için düşünmeyen, ya da çocuğunu 4-5 yaşlarına getirmiş olan profesyonelleri” tercih ederdim...

***

Nedeni basitti...

Günde asgari 12 saatlik gazetecilik temposunu, hamile bir kadın muhabirin ve yayıncının kaldırması mümkün değildi...

Çocuğunu yeni doğurmuş annelerin; bebeklerin onlara olan ihtiyacından, haber merkezinin deli temposunda verim vermeleri mümkün olmazdı...

***

Ayrımcılık yapmazdım...

Ne var ki; yayıncı alırken, önümdeki 3-5 yıllık periyodu analiz ederdim... İşe başlar başlamaz; bir doğum ihtimalini mümkün olduğunca asgaride tutmaya çalışırdım...

Benimle çalışırken, birçok bayan elemanım evlendiler, hamile kaldılar ve çocuk sahibi oldular...

Ancak işe alırken, birkaç yıllık “marjı” hep hesaplamaya çalıştım...

***

TRT’de Ateş Hattı’ndan; Show TV’ye uzanan yayıncılık mecramda, uzun yıllar editörlük ve haber müdürlüğü yapan, haber merkezinin temel direklerinden biri olan Lütfiye Pekcan’ın yeni yazdığı “3 Kadın, 1 Ölüm, 1 Sır” isimli romanını okurken o günler gözümün önüne geldi...

***

Yasemin, Zeynep ve Didem...

Üç kadının öyküsünü yazıyordu Lütfiye Pekcan...

Birbiriyle daha okul yıllarından tanışan, çok yakın arkadaş olan üç kadının “sevgi, aşk, eş, çocuk ve kariyer” sarmalında yaşadıkları “dramatik dehlizi” bütün ayrıntılarıyla analiz ediyor, heyecanlı bir öykünün kurgusuyla okuyucuya sunuyordu...

***

Romanının bir yerinde hikayenin üç kadın kahramanından biri, diğerine “umutsuz ev kadınları” dizisine referans yaparak “umutsuz iş kadınları” deyimini kullanıyordu...

Roman; bir aile kurup, çocuk yapmak isteyen, iş ve kariyer mücadelesi içindeki kadınların, karşılamak zorunda oldukları hayatın labirentvari röntgenini, üç kadının öykülerinden yola çıkarak ele alıyordu...

*****

KADIN NEDEN ERKEKTEN ÜSTÜN ÖZELLİKLERE SAHİP?

Kadın erkek analizlerinde; kadınların hayatla mücadele konusunda çok daha donanımlı oldukları gerçeğini anlatmaya başladığımda, bazı meslektaşların bunu erkek yazarlardaki “kadın okuyucu popülizmine” bağladıklarını fark ediyordum...

***

Oysa beş yıldır iki minik çocuğun büyümesinin; “ilk elden sorumluluğunu aldığımdan bu yana”, çocuklar, mesleki yaratıcılık ve hayatın getirdikleriyle baş etmenin, salt kariyer mücadelesinden fersah fersah ilerde olduğunu fark ediyorum...

***

Büyümekte olan minik “can”ların sorumluluğunu almanın, bir işi kusursuz yapmaktan çok daha zor ve meşakkatli olduğunu görüyordum...

Aynı anda mesleklerinde başarılı olmaya çalışırken, erkeklerle bire bir ve korakor rekabet eden, kadınların; çocukların sorumluluğunu da alarak bir “mucizeyi” gerçekleştirdiklerini görüyordum...

***

Bir erkek; kendisini çok değişik noktalarda geliştirmedikçe, her kadının üslenmek zorunda kaldığı bu “mucizevi rolü” başaramazdı...

Lütfiye Pekcan’ın romanı, bu gerçeğin, merakla ve heyecanla okunun bir öykünün sarmalında anlatılmasıydı...

***

3 Kadın 1 Ölüm 1 Sır (Alfa Yayınları)...

Bir kadının, aşkı, sevgiyi, şevkati, cinselliği bir erkekle yaşama arzusunun, anne olma hayali ve mesleki yaratıcılık özlemiyle birleştiğinde “ne kadar imkansız” bir yolculuk olacağının romanı bu... Kentli kadını, anlayabilmek ve empati kurabilmek için, mutlaka okunması gerekli bir roman...

Usta bir televizyoncunun, usta bir romancıya dönüşmesi konusu ise “yazarı tanıyan dostları ve sevdikleri için bir bonus” olma özelliği taşıyor...

*****

BU DA BENİM NAZIM’IMDAN...

Gençtim...

Şiirler, şarkılar ve şiarlar severdim...

Hayatı tanımlayan...

Basite indirgeyen...

Temiz ve nahif halini vitrine çıkaran...

Duyguları yaşatan...

Hayatı yaşayan...

***

Nazım Hikmet, böyle bir genç için ilk başvurulacak şairlerden biri olacaktı...

Bu gerçek kaçınılmazdı...

Öyle de oldu...

Çok şiirini okudum, çok şiirini ezberledim...

Çok şiirinde, sessiz sessiz ağladım...

Ne ki; bir şiiri vardır...

Timur Selçuk söylerdi...

Ağlatmaz o şiir...

Coşar, coştururdu...

***

Ahmed Arif’den sonra dün de Nazım’ın ölüm yıldönümüydü...

Bu şiir benim Nazım’ımdan, benim gençliğimden...

Nazım’ın beste halini almış, unutulmaz türküsünden ...

*****

GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ...

Dalgaları karşılayan gemiler gibi,

gövdelerimizle karanlıkları yara yara

çıktık, rüzgarları en serin

uçurumları en derin

havaları en ışıklı sıra dağlara...

Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.

Önümüzde bakır taslar güneş dolu.

Dostların arasındayız.

Güneşin sofrasındayız...

dağlarda gölgeniz göklere vursun

Göz göze

yan yana

diz dize

durun çocuklar...

Tasları birbirine vurun çocuklar

Doldurun çocuklar

Doldurun

doldurun

doldur içelim...

Başları göklere atalım

Serden geçelim.

Heeey, nerden geçelim?..

Yalınayak,

koşarak

devlerin

geçtiği

yerden geçelim...

Heeey

Hop

Heeey

Hep

birden geçelim...

Doldurun çocuklar

doldurun

doldurun

doldur içelim...

Dostların arasındayız

Güneşin sofrasındayız...

Yazının devamı...

Bir Ahmed Arif geçti... Dün ölüm yıldönümüydü...

“1947 yılı sonbaharında, yüksek öğrenim için Ankara’ya gittim...

Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümüne kaydımı yaptırdım... Bir yıl sonra Merkez Bankası’nda işe girdim... 1951 yılı Ekim ayında başlatılan “solcu tevkifatı’nda” iş yerimden alınarak götürüldüm... Bunun yüzünden eğitimimi tamamlayamadım...

***

Dokuz gün işkenceye maruz kaldım... Benden, para toplayarak komünistlere dağıttığıma dair bir belgeyi imzalamamı istediler...

Daha sonra soruşturma kapsamında beni İstanbul’a götürdüler;

Sansaryan Hanında bir hücreye attılar beni... Orada bulduğum bir kibrit çöpüyle duvarda bir takvim oluşturdum...

Doğru mu bilmiyorum ama tam 128 gün saydım...

***

İşkenceler çok kötüydü, iddia ediyorum bana yapılan işkence kimseye yapılmamıştır bu ülkede...

Çıldırmak üzereydim, sesler duyuyordum...

İnsanın bazı duyuları çalışmadığında çalışan duyular eskisinden daha fazla çalışıyor...

Benim de hücrede görme duyum çalışmıyordu; çünkü hep karanlıktı, çığlıklar, haykırmalar duymaya başladım...

Sonra dedim ki “Oğlum Ahmed burada delirirsin filan arkandan söylenti çıkarırlar, korkusundan delirdi diye kalk önüne geç bunun” ve sonra bileklerimi kestim...

***

Sonrasını hatırlamıyorum, hastanede uyandım; zar zor yetiştirmişler... Garip...

Hem işkence ediyorlar, içerde bile acı çektirmek için o kadar uğraşıyorlar hem de ölmeme izin vermeyip beni hastaneye yetiştiriyorlar...

Sakın onların yaptığını iyilik ya da insanlık olarak algılamayın... Daha fazla acı çektirmek için beni yaşattıklarını öğrenmem uzun sürmüyor...

***

İyileşip hücreye tekrar atılmamdan sonra, bir gece yıldırım bir telgraf geliyor bana;

Anamdan...

Şöyle diyor “Baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum...”

İmza: Annen Arife...

***

O an telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum... Gençler bilmesin bunları...

Ama öyle demoralize olmuşum ki hemen hastaneye yetiştiriyorlar...

Daha sonra bu telgrafın düzmece olduğunu doktordan öğreniyorum. Meğerse Anam bana hiç telgraf çekmemiş...

***

Babamı 1953 yılında kaybettim, hala içerdeyim o vakit... Ama benim tutuklandığımı hiç bilmedi babam; Başından beri benim Avrupa’da olduğumu sanıyordu...”

***

Bu sözler Ahmed Arif’in kendi anlatımından özyaşam öyküsünü anlatan birkaç satırdır...

Nisan 1927’de doğdu...

2 Haziran 1991’de öldü...

Yaşadığı yıllarda; yaşadıklarına ve yaşananlara dair yazdıkları;

“Türkiye’de her daim okunur ve söylenir oldu...”

***

“İlk ve tek şiir kitabım” dediği “Hasretinden Prangalar Eskittim” isimli şiir kitabını 1968’de çıkarttı...

Kitaba daha sonra ekler yapıldı ve sayısız baskıları çıktı...

Ahmed Arif’in dün 24. ölüm yıldönümüydü...

Onun edebi başarısı; şiirlerindeki duygu yüklü muhteşem dizelerdi elbette... Ama o başarıda bir değişmez olgunun daha payı vardı...

1968’den günümüze...

Şiirlerindeki dizeler öyle veya böyle hep güncel kaldılar...

Hep güncelden pasajlar anlattılar...

Ahmed Arif’in eskimeyen dizeleri;

Türkiye’nin 50 yıldır yenilenmeyen yüzünün simgesiydi...

*****

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM...

Seni anlatabilmek seni.

İyi çocuklara, kahramanlara.

Seni anlatabilmek seni,

Namussuza, halden bilmeze,

Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,

Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.

Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...

Bir ben uyumadım,

Kaç leylim bahar,

Hasretinden prangalar eskittim.

Saçlarına kan gülleri takayım,

Bir o yana

Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,

Dipsiz kuyulara,

Akan yıldıza,

Bir kibrit çöpüne varana,

Okyanusun en ıssız dalgasına

Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,

Yitirmiş öpücükleri,

Payı yok, apansız inen akşamdan,

Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,

Seni anlatabilsem seni...

Yokluğun, cehennemin öbür adıdır,

Üşüyorum, kapama gözlerini...

*****

AKŞAM ERKEN İNER MAHPUSHANEYE...

Akşam erken iner mahpushaneye.

Ejderha olsan kar etmez.

Ne kavgada ustalığın,

Ne de çatal yürek civan oluşun.

Kar etmez, inceden içine dolan,

Alıp götüren hasrete.

Akşam erken iner mahpushaneye.

İner, yedi kol demiri,

Yedi kapıya.

Birden, ağlamaklı olur bahçe.

Karşıda, duvar dibinde,

Üç dal gece sefası,

Üç kök hercai menekşe...

Aynı korkunç sevdadadır.

Gökte bulut, dalda kaysı.

Başlar koymağa hapislik.

Karanlık can sıkıntısı...

“Kürdün Gelini”ni söyler maltada biri,

Bense volta’dayım ranza dibinde

Ve hep olmayacak şeyler kurarım,

Gülünç, acemi, çocuksu...

Vurulsam kaybolsam derim,

Çırılçıplak, bir kavgada,

Erkekçe olsun isterim,

Dostluk da, düşmanlık da.

Hiçbiri olmaz halbuki,

Geçer süngüler namluya.

Başlar gece devriyesi jandarmaların...

Hırsla çakarım kibriti,

İlk nefeste yarılanır cigaram,

Bir duman alırım, dolu,

Bir duman, kendimi öldüresiye,

Biliyorum, “sen de mi?” diyeceksin,

Ama akşam erken iniyor mahpushaneye.

Ve dışarda delikanlı bir bahar,

Seviyorum seni,

Çıldırasıya...

*****

BİR AKŞAM ÜSTÜDÜR...

Bir akşam üstüdür sarabî

Bahçeler ve dağlar üzre hükümran;

Tam dünyayı dolaşmak saatindesin.

Ay ışığı su içer birazdan.

Kızarmış kalçalarını çanlar

Alabildiğine vurur.

Sen çocuk tulumunda

Matbaa mürekkebi

Rüsva olmuş ellerinin emeği,

Manşetlerde kilometre kilometre yalan

Sallanır durur.

Bir akşam üstüdür katil, muhteşem

Alıp götürmüşler dost dediğini

Almış rüzgârlar içini,

Ümide benzer, sevdaya benzer...

Soğuk bir namludur kör ve pusuda

Ense kökünde zulüm,

Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur

Burnun dibine hürriyet.

Seviyorum mümkün değil;

Aranızda kurşun, yasak bölge var

Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel

Kanunu yapanlar ihtiyar.

*****

İÇERDE...

Haberin var mı taş duvar?

Demir kapı, kör pencere,

Yastığım, ranzam, zincirim,

Uğruna ölümlere gidip geldiğim,

Zulamdaki mahzun resim,

Haberin var mı?

Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,

Karanfil kokuyor cıgaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…

*****

TERKETMEDİ SEVDAN BENİ...

Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım susuz kaldım...

Hayın karanlıktı gece...

Can garip can suskun,

Can paramparça...

Ve ellerim kelepçede

Tütünsüz uykusuz kaldım...

Terketmedi sevdan beni...

Yazının devamı...

Fakir bir karı kocanın yüz milyonlarca dolarlık koleksiyoner haline gelmesi...

Herb ve Dorothy New York’ta kıt kanaat geçiren bir çifttiler...

Herb posta memuruydu...

Dorothy ise çok küçük bir Brooklyn Kütüphanesi’nde memur...

***

Dorothy eğitimliydi...

İyi okumuştu okullarda...

Ancak Herb hemen hemen hiç gitmemişti okula... “Özgür ruhluydu” Herb... Ne yapacağını başkaları söylediğinde içinde kabaran isyan duygusunu bastıramazdı... “Hayatım boyunca yapacaklarıma sadece kendim karar verdim...” diyordu... 1962 yılında Herb 40; Dorothy ise 27 yaşındayken evlendiler... Evliliklerini kutlamak amacıyla bir adet John Chamberlain heykelciği satın aldılar... Paraları o kadarına yetiyordu...

***

O günden sonra karı koca, sadece sanat eserleri için yaşamaya başladılar...

Bir küçük posta memuru, küçük bir kütüphanede çalışan karısıyla her akşam ele ele tutuşuyor, New York’ta ne kadar sergi açılışı varsa gidiyordu...

***

New York’un “minimalizmi ve kavramsal sanatı keşfettiği” yıllardı...

Kentin sanat camiası onları yavaş yavaş tanıyordu... O yıllarda New York’ta birbiri ardına sanat akımları çıkıyordu...

Tanımak, anlamak ve beğenmek kolay değildi o günlerde sanat eserlerini...

Ancak Herb ve Dorothy yılmadan büyük bir sezgi ve öngörüyle yeni sanat yapıtlarına yöneliyorlardı...

***

Sanatçılarla yakın ilişkiler kuruyor, devlet memurlarına has çok kısıtlı bütçeleriyle eserler alıyor, ancak hiçbir sanatçıdan hediye kabul etmiyorlardı...

EVDE KOLTUK ALTINA KONAN TABLOLAR...

Çok küçük bir apartman dairesinde oturuyorlardı karı koca... Evleri, bir küçük mutfak, bir oturma odası ve bir küçük yatak odasından ibaretti... Çalıştıkları yerlerde kimse sanatla ilgilerini bilmiyor, bundan kimseye bahsetmiyorlardı...

***

Bir gün Herb’in işyeri arkadaşlarından biri, yakını olan bir ressamın sergisini gitti...

Ressam; adamın çalıştığı yeri öğrenince;

-“Yahu...” dedi;

-“Senin çalıştığın işyerinde müthiş bir koleksiyoner var...”

Çalışma arkadaşı; ressamın Herb’le ilgili bu sözlerini duyunca donup kaldı...

***

-“Sabahtan akşama kadar posta memuru olarak kendi halinde, çıt çıkarmadan çalışan Herb mi koleksiyonerdi?..”

Sabahı zor edip; durumu Herb’e sormayı planladı... Sabah ilk işi Herb’e “New York sanat çevrelerinde tanınan bir koleksiyoner olup olmadığını” sormaktı...

***

Herb soruyu duyunca dehşete düştü...

Arkadaşına; “Aman...” dedi...

-“Sakın bunu buralarda kimselere söyleme... Bu kendi hobim için yaptığım bir iş...”

O derece içine dönük, hobisine ve kendi değerlerine düşkün birisiydi...

Yaptığı işin havasını atmak bir yana, duyulmasını bile istemiyordu...

***

Karı koca hiç para biriktirmiyorlar, neleri varsa, aşık oldukları sanat eserlerine harcıyorlardı...

Sanatçıları yolun başında, keşfediyor, onlardan küçük bir yapıt satın alıyor, yapıtların evlerindeki koltuğun altına koyacak kadar küçük olmasına dikkat ediyorlardı...

Taksiye binecek, kamyon tutacak paraları yoktu...

EN BÜYÜK SANAT KOLEKSİYONERİ HALİNE GELİYORLAR...

Beğendikleri sanat eserlerini mütevazı bütçeleri yetiyorsa hemen alıyorlardı...

Parayı da “cash” olarak ödüyorlardı...

New York’ta sanatçıların; “birileri gelse de bir resmimizi alsalar diye, kapı baca yolu gözledikleri günlerdi...”

Ev, resimler ve sanat eserleriyle doluyor, doluyor doluyordu...

***

Koltuğun altına koydukları eserler çoktan bitmiş, yatağın altını kullanır olmuşlardı... Bir süre sonra eserlerin kapladığı hacimden dolayı, yatakları gittikçe yükselmeye başladı...

O kadar yükselmişti ki, üstünde yatmaları bile sorun oluyordu...

***

Sanat eserleri bozulmasın diye, üstlerine battaniye ve çarşaf seriyorlardı... Ancak bir an geldi ki,

artık yapacak hiçbir şey kalmadı...

Ev oturulmaz hale gelmişti...

O günlerde Dorothy’nin ailesinden, Park Avenue’de bir daire miras kaldı onlara... O daireden gelecek parayla; “doğru düzgün bir hayat yaşamak” imkanı varken, karı koca, bu ihtimali de ellerinin tersiyle itti...

***

Daireyi satıp, bütün parayı yine sanat eserlerine yatırdılar...

Bir süre sonra New York’ta sanat çevrelerinde anlaşıldı ki; 1950 sonrası en büyük sanat birikimi posta memuru ve kütüphaneci karı koca Herb ve Dorothy’nin ellerinde bulunmaktadır...

KARI KOCA VOGEL’LERE YÜZ MİLYONLARCA DOLAR TEKLİF EDİLİYOR...

Ünlü National Gallery; Herb ve Dorothy’nin ellerindeki koleksiyonu satın almak için, başvuruda bulunuyordu...

Başka müzeler de, sıraya girmişlerdi...

Hepsi “sanatçıların meşhur olmadan önce yarattıkları sanat eserlerini alan” ve New York’un en ünlü koleksiyoneri haline gelen fakir karı kocanın kapısını arşınlıyordu...

***

Yaklaşık beş bin yapıt vardı ellerinde...

Değerine paha biçilemiyordu...

Yüz milyonlarca dolardı ellerindeki koleksiyonun bedeli...

***

Karı koca “göz nuru alın teriyle” yaratmışlardı bu koleksiyonu...

Müzelerin kendilerinden istediği miktara satsalar, dünyanın sayılı zenginlerinden olacaklardı...

Üstelik, bu koleksiyonu yapabilmek için, yıllarca yememiş içmemiş bütün paralarını sanat eserlerine yatırmışlardı...

Yatırımlarının karşılığını alma zamanlarıydı...

***

Oysa kimsenin tahmin edemediği ve bilmediği gerçek; onların bu “hayatı” kendi sanat duygularını tatmin etmek için yaşadıklarıydı...

Onlar bu işi para için yapmamışlardı...

Bütün koleksiyonlarını, ziyaretçilerden giriş ücreti istemediği için National Gallery’ye hibe ettiler...

Böylece sanat eserlerini, daha çok insan ücret ödemeden görebilecekti...

***

National Gallery 1000’den fazla yapıtı alamıyordu...

Bunun üzerine Herb ve Dorothy geri kalan 4000 eseri 50 eyalet müzesine eşit parçalar halinde bağışladılar...

Akıl almaz bir özveri, sevgi ve inançla, sürdürülen bir “keşiş yaşantısı”ydı onlarınki...

Sanat sevgisi uğruna, sanatın kuşaklar boyu sürmesi amacına yönelik bir “keşiş” hayatını gönüllü olarak benimsemişti karı koca...

HASAN BÜLENT KAHRAMAN...

Bu öyküyü dün; Hasan Bülent Kahraman’ın “Bakmak; Görmek; Bir de Bilmek” isimli kitabından okuyordum... Hasan Bülent Kahraman kitabı “Kardeşim Reha Muhtar’a Kolej’lilik duyguları ve nice anılarla” diyerek imzalamıştı...

***

Kitabı okurken; Hasan Bülent Kahraman’ın annesinin vefat ettiği haberi geldi...

Defin için Ankara’ya gitmişti...

Dün telefonla aradığımda;

-“90 yaşındaydı annem... Güzel bir hayat yaşadı...” dedi...

***

Sesi; hayatı ve ölümü bilgece kaldırabilen insanlarda görülen “tok”luktaydı...

Doğruydu söylediği...

Oğluna bu öyküyü yazdırtacak bir eğitimi veren anne, “güzel bir hayat yaşamış ve amacına ulaşmış bir kadın olmalıydı...”

Yazının devamı...

“Ayrılmaz ikili” Bedri ve Örsan’la Atina geceleri...

Pire Belediye Başkanı; muhteşem bir akşam yemeği daveti veriyordu...

Pire’deki “deniz kulübü” o gece Türkiye’den gelen özel misafirlere ayrılmıştı...

Abdi İpekçi; Türk-Yunan Barış ve Dostluk ödülü törenleri için Milliyet gazetesinden gazeteci-yazar-karikatüristlerden oluşan ağır bir davetli grubu Atina’daydı...

***

Beyaz örtülü masalara, siyah smokinli garsonların hizmet ettiği, sofistike bir “deniz kulübü” davetiydi... Denizciliğiyle ünlü Yunanistan’ın; Pire’deki “deniz kulübü” zamanında Yunan Kralı’nın en sevdiği mekandı... Pire Belediye Başkanı, bu mekanı Türkiye’den gelen misafirlere açarak, davetlilere ne kadar önem verdiğini gösteriyordu...

***

Milliyet gazetesinin Atina temsilcisiydim.. Davetin protokolü benim üzerimden yürüyordu...

25 kişilik ekibin, “star ikilisi”, ‘Örsan Öymen’ ile; ‘Bedri Koraman’dı...

Bu ayrılmaz ikili; gidecekleri yerlere beraber giderdiler;

Gazete onları öyle görevlendirirdi...

Çok iyi arkadaştılar; beraber yer, içer, beraber eğlenir, beraber gazetecilik ve beraber keyif yaparlardı...

***

Bedri Koraman izledikleri olayı, birinci sayfadan fotoroman biçiminde karikatürlerle süsler, yazısını da Örsan Öymen köşesinde esprili bir dille kaleme alırdı...

İki ironik yazar ile karikatüristin; yaratıcılığında okuyucu olayı tatlı dilli, esprili bir görsellikle okurdu...

***

“Siyasi partilerin Ankara’daki kongreleri”, “Bodrum’da yaza merhaba günleri”, “yeni kurulan hükümetin nabzı” gibi konuların hepsi; bu ikilinin yazı ve karikatürlerinden oluşan mizah yüklü satır ve karikatürlerle işlenirdi Milliyet gazetesinde...

“Fırçasıyla Bedri; kalemiyle Örsan Öymen” dişi klişesiyle anonsları yapılırdı gazetede manşetten... Kuyruklu birer yaldızı seyreder gibi öykünerek seyrederdim onları...

Bir gün gelip, ben de onlar gibi bir gazeteci olabilecek miydim acaba?.. Bu soru hayatımın tek önemli sorusuydu o yıllar boyunca...

*****

“BU YEMEKTEN UZAYALIM REHA”

Gazete; Bedri Koraman’la Örsan Öymen’in; Abdi İpekçi anısına düzenlenen ödül törenine katılmalarını istemişti... Konuya ne denli önem verdiğini göstermek istercesine...

***

Ancak Bedri Koraman-Örsan Öymen ikilisi ele avuca sığmayan gazeteci tiplerdendi...

Hiçbir protokole önem vermez; protokolün olduğu her yerden kaçarlardı...

Pire Belediye Başkanı; beyaz örtülü yuvarlak masalarda, kristal avizelerle süslü geniş beyaz salonda, yüzlerce davetliyle muhteşem bir davet veriyordu...

Davet sahipleri; Bedri Koraman’la Örsan Öymen’i en ön masalardan birine oturtmaya çalışmıştı...

***

Onlar ise, kendilerine ayrılan masaya özellikle gitmekten kaçınmışlar, arka taraflarda bir masaya eğreti oturmuşlardı...

Ben; Yunanlılarla, Türkiye’den kendi gazetemden gelen grup arasında “köprü” görevini icra etmeye çalışıyordum...

Yemekten önce bana tembihlemişlerdi;

-“Biz bu protokol yemeklerinde fazla kalamayız... Yemek başladıktan yarım saat sonra sen bizi önemli bir işimiz çıkmış gibi, salondan çıkart...”

-“Bakarız...” demiş, ses etmemiştim... Yarım saat bir saat olurdu... Sonra, hala isteklilerse çıkardık...

*****

ÖRSAN VE BEDRİ’YLE BOHEMİN SONSUZLUKLA TANIŞTIĞI O GECE...

Tam yemeğe geçiliyordu ki; ikilinin arkadan bana el kol işaretiyle bir şeyler söylemeye çalıştıklarını fark ettim... Yerimden kalkıp yanlarına gittim...

-“Reha bizi kurtar buradan...” diyorlardı...

-“Uzayalım bir an önce... Kafamıza göre bir yere götür bizi...”

-“Tamam abiler... Yalnız yemek başlıyor... Yarım saat sonra kalkalım...”

***

-“Boşver sen... Sen bizi hemen götür...”

-“Abiler etmeyin eylemeyin... Davet bizim için veriliyor...”

-“Olsun bizden bir sürü adam var... Sen bizim acele bir işimizin çıktığını söyle... Acil kalkmaları lazım de... Benim de onlarla gitmem lazım de... Kalkalım biz... Hiç başlamayalım yemeğe...”

***

-“Birer uzo için öyle çıkalım...” diye son bir deneme yaptım...

-“Uzo dedikleri şeyi içemedik biz...” dediler... Haklıydılar...

Yunanistan’da Barbayanni dışındaki uzolar esanslı olduklarından, Türk ağız tadına hiç uymazlardı...

Barbayanni ise ancak özel tavernalarda bulunurdu... Pire’deki “deniz kulübünde” Barbayanni bulunması şansı sıfırdı...

***

Çok hızlı ve ani bir kalkış yaptım...

Meraklı gözlerle bize bakanlara;

-“Çok acil bir yere gitmemiz gerekiyor...” dedim...

-“Ani oldu...” diye ekledim ve o hızla onları masadan kaldırıp salondan çıkardım... Arabaya atladığımız gibi, onları, Pire’de aşağıdaki yat limanında bulunan kendi “loş” tavernama götürdüm... Deniz üzerinde loş bir “yat kulübüydü” burası...

Sahibi İstanbul’lu Yorgo’ydu...

Masayı beş dakikada donattı Yorgo...

Arnavut ciğeri, çiroz, beyaz peynir, salata, lakerda ve Barbayanni... Bedri’yle Örsan’ın gözlerinin içi gülüyordu...

-“Oh be...” diyorlardı...

“Dünya varmış... O neydi o biraz önceki protokol?..”

***

26-27 yaşındaydım... İçki içmesini, içkiyi nasıl içmesini, kimlerle içmesini ve protokolden nasıl uzak durmasını öğreniyordum...

Bohem gazeteciliğin görünmez kurallarını gösteriyorlardı; gazetecilikteki rol modellerim...

Hayatın ve gazeteciliğin “bohem”inin sonsuza kadar devam edeceğini sandığım geceydi o gece...

*****

30 YIL BODRUM’DA YAŞAMAK VE GAZETECİNİN ÖLÜMÜ...

O gecenin üzerinden bir buçuk yıl geçti...

Bedri Koraman’la; Örsan Öymen’in aynı hızla hayata devam ettiklerini duyuyordum...

Örsan Öymen bir sonraki sene bir daha uğradı Atina’ya...

-“Sigarayı bıraktım...” diyordu...

-“Kilo aldım ama, şimdi daha sağlıklıyım...”

***

Bunu söylediği Atina-Kolonaki öğleninden birkaç ay sonra, Örsan Öymen Bodrum’da kalp krizi geçirdi ve o sıralarda doğru düzgün hastane olmadığından öldü...

“Savaşa Bir var” kitabını yazdığım ve bitirmek üzere olduğum günlerdi...

İstanbul’u aradım; baskıyı durdurttum ve kitabı Örsan Öymen’in anısına ithaf ettim...

***

En yakın arkadaşı, meslektaşı, aynı hayatı paylaştığı yoldaşı, Bodrum’da bir aradayken kalp krizinden ölünce; Bedri Koraman kendi yaşam tarzından ürktü...

Hayatını, yaşam tarzını, yaşadığı şehri değiştirmeye karar verdi...

Birkaç yıl önce İstanbul’da eşiyle beraberken silahlı saldırıya uğramıştı...

Örsan Öymen’in ölümü; Bedri Koraman’a hayatı silbaştan sorgulatmaya başladı...

***

Kendisinden hiç beklenmeyen bir hareketle İstanbul’u terk edip, Bodrum’a yerleşti ve eşi Nil Hanım’la Bodrum’da yaşamaya başladı...

Yaklaşık otuz yıldır; Bodrum’da huzurlu bir hayat yaşıyordu Bedri Koraman...

Can yoldaşı, arkadaşı, bohem gecelerinin vazgeçilmez sırdaşı Örsan Öymen’den ayrı, 28 yıl Bodrum’da farklı bir hayatı yaşadı...

***

Dün akşam öldüğünü haber verdiler...

Şimdi o görünmeyen evrende nerede olduklarını az çok tahmin ediyorum...

-“Çok uzun zaman oldu...” diyorlardır “görüşmeyeli...”

Buluşmanın şerefine, “birer kadeh kaldırıyorlardır...”

Belki Atina gecesinin, belki Bodrum gecelerinin, belki de yaşadıkları bütün hayatın şerefine...

Yazının devamı...

Bir garip Orhan Veli...

Dün canım Orhan Veli’nin “Beni Bu Havalar Mahvetti” şiirini okumak istedi...

Onu okurken, ruhuma dün dokunan diğer şiirlerini de okumak istedim...

Sonra onları sizinle paylaşmak...

Bazen bir şairin dizelerinde hayatı paylaşırsınız...

Kendinizi okuyucuya anlatırsınız...

Böyle günlerde nedense aklıma hep ilk Orhan Veli gelir...

“Veli’nin oğlu...

Tarifsiz kederler içinde...

Bir garip Orhan Veli...”

*****

BENİ BU GÜZEL HAVALAR MAHVETTİ

Beni bu güzel havalar mahvetti...

Böyle havada istifa ettim; Evkaftaki memuriyetimden...

Tütüne böyle havada alıştım...

Böyle havada aşık oldum...

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum...

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti...

Beni bu güzel havalar mahvetti...

Nisan 1940

Orhan Veli

*****

ANLATAMIYORUM...

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda,

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma ellerinizle?..

***

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce...

***

Bir yer var biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün,

Epeyce yaklaşmışım duyuyorum,

Anlatamıyorum...

NİSAN 1940

(Garip 1, 1941)

*****

SAKAL...

Hanginiz bilir, benim kadar,

Karpuzdan fener yapmasını,

Sedefli hançerle, üstüne,

Gülcemal resmi çizmesini,

Beyit düzmesini,

Mektup yazmasını,

Yatmasını;

Kalkmasını;

Bunca yılın Halime’sini

Hanginiz bilir benim kadar

Memnun etmesini/..

Değirmende ağırtmadık biz bu sakalı

TEMMUZ 1941

*****

GARİBİM

Garibim,

Ne

bir güzel var avutacak gönlümü,

Bu şehirde,

Ne de

tanıdık

bir çehre;

Bir tren

sesi duymaya göreyim...

İki gözüm,

İki çeşme...

*****

GİDERAYAK...

Handan, hamamdan geçtik,

Gün ışığındaki hissemize razıydık,

Saadetinden geçtik,

Ümidine razıydık,

Hiçbirini bulamadık;

Kendimize hüzünler icad ettik,

Avunamadık;

Yoksa biz...

Bu dünyadan değil miydik?..

(Ülkü, 1-1-1945)

*****

BİR FAKİR ORHAN VELİ; VELİ’NİN OĞLU...

İstanbul’da Boğaziçi’nde,

Bir fakir Orhan Veli’yim...

Veli’nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde...

***

Rumelihisar’ına oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

***

“İstanbul’un mermer taşları;

başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları,

Gözlerimden boşanır hicran yaşları

Erdal’ım...

Senin yüzünden bu halım...”

***

“İstanbul’un orta yeri bir sinema;

Garipliğimi, mahzunluğumu duyurmayın anama;

El konuşur sevişirmiş bana ne?..

Sevdalı’m,

Boynuna vebalim!”

***

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim...

Bir fakir Orhan Veli;

Veli’nin oğlu;

Tarifsiz kederler içindeyim...

(Ülkü, 1-2-1945)

*****

YATIVERMİŞ SERE SERPE...

Uzanıp yatıvermiş sere serpe,

Entarisi sıyırmış hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde bir kötülüğü yok biliyorum;

Yok benim de yok ama...

Olmaz ki!..

Böyle de yatılmaz ki!.. (Varlık, 1-9-1946)

*****

AYNADA BAŞKA GÜZELSİN...

Aynada başka güzelsin,

Yatakta başka,

Aldırma söz olur diye;

Tak takıştır,

Sür sürüştür,

İnadına gel,

Piyasa vakti,

Muhallebiciye...

Söz olurmuş,

Olsun;

Dostum değil misin?..

(Grip 1, Şubat 1941)

*****

GÖKYÜZÜNÜ BOYARIM HER SABAH...

İşim gücüm budur benim,

Gökyüzünü boyarım her sabah,

Hepiniz uykudayken,

Uyanır bakarsınız ki mavi.

***

Deniz yırtılır kimi zaman,

Bilemezsiniz kim diker,

Ben dikerim...

Dalga geçerim kimi zaman,

O da benim vazifem;

Bir baş düşünürüm başımda;

Bir mide düşünürüm midemde,

Bir ayak düşünürüm ayağımda,

Ne halt edeceğimi bilemem...

(Yaprak, 1-3-1949)

*****

HERKES BİR ŞEYE KARŞI

Durmadan işleyen saatlerde

Dişli dişliye karşı,

Güçsüz güçlüye karşı,

Herkes bir şeye karşı,

Küçük hanım yatağında uykuda

Rüyalarına karşı...

Gerin bedenim gerin,

Doğan güne karşı...

(Aile, Ekim 1949)

*****

HİÇBİR ŞEYDEN ÇEKMEDİ DÜNYADA...

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah’ın adını,

Günahkar da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye...

Ankara Nisan 1938

(İnsan, 1-10-1938)

*****

BİR ELİNDE CIMBIZ...

Ne atom bombası...

Ne Londra

Konferansı,

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna,

Umurunda mı dünya!..

Yazının devamı...

Slaven Biliç ve derbiler..

Slaven Biliç Beşiktaş’ı; bütün maçlarını dışarıda oynadığı sezonda, şampiyon yapamıyor; Ama Slaven Biliç çok iyi oynayan, çok iyi mücadele eden... Avrupa’da çok önemli başarılar elde eden...

Taş gibi bir Beşiktaş takımı çıkartıyor...

***

Slaven Biliç; hiç derbi kazanamıyor deniyor ama... Aynı Biliç; Liverpool’da 1-0 kaybettiği bir maçın “on derbiye bedel İstanbul’daki rövanşında” Liverpool gibi bir takımı 120 dakikalık mücadelenin sonunda önce 1-0 galip gelerek, sonra da penaltı atışlarında daha güçlü bir konsantrasyon sağlayarak turu geçirttirmesini biliyor...

***

Slaven Biliç; Derbide taktik belirleyemiyor diye eleştiriliyor;

Arsenal karşısında Galatasaray takımı sürklase olurken; Beşiktaş dibine kadar son dakikaya kadar inanılmaz bir performans ortaya koyuyor...

Tottenham gibi Premier Lig’in en güçlü altı takımından birini İstanbul’da “inanılmaz bir derbiyle” geçiyor...

***

Slaven Biliç “Büyük hoca değil... Derbi yönetemiyor” diye gargara yapılıyor ama; Beşiktaş hem Konya’da, hem Trabzon’da; ikisi de kendi sahasında olmayan iki derbi maçında Trabzonspor’u 3-0 ve 2-0’la geçiyor...

***

Slaven Biliç derbi kazanamıyor deniyor ama; Galatasaray derbisinden hemen önceki hafta; “Atiba’ya çizgiye ayağını bastı diye” gösterilen komik kırmızı kart...

Ve Veli’nin Melo karşısında nasıl yalnız bırakıldığı, sonra da kırmızı kartla oyun dışı bırakıldığı hiç konuşulmuyor...

***

Slaven Biliç; derbi kazanamıyor diye yorum yapılıyor ama, “Gökhan Töre’nin Beşiktaş takımını kurtardığı haftalarda”; Fenerbahçe derbisinden hemen önce Kayseri Erciyes maçında, “ağzından çıkan İngilizce f.. of lafıyla bir anda nasıl kızartıldığı”, Fenerbahçe maçında oynayamaz hale geldiği hiç konuşulmuyor...

***

Galatasaray ve Fenerbahçe; iki hayati derbiden birer hafta önce Beşiktaş’ın en önemli iki futbolcusunun aldığı “olmayacak” kırmızı kartların arkasındaki tesadüfler sorgulanmıyor...

Biliç’in derbi taktiği üzerine çeşitleme yapmak; yeterli geliyor...

***

Bir teknik direktör; eğer derbi taktiği vermekten acizse, bu aczi Liverpool, Tottenham, Arsenal, Trabzon gibi heyecan seviyesi yüksek, büyük konsantrasyon gerektiren Avrupa çapındaki derbi kalibresindeki; maçlarda haydi haydi yaşar...

İzlerken kalplerin dayanmadığı o maçlarda, fırtına gibi esen bir takımı yaratan; “Hoca derbi taktiği veremiyor” diye ipte sallandırılmaz...

Farkındalık katsayısı bu kadar az olan bir bakış açısı; futbolu anlayamaz...

BİLİÇ GÖNDERİLİP; YERİNE ŞENOL GÜNEŞ Mİ ALINIYOR?..

Fikret Orman; Beşiktaş’ın eski Hocası Lucescu’nun gelmesi için ard arda temaslar yapıyor; uğraşıyor...

Buna sonuna kadar saygı duyarım...

Lucescu önemli bir Hoca ve Beşiktaş’ta yarım kalmış bir misyonu var...

Onun Beşiktaş’a gelmesi, Biliç’e veya başkasına vefasızlık anlamına gelmiyor,...

***

Fakat Lucescu olmazsa; Biliç gibi Beşiktaş’la bu derece “kan uyumu” sağlamış bir Hoca; Beşiktaş’ın başına Şenol Güneş gelsin diye mi gönderiliyor?..

***

Bu Beşiktaş’ı yaratan Hoca’ya, Şenol Güneş’le yeni bir mecraya başlamak için mi veda ediliyor?..

Şenol Güneş çok iyi bir Hoca olabilir...

Türkiye’de hakkının yenmiş olduğunu da düşünüyorum...

Daha büyük başarılara imza atabilecek bir potansiyelinin olduğunu da biliyorum...

***

Fakat Biliç’in yerine Şenol Güneş tercihi; çok büyük bir kumar...

Şenol Hoca’nın lig kariyerindeki en iyi derecesi Trabzonspor’la kazandığı ikincilik...

O da tek bir sezon...

O sezon oynadığı Trabzon-Fenerbahçe maçında; 1-0 öndeyken şampiyonluğu nasıl kaybettiği ise hala konuşuluyor...

***

Güney Kore’deki takımıyla da ikincilik kazanabiliyor...

Şenol Hoca her şeye rağmen Beşiktaş’ı çalıştıramayacak bir Hoca değil...

Ancak, önce Tayfur Havutçu...

Sonra Samet Aybaba...

Slaven Biliç’ten sonra da; şampiyonluklar ve yeni Beşiktaş vizyonunu Şenol Güneş’le arama;

Las Vegas’ta bile oynanmayacak derecede ağır bir kumar...

BEŞİKTAŞ’LA GEÇEN 50 YILIM VE ÇOCUKLARIMA BIRAKACAKLARIM...

Hayatta “olmakta olan” şeylerle ilgili ağır laflar söylemek istemiyorum...

Üstelik Beşiktaş’taki dostlarımın; sonuna kadar Beşiktaş için çalıştıklarını, didindiklerini biliyorum...

Amacım, bu yıl 50. yılına girmekte olduğum Beşiktaş’lılığımın yarım asırlık “ruh”unu Beşiktaş’lılara yansıtmak...

***

Ben 50 yıllık Beşiktaş’lılığım sırasında 11 kez şampiyonluk yaşıyorum... Ben; Beşiktaş’la ilgili her şeye alışkınım...

Sonuçta “sevinmek için sevmedim seni” diyen bir kültürün ferdiyim ben Beşiktaş’ta...

***

Fakat kendim için uygun bulduklarımı; doğrusu bu ya çocuklarım için o kadar kolay uygun bulmuyorum...

6 yaşındaki çocuklarımın “neden iki yıldız” diye sormaya başlamaları, beni derinden etkiliyor...

Elbette Beşiktaş armasının içindeki ay yıldızın, dünyanın bütün yıldızlarından daha kıymetli olduğunu söylüyorum...

Ama bu, ay yıldızın çevresindeki yıldızların az olacağı anlamına gelmiyor...

***

Kendi adıma ne kadar “kalender ve çelebi” bir Beşiktaş’lı olsam da... Beşiktaş’lılığın şampiyonluklarla ilgili olmadığına çoktan vakıf olsam da... “Beşiktaş ve başarı”nın; çocuklarımın hayatlarında görecekleri bir hak olduğunu düşünüyorum...

Onları ağıtlarla büyütmeyi istemiyorum...

Şenol Güneş Hoca’ya futbol hayatında başarılar diliyorum...

Beşiktaş’a ise yeni ve büyük vizyonlar hayal ediyorum...

Olmazsa; yapmayanların canı sağolsun... Ben çocuklarıma “sporcu Beşiktaş’lı olarak başka bir hayat yaşatırım...”

Yazının devamı...

Kadınların farklı ilişki arayışları...

Bir erkeğin beraberindeki kadını “okumasıyla”, o kadının kendi hayatını “yazması” birbirinden çok farklıdır...

***

Bir kadın, erkeğe uzun süreli tavır yapıyorsa altında mutlaka “okunması gereken” farklı bir metin vardır...

***

Kadın-erkek beraberliklerinde ilişki belirli aralıklarla devam ederken kadın eski sıklıkta aramıyorsa, durumun mutlaka önemli bir nedeni vardır...

***

Büyük olasılıkla bir başka erkek piyasada dolaşmaktadır...

***

Erkek tabiatı icabı; hayatta empati yeteneğinden nakıs olduğundan, kadının aramasındaki seyrekliği “şerre” yormaz, “hayra” yorar...

***

“İşi vardı aramadı...” der... “Arkadaşlarıyla buluşmuştu vakit bulamadı...”...

“Ailesiyle beraber olacaktı, zaman bulamadı...” gibi fazla derine inmeyen, kendini aldatan mazeretlerle rahatlar...

***

Oysa bir kadının bir erkeğe duyduğu ilgi, onu sürekli kontrol etmek istemesiyle doğru orantılıdır...

***

Sürekli kontrol, kadının tek ilgisinin o erkek olduğunu göstermez ama kontrol teşebbüsü yoksa ilgi zaten hiç yoktur...

Erkek boşuna heveslenmemelidir...

*****

KADININ ARAMALARI SEYREKLEŞMİŞSE...

Bir kadın ailesini, arkadaşlarını, işini gücünü, bahane edip aramaları seyrekleştirmişse; ya gözüne kestirdiği, ya kafasına taktığı, ya da yakında hayatını değiştirmek üzere kendini hazırladığı bir erkek vardır...

Kadınlar erkekler gibi değildir...

Erkek gibi tek bir işe konsantre yaşamazlar...

Birkaç işi bir arada yapabilme yeteneğine zaten haizdirler...

***

Bu özelliklerine rağmen kadının telefonları seyrekleşmişse, buluşmaları azalmışsa, yapılacak işleri çoğalmışsa, etrafta başka potansiyel adaylar var demektir...

***

Kadın gözünde “yeni bir seçim, yeni bir arayış, iyi olanın kazanacağı yeni bir yarış” başlamış demektir...

*****

KADININ “AVCI”LIĞI...

Erkekler, bu durumları genelde anlamazlar... Kendileri sözkonusu oldu mu, kadınlarının farklı arayışlarına ihtimal vermezler... Arayışta olanlar kendi kadınları olamaz, hep başka kadınlardır...

***

Kadın erkek ilişkilerine başlarken; erkeklerin aktif olduğu; kadınların pasif olduğu koskoca bir aldatmacıdır... Gerçekte “avcı” erkek değil kadındır... Kadın avını saptar...

“Avı”nın; avcı haline gelmesi sürecini yönetir... “Avcı”sı haline gelen “av”ının kendisini ikna etmesi sürecini hazırlar...

***

Doğal flört sürecinin hakimi başından sonuna kadar, kadındır...

Kadının istemediği, inisiyatifini kullanmadığı, baştan yönetmediği hiçbir kadın-erkek ilişki süreci başlamaz...

*****

KADININ İSTEDİKLERİNİ GERÇEKLEŞTİREMEDİĞİ ERKEKLER...

Doğal flört süreçlerinin hakimi; başından sonuna kadar kadındır ve kadının istemediği hiçbir flört ilişkisi erkeğin çabası ve isteğiyle gerçekleşmeyecektir; burası doğrudur...

***

Ancak bu kadının her istediği erkeği yönetebileceği anlamına gelmez...

“Kadının istemediği bir durum erkekle ilişkilerde gerçekleşmez” demek başka bir şey, “kadının her istediği durum gerçekleşir” demek başka şeydir...

***

Kadına karşı mesafeli duran, kadının flörtöz davranışlarına ‘hayır’ diyen erkekler; kadınlar için cazipleşirler...

Kadın; erkeğin mesafeli duruşundaki ayrıksılığı fark eder... Eğer taktik bir anlayış ve stratejik bir teknik sözkonusu değilse; doğal mesafe koyan erkek “cazip” erkektir...

***

İki nedenle caziptir...

Birincisi “erkeğin bir duruşunun olduğuna hükmeder kadın...”

Duruş sahibi erkek, cezbedicidir...

***

İkincisi; gizem ve merak dürtüsüdür... Erkek neden mesafeli davranmaktadır?..

Bu mesafenin gizemi nedir?..

Nedeni; sırrı nerededir?..

Bu sorular kadının oynamak istediği erkek bulmacasının keyifli grift sorularıdır...

Kadın erkek üzerinde bu oyunu oynamaktan zevk alacaktır...

*****

OYUNCU OLAN KADINDIR...

Kadın erkeğin; mesafeli duruşunun; “bir blöf, bir taktik, kadına yaklaşmada bir yöntem olduğunu” anlarsa; bu sefer oyunu kendi istediği şekle sokacak, blöf yapan erkeğin hayatını terse çevirecektir...

***

Bir kadın istediği her an, erkeğin kimyasını bozacak enstrümanları kullanabilir...

Bu enstrümanlardan ve nasıl çalıştıklarından erkeğin haberi olmaz...

İlişkilerde, “oyuncu” olmak kadına has bir özelliktir...

Erkek “oyuncu” olmayı denemezse, kendisi için daha hayırlı bir iş yapmış olur...

Kadına karşı oyuncu kimliğiyle “oyunlar oynamayı” deneyerek her şeyi yüzüne gözüne bulaştırabilir...

“Oyuncu olmak” kadına verilmiş bir yetenektir...

Yazının devamı...

Yoğurtla daha uzun ömürlü bir hayat...

1) Yoğurt süte göre daha kolay sindiriliyor...

***

2) Yoğurdun bağırsak sağlığı için iki temel yararı bulunuyor...

Yoğurdun içerisindeki lactobacteria ailesinden bakteriler, bağırsak dostu bakter kültürleri içeriyor...

Bu bakteriler kansere karşı koruyuculuk sağlıyorlar...

Yoğurt kalsiyum içeriyor... Kalsiyum ise, kolon kanserine karşı koruyucu...

Kalsiyum kanserojen olan safra asitlerini bağlıyor ve bağırsak duvarını tahriş etmelerini önlüyor...

***

3) Yoğurt diğer besinlerin vücuttaki yararlılığını artırıyor...

***

4) Yoğurt hastalıklara karşı vücut direncini artırıyor... Hayvanlarda yapılan araştırmalar anti-kanser etkisinin olduğunu gösteriyor...

***

5) Yoğurt bağırsak enfeksiyonlarının çabuk iyileşmesini sağlıyor...

***

6) Yoğurt kadınlarda vajinal mantar enfeksiyonlarını azaltıyor...

***

7) İki su bardağı yoğurt; 450 miligram kalsiyum içeriyor...

Bu oran çocukların günlük kalsiyum ihtiyacının yarısını, yetişkinlerin ihtiyaçlarının yüzde 30-40’ını karşılıyor...

***

8) Yoğurt mükemmel bir protein kaynağı... Vücudun protein ihtiyacını karşılıyor...

***

9) Yoğurdun kolestrolü düşürmesi...

Birçok araştırma yoğurdun, kandaki kolestrol seviyesini düşürdüğünü gösteriyor...

***

10) Yoğurt tüketen toplumların daha uzun ömürlü oldukları görülüyor...

*****

BAŞARI İÇİN HIRS DEĞİL AZİM...

Başarı için dört unsur:

1) Kıskanma yerine örnek alma...

2) Hırs yerine azim...

3) Acelecilik yerine sabırlı olma...

4) Dinlemeyi bilme...

KADININ VE ERKEĞİN HUYU...

Kadının huyu para yokken;

Erkeğin huyu, para çokken anlaşılır...

*****

TÜRK İNSANININ HAYATINI ALTÜST EDEN ALIŞKANLIKLARI...

1) Kırmızı ışıkta geçme...

2) Bana bir şey olmaz özgüveni...

3) Doktora gitmeme takıntısı...

4) Sadece radar noktalarında yavaşlama davranışı...

5) Yabani mantarları lezzetli bulup, yeme temayülü...

6) Çakmakla doğalgazı kontrol etme güdüsü...

7) Cinsel ilişkide, prezervatif kullanma yerine; geri çekilme tekniğine aşırı güven...

*****

METABOLİZMAYI HIZLANDIRMAYA SU İÇEREK BAŞLAYIN...

Metabolizmayı hızlandıran şeyler;

1) Güne bir bardak su içerek başlayın...

***

2) Uyandıktan sonra kahvaltınızı ilk yarım saatte yapmaya özen gösterin... Bu şekilde metabolizmanız hızlanacaktır...

***

3) Metabolizmanızı hızlandırmak için, susamasanız bile, günde 2-2.5 litre su için...

***

4) 2.5-3 saatte bir beslenerek metabolizmanın düzenli çalışmasını sağlayın...

***

5) Herhangi özel bir rahatsızlığı olmayan bir kişi, günde iki fincan yeşil çay, iki fincan da kahve içebilir...

***

6) Hamur işleri metabolizmayı ağırlaştırıyor... O nedenle tüketmekten kaçının...

***

7) Tavuk, balık, yumurta, süt, yoğurt gibi protein ağırlıklı beslenme, metabolizmayı hızlandırıyor...

***

8) Kışın vücudunuz ısı değişikliğine uyum sağlayabilmek için; harcadığı enerjiyi düşürüyor...

Bu nedenle metabolizmanın canlandırılması için fiziksel aktiviteler artırılmalı...

Haftanın iki günü orta tempolu 45 dakikalık yürüyüşler iyi geliyor...

***


9) Lifli besinleri tercih edin...

***

10) Zencefil, zerdeçal ve tarçın gibi baharatlar, metabolizmayı hızl

andırır... Her akşam bir kase yoğurdun içine bu baharat karışımını koymak çok yararlı...

***

11) Eğer tiroit ve hipertansiyon hastalığı yoksa, sabahları aç karnına bir çay kaşığı tere tohumu çok az balla karıştırarak tüketin...

*****

HERKESİN İÇİNDEKİ ÇOCUKLUK RÜYALARI...

1) Astronot olup, astronot kıyafetleriyle, aya adım atma...

***

2) İlkokulda ilk kez aşık olduğu, kişiyle sonsuza kadar birlikte olacağını düşünme...

***

3) Bahçedeki ağacın tepesine yapılan bir ağaç evde oturma...

***

4) Kocaman bir süper marketin içinde unutulup, bir gece orada kalma...

***

5) Babanın arabasını alıp, arkadaşlarla uzun yola çıkma...

***

6) Eve çikolata çeşmesi yaptırma...

***

7) Akşam eve gitmeyip, sabaha kadar sokaklarda gezme...

***

8) Herkese hava atabileceğin, akülü bir araba sahibi olma...

***

9) Kimsede olmayan süper güçlere sahip olma...

***

10) Yarış arabası kullanma...

(Bu bilgiler “her gün 1 yeni bilgi” isimli twit hesabından alındı...)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.