Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayatımdaki Gaziantep sihri... Sigarayı Gaziantep maçından sonra bırakıyorum...

18 Şubat 2005 Cuma akşamı; Beşiktaş maçını izlemek üzere o zaman çalıştığım Sabah gazetesinin binasından; birkaç Beşiktaş’lıyla ayrılıyoruz...

Levent’te bir restoranda, kebap yemek istiyor arkadaşlar... Restoranda kebap yenecek, bir iki kadeh rakı içilecek, Beşiktaş maçı seyredilecek; gece 22 gibi de evlere dağılınacak...

***

Üzerimden büyük bir manevi yükün kalktığını hissettiğim günlerdeyim...

Kısa bir süre önce; Beşiktaş’taki yönetim kurulu ve sözcülük görevinden ayrılmışım...

Kötü giden her maçın arkasından; “şimdi ben ne demeç vereceğim” diye karalar bağlamaktan kurtulmuşum...

Temiz temiz, keyifle Beşiktaş’ın maçlarını seyredeceğim...

Yenerse sevineceğim, yenilirse üzüleceğim ama; hiç olmazsa bunları yalnız başına yaşayacağım...

Yenilginin üzerine “şimdi ne söyleyeceğim, ne demeç vereceğim” stresi olmayacak üzerimde...

***

Bu stresin ne kadar büyük bir yük olduğunu; İzmit’te oynadığımız bir Gaziantep maçında hissediyorum...

Biz daha siftah yapmamışken; Gaziantep kalemizdeki golleri dörtlüyor...

Hiç unutamayacağım kadar kötü olduğumu hissediyorum o anda...

İzmit’te kendi sahamız yerine oynadığımız maçta yediğimiz dört gole mi üzülsem, birazdan gazetecilerin karşısına çıkıp, 4-0’ın hesabını nasıl vereceğimi mi düşünsem; işin içinden bir türlü çıkamıyorum...

Hayatımda binlerce canlı yayın, yıllarca habercilik yapmışım, bu kadar zor durumda kaldığımı hatırlamıyorum...

“acz”imin nedeni; elimden bir şey gelmiyor oluşu...

***

Ne diyeceğimi kara kara düşünüyorum...

Neyse; maç bitmeden 3 gol atıyoruz da 4-3 yenilmemize rağmen, insanların karşısına çıkacak cesaret geliyor üzerime...

***

Birkaç ay sonra; 18 Şubat 2005 akşamı ise bu gerginlikten eser yok üzerimde...

Yine Gaziantep’le oynuyoruz...

Üstelik maç deplasmanda...

Ama ben biliyorum ki, maç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın kimse bana maçın hesabını sormayacak; eve gideceğim, bir başıma uyumaya çalışacağım...

***

O rahatlık anında karar veriyorum;

30 yıldır içmekte olduğum sigarayı bırakmaya... Öyle bir manevi yükten kurtulduğumu düşünüyorum ki o gazla;

-“Ben ertesi günü sigarayı bırakırım...” diye düşünüyorum...

Hayret edilecek bir söz veriyorum...

Ertesi sabah da sigarayı bırakıyorum...

***

18 şubat 2005 Cuma günü Beşiktaş’ın 1-0 kazandığı Antep maçında aldığım kararla, 19 Şubat’ta 30 yıllık sigara tiryakiliğine son veriyorum... Gaziantep sihirli bir dokunuş yapıyor hayatıma...

Son sigaralarımı onları seyrederken içiyorum...

Hayatımın en önemli kararlarını o yıl iki Antep maçının ertesinde veriyorum...

10 YIL SONRA YİNE ANTEP, YİNE TARİHİ KARARIM... ÇOCUKLARIMIN BEŞİKTAŞ’LILIĞI BABALARINA HİÇ BENZEMEYECEK...

Bu olayın üzerinden on yıl geçiyor...

Antep maçında içtiğim sigaralar; hayatımın son sigaraları oluyor...

Bir daha sigara içmiyorum...

Bu süre zarfında ikizlerim oluyor...

Onları da tişörtler ve formalarla Beşiktaş’lı yapıyorum...

Doğdukları günden bir hafta sonra Beşiktaş hem ligi hem Türkiye kupasını kazanarak, çifte kupayla sezonu tamamlıyor...

Sevincimden havalara uçuyorum...

İkizlerimin olduğu yıl, Beşiktaş da ikiz kupa kaldırıyor...

Stattaki törene 15 günlük ikizleri, kundakta kupa törenine götürüyorum... Ayşe Nazlı da geliyor...

***

Nihayet birkaç gün öncesine; 10 Mayıs 2015 gününe geliyoruz...

Beşiktaş’ın yine stadı olmadığı için, tarafsız bir sahada, bu kez Ankara’da oynayacak maçını...

Rakip; tesadüfün! böylesi; yine Gaziantep...

***

Şampiyonluk maçları bunlar... Üç büyüklerin üçünün de puan kaybına tahammülü yok...

Birkaç gün önce Gaziantep kulübü başkanı İbrahim Kızıl’ın, futbol şubesi sorumlusu kardeşi Mustafa Kızıl’ı görüyorum...

Beni görünce;

-“Galatasaray karşısında çok iyi mücadele ettik... Ama olmadı...” diyor...

-“Umarım Beşiktaş’a sürpriz bir hediye hazırlamıyorsunuz...” diyorum...

Gülüşüyoruz ve dostça vedalaşıyoruz...

***

Gaziantep; “tahmin ettiğim ama, olmaması için dua ettiğim şeyi yapıyor” ve Beşiktaş’la berabere kalarak, Karakartal’ın şampiyonluk şansını çok zora sokuyor...

Maç bitiyor ve ben tıpkı 10 yıl önceki Antep maçından sonra yaptığım gibi, aile tarihimiz açısından hayati bir karar veriyorum...

15 günlükken stada götürdüğüm, şampiyonluk şarkılarıyla kundakta uyuttuğum çocuklarımın, benden “farklı bir Beşiktaş’lı olmaları” gerektiğine kanaat getiriyorum...

Bu kararımı uygulamak üzere, hemen harekete geçiyorum...

Biliyorum ki Gaziantep maçları benim hayatımda tarihidir ve önemli kararlara gebedir...

Gaziantep sürpriz bir şekilde; çocuklarımın hayatına değmeye başlıyor...

ÇOCUKLAR NASIL BİR BEŞİKTAŞ’LI OLACAKLAR?..

Elbette, bir baba çocuklarının hayatının nasıl olacağını kestiremez... Kararı büyüdüklerinde kendileri verirler...

Ben ne kadar babamı dinlediysem; onlar da ancak o kadar babalarını dinleyecekler...

***

Yine de baba kalbi işte...

Çocuklarını umutsuzca şekillendirmeye çalışıyor...

Gaziantep maçı bitince karar veriyorum... Çocuklarımın Beşiktaş’lılığı, tribünde taraftar olmaktan ziyade, Beşiktaş’ın içinde aktif sporcu olarak varolmalı...

***

Onların Beşiktaş’lılığı; maç seyrederek; sevinmenin ve kahrolmanın medcezirlerinden ziyade; terletecekleri siyah beyaz formasıyle mukim olmalı... Ben çocukken kışları Ankara’da okuyordum...

Beşiktaş’ta aktif spor yapma şansım yoktu...

Beşiktaş’la bağlantım, fanatik taraftarlık ve sonra da yöneticilik biçiminde tecelli edebildi...

***

Fakat ben çocuklarımın, Beşiktaş’lılığının tribün “ağıtlarından” ibaret olmasını istemiyorum...

Kendilerinin hiçbir dahli olmayan yenilgilerle, hayata küsmelerini, yaşamı kendilerine zindan etmelerini arzu etmiyorum...

***

Baba yüreği kendisine reva gördüğünü, çocukları için reva görmüyor... Çocukların Beşiktaş’lılıkları, terletecekleri siyah beyaz formayla olmalı...

O formaya başarı kazandırmaya çalışarak sürmeli... Onları en kısa zamanda Beşiktaş’ın, yıldız takımlarına göndermeye karar veriyorum...

Televizyon karşısında, suçsuz, günahsız yere kahrolmak yerine, terlettikleri formayla Beşiktaş’lılıklarını yaşamalarını arzu ediyorum...

Beşiktaş bir spor kulübü...

Çocukların Beşiktaş’ta sporcu olmaları; Beşiktaş’lılıklarına yakışacak diye düşünüyorum...

Yazının devamı...

Yarım kalan eylül; yarım kalan aşk, yarım kalan gençlik...

“İki adam koluna girip 18 yaşındaki genci tehdit ettiğinde” genç ve güzel kız olay yerinden hızla uzaklaşıyordu...

Çocuk; aynı zamanda sınıf arkadaşı olan genç kızı, bir daha yanında hiç göremeyecekti...

Genç kız; o gün beraber yürüdüğü çocuğun yanında bulunmaktan özellikle kaçacak, göz göze gelmemek için kafasını çevirecekti...

“Terör günlerinin doğal sonucuydu bu...”

Okulda hakim olan siyasi grubun; “şiddeti açıkça göstererek” istemedikleri öğrencileri tecrit ettikleri, yalnızlaştırdıkları ve okula giremez hale getirmeyi amaçladıkları belliydi...

***

Bunu yapanlar kendilerine “solcu” diyorlardı...

Kendilerinden biraz farklı düşünen solcuları da “bu yolla sindiriyorlardı...”

Sayısal güç onlardaydı...

Sağcılar zaten aynısını hatta daha fazlasını davulla zurnayla ilan ederek yapıyorlardı...

Şiddet ve terör; böyle bir silahtı...

***

Daha darbe olmamıştı o günlerde...

Silaha ve şiddete başvuranlar; bir süre sonra “devletin herkesin üzerine doğru geleceği askeri darbenin şiddetini görmemişlerdi...”

Kendi uyguladıkları “şiddet”ten ibaret zannediyorlardı hayatı...

Oysa; şiddet bir kere başlamaya görsün...

Her şiddetten daha büyük bir şiddet vardı...

Devletin uyguladığı ağır şiddet rejimine “faşizm” deniyordu...

***

Birkaç gün sonra üniversitede çok ilginç bir olay oldu...

Güzel genç kız; uygulanan şiddetten etkileniyor ve bir süre sonra o şiddeti uygulayan gençlerin grubuna katılıyordu...

Güzel genç kız da, şiddeti uygulayan gençlerin bir sempatizanı olup çıkmıştı...

***

Genç çocuk; hayatında ilk defa o gün; şiddetin kitleler üzerindeki, caydırıcı etkisinin farkına vardı...

İnsanın celladına aşık olmasının ne anlama geldiğini o gün fark etti...

Onun için durum değişmemişti...

O celladına aşık olamayanlardandı...

***

Birkaç gün sonra, genç; yakın bir kız arkadaşının da tehdit edildiğini görecekti...

Erkekliğine yediremeyip tehdide karşı çıkınca, o gruptaki gençlerden biri parande atarak üzerine saldırdı...

Bir arkadaşıyla kantine geçip oturdular...

Bu sefer de polis gelip onları almaya kalktı...

-”Ya ne olduğunu söyleyin, ya da sizi alıp götüreceğiz...” diyordu...

Kimlerin kime saldırdığını söylemedi; polisi uzun uğraşlar sonucu ikna edip, evine gitti...

Anneannesi evde onu bekliyordu...

Evde yaşlı anneannesiyle ikisi başbaşa yaşıyorlardı...

*****

İZBE SOKAKTAN VE ÜNİVERSİTEDEN AYRILIŞ...

Yaşanmayan aşklar...

Yaşanamayan gençlik...

Ölüm ve mahpus dışında bir alternatif sunmayan üniversite yaşamı...

Her gün, saldırı tehdit altında okuma güçlüğü...

Çalışılamayan dersler...

Doğru düzgün devam edilemeyen okul...

Psikolojik kopuş...

Ve yeni bir arayış...

***

Genç çocuğun; hayatını bütünüyle değiştireceği olaylar zinciri, o merdivende başlıyor, o yokuşta devam ediyor ve sene sonunda çocuk; okulu bırakıp; başka bir okula, başka bir şehre, başka bir mesleğe ve başka bir hayata başlamak üzere Harbiye’de Notre Dame De Sion Kız Lisesi’nin yanındaki dik yokuşlu izbe sokaktan ayrılıyordu...

*****

DARBE, SANSÜR; ÜNİVERSİTENİN OTOPARK OLAN KANTİNİ...

12 Eylül öncesi, “iki koluna girip tehdit edilen; üzerine saldırılan genç çocuk”; gün gelip hayatın garip bir mucizesi sonucu; o günlerin travmalarını atlatıp gazeteci olacaktı... 12 Eylül öncesi üniversitede şiddet görmüştü...

Bir üniversiteyi yarıda bırakıp, başka bir üniversiteye geçmiş, bir mesleğe veda edip, yeni bir meslek seçmişti...

***

12 Eylül’de ise; ilk önce çalıştığı gazetede; sonra program yaptığı televizyonda; sansüre uğrayacak, onun yüzünden gazetesi toplatılacak, televizyonda ise işinden olacaktı...

***

Askeri darbe öncesi, “üniversitedeki terörü dibine kadar yaşamış, darbe günlerinde ise darbe yönetimi onun haberi yüzünden gazetesini toplattırmış; televizyon yönetimi onunla iş akdini feshetmişti...”

***

Önceki gün öğle vakti; “genç kızla çıktığı” merdivenlerin önüne geldiğinde bunları düşündü “gazeteci...”

Sokakta onu görenler; “gazeteci burada ne yapıyor acaba” diye birbirlerine merakla bakıyorlardı...

O ise, kendi cinayetinin işlendiği yerlerin sokaktaki krokilerini çıkartıyordu; bir cinayet dedektifinin titizliğiyle...

***

Kendi öldürüldüğü cinayetlerin, krokilerini sokağın değişik yerlerinde teker teker çıkardı gazeteci...

Merdivenlerden indi; merdivenlerin bittiği yerde sağa kıvrıldı...

Eliyle koymuş gibi üniversitenin bulunduğu o geniş cepheli apartmanı buldu...

Fakültelerin daracık sokakta yan yana olan iki kapısını görüyordu şimdi...

Ortada fakülte falan kalmamıştı...

Kapılar, kapalı otopark kapısı haline gelmişti...

***

Üstü başı toz olmuş halde, oturduğu kantini görebilir miyim diye başını uzattı kapıdan “gazeteci...”

Kantinin yerinde, saldırıya uğradığı, öldürüldüğü yerlere arabalar park etmeye uğraşıyorlardı...

Arabaların şoförlerinden biri kapının önünde meraklı bakışlarıyla içerisini süzen gazeteciyi fark etti...

Gözleri faltaşı gibi açıldı...

Ünlü gazeteci, bulundukları kapalı otoparkın içine bakmaya çalışıyordu...

Gazeteci, “şirkete mi gelmişti acaba?..”

“O şirkette ne arayabilirdi ki?..”

“Ya otoparkta?..”

***

Faltaşı gibi açılan gözlerde, bunların hepsini bir anda okudu gazeteci...

Şoförün kendisine soru sormasına olanak vermek istemiyordu...

O anın konsantrasyonunu bozmak istemiyordu...

Yanlışlık oldu gibisinden elini kaldırdı, geriye doğru döndü; “Öldürüldüğü öteki cinayetlerin krokilerini çizmek için yeni yerleri aramaya başladı...”

***

Her yere baktı...

Ne ki;

Güzel genç kız ortalarda görünmüyordu...

Ne sokakta, ne merdivende, ne de dik yokuşun herhangi bir mevkiinde...

Onun nerede ne zaman öldürüldüğünü bulamadı bir türlü gazeteci...

Yaşıyor muydu acaba?..

Yoksa “ölümü” o sokağın çok uzaklarında mı olmuştu?..

Yazının devamı...

Öfkeniz yüzünden cezalandırılmayacaksınız... Öfkeniz tarafından cezalandırılacaksınız...

“1) Önce kendi gideceğin yolu öğren... Sonra öğretmeye kalk...

***

2) Bırakabilmeyi öğren... Mutluluğun anahtarı budur...

***

3) Nefret hiçbir zaman nefretle yok edilmez...

Nefret; sevgiyle yok edilir...

Bu ölümsüz bir yasadır...

***

4) Varlığın; öteki kıyısına vardığında, önce, sonra ve ortada olandan vazgeç...

***

5) Sizi kendinizden başka kimse kurtaramaz...

Kendi kendinize ışık olun...

***

6) Damı basit yapılmış bir evin yağmurla dolması gibi, derin düşünmeyen beyine de tutku öyle doğar...

***

7) Gökten altın yağsa insanın arzuları doyurulamaz...

İsteklerin; küçük bir zevk verdiğini ve aslında hepsinin daha çok acıya neden olduğunu bilen kişi bilge kişidir...

***

8) Öfkeniz yüzünden cezalandırılmayacaksınız...

Öfkeniz tarafından cezalandırılacaksınız...

***

9) Geçmişte kim olduğunu bilmek istiyorsan, şu an kim olduğuna bak...

Kim olacağını bilmek istiyorsan, ne yaptığına bak...

***

10) Bir kişinin kendi kendini yenerek kazandığı zafer; bir başkasının savaşta bin kişiyi bin kez yenerek kazandığı zaferden daha evladır...

***

11) Nedensellik...

Etkileşim...

Koşullar...

Ayırt edici algılama...

Hayatı belirleyen dört büyük element bunlardır...

***

12) İnsanlar arasında, nehri geçip karşı kıyıya ulaşan azdır...

Büyük bir çoğunluk nehrin kıyısında bir aşağı bir yukarı doğru koşup durur...”

***

Bu oniki öğreti Buda öğretileridir...

Hayatı okumanıza, anlamanıza, çözmenize ve üstesinden gelmenize yardımcı olan anahtar öğretilerdir...

(Öğretiler Her Gün 1 Yeni Bilgi tweet hesabında çıktı...)

HARBİYE’DE BİR ÖĞLE VAKTİ...

Dün öğlene doğru; Nişantaşı’nda bir diş randevusu vardı gazetecinin... On buçuk gibi, Nişantaşı’na geldi...

Randevuya bir saat vardı...

‘Biraz yürüsem, etrafı incelesem...’ diye düşündü...

***

Ayakları bilinçsizce onu; Nişantaşı’ndan alıyor Harbiye’ye doğru götürüyordu...

Yürümekte olduğu güzergahı gazeteci tayin etmiyordu artık...

Ayakları kendiliğinden Harbiye’ye, Radyo Evinin önüne doğru gidiyordu...

***

Notre Dame De Sion kız lisesinin önünde bulunan Radyo evi yazan otobüs durağının önünde durdu...

Geriye doğru kırk elli metre kadar gitmeye başladı...

1 Mayıs’ta 36 kişinin Taksim’de öldüğü, 1977 yılının sonbaharında, dün durduğu otobüs durağında otobüsten inerdi gazeteci...

Geriye doğru yürür; AS sinemasının sokağından aşağı doğru sapardı...

***

Dün AS sinemasını aradı gözleri...

AS sinemasının yerinde yeller esiyordu...

Bir otel vardı AS sinemasının yerinde...

Oteli dikkate almadı...

AS sinemasını ruhunun derinliklerinde hissederek sokaktan içeri usulca süzüldü...

Sağ tarafta İstanbulin diye bir gece kulübü vardı...

Aşağı doğru inen dar sokak gazeteciyi gittikçe heyecanlandırıyor; ürküntü ve hatta bir korku benliğini sarıyordu...

***

Dar sokaktan aşağı indikçe, “gazeteci”yi görenler hayretle birbirlerine gösteriyorlardı...

-“Burada ne işi var?..” gibisinden meraklı sorular sorduklarını hissediyordu gazeteci...

Hiç oralı olmadan, dik yokuştan aşağı inmeye devam ediyordu...

Onlar kendilerini “sokağın gediklisi” zannediyorlardı...

Oysa gazeteci bir zamanlar o sokakta hayatımın nice trajik anlarını yaşarken, onlar o sokaktan bihaberdiler...

***

Onlara doğru; “Siz bu sokak hakkında ne bilirsiniz ki?..” diye içinden geçirdi gazeteci...

-“Ben bu sokaklarda kaç kez öldüm... Siz bunu nereden bilebilirsiniz ki?..” diye haykırdı içinden... Ses etmedi; yürümeye devam etti...

***

37 yıl önce o sokakta; “hayatın nice karanlık yüzüyle tanışmıştı...”

Aylar sonra o sokağı terk etmiş; 37 yıl içinde sadece bir kez, geçmişti o sokaktan bir daha...

Eski günleri hatırlamak adına...

Sokak bir süre sonra bitiyordu...

Aşağı doğru inen dik merdivenler başlıyordu...

Merdivenler...

Gazeteci o merdivenleri nasıl unutabilirdi ki?..

MERDİVENLERDE BİR KIZ ARKADAŞIYLA YÜRÜRKEN...

37 yıl önce 18 yaşında bir çocuk, dersi bitmiş o merdivenlerden çıkıyordu... Sigaraya başlamıştı o yıllarda...

O yüzden merdivenlerden çıkarken tık nefes oluyordu...

Yanında okuldan bir kız arkadaşı vardı...

Bir süredir birbirleriyle tanışıyorlardı, genç çocukla, güzel genç kız...

Biraz da birbirlerinden hoşlanıyorlardı...

O gün ders bitiminde okuldan beraber çıkmış, bir yerde bir şeyler içecek biraz sohbet etmeyi planlamışlardı...

***

Merdivenlerden tam çıkmış, dik yokuşta bir iki adım atmaya başlamışlardı ki, 18 yaşındaki gencin iki koluna iki genç aniden giriverdi...

İkisi birden soluk almadan sert bir şekilde gençle konuşmaya ve tehdit etmeye başladılar... Sert uyarılarda bulunuyorlardı...

-”Şöyle şöyle davranmazsan, başına geleceklerin sorumlusu bundan böyle biz olmayız...” türünden laflar söylediler gence;

-”Bu sana son uyarımız...” diye tehdit ettiler ve aynı hızla, iki kolundan çıkıp dik yokuşun ortasında genç kızla ikisinden uzaklaştılar...

***

Genç çocuk ne olduğunu, üç aşağı beş yukarı anladı...

Fakat yanında bulunan ve ilk defa birlikte oldukları kız arkadaşına ne söyleyeceğini bilemiyordu...

Böyle durumlarda; “kendine yönelik bir tehditi, bir saldırıyı en yakında bulunan kişiye anlatırken duyulan üzüntü ve utanç trajiktir...

Ne diyeceğini bilemez insan...

Suçlular tehdit eder giderler; mağdurlar suçluların davranışı utancını yaşarlar...

Onların yaptıklarının özrünü bulmak zorunda hissederler kendilerini...

“Garip”lerin ve mağdurların kaderidir bu...

***

18 yaşındaki genç; ne söyleyeceğini bilemiyordu...

O sırada genç kızın hızlı adımlarla kendinden uzaklaşmaya çalıştığını gördü...

Güzel genç kız tehlikeyi sezmiş, gencin yanında bulunmanın, ‘hiç de tekin’ bir şey olmadığına kanaat getirmişti...

Genç çocuğundan elinden gelse, “Bildiğin gibi değil... Benim hiçbir suçum yok... Onlar tehdit ederek benim okulda konuşmamı engellemek istiyorlar... Hepsi bu...” diyecekti... Diyemedi...

Boğazında düğümlendi kaldı sözler... Genç kız koşarcasına kaçtı oradan...

Yazının devamı...

Yaş 42... Hayatın dönüm noktası...

42 yaşında olduğum o yazı çok iyi hatırlıyorum...

Hayatımın en bildik şehirlerinden birinin havaalanına iniyordum...

Atina havaalanına...

***

Şehir bildik ve tanıdıktı...

Oysa ben hiç alışık olmadığım bir ortamda şehre iniyordum...

Havaalanlarında araba kiralamaya alışık değildim...

Yalnız veya sevgilimle seyahat ettiğimden, havaalanından araba kiralamak gibi, külfetli işlerle uğraşmazdım...

Taksiye atlar, rezervasyon yaptığım otele giderdim...

Araba kiralayacaksam otelden kiralardım...

***

Oysa bu kez, böyle olmuyordu...

Arabayı havaalanından kiralamak zorundaydım... İnanılmaz bir bagajımız ve yükümüz vardı...

Çocuk arabası gibi, hayatımda taşımadığım bir şey, ayrıca bizimle birlikteydi...

Araba kiralayacak, bütün bagajları arabaya yükleyecek, sonra da hayatıma annesiyle yeni giren minik kız ve bakıcısıyla birlikte, otele hareket edecektik...

***

Birkaç ay önce, yalnız yaşayan bir adamdım...

Hayatı paylaşmaya başladığım kadının birkaç aylık çocuğu; bir anda hayatıma giriyor, beni aniden, “minik bebekle bir yaz tatiline” çıkartıyordu...

Bir yıl sonra 43 yaşımda; SHOW TV’den ayrılacağımı ve meslek hayatımın da tamamen değişeceğini bilmiyordum...

***

Bir değişim geliyordu...

Bütün hayatımı, kodlarımı, hayata bakışımı sorgulayacak bir değişimdi bu...

Değişmemi söylüyordu hayat...

Aksi halde eski kodlarla yeni hayatı sürdüremeyeceğimi, tebliğ ediyordu Atina havaalanında bana...

Tebligat bir sene sonra gelecek “kariyer değişikliğinin de tebliğiydi...”

Bir şeylerin değiştiğini görüyordum...

Ama değişimin bu denli büyük olacağını anlayamıyordum...

HUYSUZ İHTİYARIN DOĞUMU...

Bizler ailemize yüklenmiş genetik kodlarımızla, dünyaya geldikten sonra edindiğimiz öğretilerle, hayata bakarız, onu okumaya çalışırız, olaylara reaksiyon veririz...

42 yaşına kadar, genetik kodlar, anne babadan aktarılan yaşam öğretileri hayatımıza yön verirler...

***

Olaylar karşısında gösterdiğimiz tepkiler, öğrendiğimiz kodlarda ve şifrelerde gizlidirler... İnsan hayatı 7’şer yıllık dönemler ve daireler şeklinde sürer...

***

Artı eksi bir yıllık değişimle 42 yaş civarında hepimizin hayatı önemli bir hesaplaşmaya sahne olur...

Hayatımızda çok önemli olan lastiklerden biri patlar...

***

Bu bir erkek için, çok iyi gittiğini düşündüğü işinde, meslek hayatında, kariyerinde bir duvara çarpma biçiminde olabilir...

Kadın ve erkeğin yıllarca çok güvendiği evliliklerinin kurumunun çökmesi şeklinde olabilir...

***

Yaşam tarzı ‘genetik kodlardan ve öğretilerden kaynaklı’ olarak sekteye uğrayabilir; ağır sağlık sorunlarıyla karşılaşabilir erkek ya da kadın...

***

Sonuçta lastik bir yerlerde patlar...

Patlayan lastik; şunu söylemektedir:

“Bugüne kadar, kişiliğinin kopmaz parçası olarak gördüğün yaşam biçimi, tutum ve davranışlar, tepkiler, tutumlar, tavırlar, seni bu duvara toslattılar...

***

Böyle devam edersen; kendini “derinliklerindeki gerçeğine göre” değiştirmezsen, bu toslamalar artarak devam edecekler... Gittikçe huysuzlaşan bir ihtiyar olacaksın...

Böyle olmak istemiyorsan; yaş aldıkça gençleşmek ve tazelenmek istiyorsan, kendi gerçeğini bulmaya ve kendi gerçeğine uygun bir yaşam tarzı benimsemeye doğru gitmelisin...”

HAYATINIZI BÜTÜNÜYLE DEĞİŞTİREBİLMEK İÇİN...

Hayat değişimi dayatıyor...

Ancak bu değişim, işinizi veya eşinizi değiştirmenin ötesinde, spiritüel, radikal, kendine dönük, iç hesaplaşmaya yönelik bir değişim...

***

Çocukluğunuza, bebekliğinize hatta ailenize dönüp; size öğreti olarak yüklenen kodlardaki hataları değiştirmekten söz ediyorum burada...

Eğer hayatla ve doğayla uygun değişiklikleri yapabiliyorsanız, mutluluğu yakalayabiliyorsunuz...

***

İnsanların yüzde 80’i, lastik patladığında bunun bir kaza olduğunu düşünüyor ve aynı kodlarla yaşamayı sürdürüyor...

Karşılaştıkları “duvara toslamayı”, kaza, şanssızlık, veya yanlış insana rastlama şeklinde değerlendirdikleri, kendileriyle radikal ve içsel bir hesaplaşmaya girmek istemediklerinden;

yeni kazalarla karşılaşmaları mukadder oluyor...

Hiçbir şey, aynı şekilde davranıldığında farklı sonuçlar vermiyor...

***

Huysuz ihtiyarlık böyle bir şey...

Hayatın değişimi arzu ettiği dönemde, 42 yaşında o yol kazasını yaptıran nedenleri, genetik öğretileri ve kodlanmaları bulup çıkarma ve hayatla çatışmayan bir mutluluğa içsel bir yolculuk yapmak şart oluyor...

42’DEN SONRA...

“Ferrarisini Satan Bilge” de, kalp krizi geçirdiği sırada çok zengin ve panter gibi pençelerini başkalarına geçirerek başarı kazanan bir avukattı...

Sonra kendisine kalp krizi geçirten, mutluluğu hissedemeyen Ferrari’yle özdeşleşmiş düzeni değiştiriyor ve yaşamın uyumunu sağlamaya başlıyordu...

***

Kendi kodlarınızı değiştirmek, sanıldığı kadar kolay bir şey değil...

Bunu gerçekten isteyip istemediğinden emin olmalı önce insan...

İnsanın mutsuzluk kaynağı olan şeyler; aynı zamanda varlıkları halinde insanların mutluluk kaynakları...

Yani insan mutsuz olduğu şeylerden kurtulabilmek için, mutlu olduğu şeylerden vazgeçmek zorunda...

***

Kodlarınızı değiştirdiğinizde artık mutlu olduğunuz eski şeylerle mutlu olamayacaksınız...

Mutsuzluk getiren kodlarınızda, mutluluk getiren kodlarınız mevcut çünkü... Yani kodları değiştirmek, her şeye eskisi gibi devam edip, sadece mutsuzlukları mutluluğa çevirmek şeklinde olamıyor...

Mutlu olduğunuz şeyleri değiştiriyorsunuz ki; mutsuz olduğunuz şeyler içinizden uçup gitsinler...

Yazının devamı...

‘Karşınızdakini ne kadar severseniz; o kadar sinirlenirsiniz...’

Duydum ki dedikodumu (gıybetimi) yapmışsın...

Yüzüme söylemekten kaçınmışsın...

Benim gibi acizden korkmuş;

Allah’tan korkmamışsın sen...

Mevlana

***

Dünyada ilk kahve dükkanı 1475 yılında İstanbul’da açıldı...

***

Türk kahvesinin suyla servis edilmesi, bir Osmanlı geleneği...

Eğer misafir suyu önce içerse; aç olduğu anlaşılır...

Yemek ikram edilirdi...

***

İnsanlar güçsüz oldukları için ağlamazlar...

Çok uzun zamandır güçlü oldukları için ağlarlar...

***

İnsanların yüzde 90’ından fazlası;

Bir zamanlar en iyi arkadaşım dedikleri kişiyle artık arkadaş değiller...

***

Doğru söyleme tarzı;

“Yazı mı tura mı” değil...

“Yazı mı Tuğra mı?..”

***

Hiçbir faniyi; sana tepeden bakacak mertebeye yüceltme...

***

19. yüzyılda siyahilerin acı çekmediği düşünülerek; ameliyatlarında anestezi kullanılmazdı...

***

Geleceğe ah etme...

Geçmişini yad etme...

Alacağın bir nefes...

Onu da berbad etme...

***

Araştırmalara göre, zeki insanlar daha hızlı düşünüp, daha hızlı yazarlar...

Bu yüzden yazıları çirkindir...

***

Asıl mesele bölebilecek güce sahip olmana rağmen, birleştirebilmektir...

***

20 dakikalık bir yürüyüş esnasında beyin aktiviteleri artar...

***

İsveç’te bir ay okula devamsızlık yapmayan öğrencilere, devlet tarafından 187 dolar veriliyor...

***

Türkiye’de 100 kg patates 500 TL...

Litvanya’da 100 kilo patates 20 TL...

Litvanya’ya gidiş dönüş uçak bileti 250 lira...

100 kilo patates alıp döndüğünüzde yine karlı çıkıyorsunuz...

***

Almanya’da bir hayvanat bahçesinde ‘Dünyanın En Tehlikeli Hayvanı’ bölümü var...

İçeri girdiğinizde karşınıza ‘ayna’ çıkıyor...

***

Bileğinin yerine yüreğini kullan...

***

Sabah öpücükleri stresi azaltır ve gün içindeki performansınızı arttırır...

***

2 milyar insanı, peşinden sürükleyen efsanevi lider Mahatma Gandhi’nin tüm serveti 7 dolar değerindeki eşyalardı...

***

Sevgi ve sinir birbiriyle doğru orantılı hislerdir...

Karşınızdakini ne kadar çok seviyorsanız, o kadar çok sinirlenirsiniz...

***

Erkekler kadınların görünüşüne aşık olurlar...

Kadınlar; erkeklerin tavır ve davranışlarına...

***

Freud’a göre; insanlar size ‘kullanamadıklarında’; ‘sen değiştin’ derler...

***

Türk okullarındaki eğitim sistemi, sizin zekanızı değil, hafızanızı ölçmektedir...

***

‘Hayır’ diyememenin üç sonucu...

1) Kişisel sınırlarınız kalmaz...

2) Stres ve iş yükünüz artar...

3) Arkadaşlıklarınız bozulur...

*****

SUSMAK...

Susmak;

Bazen ‘hata’dır...

Bazen ‘haya’dır...

Bazen ‘Aşk’tır...

Ve bazen; en derin kırgınlıklar; sükutta saklıdır...

*****

BAŞARISIZLIĞIN NEDENLERİ...

Hayatta başarısızlığın temel nedenleri;

1) Olumsuz düşünce yapısı...

2) Denememek...

3) Bahane üretmek...

4) Sabit fikir sahibi olmak...

(Bu sözler; tweeter’daki Her Gün 1 Yeni Bilgi portalından alınmıştır...)

*****

ASKERDEYKEN EN ÇOK ÖZLENEN 10 ŞEY...

1) Duymak için 15 kişilik sıra beklediğiniz, sevgilinin sesi...

***

2) Yıllarca her maçı beraber izlediğiniz kankanızla yaptığınız maç analizi...

***

3) Sivildeyken, değerini bilmeden bastığınız HALI...

***

4) Saniyede 150 kanal değiştirebildiğiniz uzaktan kumanda aletiniz...

***

5) Annenin normal zamanlarda insanı sıkan; ancak uzak kalınca özlenen...

***

6) Elin okşamak için gittiğinde, orada artık olmadığını fark ettiğiniz sakal...

***

7) Parmaklarınız buruşuncaya kadar banyo yapma özlemi...

***

8) Kalkış saatinin belli olmadığı sabah uykuları...

***

9) İnternet başında sabaha kadar yapılan geyik...

***

10) Babanın “aslan oğlum benim” deyişi...

*****

MUTLULUK İÇİN FORMÜL...

1) Hatasını kabul etmeyeni kabul etme...

***

2) Lafını dinlemeyene başka söz etme...

***

3) Yüzünden gülüp, arkandan konuşanla muhabbet etme...

***

4) Kendinden başka hiçbir şey düşünmeyene güvenme...

***

5) Her şeye kulp bulanı memnun etmeye çalışma...

***

6) Kendinden ödün verip; başkasını vezir etme...

***

7) Elinden tutan insanı; ahirette bile bırakma...

*****

BİR KADINA VERDİKLERİNİZ...

Bir kadına ne verirseniz, onu çoğaltarak ve büyüterek size geri verir...

Ona sperm verirseniz size çocuk verir... Ona bir ev verirseniz; size bir yuva verir...

Ona sebze verirseniz size yemek verir...

Ona gülücük verirseniz; size kalbini verir...

***

Ona bir şarkı söyleyin...

Size konser verir...

Kendisine verileni çarpı, çoğaltarak size geri verir...

***

Bu yüzden ona çamur atarsanız; karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun...

Aziz Nesin

*****

EINSTEIN’IN İNCİSİ...

‘Görelilik’ kuramım başarıyla kanıtlanırsa; Almanya benim bir Alman olduğumu...

Fransa ise ‘dünya vatandaşı’ olduğumu açıklayacak...

***

Kuramım gerçek dışı çıktığında ise; Fransa bir Alman olduğumu söyleyecek... Almanya ise bir Yahudi olduğumu açıklayacak...

ALBERT EINSTEIN...

Yazının devamı...

Anneler gününde bir çocukluk rüyası...

Çocuktum...

Hayatımda görmek için sabırsızlandığım, ne olacağını en çok merak ettiğim gündü; 2000 yılına, yeni milenyuma gireceğimiz yılbaşı gecesi...

Kırk yaşında olacaktım o günlerde...

Kırk bir yaşından gün alan, durmuş oturmuş bir adam olacağımı zannediyordum...

***

Evli olacağıma kesin gözüyle bakıyordum...

Muhtemelen üç çocuğum olacaktı...

Üç çocuğumun olmasını arzu ediyordum...

Çocukluk günleri; her istediğimin, istediğim an, istediğim şekilde olacağını düşündüğüm yıllardı...

Arabamı bile düşünmüştüm...

Bir Volkswagen’imin olacağını öngörmüştüm...

***

Çabuk geçen yıllar; fırtınalı ve kasırgalıydı...

Türkiye kanlı yıllardan ve olaylardan geçiyordu...

Hayat mecram, beni hiç düşünmediğim, varlığından bile haberdar olmadığım dünyalara savuruyor; kendimi bulabilmem; büyük mücadelelere, iç hesaplaşmalara, dışardaki acımasız dünyada ayakta kalabilme savaşına dönüşüyordu...

***

2000 yılı gelip çattığında;

Ne çocuklukta tahmin ettiğim gibi rahat bir işim...

Ne masum yıllarımda tasavvur ettiğim gibi, huzurlu bir hayatım...

Ne bir eşim...

Ne de sıcak bir yuvam ve üç çocuğum vardı...

Bir Volkswagen’im de yoktu...

***

2000 yılına girerken bunların hiçbiri hayatımda değildi...

Buna karşın annem, babam ve ben...

Bir otel odasında başbaşaydık...

Odaya; yuvarlak küçük masayla getirilen bir akşam yemeği ısmarlamış, onunla yılbaşını geçirmeyi planlamıştık...

***

Huzurlu bir iş1 yerine;

Türkiye’nin beni konuştuğu; çok sevenlerle; çok yerin dibine batıranların at başı gittiği bir insan olmuştum...

Aldığım ölüm tehditleri gırla gidiyordu...

O yüzden zaman zaman evde; zaman zaman bir otel odasında yaşıyordum...

Annemle babamı, yılbaşı gecesi kaldığım otel odasına çağırmış; “yılbaşını gözlerden uzakta burada bir arada geçiririz” diye düşünmüştüm...

***

Annem hastaydı ve birkaç güne kadar önemli bir ameliyata girecekti...

Volkswagen’im değil, çocukluğumda bindiğim babamın arabası gibi bir Mercedes’im vardı ve lüks görünüyordu...

Ama; Annemden babamdan başka ne bir aile ne bir çocuk ortalıkta gözükmüyordu...

Üstelik annem hastaydı ve ağır bir ameliyata giriyordu...

Endişeli gibi başlayan bir yılbaşı gecesiydi...

*****

2000 YILBAŞI GECESİNDE; BİR OTEL ODASI...

Bir yıl aradıktan sonra çok sevebileceğim bir ev bulmuştum...

Çocukluk yıllarımın geçtiği, sahilde, rüyalarını gördüğüm bir evdi bu...

Evin yanında, bir de küçük dubleks daire vardı...

Satın aldığım kişinin annesi orada yaşıyordu...

Evde uzun zamandır kimse oturmadığından, yeniden ikamete açmak için baştan aşağı yenilenmesi gereken bir evdi...

Mimarlara vermiş, bir yıl sürecek tadilat işleminin bitmesini bekliyordum...

***

Annem birkaç güne kadar ameliyat olacaktı...

Üç kişi başbaşa, küçük bir otel odasında yılbaşını geçiriyorduk...

Kadehlerimizi hep beraber annemin sağlığına kaldırdık...

Anneme;

-“Ameliyat bitsin... Evin tadilatı tamamlansın; karşı taraftaki evi satıp benim yanıma yerleşirsiniz...” dedim...

***

Böyle anlarda hiç duygularını belli etmek istemezdi annem...

Eve taşınmayı; sırf oğluna yakın oturabilmek için ‘deliler gibi’ isterdi...

Ama bunu açıkça ilan ederse; gerçekleşmeyeceğini düşündüğünden, sıradan bir “olur” cevabının dışına taşmamayı yeğlemişti...

Yılbaşı gecesi 12’yi biraz geçe, annemle babam evlerine gitmek üzere odadan ayrıldılar...

***

Yalnız başına kaldım odada...

Yatağa uzandım...

Odadaki televizyonda yılbaşı eğlenceleri devam ediyordu...

İzlemiyordum...

Televizyon, odada bir insanın eksikliğini dolduruyordu...

1995 yılının yılbaşısına da Ankara’da bir otel odasında yalnız girdiğimi hatırlamıştım...

O yılbaşı ayağım kırılmıştı...

Alçıdaydı...

***

Gece otel odasında yalnız kalmak istemiştim... O zamanlar; sadece televizyonda yapacağım işleri düşünürdüm...

Yalnızdım; ama beraberimde televizyonculuk denen, ruhumun her tarafını işgal etmiş bir meslek vardı...

***

2000 yılına girdiğim o gece; “televizyon aygıtı, odadaki yalnızlığımdan beni kurtarıyor” gözükse de;

Çocukken hayalini kurduğum şeylerin birçoğunun daha yanından bile geçemediğimi fark ediyordum...

Ameliyat sonrası annemi, onunla beraber babamı kaldığım evin yanına almaya, “yeniden aileyi bir araya getirmeye, yaşlanırken onları yalnız bırakmamaya o gece karar verdim...”

***

Uyurken bir anda, içimin bir huzurla kaplandığını hissetmiştim...

Rahatlamıştım...

Birkaç güne kadar önemli bir ameliyata girecek olan annemin endişesinden uzaklaşmıştım...

Annemle babam, yanıma taşınacaktı... Onları yalnız bırakmayacaktım...

Ameliyatın endişesini değil, yeni kararımın huzurunu yaşıyordum...

*****

15 YIL SONRA HAYAT...

Bu olayın üzerinden yaklaşık 15 yıl geçti...

Bugün anneler günü...

Annemle ve babamla 15 yıldır yan yana evlerde yaşıyoruz...

Hayatım; 2000 yılına girdiğimiz yılbaşı gecesi aldığım karardan sonra çok değişti...

Şimdi üç çocuğum var...

Bugün; anneler gününe onlarla beraber uyanacağız...

***

Dün annelerinin hediyelerini aldık hep birlikte...

Gün içinde annelerine gidecekler, hediyelerini verecekler...

“Gönüllerince anneler gününü” kutlayacak, onlarla sevgiyi yaşayacaklar...

Ben anneme de hediye aldım...

Ona hediyesini vereceğim...

Annemle, babamla ve çocuklarımla yaşadığım hayata şükredeceğim...

***

Artık huzursuz bir işim yok...

Beni sevenlerin kimler olduğunu biliyorum artık bu dünyada...

Yerin dibine batırmaya çalışanlara gelince;

Onları da teker teker deşifre ettim...

Volkwagen’im hala yok...

Çocukken babamın Mercedes’ine bindiğim gibi yine Mercedes’e binmeye devam ediyorum...

Sanıyorum şartları elverirse oğlum da aynı şeyi yapacak...

Bunu hissediyorum...

Yazı yazıyorum...

Suyun yanında sabahları güneşi seyrediyorum...

Hayata şükrediyorum...

Yazının devamı...

En çok mizahını yaptığı Süleyman Demirel’di... İlk taziyeyi o yolladı...

O yaşarken yapılan belgeselinde “tiyatro yaparken bile içinin ‘sinema sinema’ diye gittiğini” söylüyor...

Oysa benim için Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisinin mizah ve sanat kalibrelerinin belirlendiği yer; “tiyatroydu...”

Onları sıradan bir komedyen olarak anılmaktan, bir sanatçı olarak addedilmeye götüren esas kilometre taşı yaptıkları tiyatroydu...

İstanbul’da Devekuşu Kabare tiyatrosunu kurmuş, orada oynuyorlardı.

***

O sezon Ankara’ya gelecekleri haber verildi...

Nasıl bilet bulunacak diye, tiyatro çevrelerinde endişenin dalga dalga yayıldığını fark etmiştim...

Tiyatroda mizah yoluyla Milliyetçi Cephe iktidarına; daha çok da Süleyman Demirel’e muhalefet ediyorlardı...

***

Aslında buna pek muhalefet denmezdi...

Süleyman Demirel’i ve arada bir de rahmetli Necmettin Erbakan’ı hicvediyorlardı...

Ankara’da Reklamlar ve Yasaklar oyununu oynayacaklardı...

***

Günler öncesinden biletler tükenmiş, seyirci sabırsızlıkla Zeki Alasya’nın Süleyman Demirel’i; Metin Akpınar’ın Necmettin Erbakan’ı taklit edeceği skeçleri bekliyordu...

***

Milliyetçi Cephe hükümetlerinin; Türkiye’de bir kesimi fena halde bunalttığı, yıprattığı yıllardı...

Toplumsal muhalefet, siyasi muhalefet, gençlik muhalefeti vardı var olmasına...

Hatta, olaylar muhalefet etmeyi de geçmiş, sokağa ve silaha yönelmişti...

***

Ancak muhalefet, sertleştikçe etkisizleşiyor, silahlar patladıkça demokrasi kimliksizleşiyordu...

Mizahın her zamankinden çok daha etkili olduğu günlerdi...

Zeki Alasya’yla Metin Akpınar da siyasileri hicvederek, toplumsal muhalefeti yakalamışlardı...

***

Devekuşu Kabare tiyatrosu üzerinden; Zeki Alasya’yla Metin Akpınar’ı dev bir sanat markası yapan olay, Demirel ve Erbakan taklitleriyle, hükümet üzerine yaptıkları kahkaha tufanı hicivlerdi...

***

Zeki Alasya; Süleyman Demirel’in siyah fötr şapkasını takar, boynunu ve gerdanını Süleyman Demirel gibi kıvırırdı... Onun milyonlar üzerinde “espri konusu olan” sözlerini onun mimikleriyle seslendirirdi...

Mesela Demirel’in “Yollar yürümekle aşınmaz...” sözünü hicvettiğinde, tiyatro salonundan kahkahalar diz boyu yükselmiş, salon alkıştan inlemişti...

***

Yıllar içinde Ertem Eğilmez filmleriyle, “Anadolu’dan İstanbul’a gelen uyanık ama saf Kayseri’li tiplemeleriyle” milyonların gözünde de taht kurdu Zeki Alasya’yla Metin Akpınar...

Ancak ben çevremde hala; “Onların tiyatro oyunlarını seyretmekle öğünürdüm...”

Onları aydınlar gözünde sanatkar kılan özellikleri buydu... Bir nebze de olsa siyasi muhalefeti mizah yoluyla yapıyor, toplumu rahatlatıyorlardı...

Milyonlara gülümsemeyi, kavga etmemeyi, kahkaha atarak olumsuz enerjiyi boşaltmayı öğretmeyi hedefliyorlardı...

***

Süleyman Demirel karakteri ve hicivleri; oyunlarındaki en büyük sermayeydi...

Zeki Alasya fötr şapkayı taktığında Süleyman Demirel’e olan benzerliğiyle diğer mizahçılara fark atıyordu...

***

Hayret...

Dün Zeki Alasya’nın ölümü sonrası ailesine ilk taziye mesajı gönderenlerden birinin Süleyman Demirel olduğunu gördüm... Demirel; Zeki Alasya’nın sanatçı kişiliğine atıfta bulunuyor ve ailesine sabırlar diliyordu...

*****

‘SÜLEYMAN DEMİREL Mİ ÖZELLİKLE İSTİYOR ZEKİ ALASYA’NIN KENDİ TAKLİDİNİ YAPMASINI?..’ DİYE DÜŞÜNÜRDÜK...

Zeki Alasya’nın “Gerdan kıvıran, boynunu Demirel gibi döndüren, Başbakan Süleyman Demirel taklidi” öyle bir tutmuştu ki; bir ara Süleyman Demirel’in, kendi popülaritesini artırabilmek için; bunu özellikle istediği söylenir oldu...

***

Sol çevrelerde ciddi ciddi; bu konu konuşuluyor, tartışılıyordu...

Demirel; kendisine yönelik toplumsal tepkinin yumuşaması, rahatlaması ve kahkahaya dönüşerek gazının alınmasını Zeki Alasya ve Devekuşu Kabare’nin; “kendi taklitlerini yapmasını özellikle istediği” şayiası yayıldı...

***

Acaba öyle miydi?..

Süleyman Demirel bilerek mi ses çıkarmıyor, bu hicivlerin devam etmesine göz yumuyordu?..

Bu sorunun net cevabını hiçbir zaman bulamadık...

Ancak bir konu gayet net ve açıktı...

Demirel; kendisinin karikatürize edilerek üzerinden yapılan hicivlere pek ses çıkarmıyordu...

Toplumsal muhalefetin mizah yoluyla kendini yansıtmasına duvar örmüyordu...

***

Mizah yoluyla siyasi liderleri hicvetme, bu yolla toplumsal stresi boşaltma, 1970’lerin sonlarında Türkiye’de çok etkili bir sanat anlayışıydı...

1980 darbesiyle; mizah ve taklit yoluyla hicvetme kültürü bir miktar kesintiye uğradı...

Özal döneminde yeniden patladı...

Şimdilerde pek esamesi okunmuyor...

Mizah; artık siyasi liderleri taklit yoluyla hicvetme yöntemini uygulamıyor...

Ya da buna uygun zemin pek bulamıyor diyelim...

*****

ZEKİ ALASYA’NIN ÖLÜMÜ MİZAHTA BİR DÖNEMİN SONU...

Zeki Alasya’nın ölümünü, ben Kayahan’ın ölümüyle aynı yere koyuyorum... Bu dev sanatçıların ölümleri; “İsimleri geçtiğinde sadece sanatçı kişilikleri akla gelen sanatçılar döneminin” yavaş yavaş kapandığını gösteriyor...

***

Türkiye’de artık sanatçılar; “politik mücadelenin bir figürü olarak faaliyet gösteriyorlar...”

Yandaş veya muhalif...

Gezici ya da karşıtı...

Artık her sanatçı, politikadaki duruş ve cephesine göre, itibarlanıyor, ya da itibarsızlaştırılıyor...

***

Hiç kimse sanatıyla değerlendirilemez bir hale geliyor... Her kesimin makbul olan ve makbul bulunmayıp yerin dibine batırdığı sanatçıları var artık...

Bunca yıl Zeki Alasya’nın hicvini yaptığı Süleyman Demirel, ailesine ilk taziyeyi gönderiyor dün...

***

Süleyman Demirel’i yıllarca hicvetse bile, Zeki Alasya muhalif bir sanatçı olarak anılmadı, Türkiye öyle kategorizasyonlara sol ve sağ dışında hiç girmedi.

***

Şimdi başka bir Türkiye, başka bir kültür var... Siyasetçilerin “esas star” olduğu, sanatçıların onlara yandaş veya muhalif konumlanarak, pozisyonlanabildiği bir Ortadoğu ülkesi burası...

Yazının devamı...

Babasını öldürüp bilmeden annesiyle evlenen Ödip’in hikayesi...

Kadmus ailesi ile; Ares ile Afrodit’in en gözde kızı

güzel Harmonia’nın torunuydu Laius...

Büyük torun olduğu için tahtın bir sonraki varisi olarak görülüyordu...

***

Tahtı hile ile Laius’tan almak isteyenler, çok genç olan Laius’i; bulunduğu Thebes’i terkedip, Olympos’ta kalmaya zorladılar...

***

Laius o sırada Pelops Kralı’nın yanında yaşıyordu...

Kralın gayr-ı meşru oğlu Chrysippus’u kaçırarak, onu cinsel arzuları için kullandı...

Henüz çok gençti Chrysippus...

Laius ile ilişkilerinin ortaya çıkmasından çok korktuğu için intihar etti...

(Mitolojik öyküde olay Laius’un günahını temsil eder... Günahın karmik bedelini Laius sonra çok ağır ödeyecektir...)

***

Daha sonra Jocasta adlı bir kadınla evlendi Laius...

Kolay çocuk sahibi olamadılar...

Laius bunun üzerine ünlü kahin Delphi’den onu iyileştirmesini istedi...

Ancak kahin onu iyi etmektense, asla çocukları olmaması gerektiği konusunda onlara tavsiyede bulundu...

***

Doğacak çocuk onlara şanssızlık getirecekti...

İlerde doğması muhtemel oğulları, önce babasını öldürecek, sonra annesiyle evlenecekti...

Kahin bu konuda çok emin konuşuyordu...

Laius kahinin sözlerini dikkate aldı ve o günden sonra karısı Jocasta ile ilişkiye girmekten kaçındı...

***

Ne var ki; Jocasta “kahin”in uyarılarını bilmediği için, kocasını bir gece sarhoş etti ve onunla sevişti...

Bu ilişkiden bir oğulları oldu...

***

Çocukları olacağının anlaşılması üzerine Laius karısına “kahin”in tüm söylediklerini aktardı...

Çift çok korkmuştu...

Yeni doğan bebeklerini çobanlara verdiler ve bebeği Cathaeron dağında ölüme tek etmelerini söylediler...

Ancak çobanlar bebeğe acıdılar ve onu Periboae ile Polybus’a verdiler...

Babak onların yanında büyümeye başladı...

ÖDİP’İN BİLMEDEN BABASINI ÖLDÜRMESİ...

Çoban karı koca, çok sevdikleri çocuğun adını “Ödip” koydular...

Ödip; onların biyolojik çocuğu olmadığını bilmiyordu...

Onları gerçek ailesi zannediyordu...

Ne var ki ebeveynlerinin hiçbirine benzemiyordu...

***

Bir gece evlerine gelen sarhoş bir misafir, gerçeği Ödip’in yüzüne vurdu...

Ödip, öğrendiği gerçek karşısında şok olmuştu...

Çok rahatsızdı...

Gerçek köklerini öğrenmek için; “Kahin Delphi”ye gitti...

Daha sorusunu bile soramamıştı ki; orada bulunan Apollo’nun kadın peygamberi Pytia çok sinirlendi ve ona;

-“Tapınağı derhal terk et...” diye bağırdı...

***

Pytia bununla kalmadı, Ödip’e “bir gün bilmeden babasını öldürüp, annesiyle evleneceği” kehanetini yüzüne söyledi...

Bu dehşet verici bir haberdi...

Ödip çok korkmuş ve sarsılmıştı...

Olabildiğince uzağa gitmeye karar verdi...

***

Bu arada Kral Laius için; Thebes’de işler kötüye gidiyordu...

Açıklayamadığı bir korkuya kapılmıştı kral...

Karısı ve kendisinin üzerindeki lanetin geçip geçmediğini merak ediyordu...

Bir kez daha Kahin Delphi’ye danışmaya karar verdi...

***

Kral Laius ve yardımcıları, yollarının üzerinde genç bir adamla karşılaştılar...

Genç adamdan yoldan çekilmesini istediler...

Genç adamın ismi; Ödip’ti...

Kaderinden kaçmak üzere, yollara düşmüştü...

Ödip yoldan çekilmeyi reddetti...

Arabanın tekeri, Ödip’in ayağını ezdi...

Yolda karşısına çıkan araba ve ayağını ezmesi Ödip’i çok sinirlendirdi...

Laius’u öldürdü...

Laius ölürken, “kaderinin geldiğini, onu öldüren gencin gerçek oğlu olduğunu” bilmiyordu...

Keza Ödip de öz babasını öldürdüğünden bihaberdi...

ÖDİP’İN BİLMEDEN ANNESİYLE EVLENMESİ...

Bu arada Kral Laius’un yıllar önce genç Chrysippus’u cinsel istismarı sonucu ölümüne sebep olmasının intikamı için, şehirde yeni tezgahlar kuruluyordu...

Kurulan tezgahta oğlunu ve kuzenini kaptıran Credon; cevap verilmesi istenen bir bilmeceyi bilen yiğit adama, kız kardeşi Jocasta’yla evlendireceğini açıkladı...

***

Cevaplandırılması istenen bilmece şöyleydi:

“Hangi yaratık; sabah dört ayağı üstünde; öğlen iki ayağı üstünde; akşam üç ayağı üstünde yürür...”

Ödip şansını denedi ve doğru cevabı verdi...

Doğru cevap; “İnsan”dı...

“İnsan, bebekken emekler, büyüdüğünde dik yürür ve yaşlılığında bastonla yürürdü...”

***

Doğru cevabı veren Ödip; bilmeden öz annesiyle evlendi...

Annesi Jocasta da, Ödip’in öz oğlu olduğunu bilmiyordu...

Sadece kocasının kahin Delphi’ye giderken, yolda öldürüldüğünden haberdardı...

Ödip gerçek ebeveynlerinin kimliklerinden haberdar olmadığı için öz babasını öldürmüş, öz annesiyle evlenmişti...

FREUD’UN OİDİPUS KOMPLEKSİ TEORİSİ...

Freud’un psikanalitik teorisine göre; “karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme” konusunda, çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamının adıdır Oidipus Kompleksi...

Erkek çocuk ile anne; kız çocuk ile baba arasındaki durumu anlatır...

***

Freud’a göre, her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir...

Erkek bebeğin sürekli annesine şımarması, babasının annesiyle ilgilenmesinden rahatsız olup ağlaması veya araya girmesi buna örnek olarak gösterilir...

***

Erkek çocuk genelde güçlü bir otorite olan rakibi babadan çekindiğinden, kendisini her iki ebeveynden de uzaklaşmak zorunda hisseder...

Annesinden çekinen kız çocuk ise, hayran olduğu güçlü babasına daha çok yaklaşır...

Freud’un bu teorisinin adının “Oidipus Kompleksi” olması; Yunan mitolojisindeki yazdığımız öyküden dolayıdır...

BABALARIN GÜNAHLARINI ÇOCUKLARIN ÇEKMESİ...

Oysa; Ödip öz babasını öldürür, öz annesiyle evlenirken, ebeyvenlerinin kimliklerinden habersizdi...

Yunan Mitolojisindeki öykünün vermek istediği mesaj; Öldürülen baba Kral Laius’un; zamanında işlediği günahla ilgilidir...

***

Cinsel istekleri için çok genç yaşta kullandığı Chrysippus’un, intiharına yol açan günahı; bir gün kendi öz çocuğunun onu öldürmesiyle sonuçlanacaktır...

Mitolojik öykünün gerçek mesajı ve anlamı;

“Günahların mutlaka bir bedelinin olduğu ve babaların günahlarını çocukların çekebileceğini” anlatmasıdır...

***

Ödip’in mitolojideki hikayesi; Freud’un teorisinden ziyade, “Günahların; işleyenlerin çocukları tarafından bile ödenmeden bitmeyecek karmik bedellerini” anlatmasından dolayı değerlidir...

Türkiye’de sürekli okunması ve ders alınması gereken bir öyküdür Ödip’in hikayesi...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.