Şampiy10
Magazin
Gündem

Four Seasons otelde bir öğle üzeri...

İki gün önce, 0530’lu bir numaradan telefon geliyor...

O sırada bir işle uğraşıyorum;

“Muhtemelen bir halkla ilişkiler şirketi, bir davet yapacak...” diye düşünüp telefonumu açıyorum...

-“Ben Murat Hazinedar...” diyor telefondaki ses...

-“Pazartesi günü benim için çok önemli bir lansmanımız olacak... Gelirsen çok mutlu edersin beni...”

***

Pazartesi günü önceden verilmiş bir sözüm var...

Program değişikliği yapmamaya çalışıyorum hayatımda...

Durumu aktarıyorum Beşiktaş Belediye Başkanı’na...

Ancak samimi ısrarı karşısında bir deneme yapmaya karar veriyorum...

Deneme şöyle oluyor...

O gün randevum olan kişiye durumu izah ediyorum...

-“Eğer başka bir gün senin için uygun değilse, randevuyu değiştirmiyorum ve ben kararlaştırdığımız randevuya geliyorum... Ancak senin için başka bir gün uygun olacaksa, o zaman bu randevuya gideceğim... Durumunu iletirsen sevinirim...” diyorum...

***

Muhatabımdan müsait olduğu bir başka gün için mesaj geliyor...

Ben de Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’ın Four Seasons Oteldeki 1. yıl lansmanına gitmek üzere arabaya biniyorum...

***

İnanılmaz bir trafik var Pazartesi öğle saatlerinde Ortaköy’de...

Tam bir saatte, Reina’nın olduğu mevkiden otelin bulunduğu Çırağan Sarayı’nın yanına gelebiliyorum...

Saat 14.30 oluyor ve ben İstanbul’da hiçbir yere hangi saatte varacağımı bilemeyeceğime hükmederek otelin kapısından içeri giriyorum...

*****

POLİTİKACININ EŞİ...

Kapıdaki zarif hanım görevli beni alıp, salona götürüyor...

Birkaç köşe yazarı meslektaşımı görüyorum...

Bir zarif hanım oturduğu koltuktan kalkarak bana “hoşgeldiniz” diyor...

Murat Hazinedar’ın zarif eşi Özlem Hanım bu hanım...

Tam bir yıl önce Murat Hazinedar’la bir yemek yiyoruz...

O sıralarda bir hafta var belediye başkanı olmasına...

CHP aday gösteriyor ve seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor...

O hafta seçilmeden ve görevi almadan birkaç gün önce; uzun bir öğle yemeği yiyoruz genç politikacıyla...

***

Eşinin bu göreve gelmesinden dolayı “evde karalar bağladığını” söylüyor bana...

Eşinin Belediye Başkan’lığını hiistemediğini, neredeyse “kabul etme” dediğini anlatıyor...

Çoğunluğun aksine; eşlerini yaptığı işin içine bir miktar alan politikacıları daha sahici ve samimi buluyorum...

***

Çoğu politikacı eşlerini yok farz ederek, onlar işin içinde hiç değillermiş gibi göstererek; politika yaparlar...

Ben o tip politikacıları çok sahici bulmuyorum...

Biliyorum ki, “ne kadar kazak gösterirlerse göstersinler, erkek politikacıların arkasındaki temel unsur eşleri yani kadınlarıdır...”

Bu gerçeği saklamak isteyen politikacıları çok samimi bulmuyorum...

Murat Hazinedar daha ilk günden; “eşini bireysel tavrıyla takdim edince”, onun daha sahici bir politikacı olduğuna hükmediyorum...

Dün, misafirlerini eşinin karşılaması da, bu inancımı pekiştiriyor...

*****

BEŞİKTAŞ İLÇESİ KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ OLUYOR...

İlk günden beri, Beşiktaş ilçesini, ulusal çapta bir kültür ve sanat merkezi haline getirmeye çalıştığını biliyorum... Kayahan’ın; Nilüfer ve eşi İpek Açar’la verdiği veda konseri, Tarkan’ın 19 Mayıs konseri, sokak konserleri hep bu amaca yönelik çabaları.

***

Dün bir Opera binası yapacağını ve yerini “sır gibi” sakladığını söylüyor...

Atatürk Kültür Merkezi’nin tadilatının hala bitmediği! İstanbul gibi bir megapolde, bir belediye başkanının opera binası açacağı müjdesini! vermek zorunda kalmasının ardındaki hazin tabloyu izliyorum...

Gitmek için ayağa kalkıyorum...

*****

MURAT HAZİNEDAR VE BİR ERTUĞRUL GÜNAY ANISI...

Tam gideceğim sırada; Murat Hazinedar beni görüyor ve bir yıl önce yemek masasında konuştuğumuz konuya referans yapıyor...

Aslında bir yıl önce konuştuğumuz konu, uzun zamandır kafamı kurcalıyor; fakat dünkü lansman gösterisinde bu soruyu sormayı doğru bulmuyorum...

O yemekte; Beşiktaş Belediye Başkanı’na, Beşiktaş kulübünün semtin kulübü olduğunu, semtle özdeşleştiğini, kulübe Beşiktaş semtinin sahilinde bir “sosyal tesis” yeri vermesinin, “şık” olacağını söylüyorum...

***

-“Ertuğrul Günay Kültür Bakan’ıyken, Dolmabahçe stadını şehrin dışına taşımak için çok uğraştı... Ama buna izin vermedik... Beşiktaş bu semtin takımı... Adını bu semtten alıyor... Kökü burada... Kendi semtinde Boğaz’a nazır bir sosyal tesisinin olması semtin kültürel ve tarihi dokusuna tamamlar...” diyorum...

Başkan da o gün bana bunu gerçekleştireceğine söz veriyor...

***

Ne ki aradan geçen bir yıl, bu konuda bir haber alamıyorum...

Konuyu üstelemiyorum...

İşlerinin çokluğuna, hayatın dayattığı şartların sıralamasındaki değişikliklerine yoruyorum... Dün de, salondan kalkmış giderken, bana hatırlatmasa ve özellikle konuyu açmasa, bu konuyu açmayacağım...

Kendisi referans yapınca konuyu açmak farz oluyor ve soruyu soruyorum...

***

-“Sosyal tesisin yerinin ne zaman verileceğini” soruyorum...

Başkan; politikada öğüt verenlerin kendisine şöyle dediğini aktarıyor:

-“Hizmetlerin en can alıcı olanlarını son iki yılda yap... O zaman etkili olurlar...”

-“Son iki yıla saklıyorum bunları...” diye ekliyor...

Teşekkür ediyorum kendisinden ve salondan ayrılıyorum...

***

Yolda dönerken eski Kültür bakanı Ertuğrul Günay’ı düşünüyorum...

Ne kadar uğraşmıştı o stadı Dolmabahçe’den alıp, şehir dışında başka bir yerde yaptırmak için...

***

Önceleri saf bir şekilde bu durumun “ideolojik ya da futbolla ilgili nedenlerden kaynaklandığını” zannediyordum...

O konularla ilgisi olmadığını çok sonraları anlayacaktım...

Bugün o stat; devasa bir alışveriş merkezi olarak değil de; Beşiktaş takımının mabedi ve yuvası olarak yapılıyorsa; ardındaki mütevazı alın terimin, hangi engebeli yollardan geçtiğini düşünüp nahif bir mutluluk duymanın hakkım olduğunu biliyorum...

***

Umarım; Beşiktaş’ın müstakbel sosyal tesislerinin kaderi de, stat gibi olur...

Beşiktaş’lı kendi semtinde, Beşiktaş’lı olduğunu Çarşı dışında da hissedebilir...

Yazının devamı...

Bir milyar dolarlık kadının öyküsü...

Haftada 69 pound; yani 280 lira para yardımı alabiliyordu devletten; kızını yedirebilmek, içirebilmek, bakabilmek ve barındırabilmek için JK Rowling... Bu paranın kendisine verilmesini onaylayacak devlet görevlisi kadın bir şart sürdü önüne;

-“Yalnız...” dedi;

-“Bu paradan daha fazla kazanacağınız full time bir işte çalışamazsınız... O zaman bu parayı alamazsınız...”

-“Haftada 69 pounda, çocuğumun bütün masraflarını karşılamamı mı bekliyorsunuz?..” diye sordu JK Rowling...

-“Bu soruyu çocuğunuza hamile kalmadan önce kocanıza sormalıydınız hanımefendi...” cevabını verdi görevli kadın...

***

JK Rowling; Portekiz’de bir okulda İngilizce öğretmenliği işini bulduğunda, İngiltere’den kalkıp Portekiz’e gitmişti...

Çocukluğundan beri hayatındaki en büyük zevki; yazı yazmaktı JK Rowling’in... Yaşamındaki en büyük destekçisi; annesini kaybedince, hayat çekilmez olmuş, kendisini Portekiz’e atmıştı...

Farklı bir şehir, farklı bir iş, yeni bir meşgaleyle, dertlerinden bu sayede kurtulmayı amaçlamıştı...

KUCAĞINDA BEBEK; EVSİZ BARKSIZ; 280 LİRALIK HAYATIN HİKAYESİ...

Gazeteci Jorge Arantes’le tanıştığında, genç adamın yakışıklılığına vurulmuştu... Yanısıra, entelektüelliğinden, kitap kurdu gözükmesinden, bir dolu şeyi bilmesinden etkilenmişti...

Annesinin ölümüyle iyice yalnız kaldığını günlerdi...

***

Ülkesinden uzakta bir şehirde, dilini bilmediği bir ülkede, kendi ana dilini İngilizce’yi öğretiyordu...

Yalnızdı ve en kolay aşık olabileceği zaman dilimindeydi...

Yakışıklı Portekiz’li gazeteci hayatına bir kurtarıcı gibi girmişti... Onunla çok iyi zaman geçiyordu... Hayatı renklenmiş, istediği gibi konuşabileceği, gezip tozabileceği, sevgiyi yaşayabileceği bir adamı bulmuştu nihayet...

***

Sekiz hafta gibi kısa bir süre içinde, evlenmeye karar verdiler... Kız kardeşi hayatındaki tek dert ortağıydı...

-“Çok erken hareket etmiyor musun?..” diye sordu...

-“Hayır...” dedi...

-“Onunlayken mutluyum... Başka ne isteyeyim?..”

***

Gazeteciyle evlendiler...

Bir kadının en büyük zaaflarından biri; “erkeklerle sonu baştan belli olan ilişkilere girerken, kendini aldatabilme becerisidir...”

Bir erkeğin, karşısındaki kadına ne verip, ne veremeyeceği baştan bellidir...

Önyargısız; objektif yapılacak basit bir analiz; erkeğin ilerde kadına verebileceklerini de veremeyeceklerini de, başına açacağı sorunları da, açmayacağı sorunları da gösterir...

***

Ne ki kadının en büyük tutkusu ve aynı zamanda zaafı; “erkeği değiştirebileceğine olan inancıdır...”

Bu “şizofreni”; “kadına, başka kadınların erkek üzerinde başaramadığını başarma dürtüsü ve inancı verir...” Bu durumlar “kadının kör noktaları”dır...

***

JK Rowling; yakışıklı Portekiz’li gazetecinin hayatını sorgulamayacak, onun bugüne kadarki yaşamında neyin kendisi için uygun olmadığını hesaplayamayacaktı...

Evlendikten bir süre sonra, yakışıklı gazetecinin askerlik görevine gitmesi gerekti...

Askerden döndüğünde, “işini kaybettiğini öğrendi...”

Erkeğin morali çok bozuktu...

JK Rowling, kocasının moralini düzeltmek için ona mutlu edeceğine inandığı sırrını açıklayıverdi...

-“Hamileyim...” dedi;

-“Bir kızımız olacak...”

***

Yakışıklı gazeteci hiç beklemediği bir cevap verdi kadına;

-“Doyuracak bir boğaz daha olacak öyle mi?..”

Evden öylece çıktı gitti...

İçmeye gidiyordu...

***

Kocasının bir süre sonra dışarıda sürekli içtiğini, eve sarhoş geldiğini, hiçbir işe giremediğini, eve geldikten sonra kendisini cinsel ilişkiye girmek için zorladığını görecekti JK Rowling...

***

Böyle bir gecede; sevişmek istemediğini söyleyince içkili kocası ona saldıracak, boğazını sıkacak, ortalığı dağıtacaktı...

Küçük kızları uyanacak, korkacak, genç kadın evden ayrılmak isteyince de, kocası onu evden tek başına kovacaktı...

***

Çocuğu evde kalmış, genç kadın dışarıda meraktan çıldırmıştı... Eve polisle gelip, eşyalarını ve çocuğunu alıp çıktı evden...

İskoçya’ya kız kardeşinin yanına gitti, bir daha geri dönmemek üzere...

HARRY POTTER’I YARATIYOR...

Evi tutmaya çalışırken, ev sahibesi “nerede çalıştığını” sordu genç kadına... Bu soruya verecek bir cevabı yoktu... İkinci soru “kocasının nerede çalıştığı” sorusuydu...

Buna da verecek bir cevabı yoktu...

Üçüncü soru evin 300 poundluk kirasını, devletten aldığı 280 poundla, nasıl ödeyeceği sorusuydu... Buna da cevabı yoktu JK Rowling’in...

***

Sadece söz verebilir ve yemin edebilirdi; “Kirasını bir gün bile geciktirmeyeceğine...”

Ev sahibesi, kızına olan düşkünlüğünü fark edip; evini ona kiraya verdi... Sevinçten boynuna sarıldı ev sahibesinin...

***

Ancak JK Rowling’in hayatı tam bir keşmekeş halindeydi... Ne yapacağını bilmiyordu... Kız kardeşiyle konuşuyor, duruma bir çare bulmaya çalışıyordu...

Bir gün dayanamadı ve yazmakta olduğu taslakları kız kardeşine gösterdi... Kız kardeşi okuduklarına inanamıyordu...

-“Bu yazdıklarının sonu nerede?..” dedi...

-“Basılmayacağından korktuğumdan sonunu yazamadım...” cevabını verdi...

Kardeşinin desteğiyle, kitaplarının sonunu getirmeye başladı JK Rowling...

Harry Potter’ın arka arkaya yedi best seller kitabı böyle çıktı...

***

Kitapları ilk başlarda hiçbir yayınevi basmaya cesaret edemiyordu... Kadını tanımıyorlardı... Çocuk kitapları satmaz diye düşünüyorlardı...

Riske girmek istemiyorlardı...

Telefon rehberinde bulduğu menajerlik firmasının olağanüstü çabalarıyla, kitapları önce İngiltere’de, sonra Amerika’da bastırdı... İlk telifi sadece 1200 pound’du... Yaklaşık 5000 Türk lirasına tekabül ediyordu...

***

Bu para onun için büyük paraydı...

Ne yapacağını şaşırmıştı...

Evde ablası ve kızıyla kutlama yaptılar... Sonra 100 bin poundluk anlaşmaya geldi sıra...

Kitaplar Amerika’da basılacaktı...

İki yıl içinde bütün hayatı değişti JK Rowling’in... Adının baş haflerini koymasının nedeni, “kadınlığını gizlemek ve erkek yazar intibaı yaratmaktı...”

Menajeri, genç erkeklerin kadın bir yazarı okumayacağını söylemiş, “erkek yazar izlenimi verecek bir isim koymasını” öğütlemişti...

O da isminin baş harflerinden JK Rowling markasını yaratmıştı...

İNGİLTERE’NİN EN ZENGİN KADINI OLUYOR...

JK Rowling şu anda 50 yaşında üç çocuk annesi bir kadın... Kitapları dünyada 400 milyon adet satıyor... Kitaplarından yapılan filmler rekor gişe hasılatı elde ediyor...

Serveti 1 milyar doları bulmuş durumda... İngiltere’nin en zengin kadını o... İkinci evliliğini bir doktorla yaptı ve ondan da iki çocuğu oldu...

Hayatındaki amaçlarından biri üç çocuktu... Üç çocuğu var; yeni kocasıyla mutlu bir hayat sürüyor ve yazmaya devam ediyor...

***

Dün onun hayatını Magic Beyond Words (Kelimelerin Ötesindeki Sihir) filmini izledim... Harry Potter filmlerinden çok daha etkiliydi, Harry Potter’ın yazarının kendi yaşamındaki dramatik örgü...

***

Sabah Cat Stevens’ın “Sad Lisa” parçasını okuduğu konserle uyanmıştım... Gençliğimin en önemli parçalarından biriydi Sad Lisa...

Güne Sad Lisa’yla başlamak gelmişti içimden nedense...

Akşam Ada’dan bir başka karakterin JK Rowling öyküsünün içine daldım; Magic Beyond Words filmiyle...

Akşam saatlerinde Lady Darbanville’i dinlemenin tam zamanıdır şimdi...

Yazının devamı...

İsa’dan daha popüler olduğunu söyleyen adamın başına gelenler...

“İsa’dan daha popüleriz...” dediğinde İngiltere birbirine giriyordu... Kilise ayaklanıyor... Muhafazakarlar ateş püskürüyordu...

Kendi fanatikleri ise onları çılgınca alkışlıyordu...

***

Hristiyan İngiltere’de, Hristiyanların “Allah’ın oğlu olduğuna inandığı” peygamberlerinden daha popüler olduklarını söyleme cesareti gösteriyorlardı... Bundan elli yıl öncesiydi...

Liverpool’lu birkaç gencin, birkaç yıl önce kendi aralarında kurdukları grubun adına Beatles diyorlardı...

***

Dünyanın gelmiş geçmiş en efsanevi grubuydu Beatles... Onların filmini ilk izlediğimde 9-10 yaşlarındaydım...

İngiltere’den başlayarak, Amerika’da, Avrupa’da verdikleri konserlerde; gençlerinin çılgın fanatizminin ulaştığı boyutları kendi gözlerimle görüyor “pop dünyasının starı olmanın nasıl bir sihir olduğunu” o günlerde fark ediyordum...

***

John Lennon, o grubun beyni, solisti, kurucusu ve en önemli starıydı...

Kendini “Hz. İsa’dan daha popüler gören adam” bir gün zengin bir ailenin sıradışı kızına aşık oluyordu...

Yoko Amerika’ya okumaya gelmiş kendisinden yaşça büyük bir Japon kızıydı... Efsane adam, kadının sanatta yoğunlaşmış entellektüelizminden müthiş etkileniyor; Yoko’yu kafasında çok başka bir yerlere koyuyordu...

***

Ona aşıktı...

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaaf, ya da tutku kadını tarafından onaylanmak arzusudur...

Aşık olan her erkeğin, kadınının onayına ve alkışına ihtiyacı vardır...

Bu onay arzusu; erkeği adım adım “kadınının istediği çizgiye” yanaştırır...

Kadın; erkeğinde onay mekanizması olduğunu anladığı andan itibaren; ustaca hareketlerle erkeğini yoğurur ve onu arzuladığı kıvama getirir...

***

Her kadının bunu yapabilecek becerisi, her erkeğin buna ihtiyaç duyacak bir talebi vardır... Napoleon büyük aşkı Josephine’in alkışını ve onayını alabilmek uğruna, ülkeleri fethetmiyor muydu?.. Josephine’e yazdığı mektuplarda paylaştığı zaferleri; onun esasen onaylanma arzusunun ifadesi değil miydi?..

***

Hazindir ki, Josephine, kendisini onaylatmak için uğraşan erkeği Napoleon’u; dünya imparatoru olduğu halde hep küçümserdi...

Napoleon, sonunda Emilie’yi bulup, Josephine’i kalbinden söküp atacaktı...

Ne ki; Julies Sezar Napoleon kadar şanslı olamıyordu...

O Kleopatra yüzünden öldürülüyordu...

Beatles’in efsanevi ismi John Lennon’ın kaderi acaba hangisine benzeyecekti?..

*****

‘JAPON CADISI’NIN ONAYINI ARAYAN EFSANEVİ JOHN LENNON...

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaaf kadını tarafından onaylanmak arzusuydu... John Lennon, sevgilisi Yoko Ono tarafından onaylanabilmek için, müzik anlayışını bir süre sonra değiştirmeye karar veriyordu...

Beatles’ı Beatles yapan, onu tüm dünyanın sevgilisi, ikonu haline getiren müzik anlayışından gün geçtikçe uzaklaşıyor; kendine sevgilisiyle olan yeni hayatına uygun bir tarz geliştirmeye çalışıyordu... Karı koca savaş karşıtı projeler üretmeye başlıyorlardı...

***

Bu uğurda filmler, şarkılar yapıyor; bildiriler okuyorlardı...

Öyle ki gün geliyor; John Lennon, Kraliçe’nin Beatles üyelerine verdiği şeref madalyasını, İngiltere’nin savaş yanlısı dış politikasını protesto etmek için iade ediyordu... Bir kadın; erkeği üzerine kendi damgasını vurabilmek için adım adım, onu istediği tarza ve kıvama getirmeye uğraşır...

Bu çabası kötü ve zararlı olacak bir çaba değildir...

***

Ne ki; hayatlarını başka çizgide sürdüren ve o çizgiyle mucizevi başarılar kazanan erkeklerde, değişiklik bazen çok iyi sonuçlar verse de, zaman zaman erkeğin içindeki “ilham kıvılcımı”nı öldürebilir... Tersi de kadınlar üzerindeki erkek etkisi açısından söz konusudur...

Onun için; Dünyadaki Beatles fanatikleri Yoko’ya gıcık oluyorlardı, onu “Japon cadısı” ilan ediyorlardı...

*****

KADININA ATILAN ÇAMURUN ERKEK EGOSU ÜZERİNDE YAPTIĞI ONULMAZ ETKİ...

Yoko’ya “Japon cadısı” adını takan, Beatles fanatikleri farkında değillerdi ki, egolarına sonsuz güvenen erkekler, kadınlarına atılan çamurlardan etkilenmez, tersine çamur atanlara tepki duyarlardı...

O erkekler; kadınlarını kendi egolarının içine aldıklarından, atılan çamurları kendi üzerlerinde hissederlerdi...

***

Kadın erkeğin egosundan özel nedenleriyle çıkmadıkça, erkek kadınıyla hareket etmeye devam ederdi... John Lennon da öyle yapıyordu... Dünyanın en efsanevi grubunu kuran adam, Beatles’ı kendi elleriyle dağıtma kararı alıyordu...

Karısı Yoko’nun, grubun milyonlarca hayranı tarafından Beatles’ı yıkan kadın olarak nitelendirileceğini bile bile...

***

Lennon ve Yoko bir süre Vietnam Savaşı’nı protesto eden bed-in gösteriler yapıyorlar...

Birlikte çektirdikleri çıplak fotoğraflarının yer aldığı stüdyo çalışmalarına imza atıyorlar, hayatlarını kendi bildikleri çizgide sürdürüyorlardı... Bir süre sonra oğulları Sean’ın dünyaya gelmesi, onların hayatı için bu bir dönüm noktası oluyordu...

Manhattan’da Central Park’a bakan o lüks apartmanların bir dairesinde çok düzenli bir hayata geçiyorlardı...

*****

LENNON’I AFFETMEYEN ADAM...

Elleriyle kurduğu Beatles’ı elleriyle yıkan Lennon’ı, üzerinden 10 yıl geçtiği halde, affetmeyen Beatles fanatikleri vardı... Onlardan biri, evinin önünde kurşunlayarak öldürdü John Lennon’ı...

***

Efsane adam, aşık olduğu kadına kendini onaylatmak ve onun alkışını alabilmek uğruna, bütün hayatından ve kurduğu Beatles’tan vazgeçiyordu...

Onunla mutlu oluyor, ama o yüzden de öldürülüyordu...

Tıpkı Kleopatra’yı mutlu etmeye çalışan Ceasar’ın öldürüldüğü gibi... Tıpkı arkasından Kleopatra’yı mutlu etmeye çalışan Andonius’un öldüğü gibi...

***

Egolarına sonsuz güvenen erkekler, kadınlarının alkışı uğruna ölebilirlerdi...

O erkekler için tek bir kadından gelecek alkış, bir süre sonra milyonlarca alkışın önüne geçebilirdi...

***

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaaf, ya da tutku kadını tarafından onaylanmak arzusudur... Aşık olan her erkeğin kadının onayına ve alkışına ihtiyacı vardır... John Lennon’ın söylediği Yesterday şarkısı şöyle biter:

Yesterday, love was such an easy game to play... (Dün aşk oynaması kolay bir oyundu)

Now I need a place to hide away... (Şimdi saklanacak bir yere ihtiyaç duyuyorum...)

***

New York’ta bir öğle üzeri yürüyüş yaparken; tesadüfen görmüştüm John Lennon’ın öldürüldüğü yeri... Güneşli bir New York günüydü...

Aşkın bir erkekte yarattığı en büyük zaafın ya da tutkunun kadını tarafından onaylanmak arzusu olduğunu bilmiyordum o günlerde... John lennon’ı öldürüldüğü yere baktım...

Bir süre orada öylesine dikildim kaldım... Kim bilir Yoko nerelerdeydi o esnada?..

Onu görmeden usul usul uzaklaştım evin önünden...

Central Park’ın içine daldım...

Yeşilliklerden soluklanma ihtiyacı duyuyordum...

Yazının devamı...

Beşiktaş Manchester United’ı örnek almalı...

Manchester United’ın evindeki son maçının bitiminden sonraki görüntüleri izliyorum...

Old Trafford stadyumu ayakta Manchester United takımının futbolcularını alkışlıyor...

Statta muhteşem bir görüntü ve seromoni var... Alkış bitmek bilmiyor...

Futbolcular da tribünleri alkışlayarak cevap veriyor...

***

Bir süre sonra United’lı futbolcular, Old Trafford’un bütün tribünlerini ziyaret ederek, alkışlara cevap veriyorlar... Kendi statlarında bir nevi tur atıyorlar...

Manchester United ve dünyanın en büyük kulüplerinden biri...

Premier Lig şampiyonluklarına abone olan bir kulüp...

***

Töreni izleyen ve Premier Lig’de bu yıl ne olduğunu bilmeyen herhangi bir futbolsever; United’ın bu yıl Premier Lig’i şampiyon olarak bitirdiğini düşünür... Oysa Manchester United bu yıl ligi birinci bitirmiyor...

İkinci; hattı üçüncü de bitirmiyor...

Lig Şampiyonu Chelsea’nin son maç öncesi 15 puan gerisinde bulunuyor...

Dördüncü sırada ancak bitiriyor ligi...

Tek başarısı, şampiyonlar ligine katılıyor olması...

United gibi bir takım için, dördüncü bitirdiği bir sezonda şampiyonlar ligine katılmak, bir başarıysa söylenecek bir söz yok...

***

Ama Old Trafford’daki onbinlerce taraftar, ayakta alkışlıyorlar takımlarını ve futbolcularını...

Bununla da bitmiyor seromoni...

Geçen yıl; Hollanda Milli Takımı’ndan Manchester United’a gelen teknik direktör Louis Van Gaal, mikrofonu eline alıyor...

Taraftarına teşekkür ediyor...

Gelecek sezon daha güçleneceklerini ve daha güçlü mücadele vereceklerini söylüyor...

Teknik direktör Manchester United gibi bir takımı dördüncü bitirdiği sezonun sonunda bile; eline mikrofonu alarak, stadın ortasında taraftarlara gelecek sezonunun planlarını anlatabilecek kadar cesaretli davranabiliyor...

*****

BEŞİKTAŞ TARAFTARI, FUTBOLCULARINI VE BİLİÇ’İ AYAKTA ALKIŞLAYACAK...

Bu tabloyu izledikten sonra, Beşiktaş’ı düşünüyorum...

Bir sezon boyu, taraftarına yaşattığı mutlulukları, Avrupa’da kazandığı başarıları;

Zamanında 8-0 hezimete uğradığı Liverpool’u elerken gösterdiği başarıyı...

Totenham’ı elemesini, Arsenal karşısındaki muhteşem mücadelesini, Avrupa’da gruptan çıkmasını;

Ligin son dört haftasına gelindiğinde, en büyük şampiyon adayı olmasını...

Stadı yapıldığından her maçı deplasmanda oynamasına rağmen, gösterdiği müthiş performansı...

Taraflı tarafsız herkesin ayakta alkışladığı mücadelesini gözümün önüne getiriyorum...

***

Bu takımın futbolcuları ve teknik direktörünün Manchester United’dan neyi eksik görülüyor ki geçen sezon?..

Bu takım, Ankara’da oynayacağı son Gençlerbirliği maçında; kendi taraftarından statta bir alkışı, tribüne çağırıp ayakta takdir edilmeyi hak etmiyor mu?..

Bu takımın teknik direktörü Slaven Biliç; o taraftar tarafından alkışlanmayacak mı?..

***

Beşiktaş böyle bir kulüp müdür?..

Kulübe bunca hizmet etmiş futbolcusunu, ter dökmüş, mücadele etmiş, Beşiktaş’ı gururla temsil etmiş futbolcusunu, teknik direktörünü, sırf son iki haftada Türkiye Ligi Şampiyon’luğunu kaçırdı diye, tukaka edecek bir kültür müdür?..

***

Hayır Beşiktaş bu değil...

Gençlerbirliği maçında Beşiktaş kulübü böyle olmadığını gösterecek...

Beşiktaş son haftada puan kaybeden futbolcuların “Başkan tarafından uluorta azarlandığı, teknik direktörün herkesin ortasında” fırça yediği bir kulüp değil...

Böyle de olmayacak...

Beşiktaş; Beşiktaş gibi davranacak...

İngiltere Premier lig’inde Manchester United takımının yaptığı seromoninin aynısını Ankara Osmanlı Stadında Gençlerbirliği maçının sonunda yapacak...

Taraftarını selamlayacak...

Taraftar alkışlayacak...

Taraftar bütün futbolcularını bağrına basacak...

Taraftar, Slaven Biliç’i ayakta alkışlayacak...

*****

BİLİÇ ANCAK BEŞİKTAŞ’IN ESKİ HOCASI LUCESCU GELİRSE GİDEBİLİR... AKSİ HALDE BEŞİKTAŞ’TA KALMALI...

Bu takımı Türkiye liglerinin en mücadeleci takımı yapan...

Avrupa’da Lucescu dönemi dışında en başarılı sezona imza attıran... Liverpool’u, Totenham’ı, Feyenoord’u eleyen güçlü ve savaşan bir Avrupa takım yaratan...

Beşiktaş seyircisinin gönlünde taht kuran...

Karakterli, düzgün; Beşiktaş’ın değerlerine uyan... Slaven Biliç, Beşiktaş’ın eski hocası Lucescu dışında, hiçbir alternatifte Beşiktaş takımından gönderilmemeli...

***

Slaven Biliç’le Beşiktaş hiç de kötü bir sezon geçirmiyor...

Lucescu, Türk futbol tarihinin hiç hatırlamak istemediği bir sezonunun sonunda Türkiye’den ayrılmak zorunda kalıyor...

Federasyonun altı aylık ceza vereceği, 5 kırmızı kartla takımın kızartıldığı, çok söylenecek şeyin olduğu, ne var ki hiçbirini söylemenin doğru olmadığı bir sezon sonunda Lucescu Beşiktaş’tan ayrılmak zorunda kalıyor...

***

Eski Hoca’sına “vefa ve yarım kalan görevin tamamlanması” dışında; Beşiktaş’ın Biliç’le yollarını ayırması için tek bir geçerli neden bulunmuyor...

Biliç; gösterdiği performansla Beşiktaş’ta üçüncü sezon teknik direktörlük yapmayı hak ediyor...

Gordon Milne de ilk iki sezon takımı şampiyon yapamıyor...

Ancak kalıyor ve sonra büyük başarılara imza atıyor... Slaven Biliç; Gordon’dan aşağı kalır hiçbir yönü olmayan bir teknik direktör...

Eski hoca Lucescu’yla yarım kalan misyonun tamamlanması dışında görünen hiçbir alternatif; Biliç’in gitmesini haklı göstermiyor...

Yazının devamı...

Sevgiliyle romantik bir akşam yemeğine uygun olmayan lokanta!..

Dün Hüseyin Özer’in Karaköy’de yeni açtığı Sofra Lokantası’na gidiyorum bir grup arkadaşımla...

Sofra Lokantası’nı çoğu kişi gibi Londra’dan biliyorum...

Onbeş yıl önce, Sofra’nın; Londra Hilton otelinin arkasındaki şubesine gittiğim andaki duygularımı yeniden yaşadığımı hissediyorum...

***

Londra’da bir akşam üstü, tıklım tıklım dolu restorana girdiğimde, rezervasyonum olmadığından alelacele küçük bir masa yapıyorlar bana cam kenarında...

Kız arkadaşımla iki kişiyiz küçük masada...

Masayı küçük küçük öyle mezelerle donatıyorlar ki, bu mezeleri Türkiye’de hiçbir yerde tatmadığımdan ve tadamayacağımdan eminim...

***

Her şey o kadar özenli, o kadar lezzetli, o kadar minik porsiyonlarda estetik kıvamda sunuluyor ki, hiçbirini yarım bırakmaya gönlünüz elvermiyor...

Önce gelen bütün küçük mezeler, arkasından ana yemek derken, tıka basa doyuyoruz...

Restorandan çıktığımda, yediğim yemeğin fazlalığından rahatsız olduğumu hissediyorum...

Uzun bir yürüyüş yaparak kendime gelebiliyorum...

***

O sırada söylemiyorum; ama restorandan çıktığımda “Sofra’nın sevgiliyle romantik bir akşam yemeği için uygun bir lokanta olmadığına” kanaat getiriyorum...

Sevgiliyle romantik yenecek akşam yemeklerinin, bir kadeh kırmızı şarabın buruk tadının eşliğinde, hafif ve doyurucu olmamalı diye düşünüyorum...

***

Yemeğin inanılmaz lezzetinin mideyi doldurmak yerine, aşkın muhteşem dokusunun kalbi doyurduğu bir akşam yemeğinin, daha romantik ve masalsı olacağına hükmediyorum...

Sofra ise, arkadaşlarınızla, çoluğunuzla çocuğunuzla, öğlen yemeklerinde eşinizle dostunuzla, akşam yemeklerinde yurt içinden veya yurt dışından misafirlerinizle topluca gidebileceğiniz ve yediğiniz her yemekte inanılmaz lezzetler bulacağınız bir lokanta...

Fiyatları özellikle düşük tutuluyor...

Ayarındaki restoranların en az yarı fiyatına çıkabileceğiniz biçimde organize ediliyor...

***

Dün öğlen, yine aynı lezzetleri, aynı iştahla aynı keyifle yiyorum...

Yıllar; Sofra’nın yemeklerinin lezzetini azaltmıyor, lezzetine lezzet katıyor...

Hüseyin Özer ve ortağı Deniz Bey’e;

“Bu restoranın bir an önce Etiler, Boğaz çevresinde bir şube açmasını” ısrar ediyorum...

Bu muhitlerin müşterisi, bu tadın hakkını her daim verebilir diye düşünüyorum...

Yemek bitiyor ve tatlılar geliyor masaya...

TATLISIZ GEÇEN GÜNLER...

Çok hafif tatlılarla donatıyorlar masayı... Farkındayım ki; tatlıların tadı muhteşem...

Görüntüleri; tadlarının nasıl olabileceğini apaçık gösteriyor...

Birbuçuk aydır tatlı yemiyorum...

Şekeri hayatımdan çıkartıyorum...

***

Mekan sahipleri; tatlılardan bir parça da olsa tatmamı istiyorlar...

Hatta ısrar ediyorlar...

Aklıma; bundan tam üç yıl öncesi geliyor...

2012’in bahar ve yaz ayları...

***

Beni cezaevine göndermek için, düğmeye basan o zaman kimliklerinden bihaber olduğum, eski tanıdıklarımın başlattığı süreç aklıma geliyor...

O korkunç günlerde; bir taraftan yoğun spor yaparak hayatta ve ayakta kalmaya çalışıyorum...

Böyle anlarda, insanın var olma ve hayatta kalma sürecinin başladığını o günlerde hissediyorum...

İnanılmaz spor yaparak, beni öldürmeye çalışanlara karşın inatla yaşama ve hayata tutunmaya uğraşıyorum...

Çocuklarıma olan sevgime tutunarak...

Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabını hatırlayarak...

Hayata daha fazla tutunmak için inanılmaz bir direnç gösteriyorum...

***

Sporun yanında, yediklerime içtiklerime dikkat edince; o tarihlerde üç ayda 25 kilo veriyorum... Sonra yaz bitiyor; Eylül geliyor...

Bir akşam bir dost sofrasında, yemeğin arkasından su muhallebisi servis ediliyor...

O günlerde şeker yemeği yine kesmiş olduğumdan;

“Ben bu tatlıyı almayayım” diyorum...

Israr gırla kıyamet başlıyor...

Tatlının hafif kıvamından, zaten su muhallebisi olduğundan dem vuruluyor ve o gece o sofrada “o su muhallebisi biraz da metazori bana tattırılıyor...”

Tadış; o tadış!..

ŞEKERİ BIRAKTIKTAN SONRA BİR KEZ ALIRSANIZ GEÇMİŞ OLSUN...

Sigara tiryakilerine söylerler...

- “Sigarayı bıraktıktan sonra sakın sigara içmeyin...” diye...

- “ Bir kez içerseniz, bir süre sonra yine eskisi gibi içmeye devam edersiniz... Arada ne kadar zaman içmemiş olursanız olun...” diyerek...

***

Sigarayı bıraktığım 10.5 yıllık sürede, bir daha hiç sigara içmediğimden bu iddia ne kadar doğru bilmiyorum...

Ama “alkolik” değilseniz içki için bu iddia doğru değil biliyorum... Haftada 4-5 gün içki içiyorum uzun yıllar önce... On yıl önce bir kez kesiyorum, 3-5 ay hiç içmiyorum... Sonra zaman zaman kırmızı şarap içiyorum yemeklerle... Beş yıl önce onu da bırakıyorum...

***

Bıraktığım ilk üç yıl, toplam üç ya da dört kadeh şarap içiyorum... Sonraki iki yılda, belki beş ya da on kadeh bütün bir yıl boyunca... Ancak o kadehlerin hiçbiri, beni yeniden haftada dört gün, hatta haftada bir gün şarap içmeye sevketmiyor...

Ne içkiye, ne sigaraya yeniden başlamıyorum...

***

Ancak “üç yıl önce birkaç aylığına bıraktığım şekere, o gece yediğim su muhallebisinin ertesinde yeniden başlıyorum...”

Şekeri bir kez yemeye başladığınızda, vücudunuzdaki şeker talebi inanılmaz bir biçimde tetikleniyor...

Yeniden tatlı ve şeker yemek konusunda dayanılmaz bir arzu duyuyorsunuz... Bunu bildiğimden; dün dostların bütün ısrarlarına rağmen; ne su muhallebisinden, ne de muhteşem görünen tatlıların herhangi birinden tek bir gram almıyorum...

- “Ben tatlı yemiyorum...” diyorum...

Hafif gurur duyarak...

Yazının devamı...

Gazetecilik mesleği ve insan hayatına yararları...

Gazetecilik mesleğine; gençlik yıllarımda beş yıllık bir siyasi türbülansın içinden geçerek geliyorum...

Onbeş yaşından yirmi yaşına kadar beş yılımı, siyasetin derin teorilerinin, sosyolojinin, felsefenin, ekonominin, hukukun kalın kitaplarının, içinden geçerek, okuyarak, araştırarak ve pratikte tartışarak geçiriyorum...

***

Üstüne okuduğum üniversite; zaten hayatta okuyarak edindiğim bilgileri içeren bir yüksek okul hüviyetinde oluyor...

Ben, hayatta okuduklarımı, üniversitede sınavlarına girerek, derinleştiriyor, üstüne bir de üniversite diploması alıyorum...

***

Yirmi iki yaşına geldiğimde; hem okuldan, hem hayatın içinden; en fazla bildiğim şeyler; siyaset, hukuk, felsefe, sosyoloji, sosyal psikoloji, ekonomi ve psikoloji oluyor...

Tüm bunların içinde; psikoloji dışında hiçbir şeyle fazla ilgilenmiyorum...

***

Siyasi muhabirlik, diplomasi muhabirliği, uluslararası gazetecilik, dış haberler, parlamento haberleri, Anayasa Mahkemesi muhabirliği gibi siyaseti ve toplum yönetimini ilgilendiren her alanda gazetecilik yapıyorum, ama psikoloji dışında hiçbir şey fazla ilgimi çekmiyor...

***

Gazetecilik mesleğinin Anglo Sakson kültüründe olduğu gibi “işlevsel” özelliği üzerinde duruyorum...

Gazete veya televizyon gazeteciliğinin, insan hayatına katkı sağlayacak, onu mutlu edecek, değer yaratacak ve hayatın işleyişine katkı sağlayacak bir işlevsellikte olmasını gerekli görüyorum...

Gazeteciliği “patronların bankalarının kurtarılması için, bir araç olarak görenlerin” gazeteci olarak adlandırıldığı ve muteber sayıldığı bir ülkede; “insan hayatına değer katan işlevsel gazeteciliğin” egemen olması düşünülmüyor...

***

Neyse bir kez daha bahar geldi, yakında yaz geliyor...

Organizmalar doğuyor, doğa kendini yeniliyor ve evren yeni doğumlara sahne oluyor...

Yaz için, metabolizmayı genç tutacak, sağlıklı işlemesini sağlayacak, bazı bilgileri paylaşmayı doğru buluyorum...

*****

ZİHNNİZİ GENÇ TUTAN MADDELER...

Gıda Teknolojisi dergisi zihni genç tutan beş önemli gıdayı sıralıyor;

***

1) Kakao;

İçermiş olduğu flavonoller zihni geliştiriyor...

Hafızayı genç tutan önemli bir gıda...

***

2) Omega 3 yağ asitleri;

Farelerde yapılan çalışmalara göre Omega 3 çoklu doymamış yağ asitleri ile beslenen farelerde obje tanımlama, yer belirleme hafızaları daha iyi oluyor...

Omega 3, somon sardalye balıklarıyla keten tohumunda fazlaca bulunuyor...

***

3) Ceviz;

Ceviz eklenmiş gıda yüklemelerinde; farelerde Alzheimer riskinin azaldığı görülüyor...

Hastalığın gelişimini engelliyor yavaşlatıyor...

***

4) Kolin;

Özellikle kadın sağlığı ve karaciğer için çok önemli bir madde...

Beyin hücreleri ile diğer organlar arasındaki iletişimi sağlıyor...

Tuzlu su balıkları, yumurta, karaciğer, süt, soya, barbunya ve baklagillerde var...

***

5) Magnezyum;

Şok geçiren, beyin sarsıntısı yaşayan insanlarda çok etkili sonuçlar veriyor...

Avokado, soya fasülyesi, muz ve bitter çikolatada bulunuyor...

*****

EĞER BİR İNSAN ÇOK FAZLA GÜLÜYORSA...

Eğer bir insan fazla gülüyorsa, hatta saçma sapan şeylere bile gülüyorsa, bilin ki içten içe büyük yalnızlık çekiyordur...

***

Eğer bir insan çok fazla uyuyorsa; büyük ihtimalle üzgündür; hüzünlüdür...

***

Eğer bir insan az konuşuyorsa, konuşurken de hızlı konuşuyorsa, o insan sır saklayacak biridir; ona güvenebilirsiniz...

***

Eğer bir insan ağlayamıyorsa, o insanın zayıf bir kişiliği var demektir...

***

Eğer bir insan anormal bir şekilde yemek yiyorsa, büyük ihtimalle çok gergin ve stresli bir haldedir...

***

Eğer bir insan ufak şeyler için bile ağlıyorsa; ya çok yumuşak kalplidir, ya da masum olmasına rağmen suçlanıyordur...

***

Eğer bir insan her şeye çok çabuk sinirleniyorsa, o insanın sevgiye ihtiyacı vardır...

*****

UTANGAÇ İNSANLAR...

Psikolojik araştırmalara göre, “utangaç insanlar sevdikleri insanlara karşı daha samimi, dürüst ve bağlı olurlar...”

*****

BAHARA VE YAZA YENİLENMİŞ GİRMENİN İPUÇLARI...

1) İki sezondur dolabınızda bulunan kıyafetlerin tamamından kurtulun...

***

2) Evinize masraf yapmadan, ufak dokunuşlarla yepyeni bir hava verin...

***

3) Saç renginizde cesur bir değişiklik yapın...

Yeni sezon öncesi iltifata doyarak moral depolayın...

***

4) Kışın ağırlığını üzerinizden atın...

O sakalı artık kesin...

***

5) Telefon rehberinizden eski sevgilinizin numarasını artık silin...

***

6) Diyete başlamayın...

Beslenme alışkanlıklarınızı sezona yakışacak şekilde komple değiştirin...

***

7) Spora başlayın ve mümkünse açık havada yapabileceğiniz sporları tercih edin...

***

8) Rafları tozlanmış, kütüphanenizi yeniden düzenleyin...

Sizi pozitif yönde motive edecek yeni kitaplarla doldurun...

***

9) Balkonunuzu elden geçirerek, kendinize yeni bir oturma alanı yaratın...

***

10) Evinizde köşe bucak bir bahar temizliği yaparak, tertemiz bir sayfa açın...

(Her gün 1 Yeni Bilgi tweet hesabından alınan bilgiler mevcuttur...)

Yazının devamı...

Dedem; babam; ve oğlum...

Dedem; Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak doğuyor...

Osmanlı İmparatorluğu için savaşıyor... Sarıkamış’ta Rus ordularıyla savaşırken, ayak parmakları donuyor...

Parmaklarını kesiyorlar...

Dedem yaşarken, Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na giriyor...

***

O parçalanırken; yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor... Dedem Osmanlı’nın bir vatandaşı olarak gece yatıyor, sabah artık Türkiye Cumhuriyeti var oluyor...

***

Onun yaşadığı topraklar, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içine giremiyorlar...

Dedem hasta yatağında “Türkiye; Türkiye” diyerek ölüyor... Babam dedemin manevi mirasını yükleniyor;

Türkiye doğumlu bir kızla evleniyor ve dedemin torununu yani “ben”i Türkiye’de doğurtuyor... Dedemin içinde yarım kalan özlemi; benim üzerimden gideriyor...

***

Bunlar benim ailemin Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerinden yaşadığı aile tarihi...

Dedemle ben, aynı soyun parçasıyız...

Aynı genetiği taşıyoruz...

Aynı ailenin parçasıyız...

Ben soyadımı bile; dedemin mesleğinden alıyorum...

İki ayrı devletin vatandaşı olarak doğmak, bizim dede-torun ilişkimizi değiştirmiyor...

İki ayrı devlet olmak, bu toplumun insanlarını değiştirmiyor... Tarihte adı ne olursa olsun, hayat aynı aileler, aynı insanlar, ayni etnik kimlik ve karakter üzerinden devam ediyor...

***

19 Mayıs 1919; dedemden bana, kimliğimizin ve kültürümüzün değişmeden devam edeceğini gösteren, bir milli direnişin başlangıç noktası olarak aile tarihimize kaydoluyor...

***

Aşağıdaki yazım; 2013 yılının 19 Mayıs’ında devletlerin devamlılığını anlattığım çok önemli bir yazı...

Dedemden bana kalan aile, aynı genetik ve aynı etnik kimlik ile kültürle hayatına devam ediyor...

Oğlum aynı zincirin bir parçası olarak doğuyor... Aşağıdaki yazı bu açıdan çok önemsediğim bir yazı...

19 Mayıs’ta yine yayınlamayı, okuyucuya karşı bir görev addediyorum...

19 MAYIS VE OSMANLI...

Son yıllar Türkiye’nin “Neo Osmanlı”yı (Yeni Osmanlı), Osmanlı padişahlarını, Abdülhamit’i, Osmanlı’nın uygulamalarını tartışmaya, yaşam öyküsü olarak da Kanuni Sultan Süleyman’ı, İkinci Mehmet’i (Fatih) yaşamaya başladığı dönemdir... Bir imparatorluğu yok etmeye giden sürecin en dip noktasında, yeniden bir dirilişin meydana geldiği tarihtir 19 Mayıs 1919...

Bu coğrafyada yaşayan insanların, “sizler için hayat bitti” dendiği noktada, “Hayır bitmedi” deyişinin milli refleksidir 19 Mayıs ve o gün başlayan mücadele...

***

Hayatı eksik okuduğumuz yer, “19 Mayıs 1919’un, bu ülkenin ve milletin yeni diriliş mücadelesinin ilk elle tutulur refleksi olması gerçeği” değil...

Bu gerçek orada ve duruyor...

Kimsenin karşı çıkamayacağı, kimsenin zaten karşı çıkmaması gerektiği bir yerde duruyor...

19 Mayıs “bu ülkenin yeniden diriliş refleksinin tarihsel ve kutsal zamanlaması”dır... Eksik okuduğumuz nokta; “Devletlerin zaman içinde isim değiştirseler de, içlerinde ve derinlerinde bir devamlılık halinin olduğunu” anlamama gerçeğidir...

Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyle, dağılan ve yok olma sürecine giden Osmanlı, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından mücadelesi 19 Mayıs’ta başlayan yeni Cumhuriyet’le “devlet” olarak örgütsel devamlılığını sürdürmüştür...

Yeni Cumhuriyet bağımsızdır...

İstiklali ve istikbali sağlamıştır bu topraklarda...

Ancak aynı zamanda yok edilmeye çalışılan Osmanlı’nın, bitmediğini, tarih sahnesinden ‘silindi’ gözükse de, yeni bir kimlik, hüviyet ve aidiyetle bu topraklarda varlığını sürdürdüğünün tescilidir...

***

Selçuklu’dan Osmanlı’ya devrolan tarihsel süreç, Osmanlı’dan da; 19 Mayıs 1919 direnişiyle, Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir...

“İstanbul’a oturan, emperyalist devletlere karşı Anadolu’dan başlayan mücadele biter gibi görünen Osmanlı’nın bitmeyip, yeni bir kimlikle yeniden dirilişinin mücadelesidir...”

Bu ‘diriliş’ işgal ve boyunduruk altına alınmaya çalışılan bir milletin, “şekil, şemal, kimlik ve felsefe” değişikliğiyle, yeni oluşan şartlara ve rüzgarlara uygun bir yapıyla ayakta kalabildiğini gösterdiği mücadeledir...

Milletlerin ve devletlerin tarihleri “derinlerde ilginç bir devamlılık ve benzerlikler” gösterir...

Osmanlı Miralay’ı Mustafa Kemal, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir Cumhuriyet Mareşali’dir...

Ancak “Bu mareşal aynı zamanda bir Osmanlı miralayıdır...”

Mustafa Kemal’in askeri meslek kariyerindeki iki önemli durak, gerçekte bir milletin ayrı isimler, devletler aidiyetler ve rejimler altında devam eden tarihinin “özünde aynı ve bir” olduğunu gösteren ispatlardır...

***

19 Mayıs 1919’da Topkapı Sarayı’nın önündeki sahile gömülmeyeceği ve tarih sahnesinden silinmeyeceği anlaşılan bu millet, bugünden sonra da bölgede ve dünyada oluşan yeni şartlara, konjonktüre ve rüzgarlara yenilmeyecektir...

Tersine onların yeni rüzgarlarından, yeni bir sinerjiyle çıkmasını bilecektir...

Tarihin ve bu milletin her şart altında ayakta kalmasını becerebilen “siyasi diriliş refleksi” Anadolu’daki kardeş savaşını sona erdirecek “barışı sağlayacak”tır... Osmanlı Miralay’ı Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’ndaki direnişiyle, Samsun’a ayak basışındaki tarihsel köprü, aynı bireysel ve siyasi tarihin parçalarıdır...

***

19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasıyla başlayan “diriliş”, aslında Osmanlı’nın tarihten yok olmama savaşının ta kendisidir...

Çanakkale’deki Miralay’la, yıllar sonra Ankara’daki Mareşal aynı insandır...Miralay’ın Osmanlılığıyla, Mareşal’in Türkiyeliliği aynı nüvenin değişik tezahürleridir...

Osmanlı bugün Neo-Osmanlı biçiminde yeniden ayağa kalkmaya çalışıyorsa, bunu 19 Mayıs 1919’a borçludur... 19 Mayıs’ın varlığını; bizzat Osmanlı’ya borçlu olduğu gibi...

Bunları anlayamazsak tarihi doğru kavrayamayız... 19 Mayıs Bayramı’nız “geçmişten geleceğe uzanan tarihsel köprü”nün muhteşemliğinin bilinciyle; kutlu olsun tüm Türkiye’ye...

Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa...

Yazının devamı...

Babanız; “Gelecek kaygısına düştüğünüzde, en büyük kahramanınızın size ışık tuttuğu insan...”

Babanızın sesini duyma ihtiyacı hissettiğiniz 18 an:

***

1) Kötü geç en bir günün ardından, yaptığı espirilerle sizi neşelendirmesi için...

***

2) Sınavdan 100 üzerinden 5 aldığınızda, “İşte benim oğlum/kızım” demesi için...

***

3) Hayatınızın içinden çıkılmaz bir hal aldığını düşündüğünüzde, sizi cesaretlendirmesi için...

***

4) Babasının omzunda gezen bir çocuk gördüğünüzde sadece sesini duymak için...

***

5) Sevgilinizden ayrıldığınızda sadece sizi dinleyip, destek olması için...

***

6) Gelecek kaygısına düştüğünüzde, en büyük kahramanınızın size ışık tutması için...

***

7) En sevdiğiniz baba-kız dans müziği radyoda çaldığında eski günleri anmak için...

***

8) Baba olduğunuzda “seni anladım” demek için...

***

9) Hayatınızı kökten değiştirecek bir karar vermeden önce fikrini almak için...

***

10) Herkesin sizinki kadar süper bir babası olmadığını fark ettiğinizde, ona hissettirmek için...

***

11) Yaşadığınız küçük tatsızlıklardan dolayı, onu affettiğinizi söylemek için...

***

12) Aslında her şeyin çok basit çözümleri olduğunu duymak için...

***

13) Yalnız kaldığınızda sizi çok iyi anlayan ve seven biriyle konuşmak için...

***

14) Yeni bir işe başlamadan önce, “aman bu işi de mahvetme!” demesini duymak için...

***

15) ‘Param bitti’ demeden, onun satır aralarını okuyup ertesi günü para yatırması için...

***

16) Kendinizi prenses gibi hissetmek için...

***

17) Ampul patladığında, musluk damlattığında, kilit bozulduğunda nasıl halledeceğinizi sormak için...

***

18) Hastalandığınızda, gribin çok tehlikeli bir hastalık olmadığını güvenilir birinden duymak için...

***

BONUS: “Seni seviyorum baba” demek için...

*****

İYİ İNSANLAR İYİ HABERCİ OLURLAR... SENİNLE GURUR DUYUYORUM NAZİF...

Haber merkezine geldiğinde gencecik bir çocuktu...

Çok çalışkandı... Sabahtan akşama kadar hiç sektirmeden, çalışırdı...

***

O yıllarda Show Haber Merkezi’nin, görünmeyen gizli bir “aile kuralı” vardı...

Kuralı ben koymuştum çaktırmadan...

Haber Merkezi’nin eskileri bir süre sonra durumu öğrenmişlerdi, biliyorlardı... Kendileri de yaşadığından yeni gelenleri izlemekten keyif alırlardı...

***

Kural basitçe şöyle işliyordu;

Show Haber Merkezi’ne yeni gelen bir eleman, geçmişte hangi görevde bulunmuş olursa olsun; “çok ağır bir eğitimden” geçiyordu...

Yaptığı haberler, çektiği görüntüler, hazırladığı prodüksiyonlar Show Haber’in diline ve frekansına uygun olsun diye, yeni gelen üzerinde ağır bir baskı uygulanırdı...

***

Benimle eskiden çalışanlar bilirlerdi...

Eğer bir haberciyi; habercilik nüanslarıyla ağır eleştirmeye başladıysam; onun “haberci olacağı”na inanmaya başlamışım demekti...

Habercinin üzerine ağır baskıyı özellikle koyardım... Düşünürdüm ki, iyi bir haberci ancak üzerinde tonlarca baskı olduğunda ayakta kalabilirse, haberciliği sürdürebilir... Geri kalanı, en küçük bir dalgada, haberciliği bırakıp, kayıplara karışacaktır... Onun için baskıyı yaşamak haberci için şarttır...

***

Yeni gelen arkadaş; eleştiriye ses çıkarmıyor, dinliyorsa, içten içe onu sever, takdir eder, dışarıdan yine ağır eleştirmeye devam ederdim... Ta ki bir gün tam istediğim kıvama gelip, tam istediğim gibi bir haberi yaptığı güne ve ana kadar...

O gün diplomasını alırdı benden haberci... Ondan sonra, eleştirilerimin dozu tamamen düşer, onu aileden sayar, bir daha artık hiçbir şart altında ondan ayrılmayacağım hissini usulca ona verirdim...

***

Bütün haber merkezi bu rahle-i tedristen geçmiş olduğundan, eskiler yeni gelene uygulanan ağır prosesten gizli bir keyif alır, geçecek mi geçmeyecek mi aralarında toto oynarlardı...

Kolej’de okuduğum yıllarda İngiliz Edebiyatı dersinde; İngiliz yatılı okullarındaki hayatın romanlarını okumuştum... Oxford gibi, Eaton gibi ünlü İngiliz yatılı okullarının lise son sınıflara gelen kıdemli öğrencilerinin, orta bire gelen yatılı öğrencilere nasıl ağır bir eğitim verdiklerini biliyordum...

***

O genç çocukları okullu yapan, esas hayat eğitimi, okulun senior dedikleri kıdemli öğrencileri tarafından veriliyordu...

İngiliz yatılı okullarından bilinçaltıma yerleşmiş bir eğitim biçimiydi bu... Amaç öğrenciyi yok etmek değil, öğrenciyi okula adapte etmekti... Ancak bu o kadar ağır bir tecrübeden geçirilerek yapılıyordu ki, öğrenci okulun bütün kimlik eğitimini iliklerine kadar emiyordu...

***

Nazif Özcan Show Haber Merkezi’ne geldiğinde, Show Haber arka arkaya birincilikler alıyordu... En zor, ama en iyi eğitimin alınacağı zamandı...

Show Haber’i itibarsızlaştırmaya çalışanlar; onun nasıl bir prodüksiyon harikası haber merkezi olduğunu bilirler ama özellikle bu gerçeği geniş kitlelerden gizlemeye uğraşırlar...

***

Nazif çok çalışkan olduğundan onu prodüksiyona verdik...

Ancak prodüksiyon demek, Show Haber’in en zor işlerinden biri demekti...

Prodüksiyonlar öylesine kılı kırk yararak, iki kanaldan, doğal ses açarak, müzik döşeyerek, görüntünün en özeli, en hası seçilerek yapılırdı ki, o işe soyunmak cesaret isterdi...

***

Her haber bülteninde en galiz fırçaları yemeği göze almak demekti... Her yetişmeyen son dakika haberinden birinci derecede sorumlu olmak demekti... Nazif bunların hiçbirinden yüksünmedi... Deliler gibi çalıştı... Prodüksiyon yeteneğini mucizevi bir şekilde misli misli geliştirdi, ustalaştı...

Show Haber’in vazgeçilmez usta prodüktörü oldu... Bir-iki yıl içinde...

Ona söylemezdim...

Ama onu o kadar iyi yetiştirmiştim ki; karada, havada, denizde ona haberciliğin hiçbir tarafında ölüm yoktu...

***

İki gün önce, İstanbul Aydın Üniversitesi yılın habercilik ödüllerini açıklıyordu... TGRT haberi yılın haber kanalı seçti üniversite...

TGRT’nin bir önceki haber genel yayın yönetmeni Suat Yılmaz; Show Haber’in unutulmaz kadrosundandı...

Sonra görevi Nazif’e (Özcan) devretmişti...

Nazif; TGRT Haber’i İstanbul Aydın Üniversitesi öğrencilerinin oylarıyla, yılın haber kanalı haline getirmiş, “habercilik ödülünü” öğrencilerin elinden alıyordu...

Orada bir konuşma yaptı...

Büyük bir kadirşinaslık göstererek, “haberciliği öğrendiğini söylediği adımı şükranla andı...”

Nazif’in benim adımı söylemesinden değil ama... Nazif’in yılın habercisi seçilirken, bile; böylesine “adam gibi bir adam” olması koltuklarımı kabarttı...

Show Haber iyi insanların, iyi haberciler olarak yetiştiği bir okuldu...

O okulun en iyi öğrencilerinden biri olduğunu bir kez daha gösterdi Nazif Özcan... Onun haber merkezinde çalışanlar, kiminle çalıştıklarını ve ondan neler öğreneceklerini hiç unutmasınlar...

İyi insanlar; iyi haberci olurlar...

Bunu hiç unutmasınlar...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.