Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklar üzerinden Tanrı’nın bana öğrettiği hayat...

Baba mı çocuklarına hayatı öğretir?..

Yoksa çocuklar mı hayatı babaya?..

Bende ikincisi oluyor...

Altı yıl önce; bir akşamüstü yemeğe çıkmadan; ikizlerin annelerine “Bu çocukları nasıl yetiştireceğimi bilmiyorum... Mücadeleci ve azimli mi olsalar, yoksa daha mutlu ve huzurlu hayatı mı seçseler?..” diye soruyordum...

***

Elli yaşına gelmiş bir adamdım...

Bunca yaşanmışlıktan ve hayat tecrübesinden sonra; “çocuklarıma nasıl bir eğitim vereceğimi hala bilememek”ten, sonsuz derecede huzursuzdum...

Nasıl olup da; “bir çocuk için hala hangi yaşam biçiminin daha doğru olacağını bilemiyordum...”

Bunca sene ne için yaşamıştım?..

Bu sorunun cevabını bile bilemiyorsam; neyin cevabını biliyordum...

Huzursuzdum...

***

Şimdi her şeyi yavaş yavaş anlıyorum...

Bu olayın üzerinden altı yıl geçiyor...

Hayatı çocuklara ne kadar öğretiyorum; bilmiyorum...

Ama çocuklar bana hayatın bütün şifrelerini öğretiyorlar...

Bütün şifrelerini...

Bütün bilinmezlerini...

***

İlk kızım hayatta bana inanılmaz pencereler açmıştı... Ancak onunla esasen annesi ilgilendiğinden, onun üzerinden hayatla ilgili öğrendiklerim bir miktar sınırlı ve nakıs kalıyordu...

***

İkiz çocuklarım ise doğdukları andan itibaren; Bana yaşadığım hayatın bütün gizli kalmış şifrelerini...

Etrafımda dönen bütün dolapları...

Kimin gerçekte ne olduğunu...

Niye öyle davrandığını...

Birer birer ortaya çıkartıyordu...

***

Bu sözlerim...

Bir ironi...

Bir teşbih...

Bir abartı...

Edebi üslub kaygısıyla yaratılmaya çalışılan bir metafor arayışı değildi...

***

Dün onların doğum günüydü...

Sabah 6 sularında kalktığımda; Yatağın içinde uyumakta olan altı yaşındaki iki çocuğa bakarak bunları söylüyordum...

Ne öğrendiğimi, nasıl öğrendiğimi, hangi şifreleri bütün detaylarıyla ortaya çıkarttığımı yazmak gelmiyor şu anda içimden...

***

Okuyucuya şunu söyleyebilirim;

“Hayatı eğer çocuğunuza sizin öğrettiğinizi sanıyorsanız;

Büyük bir yanılgı içindesiniz...”

Uzun bir süre hayatı kolay kolay öğrenemeyecek durumdasınız...

***

Eğer, hayatı çocuklarınız üzerinden öğrenmeye başlamışsanız; tamamen doğruyu yapıyorsunuz...

Kendi gerçeklerinize adım adım yaklaşıyorsunuz...

Hayatın, evrenin ve sistemin nasıl işlediğini kavrıyor...

Etrafınızda çözemediğiniz şifreleri çözmeye başlıyorsunuz...

Hayatın bütün bilinmezleri, her geçen gün sizin tarafınızdan anlamlı bir bütünün parçaları haline geliyor...

*****

BİR BAŞKA HAYATIN SİZE ÖĞRETTİKLERİ...

Altı yıldır hayatı en ince ayrıntısına kadar öğreniyorum...

Sadece ikiz çocuklarımın ve şimdi biraz da büyük kızımın üzerinden, üçlü bir sınavdan geçerek, şifreleri kavrıyorum...

Altı yılda öğrendiğim sırları; milyonlarca insana haber yayını yaptığım esnada bilmiyordum...

Atina’da, Sofya’da, Tokyo’da, Berlin’de, Lahey’de, Londra’da, İslamabad’da, Nicosia’da, Lefkoşa’da ve Türkiye’nin dört bir tarafında görev yaparken bilmediğim gibi...

***

Bu kentler, bu ülkeler, büyük gazetecilik mecraları ve maceraları bana hayatla ilgili çok şeyler katıyorlardı;

Ancak şimdi çocuklar yoluyla öğrendiğim sırların binde birini bile gazetecilik üzerinden öğrenemiyordum...

***

Bir kadın, bir anne gibi çocukları bizzat yetiştirmeye ve sorumluluklarını almaya kalktığımda; hayat bana; geçmişte hiçbir zaman okuyamadığım şifrelerin gerçek yüzünü gösterecek, onları deşifre edecekti...

***

Hayatın şifrelerini çözebilmek için, “bir başka hayatın sorumluluğunu almak gerekiyor...”

Ancak bir başka hayatın sorumluluğunu üzerinize alırsanız; Gözünüz dört açılıyor,

Duyu organlarınız o güne değin atladığınız her şeyi kapsama alanına alıyor...

Her davranışın kodu içinizde kayda giriyor... Çevredeki insanlar dost mu düşman mı hafızanıza yazılıyor...

Hafıza hiçbir zaman silinmiyor...

Bir bilgisayar titizliğiyle işliyor...

*****

HAYATI NEDEN ÇOCUKTAN ÖĞRENİRİZ?..

Hayatı çocuktan öğreniriz...

Çünkü ancak onları gözlemlerken, kendi davranış kodlarımızın kökenini fark edebiliriz...

***

Hayatı çocuktan öğreniriz...

Çünkü çocuk saftır ve duyguları açıktır...

Kamufle etmez duygularını...

Hissettiklerini yapar, hissettiklerini söyler ve hissettiği şekilde davranır...

Çocuğu izlediğinizde, “yapay davranışlarınızın temeline iner, meramınızın ne olduğunu bulur çıkartırsınız...”

***

Çocuk bir başka candır...

O cana duyduğunuz sevgi, ilgi ve sorumluluk sizi “büyütür...”

Olgunlaştırır...

Esnekleştirir...

Kendi içinizdeki çocuğu ortaya çıkartırken, kendi içinizdeki hırçın egonuzu törpüler...

Yazının devamı...

Beş adamın hüngür hüngür ağladığı gece...

-“Türkiye’yi yıllarca televizyonlarda kasıp kavuran 5 adamın, bir masanın etrafında, hüngür hüngür ağladığı o geceyi hatırlıyor musun?..” dedi Şansal Büyüka;

O sırada oturduğumuz bitişik üç masadan oluşan sofraya bakıyordum...

Hiç kuşku yok ki, Bebek’te sıradan bir öğleden sonrası için kurulan sofra, “beş kişiyi ağlatan o sofraya göre daha ihtişamlıydı...”

***

1999’un tıpkı bugünler gibi bahar aylarıydı...

Show TV televizyon dünyasını kasıp kavuruyordu...

Bütün rakiplerini geride bırakıyor, tek başına sürekli birinci oluyordu...

Gazetelerde aleyhine kampanyalar; köşe yazıları, manşetler gırla gidiyordu...

***

Şansal Büyüka’nın deyimiyle “Ana haber ve spor programlarının karşı konulmaz ratingleriyle Türkiye’de SHOW TV diye bir moda çıkıyordu...”

***

Genel Müdür Murat Saygı’yı o akşam üstü biraz keyifsiz görüyordum...

-”Erol Bey bu akşam sizlerle bir yemek yemek istiyor...” dedi...

-”Paylaşacağı şeyler var sizlerle...”

Patronların medyada üst düzey yöneticileriyle yemek yemeleri adettendi...

Fakat Erol Aksoy; öyle bir patron değildi...

Uzun yemekler, memleket meselelerinin konuşulduğu sohbetler, felekten bir gece çalmak üzere hazırlanan davetlerle işi olan bir patron tipi değildi o...”

***

Beş kişilik bir yemek istediğine göre durum ciddiydi... “Paylaşacağı şeyler var” cümlesi pek hayra alamet gözükmüyordu...

Genel müdür Murat Saygı beş kişilik olacağını söylemişti yemeğin...

Erol Aksoy, Murat Saygı; Şansal Büyüka; Can Tanrıyar ve ben...

Kanalın içindeki anlam itibariyle söyleyecek olursam, spor, programlarının mimarlarıyla, ana haber ve haber bültenleri sorumlusu vardı yemekte...

*****

BİR MEDYA PATRONU...

Yer olarak Kemal Koç’un Levent’te o zamanlar açık olan Le Select restoranı seçilmişti... Restoran, şık bir mekan olmasına karşın, “meraklı gözlerin olmadığı, sessiz, sakin bir yerdi...” Böylece rahat konuşabilmemiz hesaplanmıştı ...

***

Erol Aksoy; İktisat Bankası başta olmak üzere, CİNE 5, turizm, leasing gibi birçok alanda faaliyet gösteren bir işadamıydı... “Deha” olarak adlandırıldığı alan; bankacılık, özellikle finanstı.. SHOW TV’yi ve CİNE 5’i elleriyle kurmuştu...

SHOW TV kısa zamanda Türkiye’nin en sevilen kanallarından birisi olmuş, geniş kitlelerle, arasında sıcak bir bağ kurmuştu...

Güneri Cıvaoğlu, Nuri Çolakoğlu, Faruk Bayhan, Ufuk Güldemir gibi medyanın önemli markaları, SHOW TV’de yöneticilik yapmıştı bu zaman zarfında...

***

Bir süre sonra SHOW TV; “kemerleri sıkma politikası” izlemeye başlamıştı...

Pahalı yapımlardan vazgeçmiş;

Geceleri önce Ateş Hattı sonra, Ana Haberle çok izlenen bir kuşak yaratmıştı...

CİNE 5’den aldığı maç görüntüleri ve transfer ettiği Maraton programı ekibiyle hafta sonlarını da spor programlarıyla kapatıyor ve her gece izleyiciyle “sıcak ve sempatik bir temas kurmayı beceriyordu...”

***

Kanal inanılmaz bir ivmeyle ratinglerde patlama yapıyordu...Show TV gerçeği, başlı başına bir toplumsal olgu haline geliyordu...

O akşam o yemekte buluşan insanlar, bu yapının mimarlarıydı... Ancak masadaki ağır hava ilk andan hemen fark ediliyordu...

Bir şeyler vardı; ama neydi?..

***

Birkaç yıldır Erol Aksoy’la çalışıyordum... Çok zeki, hiperaktif, zaman zaman da planlı bir biçimde agresif olabilen bir patrondu Aksoy...

Onda bunca yıldır görmediğim tek şey ise, “duygusallaşması ve mağdur görünmesiydi...”

Böyle bir durumu kendisi için hakaret sayan bir karakterdi Erol Aksoy...

***

Ancak nedense o gece, çok duygusal bir tonda konuşmaya başlıyordu Erol Aksoy...

-”SHOW TV benim ellerimle kurduğum, çocuğum olarak gördüğüm bir televizyon...” diyordu...

-”Onu sürekli birinci olan bugünkü haline siz getirdiniz...

Fakat şimdi size, hayatta hiçbir zaman söylemek istemeyeceğim bir şeyi söylemek zorundayım... İktisat Bankası yönetim kurulu; bankanın kredilerinin yarattığı yükten kurtulabilmek için, en önemli iştiraki olan, en değerli aseti olarak sayılan SHOW TV’yi satma kararı aldı... Satış işlemini yapmaktan başka çare bulamadık... Show TV’yi Çukurova grubuna (Mehmet Emin Karamehmet’in sahibi olduğu grup) satmak zorunda kaldık...”

***

Erol Aksoy’un sözleri, masaya bomba gibi düşmüştü... Herkes, tek kelime etmeden, sözlerin masada yarattığı ağırlığı sindirmeye çalışıyordu...

Hiç kimse bir şey söylemiyordu...

Aksoy; “SHOW TV’yi sattık” diyordu...

Bu öylesine kesin bir ifadeydi ki; kimseye, başka bir şey söyleme şansını da bırakmıyordu...

*****

KESİF BİR DUYGU SELİNİN MASAYA DÜŞTÜĞÜ AN...

O anda, hiç beklemediğim bir şey oluyordu... Erol Aksoy konuşmasına devam ederken, gözleri dolu dolu oluyor ve kısa bir süre sonra “ağlamaya başlıyordu...” Karşımda gördüğüm bir patronun ağlaması değildi sadece...

Erol Aksoy gibi, zekasıyla hayatı ve insanları snobize eden, “insani zaafları hiçbir ahval ve şerait altında kabul edilir bulmayan” bir karakter, hayatta hiç istemediği bir pozisyonda duygusallaşıyor ve ağlamaya başlıyordu...

***

Cenaze evlerinde ya da cenaze esnasında camideki cemaatte yaşanırdı bu duygu... Ağlayanlar; diğer insanları tetiklerlerdi... Ağlama duygusu, bir anda zincirleme bir hal alır; duygusal boşalma herkesi manyetik etkisinin altına sokardı... Erol Aksoy’u yıllar içinde kendinden çok daha güçlü işadamlarıyla savaşırken görmüştüm...

Hepsine karşı; nasıl bitmek bilmeyen bir varoluşçulukla mücadele ettiğini yaşamıştım...

Çoğu zaman “hiçbir şekilde taviz vermeyen bu mücadelesini içten içe aşırı bulur, toplantılarda bu duygumu hissettirirdim...”

Ancak Aksoy’u hiçbir zaman; “elleriyle yaptığı ve kurduğu SHOW TV denilen çocuğunu kaybettiği o andaki kadar, duygusal ve samimi” görmemiştim...

*****

NEYE AĞLIYORDUK ACABA?..

Aksoy’un ağlaması, masayı tetikliyor ve masadaki herkesi ağlatmaya başlıyordu...

Şansal Büyüka; Can Tanrıyar, Murat Saygı ve ben...

İnsanın ağlarken, kendisini tutmak istediği anlar vardır...

İçinden başka şeyleri aklına getirir ki; ağlaması dursun...

Fakat aklından ne geçirirse geçirsin; ağlamanın duygusal boşalma halini aldığı zamanlar da vardır...

Hiçbir güç gözyaşını kesemez o sırada...

İnsanın içi durup durup burkulur ve boşalma sürgit devam eder

***

Ağlarken bu derece yoğun bir duygusal boşalmayı niye yaşadığımı düşünüyordum...

Farkındaydım ki; öncelikle Erol Aksoy’un ağlamasına ağlıyordum...

Patronun “çocuğu gibi gördüğü televizyonunu satmak durumunda kalmasının” yarattığı duruma; “bunu hazmedemeyip, duygusal boşalma yaşamasına” ağlıyordum ben...

***

Erol Aksoy; çalışma arkadaşlarına çok müdahale eden bir patron tipiydi...

Ben ise; dışarıdan müdahaleyi, hiç sevmeyen, hiç kabul edemeyen bir gazeteci-televizyoncu profiliydim...

O sistematik ve matematiksel...

Ben ise duygusal, tepkisel ve sezgiseldim... Tam anlamıyla birbirimizin zıttı iki karakterdik...

Çalıştığımız yıllar boyunca; patronla çatıştığımız zamanlar, çatışmadığımız zamanlara oranla çok daha fazlaydı...

***

Fakat ben de o da, oradaki diğer üç kişi de biliyordu ki; SHOW TV’yle yaratılan değer; bir mucizeydi ve bu mucize “liberal ekonominin gerçekleri dışında hiçbir güce dayanılmadan salt televizyon çalışanların emeği ve aklıyla kazanılmıştı...”

Bizi hep beraber ağlatan gerçek esasen buydu...

İktisat Bankası’nı kurtarmak için; grubun elindeki en değerli “iştirak veya aset” SHOW TV halini almıştı...

Bundan dolayı SHOW TV satılmış; banka kurtarılmaya çalışılmıştı...

Bundan gurur mu duymalıydık o sırada bilmiyorduk...

Teselli ikramiyesini kabul edebilecek duygusal pozisyon ise hiçbirimizde yoktu o sırada...

Yazının devamı...

“Aldatma...”

Hayatta her şeyi olan bir kadının; bir gün bir yazarla konuşurken; yazarın sözlerinden etkilenerek, “hayatının monoton bir azap olduğunu düşünmesiyle” başlıyor roman...

Ne zamandır okuyacağım diye, “okunacak kitaplar” listemin içinde yer alıyor “Aldatmak” kitabı...

Paulo Coelho; “Simyacı”yı yazdığından beri dünyanın en etkili yazarları arasında yer alıyor...

***

Coelho benim için; “romanları yoluyla anlattığı yaşam felsefesi”nin, hayata kattığı değerler nedeniyle önemli bir romancı...

Yaşam sihrinin insanın içinde ve derinliklerinde bulunduğunu, hayatın sırlarının ve çıplak gerçeğini içimizden çıkabileceğini anlatan yazarlardan birisi o...

“Aldatmak” romanını sabahın erken saatlerinde okumaya başlıyorum...

***

Spor yaptıktan sonra, “gündüz saatlerinde oturup güneşi hissettiğim Bebek’teki bistromda” öğle yemeğinde romana devam etmeye karar veriyorum... Romanın kahramanı genç kadının;

Zengin ve düzgün bir kocası;

İki erkek çocuğu...

Çocuklarına Filipinli bir dadı tutabilecek ekonomik rahatı...

Çok okunan Fransızca bir gazetede iyi bir işi... İsviçre’de; Cenevre’de yaşamının verdiği mükemmel bir konforu...

“Yarın ne olacağım” korkusunu duymayacağı, emniyetli bir hayatı...

İstediği zaman istediği alışverişi yapabileceği, maddi imkanları var...

***

Genç kadın; hayatında yapacağı hataların, elinden her şeyin kaymasına yol açacağının bilinciyle, tıkır tıkır işleyen hayatını yaşamaya devam ediyor...

Ta ki röportaj yaptığı bir yazarın; “hayatta risk almadan yaşamanın, yaşamak olmadığı” mealindeki sözlerinden sonra...

***

Genç kadın, o sözü düşünürken “hayatta yapmakta olduğu şeylere ve değer gibi gözüken koşullanmalarına yabancılaşmaya başlıyor...”

Kadının içindeki yabancılaşma aniden önüne geçemediği bir şekilde ayyuka çıkıyor...

***

Kitabı okuyorum...

Ancak Bebek’teki favori bistromun, bir dezavantajı var...

Çok fazla dost ve ahbapla karşılaşıyor insan Paulo Coelho’nun insanı bir anda içine alan romanını bir çırpıda bitiremiyorum...

Sonunda; romanın okuma zevkini daha uzun bir zamana yaymanın bana değişik bir haz vereceğini fark ederek, bu durumu da mutlulukla karşılıyorum...

*****

MUSTAFA DENİZLİ VE ŞANSAL BÜYÜKA’YA RASTLAYINCA...

Etraf kalabalıklaşıyor...

Ben de işlerimi bitirmek üzere küçük masamdan kalkıp çıkmaya hazırlanıyorum...

Caddede yürümeye başlayınca, bistronun uzak köşesindeki masada dostum Erol Kaynar ve Mustafa Taviloğlu’nun; Mustafa Denizli’yle oturduklarını görüyorum...

Beş dakika diye oturduğum masa, bir süre sonra Şansal Büyüka’nın gelmesiyle, iki saatlik derin ve keyifli bir sohbete dönüşüyor...

***

Eski dostlarla ilişkinin çok tatlı bir tarafı var...

İki yıl, üç yıl beş yıl hiç görüşmeseniz de;

Onca yıl sonra karşılaştığınızda, sanki hiç ara vermemişcesine, “kaldığınız yerden devam ediyorsunuz sohbete...”

Birbirinizi tanıyorsunuz...

Karşınızdakinin nerede ne tepki vereceğini biliyorsunuz...

Kişilik koordinatlarını, vücut kimyasını, gelmişini geçmişini tanıyor, hayattaki şifrelerini kestirebiliyorsunuz...

***

Sohbet esnasında bu durum rahatlık ve konformizm sağlıyor...

Futbolun derinliklerinden, siyasetin labirentlerine kadar derin bir ufuk turu yapıyoruz...

*****

MEDYANIN BEŞ ÜNLÜ ADAMININ, BİR MASANIN ETRAFINDA AĞLADIĞI UNUTULMAZ GECE...

Şansal Büyüka bir ara bana dönüp;

-“Türkiye’yi yıllarca televizyonlarda kasıp kavurmuş beş adamın, bir masanın etrafında hüngür hüngür ağladığı o geceyi hatırlıyor musun?..” diyor...

***

Aniden gelen bu sözlerin referans yaptığı geceyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum...

Uzun zamandır; o günlerde mesleğin zirvesindeki beş ünlü adamın, hep birlikte küçücük bir akşam yemeği masasının etrafında hüngür hüngür ağladıkları geceyi yazmaya cesaret edemiyorum...

***

Gizlemeye çalıştığımdan değil... Böylesine tarihi olaylar, oldukları esnada “katılan aktörleri tarafından tarihi olarak değil, kişisel bir olay olarak addediliyorlar...”

Daha çok “özel ve kişisel anılar demetinin unutulmaz bir parçası” olarak sayılma eğilimini taşıyorlar...

***

Ayrıca; sözkonusu aktörler medyada “yöneticilik gibi ağır görevleri üstlenmişlerse, duygularına gem vurmayı, yönettikleri insanlar üzerinde otorite olarak kalmayı, zaaf gösterdikleri anları saklamayı doğru buluyorlar...”

***

Şansal Büyüka’nın “Hatırlıyor musun?..” dediği gece yaşananlar, “Türkiye’de medya tarihinin çok önemli bir kilometre taşına ve virajına denk düşüyor...”

***

Medyanın ve tarihin içinde aktör olarak yaşamaya devam ettiğinizde; o olaylardan sıyrılıp “insani taraflarla, zaafları da içerecek şekilde” olaylara kuşbakışı bakıp yazamıyor insan kolay kolay...

Oysa ben artık; uzun zamandır aktif gazetecilik yapmıyorum ve iki ay önce, “35 yıllık gazetecilik hayatımı” aktif olarak sona erdirdiğimi açıklamış bulunuyorum...

***

Şansal Büyüka dünkü sohbette bir ara;

-“En çok...” diyor...

-“Bu Reha’ya özeniyorum...”

Bu özlemin, gazeteciliğime değil, hayatın başka bir mecrasına kaymamdan kaynaklandığını biliyorum... Dün fark ediyorum ki;

Artık aktif gazetecilik yapmadığımdan, “medya tarihindeki dönemeç noktalarını oluşturan” olayları rahatlıkla yazabilirim...

Tarihe dönüm noktası teşkil eden olayları yazan kişinin;

“Günlük olayların hesabından, kitabından, girdabından ve önyargısından uzak olması gerekiyor...”

Ki eli rahat gitsin, kolay yazabilsin... Duygularına ve kalemine ket vurmasın... “Masa başında ağlayan 5 adamın öyküsünde” görüşmek üzere... Fransızların dediği gibi, A demain...

Yazının devamı...

Gazetecinin gittiği kentler...

Gazetecilik hayatım boyunca bir sürü ülkeye gidiyorum...

En ateşli görüşmelerin, en ağır çatışmaların, en düşman kampların konuşlandıkları merkezlerden iş çıkartmaya çalışıyorum...

İlk zamanlar gazetecilerin çok gezen, çok yaşayan, çok bilen insanlar olduklarını düşünüyorum...

Her yeri gördüklerini, her yeri bildiklerini tahayyül ediyorum...

***

Hayatımda birçok yere gazeteci kimliğimle gidiyorum...

Günlerce gecelerce oralarda görev yapıyorum...

Fakat kısa zamanda; gazeteciliğin bir şehri görme, bir şehri yaşama, şehrin derinliklerine ve kültürüne inme mesleği olmadığını fark ediyorum...

Gazeteci olarak görevli gittiğim kentlerde, sabahtan gece geç saatlere kadar, zirvelerin yapıldığı otellerde, salonlarda haber peşinde koşuyorum...

***

Gün boyu 12 saat haber peşinde koşan gazeteciler gece, 20’den 21’den sonra, topluca bir yere yemeğe gidiyorlar...

Hep beraber yiyorlar, içiyorlar bir miktar dağıtıyorlar...

Mesleğin ritüeli, raconu, fıtratı öyle biçimleniyor...

***

Bir süre sonra bir şehirden bahsedilirken, gazeteci olarak gittiğim kentlerin, beş yıldızlı otelleri, zirvelerin yapıldığı salonları, kongre merkezleri, gece restoran ve kulüplerin olduğu mahallerinden başka bir şeylerini bilmediğimi fark ediyorum...

Şehri şehir yapan şeylerle ilgilenemediğimi anlıyorum...

***

Hollanda’nın Lahey kentindeki bir Avrupa Birliği zirvesini izledikten sonra, akşam geç saatlerde zirvenin içinde yer alan medyaya ait büyük salonu hatırlıyorum...

Yerlerde kağıtlar, masaların üzeri savaş alanından çıkmış gibi dağınıklığın ortasında, sanki “ordular gelmiş, yakmış yıkmış harap etmiş de gitmiş gibi bir tablo” var büyük salonda...

Medya orduları; bir olayı izlemek için; geliyorlar, yakıyorlar yıkıyorlar, izliyorlar ve arkalarında çöp yığınları bırakarak terk ediyorlar...

***

Gazetecilikte görünmez kural, izlediğiniz işin bitiminin ardından, hemen ertesi öğlen uçağınıza atlayıp, ülkenize dönmek biçiminde şekilleniyor...

Bir gün fazladan kalmak, pek kabul edilebilir bir davranış modeli değil...

Gazeteci biliyor ki; bir gün fazladan kalıp, bulunduğu şehri gezse, merkezdeki meslektaşları yüksek perdeden dedikodu üretmeye başlayacaklar:

-“Oraya gitti, işi izlemeyi bıraktı... Keyif çatıyor...”

Bunu söyletmek istemiyor gazeteci, rekabet halindeki diğer meslektaşlarına...

Onun için bir an önce dönüyor...

Bir nedeni daha var o kadar erken dönmesinin...

Entellektüel gibi görünen meslek; aslında pek öyle entellektüel bir meslek değil...

Haber peşinde koşan gazeteci; gittiği yerin kültürel boyutlarını, coğrafi, toplumsal şifrelerini merak etmiyor...

Haberini yapıp geri dönüyor...

HAYATIMIN ESTETİK DURAĞI ŞEHİR; MİLANO...

25 yıl sıcak zirvelerde, sıcak olayların göbeğinde yaptığım gazeteciliğin ertesinde 2005 yılında; hayatın estetiğini sunan ve keyif veren şehirleri; gazeteci olarak değil insan olarak yaşamaya karar veriyorum...

İlk duraklardan biri olarak Milano’yu seçiyorum...

***

Bir Cumartesi sabahı atlıyorum uçağa ve Milano’ya gidiyorum...

Şehrin estetiği bir anda içine alıyor beni...

Milano inanılmaz güzel bir şehir olarak görünüyor gözüme...

***

Herkes zarif, uyumlu ve estetik giyiniyor Milano’da...

Eskiden renk uyumu taşıyan ceket, pantalon, gkazak, çorap, ayakkabı kombini için “asorti” kelimesi kullanılırdı...

Milano’da herkes “asorti” giyiniyor...

***

Şehrin meydanı ve marka mağazalarının bulunduğu; üstü camla kaplı alışveriş merkezinde, ince bir zevkin imbiğinden geçmiş, zevkli bir gustoyla döşenmiş kafeler, restoranlar bulunuyor...

Milano’ya ilk çıktığımda, şehrin estetik merkezine geliyor, kendime bir espresso ısmarlıyor ve şehre öyle “merhaba” diyorum...

***

Kısa bir süre sonra; Milano vazgeçilmez şehirlerim arasına giriyor...

Fırsat buldukça Milano’ya gitmeye başlıyorum...

Hafta sonları iki günü orada geçirip, hafta başı uçağıyla dönüyorum...

Kendim yenilenmiş, zevkim incelmiş, gustom biçimlenmiş, tarzım zarifleşmiş olarak döndüğümü hissediyorum her Milano seyahatinin sonunda...

İSTANBUL’DAKİ MİLANO...

Zorlu alışveriş merkezi, açıldığında ilk günler, oradaki mağazaya transfer olan Vakko ve Beymen’deki dostların davetiyle alışveriş merkezine uğruyorum...

Sonra; yolu sapa geliyor ve “trafik olur sıkışır bunalırım” diye pek uğramaz oluyorum...

***

İki hafta önce bir iş için; Zorlu’ya uğruyorum yeniden...

Lucca’nın patronu Cem Mirap; Zorlu’da Cantinerie adı altında Amerikan bistrosu tarzında bir yer açıyor...

Kaç kez beni kendisi davet etmesine rağmen, Zorlu Center’a gidemediğimden; dükkanı görmek fırsatını bulamıyorum...

***

O gün iş için bulunduğum sırada, dükkanı ziyaret ediyorum...

Zorlu’nun marka mağazalarının bulunduğu meydan; tıpkı Milano’da hayatımın estetik, zevkli ve keyifli dakikalarını geçirdiğim meydan gibi...

Çocuklar olduğundan beri uzak kaldığım Milano’yu; İstanbul’un göbeğinde evime 15-20 dakika mesafede bir alışveriş merkezinin ortasında buluyorum...

***

Kafeler, restoranlar, mağazalar, markalar ve estetik;

Her şey Milano’daki gibi, zarif, narin ve kaliteli bu alışveriş merkezinde...

Lucca’nın ikizi Cantinerie bir Amerikan bistrosu tadında meydanda bulunuyor...

Yemekleri Lucca lezzetinde...

Havası ve ambiyansı şık bir Newyork bistrosu tarzında...

Doğuş grubunun zarif restoranı Cantinerie’nin hemen karşısında, meydanın öbür yanında konuşlanıyor...

***

Eatalia isimli İtalyan lezzetlerinin en ince detayına kadar satıldığı muhteşem bir de marketi var...

Daha saymadığım çok fazla şey var İstanbul’daki Milano’da...

Küçük havuzlardan, huzur bulan Avrupa kentlerinin zarif sinerjisi yayılıyor etrafa...

“Buon pommerigio” diyor sanki insanlar birbirlerine...

Havada bir Milano esintisi hissediliyor...

Yazının devamı...

Kadınlar ve renkleri... Siyah beyaz kadınlar...

Aslında lacivert kadın denirdi onlara... Laciverdin pırıltısında, çekiciliklerini anlatabilmek için... Laciverdin albenisinde, asaletlerini belirtebilmek için...

***

Daha çok Nişantaşı’nda, brasserie ve bistro’larda, nadir görülen tarzlarda;

Ama mutlaka İtalyan mağazalarda, İtalyan modasında...

Kendilerini gösterirlerdi...

***

Sonra bir gün lacivert kadınlar, siyah-beyaz kadınlara dönüştüler...

Hayat laciverdin pırıltısından, siyahın asaletine... Laciverdin albenisinden, siyahın gizemine...

***

Aralara serpiştirilen beyazın kontrastından, siyah ve beyazla oluşan zıtların güzelliğine dönüştü...

Zıtların birlikteliği, kadının çekiciliğinde güzelliğin sırrı oldu...

***

Siyahı ve beyazı kadında kullanan İtalyan modacılar, siyah ve beyaz kadını yarattılar...

Kadın siyahla güzelleşti...

Kadın siyahla gizemli oluverdi...

Kadın siyahla ruhunu örterken, cezbedici ve kışkırtıcı bir hal aldı...

***

Siyah kışkırtırken, beraberindeki beyaz onu açtı...

Beyazın kontrastı siyahı anlamlandırdı...

Kışkırtıcılığa naifliği ekledi... Cezbeden güzelliğe, temizliği kattı..

***

Siyah ağırlıklı siyah-beyaz kadınlar, kışkırtan güzelliğin, cezbeden gizemin, temiz ve saf bir mükemmelliğin merkezi oldular...

İtalyan modası, siyah-beyaz tarzıyla kadının güzelliğini kanatlandırdı, mükemmelliğe estetik kazandırdı...

***

Mayıs geldi...

Şimdi siyah-beyaz kadın zamanıdır...

Şimdi siyah ağırlıklı beyaz taşıyan kadınlarla bir brasserie’de broşutolu ıspanak salatası yeme zamanıdır...

***

Şimdi salata eşliğinde balon bardakta kırmızı şarap yudumlama anıdır...

Siyah beyaz kadınlar, geçen kışların ve bu kışın modasıydılar...

Soğuk havanın pastelleştirdiği hayatların, pastelleşmemiş albenisiydiler...

Şimdi “Bahar”a geliyorlar...

Bir burjuva çekiciliğinde Mayıs’ı karşılamaya hazırlanıyorlar...

***

Siyah, huzurlu bir renk değildir...

Siyah kışkırtır...

Siyah albenidir...

Siyah, egzantriktir...

Siyah çekicidir...

Siyah gizemdir...

Gündüz giyilse bile, gecedir...

***

Siyah aşktan çok cinselliği...

El ele tutuşup yürümekten çok, kışkırtıcı bir dansı çağrıştırır...

Şimdi siyah-beyaz modadır...

Kırmızı şarabı yudumladıktan sonra, siyah beyaz kadınlarla hayatın estetiğini yakalama zamanıdır... Şimdi moda siyah-beyaz kadınlardır...

*****

HER KADIN KIRMIZI’YI BARINDIRIR...

Kırmızı şehvettir...

Kırmızı ateştir...

Kırmızı yakıcıdır...

Kırmızı intikamdır...

Kırmızı misillemedir...

Kırmızı kışkırtmadır...

Kırmızı cezbetmedir...

Kırmızının dişisi tehlikedir...

Ve her kadının içinde bir kırmızı vardır...

***

Erkekler başka kadınlardaki “kırmızı”dan tahrik olurlar...

Şehvetli, ateşli ve ‘kırmızı’ kadınlarla maceralardan sonsuz fantazya dolu hazlar alırlar...

***

Erkekler, “kendi kadınlarının kırmızısını ise sevmezler...”

Kendi kadınlarındaki kırmızıyı yok etmek için her yolu denemeyi mübah sayarlar...

Kendi kadınlarının “kırmızı”sından erkekler korkarlar...

***

Erkekler başka erkeklerin kadınlarının kırmızısını kışkırtıcı bulurlar...

Kendi kadınına kırmızıyı ise haram bulurlar...

Erkekler kendi kadınının şehvetinden ürkerler...

Kırmızı şehveti temsil eder...

Erkekler “şehveti sever, şehvetten ürkerler...”

Erkekler kırmızıyı sever, kırmızıdan ürkerler...

***

Oysa kadınlar, topallayan veya topallamayan tüm erkeklere karşı “içinde kırmızıyı barındıran bir varlıktır...”

Kadınlar, erkeklerinden kendi “kırmızılarını” hissettirmelerini ister...

Şehveti kendi erkeklerinde yaşamayı arzular...

***

Anne gibi değil, kadın gibi görülmek isterler... Kadınlar aşkta topallayan erkekle karşılaştıklarında, “kırmızı”sız kalırlar...

***

Kadınlar ister Prada, ister Channel, ister siyah beyaz, isterse sadece siyah kadın olsunlar “içlerinde mutlaka kırmızı barındırırlar...”

Kırmızı dişidir...

Kırmızı kışkırtıcı ve baştan çıkartıcıdır...

Kırmızı isyankâr ve tahrikkârdır...

Kırmızı şehvettir ve seksapeldir...

Her kadın mutlaka kırmızıyı barındırır...

***

Kırmızı kadını güzelleştirir...

Kırmızı kadını “kadınsılaştırır...”

Kırmızı kadının kadınlığının adıdır...

Kırmızı kadının temel rengidir...

Siyah beyaz, veya lacivert, veya mor, hatta pembe hepsi kadın için birer aksesuardır...

Kırmızı kadın için aksesuar değil orijinidir...

Yazının devamı...

Dünya çapında çok etkili bir okul arkadaşıyla; 1 Mayıs birlikteliğim...

Onu ortaokuldan beri tanıyordum... Aynı okulda, aynı sıralarda, birbirine yakın şubelerde, aynı eğitimleri alıyor; Aynı ortaokulun ve lisenin bahçesinde, aynı havayı soluyorduk...

***

40 yıl önce, 1975 sonbaharında, lise üçüncü sınıfta; ortaokuldan tanıdığım “okul arkadaşımla” aramızda sıcak, yakın bir ilişki başlıyordu... Türkiye’nin siyasi olarak kaynadığı “gençliğin birbirine düşürüldüğü” yıllardı...

Gençlik; solcu ve sağcı olarak ikiye bölünüyor...

Sol; kendi içinde elli parçaya ayrılıyordu...

Sağ; milliyetçi, ülkücü, dindar, liberal gibi alt kategorilere ayrılıyor;

Birbiriyle zaman zaman ittifak yapan, ancak birbirinden pek haz etmeyen gruplar halinde faaliyetlerini sürdürüyordu... Lise ikiyi bitirmiş, lise üçe yeni başlamıştık...

***

Siyasal ve toplumsal olaylar, ülkeyi kasıp kavuruyordu...

Her gün onlarca genç öldürülüyor, çok daha fazlası yaralanıyordu...

Tuzaklar kuruluyor, gençler hain pusularda taranıyordu...

“Türkiye bir askeri darbeye doğru, gizli gizli ve adım adım götürülüyordu...”

Bizler ise “Türkiye’yi kurtardığımızı zannediyor, birbirimizle sonu gelmeyen, kavgalara ve tartışmalara” giriyorduk...

***

Bu tartışmaları ne kadar çok yaparsak; “Türkiye’nin o kadar çabuk, kurtulacağını, özgürlüğe ve mutluluğa kavuşacağını” zannediyorduk...

Günlerce, haftalarca dünyanın ve Türkiye’nin siyasal ve toplumsal olaylarını konuşuyor, birbirimizi eleştiriyor, birbirimizle hayatı paylaşırken, birbirimizle kavga ediyorduk...

*****

BABAM SİVİL POLİS KILIĞINDA BİR ADAMI EVE GÖNDERİNCE...

“Okul arkadaşıyla” henüz 18 yaşını doldurmamıştık...

Reşit değildik...

Başımıza bir iş gelmesi halinde, ne olacağımız belli değildi... 1976 yılının bahar aylarında “babamlar inanılmaz bir oyun oynadılar...” bana... Eve bir akşam; uzun boylu, geniş gövdeli, bıyıklı, çantalı bir adam geldi... Adımı söyledi...

-“Burada mı oturuyor?..” dedi...

-“Benim...” dedim...

-“Bir konu vardı onun için gelmiştim...” dedi...

-“Hayırdır...” dedim...

-“Babanız anneniz evde mi, onların yanında söyleyebilirim...” dedi...

-“Babam aşağıda komşularda... Annem evde...” dedim...

-“Gireyim; Ben Emniyet’ten geliyorum...” dedi...

***

L biçiminde salonun, uzun kısmındaki yemek masasının etrafında bir sandalyeye oturdu “emniyetten geldiğini söyleyen adam...”

Bana döndü;

-“Siz Kolej’de okuyorsunuz değil mi?..” dedi...

-“Evet...” dedim...

-“Şu sınıftasınız değil mi?..”

-“Evet...”

-“Sizin okul içindeki faaliyetleriniz rahatsızlık veriyor...” dedi...

-“Ben bir şey yapmadım okulda...” dedim... Adam hiç istifini bozmadan:

-“Biz biliyoruz ne yaptığınızı...” dedi...

***

Annem adamın sözleri ve tavrı karşısında ha bayıldı, ha bayılacak gibi durmaya başlamıştı... Bense istifimi bozmamaya gayret ediyordum...

“Emniyetten geldiğini söyleyen adam” bir şeyler daha söyledi...

Sonra bunları söylediğine ve tebliğ ettiğine dair bir belgeyi imzalattı bana...

Arkasından çıktı gitti...

***

Birkaç dakika sonra babam geldi eve...

Annem bayılmaya doğru iyiden iyiye yelken açmıştı...

Bense bir an önce evden çıkıp, kaçmak gitmek, arkadaşlarımla buluşmak istiyordum... Ertesi günü; öğle arasında okul arkadaşımla, lisenin bahçesinde buluştuk...

-“Dün akşam sivil polis bizim eve geldi...” dedim...

-“Ne istiyormuş?..” dedi...

-“Benim okuldaki faaliyetlerimin rahatsızlık yarattığını söyledi...”

***

Okul arkadaşı bir süre dinledi bir gece önce bizim evde olanları...

Düşündü, düşündü...

-“Bana bak...” dedi...

-“Sakın bunu babanlar yapıyor olmasın... Seni dizginlemek için... Anlattıkların çok mantıklı gelmiyor...”

-“Saçmalama...” dedim...

-“Babamın öyle işlere aklı ermez... Böyle bir operasyonu yapacak know-how’u yok...”

-“Yine de olabilir...” dedi...

-“Bizimkiler olsa böyle bir şeyi yaparlar çünkü...”

***

1 Mayıs yaklaşıyordu...

Ben bu olaydan sonra, o seneki 1 Mayıs’a katılmadım...

Okul arkadaşım gitti...

Döndüğünde bana anlattı neler yaptığını, yaşadığını...

Ben ise eve gelen “sivil” dediğim adamı düşünüyordum...

*****

OKUL ARKADAŞININ 18 YAŞINDAKİ EVLİLİĞİ...

16 ve 17 yaşlarındaydık o sırada... Hazırlık okuduğundan; bir sene benden büyüktü; Aynı dönemde mezun olacaktık... Yaşam gittikçe bizi birbirimize yaklaştırıyordu...

Okulda çıktığı bir kız vardı...

Kız da yakın arkadaşımdı...

Birbirlerini çok seviyorlardı...

***

Lise üçte okurken bir gün sağ eline beyaz gümüş bir alyans taktığını gördüm...

-“Kimseye söyleme...” dedi...

-“Ben nişanlandım... Okul bitince evleneceğiz...”

Okul bitinceden kastettiği, lise bitinceydi...

18 yaşında evleneceklerdi...

Birbirlerini seviyorlardı...

“Kurmak istedikleri özgür Türkiye’yi seviyor”, geleceği seviyor, mücadeleyi seviyorlardı...

18 yaşında evlenip, hepsini birden yapmayı planlıyorlardı... Ailenin baskısından uzakta...

***

O günlerde hepimiz benzer şeyleri düşünüyorduk...

Hayatımızı hiçe sayacak kadar, fikirlerimize ve dünya görüşümüze karşı tutkulu, ilk sevdiğimiz insanla 18 yaşında evlenecek kadar “nahif ve hayat karşısında tecrübesizdik...”

***

Bana evlilik yaşı biraz erken gelse de, yine de “okul arkadaşıma” bir şey söylemedim...

Özgür ve demokratik Türkiye’yi, birkaç yıla kadar kuracaktık nasılsa!..

Onun da genç de olsa evlenmesinde bir sakınca yoktu...

*****

1 MAYIS ZAMANLARINDA DOĞAN KÜÇÜK KIZ ÇOCUK...

Lise bittiğinde bir yıl, Ankara’da kaldım... Bir yıl sonra İstanbul’a üniversiteyi kazanarak gittim...

Okul arkadaşı bir yıl önce İstanbul’a gelmişti... Üniversiteye başlamıştı... Kız arkadaşıyla evlenmişlerdi... Hamileydi eşi...

Birkaç aya kadar doğuracaktı...

***

İstanbul; gençlik eylemlerinde Ankara’dan çok daha sert rüzgarların estiği bir kentti... 1 Mayıs 1977’de Taksim’de 36 kişi can vermişti...

Okul arkadaşı bu ortamda, baba oluyordu... Karı koca 19 yaşlarındaydılar...

***

Üsküdar yakınlarında bir ev tutmuşlardı...

Ev; aynı düşünceden, gençlerle, arkadaşlarla dolup taşıyordu... Okul arkadaşıyla aramızda özel bir bağ vardı... İkimiz de Ankara’dan geliyorduk... Aynı okuldan, aynı sıralardan, yakın bir arkadaşlıktan geçmiştik...

***

Her ne kadar o günün şartları kimselerin arasında “özel bağları” kabul edilebilir bulmasa da, bizim eskiye dayanan arkadaşlığımız bilinirdi...

Ziyaret ettiğim tek ev “okul arkadaşımın ve eşinin eviydi...”

***

Kız çocukları o zaman doğdu... Çok güzel bir adı vardı, minik kızın...

Arkadaşım ve eşi, bir taraftan üniversite, bir taraftan siyasal ve toplumsal olayların göbeğinde, bir taraftan dolup taşan ev, diğer yandan bakmak zorunda oldukları minik bebekleriyle, çok zor bir hayatın içine girmişlerdi... Kaldırılabilesi bir hayat değildi...

***

Ölümlere meydan okuyorduk hep beraber... Olayların göbeğine sürükleniyorduk hep birlikte...

Minik bebekler büyütüyorduk aynı günlerde...

Okullarda okumaya, okulları bitirmeye çalışıyorduk, anarşinin göbeğinde...

***

Yıllar sonra bir gün babam;

“Eve gelen sivil polis kimlikli adamın” aslında sivil polis olmadığını, üniversiteden kendisinin görevlendirdiği bir öğrencisi olduğunu söyleyecekti bana...

“Oğlunu korumak için, ölüme gitmesini engellemek için, olayların göbeğinden oğlunu çekip almak için” böylesi bir numaraya başvurmuş, eve öğrencisini göndererek, beni “sivil polis” diyerek korkutmayı amaçlamıştı...

***

-“Bu işte bir iş var... Baban yapmış olmasın bu operasyonu...” diyen

“okul arkadaşı” haklı çıkmıştı... 1978’in Eylül ayında okul arkadaşını evinde, minik kızı, eşi ve ortak arkadaşlarımızla bırakıp, Ankara’ya yeni bir üniversiteye geldim...

***

O kadar ağır, o kadar kesif, o kadar yoğun, o kadar tahammül sınırlarını zorlayacak şekilde yaşamıştık ki hayatı, belki de ona duyduğumuz bilinçaltı tepkiden, başka hayatlara savrulduk, bir daha birbirimizden haber alamadık...

***

40 yıl sonra onu dünyanın “en etkili birkaç Türk’ünden biri” olarak görecektim medyada...

Dün gece, dünyanın en etkili şahsiyetlerinden biri olarak çekilen fotoğrafına uzun uzun baktım...

Bambaşka bir hayata yelken açmış ve alanında dünyanın en etkin ve yetkin ismi olmuştu...

***

Beraber geçirdiğimiz 1 Mayıs’ları düşündüm sonra...

Kolej’de; kimseler duymasın diye birbirimize sokularak konuştuğumuz o öğle aralarını...

İçine çekmeden tüttürdüğü filtresiz sigarasını...

Ölümlerden nasıl çıktığımıza hayret ettiğimiz Üsküdar’daki o evi ve küçük salonunu...

Bir film şeridi gibi geçiverdi hepsi gözümün önünden...

Kim bilir bugün kimler, bu karanlık dehlizden geçiriliyorlar diye geçti içimden...

1 Mayıs’larda gençlerin ve kimselerin ölmemesi için dua etmek geldi kalbimin derinliklerinden...

Yazının devamı...

Kız çocukları ve babaları...

Kız çocukları babalarının yaptığı ve söylediği şeyleri asla unutmazlar...

Kızlar aslında en çok babalarına kırılırlar...

En çok babalarıyla mutlu olurlar...

***

Zeki insanlar arkadaşlık kurma konusunda daha seçici olurlar...

Daha az arkadaş edinmeye çalışırlar...

***

Benim acım birinin gülüşüne sebep olabilir...

Ama benim gülüşüm asla birinin acısına sebep olmamalı... (Charlie Chaplin)

***

Yürek ile akıl, bir işin üstüne yoğunlaşırsa, bu dünyadaki hiçbir şey imkansız olmaz... (Spartacus)

***

Dünyanın en temiz havası Norveç’teki Svalbard adasındadır...

Adaya ilk inildiği sırada temiz havadan baş dönmesi ve burun kanaması yaşayanlar çok...

***

Aşk kelimesi Arapça’da ‘aşeka’dan gelir...

Aşeka bir ağacı saran, besinini ağaçtan alan, zaman içinde ağacı kurutarak öldüren sarmaşığın adıdır...

***

Mutluluğun beş kuralı;

1) Kendini sev...

2) İyi insan ol...

3) Her zaman affet...

4) Kimseyle uğraşma...

5) Olumlu bak...

***

Araştırmalara göre, erkekler sadece, kaybetmekten korktuğu kadınlarla tartışmaya girmezler...

YAKIN ARKADAŞINA AŞIK OLANLARIN YAPTIKLARI ŞEYLER...

1) Onu sevgilisiyle gördüğünde, içinden bir parça kopar, ama yapabileceğin bir şey yoktur...

***

2) Aklına sık sık; ‘Acaba bir şekilde açılsam mı?..’ düşüncesi gelir ama bunun imkansız olduğunu hissedersin...

***

3) Çevrendeki herkes sana yalnızlıktan sıkıldığını, hissettiklerinin geçici bir heves olduğunu söyler...

***

4) Bu yüzden seni; sadece senin durumunda olanlar anlar... Ancak onlarla bu konuyu konuşabilirsin...

***

5) Kim ne derse desin sen duygularından eminsindir... Deli gibi seviyorsundur onu...

***

6) ‘Aslında aramızdaki dostluk güçlendikçe ona aşık olmam normal’ diye kendini teselli edersin...

***

7) Bu doğrudur aynı zamanda... Seni en yakın arkadaşı olarak gördüğünden, kalbinden geçen tüm duyguları sana anlatır... Bu durum ona daha çok aşık olmana neden olur...

***

8) Onunla vakit geçirmek için, bahaneler uydurursun... Aktiviteler yaratırsın...

***

9) Bazen sana öyle sıkı sarılır ki; onun da sana aşık olduğunu düşünmeye başlarsın...

Ancak bunu sormaya asla cesaret edemezsin...

***

10) Sevgilisi onu üzdüğündü; ‘Benimle olsan seni dünyanın en mutlu insanı yaparım!’ diye haykırmak istersin, ama diyemezsin bunu...

***

11) An gelir öyle çok yakınlaşırsınız ki, kendini cennette gibi hissedersin...

***

12) Küçük ama anlamlı şeyler yaparak duygularını belli etmeye çalışırsın, ama bir sonuca ulaşamazsın...

***

13) Sana birilerini ayarlamaya çalıştığında ‘Hayır’ dersin fakat ‘Neden’ olduğunu açıklayamazsın...

***

14) Seni sevgilisiyle tanıştırmak ister ve bunu yapmaya mecbur kalırsın...

İşte o an ‘sana aşığım’ diye bağırmak gelir içinden... Ama bunu da içine atmak zorunda kalırsın...

***

15) Aklından bir türlü çıkartamadığın iki düşünce vardır...

‘Bu aşktan asla kurtulamayacağın...’

Ve ‘Onu asla elde edemeyeceğin...’

***

16) İşler dayanılmaz hal almaya başladığında çaktırmadan ona danışırsın... ‘Birine aşık oldum... Ne yapmalıyım sen söyle...’

***

17) Önünde her zaman iki seçenek vardır... Ya söyleyeceksin, ya da aşkını içinde saklamaya devam edeceksin...

***

18) Kendini susmak zorunda hissedersin... Çünkü onu tamamen kaybetmekten korkarsın... Arkadaşın olarak kalması bile, senin için önemlidir...

***

19) Arkadaşın olarak olsa bile, hayatının en güzel anlarında onun da bulunması seni çok mutlu eder...

***

20) İlerde arkadaş olarak birlikte geçirdiğiniz günleri hatırladığında, detayları düşündüğünde, onun da içten içe sana aşık olduğunu anlayacaksın...

BİR KADIN SİZE SORU SORUYORSA...

Farklı düşünme tarzları beyninizi geliştirir... Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin... Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun...

***

Bill Gates şöyle der:

-‘Zor işler için, en üşengeç elemanları görevlendiriyorum... En kolay yolu onlar buluyorlar...’

***

Ne olursan ol; Önce nefsinin öğretmeni, sonra da vicdanının öğrencisi ol... (Platon)

***

Limiti koyan zihindir...

Zihin bir şeyi yapabileceğini kestirebildiği ölçüde başarılı olur...

Yüzde yüz inandığın sürece her şeyi yapabilirsin...

***

İstatistiklere göre, kadınlar sordukları soruların yüzde yetmişinin cevabını biliyor...

Bir kadın size soru soruyorsa, doğruları söyleyin...

BOŞ KALORİ KAYNAKLARI...

Boş kalori kaynağı yiyecek ve içecekler:

1) Kek, kurabiye, pastane ürünleri ve tatlılar...

***

2) Asitli içecekler, enerji ve sporcu içecekleri, taze sıkılmamış meyva suları...

***

3) Dondurma ve şekerlemeler...

***

4) Şarküteri ürünleri...

***

Bu yiyecek ve içeceklerin büyük bir kısmının az yağlı, yağsız ve şekersiz alternatifleri bulunur...

Ufak değişikliklerle boy kalori alımından vazgeçebilirsiniz...

Not: Bu sözler, Her gün 1 Yeni Bilgi isimli twitter hesabından alınmıştır...

Yazının devamı...

Kim şampiyon olursa olsun... Gönüllerin şampiyonu belli...

Galatasaray’ın eski ünlü kaptanı Ergün Penbe; dün inanılmaz bir zirve yarışına sahne olan Türkiye Süper Ligi şampiyonluğu için konuşuyor...

-“Tabii ki Galatasaray’lıyım... Gönlüm Galatasaray’ın şampiyon olmasını istiyor...” diyor...

-“Ama Beşiktaş şampiyon olursa sevinirim... Göçebe hayatı yaşayan takımın şampiyon olmasını ayakta alkışlarım... Bu sene Avrupa Kupa’larında, çok iyi maçlar oynayıp Türkiye’yi çok iyi temsil ettiler...

Türkiye’nin ülke puanını yükselterek Yunanistan’ın üzerine çıkmamızı sağladılar... Beşiktaş şampiyon olursa ayakta alkışlarım...”

***

Çok koyu bir Fenerbahçe’li dostum ise dün telefonda şöyle söylüyor:

-“Elbette önce Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını istiyorum... Ama ben NTV Spor’da Rıdvan’ın ‘Beşiktaş gol atınca milyonlarca Fenerli’yi ve Galatasaray’lıyı karalar bağladı...’ sözlerine hiç katılmıyorum... Ben çok koyu bir Fenerbahçe’liyim... Beşiktaş’ın son dakikada attığı gole çok sevindim...

Fenerbahçe olmazsa, mutlaka Beşiktaş’ın şampiyon olmasını istiyorum...”

***

Hayat bazen hesapları tersyüz eder...

Bazen size reva görülen bir muamele, sizin dezavantajınız olmaktan çıkar, avantajınız haline gelir...

Uğradığınız mağduriyet, gönüllerdeki terfinizin, zaferinizin habercisi olur...

Mahkum olduğunuz mağduriyet, alkışların en gönülden geleni ile imha olur, kalpler sizinle birlikte olur...

***

Beşiktaş; bu sezon oynadığı göçebe futbol mecrasında, İngiltere’nin üç büyük takımına; Arsenal, Tottenham, Liverpool’a kafa tutuyor, onların ikisini eliyor...

Hazırlık maçında şu anda Premier Lig’de açık ara lider olan Chelsea’yi devirme başarısı gösteriyor...

***

Bunlar önemli; fakat mesele esasen bunlar değil... Galatasaray’ın sembolü futbolcular, Fenerbahçe’ye delicesine gönül vermiş taraftarlar; Hepsi, “Beşiktaş’ın şampiyonluğunu ayakta alkışlayacaklarını” söylüyorlar...

Gönüllerin ibresi her tarafta Beşiktaş’ı gösteriyor...

***

Buna benzer bir olayı birkaç yıl önce yaşıyorum... Beşiktaş 10 kişi kalıp kalecisini kaybettiği; santraforu Pancu’yu kaleye geçirdiği maçı; Fenerbahçe’ye karşı 4-3 kazanıyor; Fenerbahçe’nin şampiyonluğa gittiği bir maç bu... Kaybı büyük...

Ancak Şükrü Saracoğlu stadı maçın bitimiyle ayağa kalkıp; siyah beyazlı takımı alkışlıyor...

Bir Beşiktaş’lı için önemli olan bu maç ve kazandığı bu değer...

Beşiktaş’ın rakip takım ve taraftar nezdindeki değerlerini esas bu maç temsil ediyor... Bu maçtaki değerler; Beşiktaş’ın baba Hakkı’sının, Süleyman Seba’sının kulübe vermeye çalıştığı değerler...

***

Bu sezonun gönüllerdeki şampiyonu belli... Beşiktaş...

Gerisi; kimin ligde en fazla puan alacağı sorusu... Ben Beşiktaş’lıyım...

Elbette Beşiktaş’ın şampiyon olmasını isterim...

Ama; centilmenliği son haftalarda elden bırakmaz; Bu sezon gönüllerin şampiyonu ünvanı alırsa; ben Beşiktaş’ı ayakta alkışlarım... Galatasaray’lı ve Fenerbahçe’li dostlar gibi...

Mesele bir hoş sada bırakmak şu gök kubbenin altında...

O sadanın siyah beyaz diye esmesi; şampiyonluklara ahlaki estetikler, etik keyifler, insani değerler katıyor...

*****

BENİ YALNIZLAŞTIRIP; YOK EDECEKLERİNİ SANANLAR VE BEŞİKTAŞ...

Hayatım boyunca;

Beni yalnızlaştırıp...

Kimsesiz ve desteksiz bırakıp...

Derin ve gizli organizasyonlar aracılığıyla toptan taarruz ederek “mesleki kariyerimi bitirmeye” çalışıyorlar...

***

Benim bu taarruzları planlayanlar ve yapanlar karşısında, doğru düzgün hiçbir somut desteğim, ittifakım, arkam ve koruyanım yok... Doğal olarak, derin ve gizli ittifaklarla yapılan bu operasyonların başarıya ulaşması bekleniyor...

***

Muhataplarım beni yalnız ve tek başına bıraktıklarında; operasyonu tereyağından kıl çeker gibi yapabileceklerini umuyorlar...

Oysa dün anlıyorum ki; beni yalnız bıraktıklarında; operasyonları başarma şansları pek kalmıyor...

***

Ben tek başınalığa ve yalnızlığa; alışkın bir kültürden geliyorum...

Bu yalnızlık ve tek başınalık, yıllarca “çoğunluğun başarı olarak addettiği zafer öykülerini içinde barındırmasa” da durum fark etmiyor benim için...

Buna da yoğun biçimde antrenmanlıyım...

***

Önceki gün fark ediyorum ki;

İlkokul birinci ve ikinci sınıftaki öğretmenim beni Beşiktaş’lı yaptıktan sonra; ben o ilkokulu bırakıp Kolej’e başlıyorum...

Kolej’in ilkokul üçüncü sınıfına başladığım; 1967 Eylül’ünden itibaren;

Ne ilkokulda okuduğum üçüncü, dördüncü, beşinci sınıflarda ve ilkokul mezuniyetinde...

Ne ortaokulda okuduğum birinci, ikinci, üçüncü sınıflarda ve ortaokul mezuniyetinde...

Ne lisede okuduğum birinci, ikinci, üçüncü sınıflarda ve lise mezuniyetinde...

Ne başka fakültelerde ve dershanelerde geçirdiğim aradaki iki yılda...

Ne de üniversitenin birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarında...

***

Tam on beş yıl hayatımın en değerli şeylerinden biri olan kulübümün; Beşiktaş’ın şampiyonluğunu göremiyorum...

Böyle bir mutluluğu sezon sonunda yaşayamıyorum...

İlkokul üçüncü sınıftan, eşimi tanıdığım üniversitenin son sınıfının sonuna kadar; Beşiktaş’ın şampiyonluğunu görmüyorum, tatmıyorum...

O güne kadar tek bildiğim ve yaşadığım şampiyonluklar, ilkokul birde ve ikide doğru düzgün Beşiktaş’ı içselleştiremeden, sahiplenemeden yaşadığım yarım yamalak şampiyonluklar...

*****

BİR YALNIZ KARTAL OLUYORUM... YALNIZ UÇTUKÇA YAŞIYORUM...

Şampiyonluk yaşanmadan geçen ilkokulda üç sene, ortaokul, lise, hatta üniversite; takımıma duyduğum tutkuyu azaltmıyor...

Yapayalnız kaldığım günler, aylar, yıllar olmasına karşın...

Rüzgarın tamamen başka yönlerden estiğini farketmeme rağmen...

Popüler olanın değiştiğini, şampiyon olanın moda olduğunu hissetmeme rağmen...

***

Tutkumdan, kulübümden ve renklerimden vazgeçmiyorum...

Bu söylendiği kadar kolay bir süreç olmuyor...

Önünde sonunda 8-9 yaşlarında bir çocuğum...

Ben de başkaları gibi sevinmek, kazanmak istiyorum...

10 yaşından 22 yaşına kadar, ergenliği, delikanlılığı, ilk gençliğimi yaşıyorum...

***

Deli gibi içimde dolaşan ve beni delikanlı yapan kan;

Şampiyonluklar yaşamak... Şampiyonlukları haykırmak, zaferler yaşamak ve onları sevdikleriyle paylaşmayı arzu ediyor...

Bunlar olmadığı günlerde; birileri yanınıza yaklaşıyor;

“Hala siyah beyaz renklere olan tutkunuzu sorgulamaya başlıyor...”

***

Ne ki; Hiçbir şey tutkumu, duruşumu ve hayata bakışımı değiştirmiyor...

Bir başıma, yalnız ve vakur...

15 yıla şamil bir zaman tünelinden geçiyorum...

Sorgulayanlar bilmiyorlar ki ben yalnızlığa alışkın hale geliyorum...

Artık ben yalnızlıktan, bir başınalıktan ilham alıyorum...

Bilmiyorlar ki ben bir yalnız kartal haline geliyorum...

Yalnızlık beni yok etmiyor...

Esas kalabalıklar ve sirkler sokulursam batacağımı hissediyorum...

Bir yalnız kartal oluyorum...

Yalnız uçtukça yaşıyorum...

Sürülerden uzaklaşıyorum...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.