Şampiy10
Magazin
Gündem

Tanrım...

“Tanrım, Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek için...

Ve zayıfların alkışı ile sevgisini kazanmak için... Ve yalan söylememek için bana yardım et...

***

Eğer bana para verirsen;

Elimden mutluluğumu alma...

***

Eğer bana güç verirsen,

Elimden muhakeme yeteneğimi alma...

***

Eğer başarı verirsen bana;

Alçak gönüllülüğümü elimden alma...

***

Eğer bana alçak gönüllü olmayı bahşedersen... Saygınlığımı elimden alma...

***

Görünenin, diğer yüzünü tanımama yardım et...

***

Benim düşüncelerime katılmıyor diye, bana karşı olanları hainlikle suçlayarak, onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme...

***

Kendimi sever gibi; başkalarını da sevmeyi...

Başkalarını yargılıyor gibi; kendimi de yargılamayı öğret bana...

***

Başarılı olduğum zaman; sarhoşluğa izin verme...

***

Başarısız olursam da; umutsuzluğa düşmeme izin verme...

***

Daha ziyade başarısızlığı, başarı öncesi bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla...

***

Hoşgörünün güçlerin en büyüğü olduğunu; İntikam arzusunun zayıflığın ilk işareti olduğunu öğret bana...

***

Eğer beni paradan yoksun bırakırsan;

Bana umudu bırak...

***

Eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan;

Başarısızlığı yenebilecek irade gücünü bahşet bana...

***

Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan;

İnancın lütfunu bana bırak...

***

Eğer insanlara zarar verirsem,

Özür dileme gücünü ver bana...

***

Ve eğer insanlar bana zarar verirse... Affetme ve merhamet gücünü ver bana...

***

Tanrım!..

Eğer ben seni unutursam...

Sen beni unutma...”

(Mahatma Gandhi)

*****

İNSANLARIN SAVAŞI ÇOCUKLARIN KAVGASI KADAR SAÇMADIR...

İnsanların savaşı çocukların kavgasına benzer...

Hepsi de anlamsız ve saçmadır...

***

Madem ki sopa; savaş ve kavga aletidir...

Ey kör; o sopayı kır ve paramparça et...

***

Ben iyiyle, kötüyle kavga etmem...

Kavgayla işim yok...

Savaşmak şöyle dursun...

Gönlüm; savaş kelimesini hatırlattığı için barıştan bile ürker...

***

Delinin elinden silahı al...

Adalet ve barış senden razı olsun...

Eğer elinde silahı var; aklı da yoksa elini bağla... Yoksa yüzlerce zarara yol açar...

***

Hepimiz bir TEK kişiyiz...

Beri gel, daha beri...

Bu hır gür, bu savaş nereye kadar?..

Sen bensin; ben senim...

***

Allah’ın ışığıyız...

Allah’ın sırçası...

Kendi kendimizle bunca savaşmamız, bunca inatlaşmamız ne?.. Aydınlık; aydınlıktan ne diye kaçar böyle?..

***

Sağ el ne diye kendi sol elini hor görür?..

Her ikisi de senin elin değil mi?..

Uğurlu ne demek?..

Uğursuz ne demek?..

***

Biz hepimiz aynı mayadanız...

Aklımız da bir...

Başımız da...

Fakat şu beli bükülmüş göğün altında, iki görür olup kalmışız...

***

Haydi şu benlikten (ego) geç...

Herkesle karış, kaynaş...

Kendinde kaldıkça bir habbesin bir zerresin ancak...

Fakat herkesle birleşip, kaynaştın mı; ummansın, madensin...

***

Canı da bir bil...

Bedeni de...

Ama sayıları yüzbinlercedir...

Hani bademler gibi...

Hepsinde aynı yağ var...

***

Dünyada nice diller var...

Ama hepsi de mana bakımından bir...

Kapları kırıp döktün mü; su gibi birleşir hepsi birden akar gider...

***

Ayırmak değil bizim işimiz...

Birleştirmektir...”

(Mevlana)

*****

“BİR CANIM BEN; LAKİN YÜZBİN BEDENİM...”

“Yetmişiki millet sırrı bizden dinler...” “Ney”e benzeriz?..

ikiyüz mezhep ehliyle biz aynı perdedeyiz...

Hacetler kıblesiyim...

Gönüller Kabe’siyim ben...

Cuma mescidi değil...

İnsanlık mescidiyim ben...

Bir canım ben; lakin yüzbin bedenim...

Canım canına karıştı; artık ben senim...

Ne varsa cancağızım seni inciten;

İncitir beni de bil ki derinden...

***

Gel birbirimizin kadrini bilelim...

Çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden...

***

Madem ki inanan; inanç sahibinin aynası... Ne diye yüz çeviriyoruz aynaya?..

***

Uluğlar dosta can feda ederler...

Köpekliği bırak biz de insanız...

Kul hüvallah’ları, Kul euzü’leri niye birbirimize okuyup üflemeyiz?..

***

Garezler dostluğu karartır... Niye garezleri gönülden söküp atmayız?..

***

Bazı bazı ‘ben öleceğim’ diye gönlüm hoşlanıyor...

Ne diye ölüye taparız?.. Neden birbirimizin canına düşman oluruz?..

***

Ölümden sonra biliyorum; uzlaşacaksın, barışacaksın bizimle...

Fakat bir ömür boyu gamınla sınanıp duruyoruz biz...

***

Şimdi artık öldüm say da; barış artık benimle... Teslim oluşta; ölülere benzeriz zaten biz...

(Mevlana)

*****

“GEL; GENE GEL...”

“Mezarımı öpmek istiyorsun...

Neysek gene oyuz biz...

Gel de yüzümü öp şimdi...

***

Ölü gibi sus a gönül...

Zaten bu dil yüzünden, varlıkla töhmetliyiz biz...

***

Eğer dostlarınızın kötülüklerini size anlatırlarsa; aciz kaldığınız zaman ‘bunun sırrını o bilir’ deyiniz ve konuyu kapatınız... Dünyada dostsuz kalmayasınız... Çünkü ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır...

***

Gene gel...

Gene gel...

Her neysen...

Ne etmişsen gene gel...

Kafirsen... Ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan gene gel...

Bu bizim kapımız...

Bu bizim eşiğimiz...

Ümitsizlik kapısı; ümitsizlik eşiği değil... Yüz kere tövbeni bozmuşsan; gene gel...

(Mevlana)

Yazının devamı...

'Yarın fırsat gelmeyecek...'

‘Bir fırsat bekliyoruz’ diyen insanlar sahtekardırlar...

Yalnızca kendilerini kandırırlar...

Fırsat yarın gelmeyecek...

Çoktan geldi...

Her zaman buradaydı...

Sen burada yokken bile fırsat buradaydı...

Varoluş bir fırsattır...

Olmak bir fırsattır...

“YARIN ASLA GELMEZ...”

‘Yarın meditasyon yapacağım...

Yarın seveceğim... Yarın varoluşla bir dans ilişkisi başlatacağım...’ deme...

Neden yarın?..

Yarın asla gelmez...

Neden şimdi değil?..

Neden erteliyorsun?..

Erteleme; zihnin bir oyunudur...

Umut etmeni sağlar...

Ama bu arada fırsat kaçar...

Ve sonunda sen çıkmaz sokağa girersin...

***

Ölüm; ve geriye hiçbir şey kalmaz...

Ve bu geçmişte pek çok kez oldu... Sen burada yeni değilsin...

Pek çok kez; defalarca doğdun ve öldün...

Ve her seferinde zihin aynı oyunu oynadı...

Ve sen hala hiçbir şey öğrenemedin...

(Osho)

BÜYÜK İSKENDER VE GÜZEL DİYOJEN KARŞILAŞINCA...

Büyük İskender; Hindistan’a giderken,yolda tuhaf bir adamla tanıştı...

Adamın adı Diyojen’di...

Soğuk bir kış sabahı serin bir rüzgar eserken, Diyojen nehrin kenarında çıplak bir halde uzanıp güneşleniyordu...

***

Çok güzel bir adamdı Diyojen...

Güzel bir ruh olduğunda; bu dünyadan olmayan bir güzellik belirir...

Diyojen’in hiçbir şeyi yoktu... Junnaid’da olduğu gibi; bir su kasesi bile...

***

Çünkü o da bir gün içecek su almak için elinde kasesiyle nehre doğru yürürken; nehrin yakınında bir köpek görmüştü...

Köpek nehre atlıyor ve nehirden kana kana su içiyordu...

Diyojen önce şaşırmış; sonra gülmüştü:

-“Bu köpek bana bir ders verdi...” demişti...

“O bir dilenci kasesi bile olmadan yaşayabiliyorsa, ben niye yaşayamayayım?..”

***

O da o gün dilenci kasesini fırlatıp atmış ve nehrin içine girip, istediği kadar suyu içmişti...

O günden beri köpekle Diyojen dost olmuşlardı...

İçtikleri su ayrı gitmiyordu...

İkisi de suyu nehrin içine girip içiyorlardı...

***

İskender; hayatında Diyojen kadar güzel ve zarif bir adam görmemişti...

Hayranlık içindeydi...

-”Efendim...” dedi...

O güne kadar hayatında kimseye ‘efendim’ dememişti Büyük İskender...

-”Mevcudiyetiniz karşısında büyülendim...

Sizin için bir şeyler yapmak isterim...

Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?..”

***

-“Biraz kenara çekil yeter...” dedi Diyojen...

-“Çünkü güneşe mani oluyorsun... Başka bir şeye ihtiyacım yok...”

İskender büyülenmişti.

-“Dünyaya bir daha gelme şansım olsa; Tanrı’dan beni bir daha İskender yapmak yerine Diyojen yapmasını isteyeceğim...” dedi...

“NİYE HİNDİSTAN’I FETHEDİYORSUN?..”

Diyojen güldü:

-“Şimdi sana bunu yapman için engel olan şey ne?.. Nereye gidiyorsun?.. Aylardır her yerde asker görüyorum... Sen nereye gidiyorsun ve ne için gitmektesin?..”

İskender;

-“Dünyayı fethetmek için Hindistan’a gidiyorum...” diye yanıtladı...

-“Peki sonra ne yapacaksın?..” diye sordu Diyojen...

-“Sonra dinleneceğim...” dedi İskender...

***

Diyojen güldü...

-“Sen delisin...” dedi...

-“Ben şu anda zaten dinleniyorum ve dünyayı fethetmedim...

Buna gerek görmüyorum...

Kim sana dinlenmeden önce, dünyayı fethetmen gerektiğini söyledi?..

Sana şunu söyleyeyim...

Şimdi dinlenmezsen; sonra bir daha hiç dinlenemeyeceksin!.. Dünyayı asla fethedemeyeceksin...

Çünkü her zaman fethedilecek bir şeyler daha kalacak...

Hayat kısa ve zaman geçiyor...

Yolculuğun ortasında öleceksin...

Herkes yolculuğun ortasında ölür...”

***

Ve gerçekten Büyük İskender; yolculuğun ortasında öldü...

Hindistan’dan dönerken, yolda can verdi...

O gün Diyojen’i hatırladı...

Zihninde sadece Diyojen vardı...

Büyük İskender hayatı boyunca asla dinlenmemişti...

Ve hayata bir daha geldiğinde olmak istediği o adam; onu gördüğünde nehrin kenarında dinleniyordu...

(Osho)

DİYOJEN’E GÖRE AKILLI İNSAN...

Diyojen bir gün dar bir sokakta; zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaştı... İkisinden biri kenara çekilmedikçe, geçmek mümkün değildi... Mağrur ve kibirli zengin Diyojen’e şöyle dedi:

-“Ben bir serseriye yol vermem...”

Diyojen gayet sakin yana çekilerek şu cevabı verdi:

-“Ben veririm...”

***

Daha çok dinlememiz için, iki kulağımız; daha az konuşmamız için bir dilimiz vardır...

***

Diyojen’e bir insanın ne kadar akıllı olduğunun nasıl anlaşıldığını sordular bir gün...

-“Konuşmasından...” dedi...

-“Peki adam ya hiç konuşmazsa?..” diye üstelediler...

Cevap verdi Diyojen.

-“O kadar akıllısı henüz yok dünyada...”

Yazının devamı...

Mevlana ile Kızılderililer arasındaki benzerlik

“Bizim inancımıza göre, mal mülk sevgisi alt edilmesi gereken bir zaaftır...” diyor bir Kızılderili özdeyişi...

“Mal mülk sevgisi, maddeyi davet eder... Eğer o duygunun gelişimine izin verilirse, zamanla insanın dengesini bozar...

Bu yüzden çocuklara erken yaşlarda cömertliğin nimetleri öğretilmeli...

***

İnsan için vermek en büyük ödüldür...

Böylece vermenin mutluluğunu tadabilir insan...

Eğer çocuğun aç gözlülüğe meyli varsa veya sahip olduğu ufak tefek şeylerden vazgeçmiyorsa; efsaneler cimri, haris insanlara duyulan nefreti, onların nasıl gözden düştüklerini iyi anlatır...

Kızılderililer sahip oldukları her şeyi verirler...

Akrabalarına, diğer kabilelerden gelen misafirlerine, fakat hepsinden önce, karşılık göremeyeceklerini bile bile fakir ve yaşlılara verirler...”

***

Uzun bir zamandır; hayatı bize gösterilen ezberlerin üstünden değil, bize yasaklanan, bizden saklanan, bize anlatılmamaya çalışılan ezberlerin üzerinden okumaya çalışıyorum...

Ben Kızılderilileri çocukluk yıllarımda yalan yanlış bir algıyla; saldırgan, insan derisi yüzen kabileler olarak; Tom Miks ve iki kafadar arkadaşı Konyakçı ile Doktor’un, Nevada çöllerinde yaptığı savaşlarda tanıdım...

Yüzbaşı Tom Miks yüzlerce Kızılderiliyi iki tabancasıyla öldüren bir kahramandı...

Nişanlısı Suzi; Nevada Ranger’larının görev yaptığı kalenin ak saçlı komutanının güzel kızıydı...

Tom Miks ve kafadar arkadaşları ayyaş Konyakçı ile keçi sakallı Doktor, insan derisi yüzen Kızılderililere karşı, yüzbaşı Tom Miks’le birlikte savaşan kahramanlardı...

***

Marlon Brando 1973 yılında Oscar ödül törenine; Maria Cruz Littlefeather isimli Kızılderili kökenli oyuncu kız arkadaşını gönderip; “Kızılderililere yönelik ırkçı tutumu protesto amacıyla ödülü almayacağını” söylediğinde, aktörün egzantrik çıkışını, bir Amerikan sanatçı şovu olarak görmüştüm...

***

Oysa dün atasözlerinden bir buket yayınladığım Kızılderililer, “almanın değil; vermenin hayatta en büyük erdem olduğuna” inanıyorlardı...

Mala mülke karşı aç gözlü olmanın, hayatı mahvedeceğini, insanı haris ve açgözlü yapacağını söylüyorlardı...

Aç gözlülüğe, kibire, hırsa ve ihtirasa karşı çıkıyor; Kızılderililerin ‘yaşlılara, fakirlere, akrabalara ve dostlarla arkadaşlara;’ vermeyi kutsallaştıran insanlar olduğunu anlatıyorlardı...

***

Atasözlerini yayınladığım Kızılderililer ile; Beyazların derisini yüzen, yüzbaşı Tom Miks ve arkadaşlarının etrafında ölüm dansı yapan vahşi Kızılderililer arasında, hiçbir benzerlik yoktu...

***

Durum bize anlatılanın tam tersi miydi acaba?..

Kızılderililer insani, onlarla savaşanlar mı barbardılar gerçekte?..

Yoksa hayatı anlatan şifre Mevlana’nın bir sözünde mi gizliydi?..

-“İnsanı öğrendim...” diyordu Mevlana...

-“İnsanlar içinde iyiler ve kötüler olduğunu...

Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük olduğunu öğrendim...”

***

Mevlana’nın söylediklerinin bir benzerini, okyanusların çok ötesinde Kızılderililer’in de kendi dillerinde söylemesi bir tesadüf müydü acaba?..

-“İnsan iki ruhludur... İçinde bir iyi köpek... Bir de kötü köpek kavga eder...

Hangisini daha çok besliyorsan; o kazanır...”

Mevlana ile Kızılderililer arasındaki benzerlik bir tesadüf müydü acaba?..

Hiç sanmıyorum...

*****

ATEŞİN ÜZERİNE GİTME;YANARSIN...

“Ateşin üzerine gitme, yoksa yanarsın...”

***

Çocuklarımızın yüksek bir paylaşma fikri ile, sıkı bir disiplin altında yetişmeleri için gayret ederiz...

Yaşlı Güvercin Salish Kabilesi

***

Atı kazığa bağlarsanız, sağlıklı gelişmesini bekleyebilir misiniz?..

***

Kızılderilileri yerküre üzerinde küçük bir araziye hapsettiğinizde, ne mutlu olacaklar ne de gelişebileceklerdir?..

***

Bana bakın!.. Ben yoksulum, çıplağım, fakat bu milletin reisiyim...

Biz zenginlik istemiyoruz...

Fakat çocuklarımıza doğruyu öğretmek istiyoruz... Zenginlik bize yaramaz...

Zenginliği öteki dünyalara giderken yanınızda alıp götüremezsiniz...

Biz zenginlik istemiyoruz...

Biz barış ve sevgi istiyoruz...

***

Ya korktuğunuz işle yüzleşirsiniz...

Ya da ömür boyu ondan kaçarsınız...

*****

“ASLANLAR KENDİ TARİHÇELERİNE KAVUŞANA KADAR; KİTAPLAR AVCIYI ÖVECEKTİR...”

“Aslanlar kendi tarihçelerine kavuşana kadar; kitaplar avcıyı övecektir...”

Bu sözlerin, egzantrik bir ifadeden ibaret olmasını çok isterdim... Ne ki; hayatın yalın gerçeklerini anlatıyor, bu Kızılderili sözü de diğerleri gibi...

***

Kendi yaşadığım hayatın; birebir yaşanmış gerçeklerini; iftiralar, operasyonlar, manipülasyonlar ve provokasyonlarla nasıl değiştirdiğini, nasıl olmuş olayları silinip, üzerine kendi olmasını istedikleri olayları nasıl lehimlediklerini gördüğümde, “tarihte yazılanlara olan inancımı” bütünüyle yitirmeye başladım...

***

İnsanların içindeki kötü köpek; ‘hayatta kötülüğün kazandığı’ ve iyilik gibi lanse edilen; kötü bir masalı ihtirasına göre uyduruyor, o masalı bütün insanlara gerçek gibi sunuyordu...

Olmayan olaylar, olmuş gösteriliyor; varolan gerçekler; üzerleri tebeşirle silinerek beyazlaştırılıyordu...

***

O günden beri, “yalancı tarih”le ilgilenmemeye başladım...

Avatar’da; tüm bilgilerin ve hafızanın toplandığı hayat ağacıyla; kozmik kayıtlarla ilgilenmeye başladım...

Sahici kayıtlarla... O kayıtlar hayatı çok başka türlü anlamlandırıyorlardı...

İnsanlık hafızasını rezüme bir Avatar ağacı gibi, süsleyip mükemmelleştiriyorlardı...

İnsanlığın içindeki kötü köpeklere nanik yaparcasına...

Gerçeği bulduğumda; avcının yazdığı kitabı fırlatıp attım... Aslanlar kendi tarihçelerine kavuşmuşlardı...

Yazının devamı...

Kızılderili atasözleri...

Ağlamaktan korkma...

Zihninde ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir...

***

Arkamdan yürüme...

Ben liderin olmayabilirim...

Önümden yürüme...

Takipçin olmayabilirim...

Sana uymayabilirim...

Yanımda yürü ki seni görebileyim... Böylece ikimiz eşit oluruz...

Ute Boyu

***

Aşkı tanıdığında, Yaratıcıyı da tanırsın...

Fox Boyu

*****

AVLAYACAKSAN EN ZAYIF GEYİĞİ AVLA...

Avlayacaksan en zayıf geyiği avla... Çünkü sağlam olanlar yeni bir neslin devamını sağlayacaklar...

***

Barış ve mutluluk her anın içinde mevcuttur...

Barış ve mutluluk her adımda mevcuttur... Ruhun meseleleri için siyasi çözümler yoktur...

Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce, daima kendi çarığının içine bak...

Sauk Boyu

***

Bir düşman çok; yüz dost azdır...

Hopi Boyu

***

Bir kere “al şunu” demek, iki kere “ben vereceğim” demekten iyidir...

***

Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz... Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz... Odunu asla ziyan etmeyiz...

Lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız...

Eğer ağaçların hislerini düşünmez, kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökerler...

Bu da bizim gönlümüzü yaralar...

***

Bütün dinler Tanrı’ya dönüş yolunda bastığımız taşlardır...

***

Bütün Kızılderililer her yerde durmadan dans etmelidir...

***

Cevap vermemek aslında bir cevaptır...

Hopi Boyu...

*****

DOĞUM YAPAN HER ŞEY DİŞİDİR...

Doğum yapan her şey dişidir...

***

Kadınların ezelden beri bildiği kainatı ve dengelerini, erkekler de anlamaya başladıklarında, dünya daha iyi bir dünya olacak şekilde değişmeye başlamış olacaktır...

Mohawk Boyu

***

Dur dinle...

Hep konuşursan; hiçbir şey duyamazsın...

***

Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır...

Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür...

Ve her insan bir görevle yaratılmıştır...

***

Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap...

Onu yenebilirsem, utanç duymayayım...

Apache Boyu...

*****

BİR ÜLKEDE GÖLGELERİN BOYU İNSANLARIN BOYUNU GEÇMİŞSE GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR...

Eğer bir ülkede gölgelerin boyu insanların boyunu geçmişse, o ülkede güneş batıyor demektir...

***

Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa, dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz...

Sadece bir kişiye yardım et...

Şimdiki usul bu değil biliyorum; ama inanıyorum; insanlar bu yolu öğrenecekler...

***

Eğer sorarsanız;

-“Sessizlik Nedir?..” diye...

Cevap bellidir:

-“O Büyük Ruh’un sesidir...”

Yine sorarsanız;

-“Sessizliğin meyveleri nelerdir?..” diye...

Cevap bellidir;

-“Kendi kendini kontrol...

Gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı...”

*****

“FAKİR OLMAK ŞEREFSİZ OLMAKTAN DAHA KÜÇÜK BİR MESELEDİR...”

Fakir olmak, şerefsiz olmaktan çok daha küçük bir meseledir...

***

Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz...

***

Gözün ile değil; yüreğin ile hüküm ver...

***

Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu hikmeti değil...

Oysa bilgi, mazidir... Hikmet ise istikbal...

Lumbee Boyu

***

Her şey halkadır...

Her birimiz kendi hareketlerimizden sorumluyuz... Hepsi döner, dolaşır, bize geri gelir...

Her birimizin farklı bir rüya gördüğünü hatırlatmakta yarar var...

***

İhanet arkadaşlık zincirini karartır...

Fakat vefa, onu her zamankinden parlak yapar...

*****

ÇOCUKLARINIZ SİZİN DEĞİLDİR...

Kaybetmeyi; ahlaksız bir teklife tercih et... İlkinin acısı bir an; ikincisinin vicdan azabı ömür boyu sürer...

***

Sevgi ile yorulmadan yürürüz...

***

Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak...

***

Şeytan hakkında konuşmayın... Gençlerin kalbinde merak uyandırır...

Siyu Boyu

***

Çocuklarınız sizin değildir... Onu Yaratıcı’dan ödünç aldınız...

Mohawk Boyu

*****

İÇİNDE İKİ KÖPEK KAVGA EDER... HANGİSİNİ BESLERSEN...

İlkbaharda usul usul yürü... Toprak ana hamiledir...

***

İnsan iki ruhludur... İçinde bir iyi köpek; bir de kötü köpek kavga eder... Hangisini daha çok beslersen o kazanır...

***

İnsan tabiattan uzaklaştıkça, kalbi katılaşır...

***

İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki, dili o kelimeleri telaffuz edemez...

***

Kartalı vuran; kendi tüyünden yapılmış oktur...

*****

“TÜRKİYE’DEKİ SAVAŞ VE BARIŞ” ÜZERİNE KIZIDERİLİ YORUMU...

Üç tür Barış vardır...

Birinci Barış;

En önemli barıştır...

İnsanın ruhundadır o...

İnsan; kainatla, kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini fark ettiğinde, kainatın merkezinde Büyük Ruh’un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu fark ettiğinde birinci Barış sağlanmıştır...

***

Bu gerçek barıştır...

Diğerleri sadece onun yansımalarıdır...

İkinci barış iki insan arasındaki barıştır...

Üçüncü barış ise, iki millet arasında yapılır...

***

Ancak herkes bilmeli ki;

Birinci Barış dediğimiz insanın ruhunda barış yoksa; ne insanlar ne de milletler arasında barış olabilir...

***

Yeryüzü bize atalarımızdan miras kalmadı... Çocuklarımızdan ödünç aldık...

Yazının devamı...

Bu yazıyı neden bugün bir daha yayınlıyorum?..

Çetin Altan’ın 1980-81 yılında Milliyet gazetesinde Şeytan’ın Gör Dediği köşesini yazmaya başlayacağı açıklandığında; “Akşam gazetesinin vurdu mu inleten eski Taş köşesinin ünlü sosyalist yazarının” 12 Eylül’ün darbe günlerinde; Milliyet’te yazacak olmasından büyük mutluluk duymuştum... Kim bilir Çetin Altan 12 Eylül rejimine “neler söyleyecekti?..”

***

Bu umutla gazetedeki köşeye her gün büyük bir merakla bakmaya başladım...

Ancak usta yazar o günlerde ısrarla, hiç siyaset yazmıyordu... Köylülüğün Türkiye’ye açtığı geri kalmışlık penceresinden;

Köylerde tenis kortu olmasının faziletlerinden; Erkek erkeğe toplanılan kahvehaneler yerine, kadınlı erkekli kafelere geçilmesi gerekliliğinden... Dans etmesini bilmeyen toplumun çağdaş olamayacağından...

Bunun gibi onlarca konuya giriyor ve kendisinden hiç beklenmeyecek bir pencereyi 12 Eylül’ün en ağır günlerinde; Türkiye entelektüelinin tüketimine arz ediyordu...

***

Çok şaşırmış... Çok etkilenmiştim...

Söylediği “çağdaşlık kıstaslarının” yazıların yayınlandığı günlerden itibaren 30 yıl boyunca Türkiye entelijansyasının gündemine oturacağını az çok tahmin edebiliyordum... Nitekim öyle oldu...

Çetin Altan bana; siyasetin en ağır ve dayanılmaz günlerinde, siyaset yazmamanın ve çok başka pencereler açmanın önemini 20 yaşında öğretti... Kim bilir belki de bu köşede bugünlerde harcamakta olduğum çabalar, bu gençlik etkisinin izdüşümüdür...

***

İnsanların kendi içindeki milyarlarca hücre gibi, dış dünyadaki daha büyük bir bünyenin aynı tipte hücreleri olduğu yazısını bu yılın başında yayınlıyorum... Uzun çalışmalardan ve araştırmalardan sonra...

***

Yazı; bu dünyalarda yazan çizen ve araştıran çevrelerde büyük ilgi görüyor...

Okunuyor, geniş biçimde tartışılıyor ve genel bir kabul görüyor...

***

Bugün içinde yaşadığımız sonsuz acıların içinde; dün akşam bu bilimsel yazıyı bir kez daha yayınlamak ihtiyacı duyuyorum...

GÖRMEDİĞİMİZ DAHA BÜYÜK BÜNYENİN İÇİNDE YAŞAYAN HÜCRELERİZ...

Balık etrafının sularla kaplı olduğunun farkındadır... Ama, suların dışında kara parçalarının da olduğunun; dünya denilen bir gezegenin içinde, yaşadığının farkında değildir...

***

Uzayın içinde olduğunun farkında olmadığı gibi... Sanırım “algının yanılsama çapını“ anlatan bu mükemmel örneği Ahmed Hulusi vermişti...

İNSANIN İÇİNDEKİ MİLYARLARCA HÜCRE GİBİ İNSAN DA...

İnsanın içindeki milyarlarca hücrenin yaşamını incelediğimizde; Onların da diğer canlılar gibi... Doğduklarını, büyüdüklerini, çoğaldıklarını ve öldüklerini görüyoruz...

Tıpkı insan gibi, hücrelerin de ancak mikroskopla görünen bünyelerinde bir hafızaları var...

***

Bir hücre yaşarken ve varlığını sürdürürken; insan vücudu gibi büyük bir bünyenin içinde milyarlarca hücreden biri olduğunu fark edemiyor...

O kendisine verilen görevi ve işini yapıyor... Bazen hücreler, kimya değiştiriyorlar...

İnsanın vücudunu ve bünyesini korumak yerine, insan vücuduna zarar vermeye başlıyorlar... Kanserli hücreler bunlara örnek...

Başka örnekler de var...

***

Bu durumda, sağlıklı hücreler, vücuda zarar veren hücreleri etkisiz hale getiriyorlar... Bünyenin yeniden sağlıklı bir şekilde çalışması için, çaba gösteriyorlar...

Hücreler yaşayabilmek için hayati derecedeki besinleri kan damarları yoluyla alıyorlar...

***

Kan damarlarındaki besinlerin taşınması “deniz taşımacılığına“ benzetiliyor...

Nasıl ki gemiler yük taşıyacağı zaman, önce limanda yükleme yapılıyor... Bunun için paketleme ve yerleştirme yapılması şart oluyor...

Nasıl ki, yükleme bittikten sonra gemi denize açılıyor ve yükü bırakacağı limana doğru hareket ediyor... Limana vardığında paketler boşaltılıyor ve ihtiyacı olan merkezlere gidiyor...

***

Kan damarlarında da dev bir okyanusta gemilerin yük taşıması gibi hücrelerin ihtiyacı olan besinler taşınıyorlar...

Oksijen yağ, amino asitler paketler halinde kanda ilerliyorlar; İlgili hücreye geldiklerinde boşaltılıyorlar...

Bu taşıma sisteminde hata olmuyor...

***

Her madde ilgili hücreye doğru zamanda ve doğru miktarda ulaşıyor...

Aksi olsa; bir hücreye oksijen yerine yağ gitse bu o hücrenin ölümüne sebep oluyor... Sistemde en ufak bir hata, çok büyük zararlara neden oluyor...

***

İnsan vücudunun içindeki faaliyet gösteren kan damarları, hücreler bir büyük bütünün; yani bünyenin gözle görülmeyen parçacıkları...

İÇİMİZDEKİ DÜNYA DIŞIMIZDA BİR BÜYÜĞÜYLE VAR...

İnsanın içindeki “hücrelerle dolu dünya“; içinde bulunduğumuz “büyük dünya“nın bir Matruşka’sı aslında...

***

Biz de “evrendeki daha büyük bir sistemin insan adı verilen minnacık parçaları olarak hücre görevi görüyoruz...” Nasıl ki milyarlarca hücrenin içinde yaşadığı; insan vücudu tek bir ‘bütünse’; İnsanlar da çok daha büyük bir “etkinin ve gücün“ “teklik ve bütünlüğünün minnacık birer parçası...”

***

Matruşka’yı görmeyenler; “tek bir hücrenin gerçekliğinden ibaret insan hayatını, evrensel gerçekliğin bütünü” zannediyorlar...

Onun için, hücreler ve insanlar arasında “tek bir bütünün parçaları olan“ ‘kopmaz bağı’ anlamlandıramıyorlar...

***

Oysa hücrelerin biri olmadı mı öteki olmuyor bir süre sonra... Bir hücrenin yaşayabilmek için, kan damarlarına ve diğer hücrelere ihtiyacı var...

***

Büyük Matruşka’yı görmeyenler; “insanın nereden gelip; nereye gittiğini“ anlamıyorlar...

Kendilerinin de nereden gelip nereye gittiğini kavrayamıyorlar... Anlayabilmek için insanın içinde bulunan milyarlarca hücrenin işleyişini bilmek ve hücreler arasındaki bağların, insan denilen “büyük Matruşka’nın parçası hücreyle“ nasıl paralellikler ve aynılıklar gösterdiğini anlamak gerekiyor...

İNSAN DA DAHA BÜYÜK BİR EVRENSEL SİSTEMİN HÜCRESİ...

“Bir insanda toplam hücre sayısı 100 trilyon... Bir insanda farklı hücre çeşidi 210 kadar...

Her saniye ölen hücre sayısı yaklaşık 50 milyon... Her saniye yeni yaratılan hücre sayısı yine yaklaşık 50 milyon...

***

Alyuvar sayısı 25 trilyon... Akyuvar sayısı 25-100 milyar arası... Sinir hücresi 30 milyar... Mide asidi üreten hücre sayısı yaklaşık 1 milyar...”

***

Rakamları uzatmak mümkün...

Dünyada 7.5 milyara yakın insan yaşıyor...

Sadece insan değil yaşayan canlılar...

Tüm canlıların; insanlar gibi evrensel işleyişte bir görevi, bir misyonu, bir varlık nedeni var... Varlık nedenleri ve misyonlarını tamamlayanlar yok oluyorlar...

Tamamlayamayacakları anlaşılanlar da yok oluyorlar...

İNSANLAR VE HÜCRELERİN İLİŞKİLERİNDEKİ BENZERLİKLER...

Bu sonuçlar neye dayanarak çıkıyor?..

İnsanlar arası ilişkilerin; şifrelerini bulmaya çalıştığımızda “tıpkı hücreler arasındaki bağ“ gibi bir bağın varlığını görüyoruz...

***

Hücreler ancak diğer hücreye “verirse”, kendileri de alabiliyor ve hayatiyetlerini devam ettirebiliyor...

Bu gerçek insan için de böyle...

***

Deepak Chopra’nın ünlü kitabı “Başarının 7 spiritüel yasası“ çalışmasında ortaya koyduğu spiritüel yasaların en önemlilerinden biri “alma verme yasası...”

Bu yasa hücreler arası ilişkinin olduğu gibi insanlararası ilişkinin şifresini taşıyor...

Bunun gibi “karma yasası“da aynı gerçekliğin bir parçası...

***

Kendimizi tanımlamak istiyorsak; Evren içinde insan adı verilen bir ‘hücre’ olduğumuz gerçeğini bilmemiz gerekiyor...

Ancak diğer hücrelere “verdiğimizde” biz de hücrelerden beslenebiliyoruz...

“Bünyenin BÜTÜN’üne ve BİR’ine uygun davrandığımızda makbul oluyoruz...”

Aksi halde içinde bulunduğumuz büyük bünye tarafından, onun gerçeklerine aykırı davrandığımız için mazur görülmüyoruz...

Yazının devamı...

Lev Tolstoy’un anısına...

Bugün dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri “Diriliş”in, “Anna Karenina”nın ve “Savaş ve Barış”ın yazarı Lev Tolstoy’un doğum yıldönümü... Rus edebiyatının klasik ustasının anısına sözlerinden bir tutam yayınlıyorum...

*****

GÜZEL OLAN SEVGİLİ DEĞİL; SEVGİLİ OLAN GÜZELDİR...

Güzel olan sevgili değil sevgili olan güzeldir…

***

Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir…

***

Her şey beklemesini bilen kişiye kendiliğinden gelir...

***

Biz hem kurtların doymasını, hem de koyunların sağ kalmasını istiyoruz...

***

İnsanlar, aşk üzerindeki görüşlerini değiştirmeli...

Kadınla erkek, cinsel aşkı şimdi olduğu gibi şiir havasına büründürmekten kaçınmalı...

Bunun yalnızca hayvanca bir iş olduğu kabul edilmeli...

*****

BİR İNSANIN HAYATININ İKİNCİ YARISI...

Menfaat karşılığı yapılan iyilik, iyilik değil... İyilik, neden sonuç zincirinin dışında bir şey...

***

Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibaret...

***

Hayvan öldürmekle, insan öldürmek arasında sadece bir adım vardır; dolayısıyla hayvana işkence etmekle, insana işkence etmek arası da sadece bir adımdır…

***

Evliliğe kutsallık veren, aşktır...

***

Sakın ahlak kurallarını çiğnemeyin;

Ahlak öcünü çabuk alır...

***

Başkaları için kendinizi unutun o zaman onlar sizi hatırlayacaklardır...

***

İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz…

***

Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler...

Her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır...

*****

İNSANIN PAY VE PAYDASI...

İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; Pay gerçek kişiliğini gösterir, Paydası kendisini ne zannettiğini... Payda büyüdükçe kesirin gerçek değeri küçülür...

***

Her zaman kalbimizden gelen ve doğru bulduğumuz sese uymalıyız, çünkü o ses hiçbir zaman yalan söylemez...

***

İnsanlara en adil şekilde dağıtılan nimet akıldır... Çünkü kimse aklından şikayetçi değildir...

***

Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır...

***

İktidar, ancak onu eğilip alabilme cesaretini gösterenlere verilir...

*****

“HAYAT KADINLARI VE TEMİZ AİLE KIZLARI...”

Eskiden önce hayat kadınlarıyla yatıp sonra temiz aile kızlarını alırdık, şimdi önce temiz aile kızlarını alıp sonra o...la yatıyoruz...

***

Muhammed her zaman Evangelizmin üstüne çıkıyor... O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor... Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed o’nun peygamberidir...

***

Kadın, erkeği kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar...

***

Öyle horozlar vardır ki, öttüklerinden dolayı, güneşin doğduğunu sanırlar...

***

Sadelik, iyilik ve doğruluk olmayan yerde büyüklük yoktur.

***

Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.

***

Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele her zaman yenidir...

***

İnsanlar seni, istedikleri kadar bilsinler... Sen kendini aldatabilir misin?..

*****

YILMAZ GÜNEY’İN ÖLÜM YILDÖNÜMÜ... KIZI ELİF GÜNEY’DEN ÖKSÜZ VE ACILI ÇOCUKLAR İÇİN KİTAP...

“Reha Muhtar’a Sevgilerimle” diye gönderiyor kitabını Elif Güney Pütün...

Yılmaz Güney’in kızı...

Bugün Yılmaz Güney’in ölüm yıldönümü...

Kızı Elif Güney’in yazdığı satırlar; belki öksüz ve acılı çocuklar için bir merhem olurlar...

***

“1981 yılında ciciannem Fatoş Güney “15 günlüğüne Zürih’e tatile gidiyoruz” diyor ve bana pasaport çıkartıyorlar...

Annem Can Güney sezgileriyle bunun bir tatil olmadığını hissediyor...

***

Zürih’e gittiğimizde Fatoş Hanım, bana; “Baban burada... Artık dönmeyeceğiz... Fransa’da yaşayacağız...” diyor...

15 yaşına kadar ara sıra cezaevlerinde ziyaret edebildiğim babam Yılmaz Güney’le, ancak 15’imden 18’ime kadar üç yıl baba-kız gibi yaşayabiliyorum...

***

Geçmişime hapsolup, saplanıp kalıyorum...

Acı çekiyorum ve kendimi o geçmişi anlamaya adıyorum... Tutuklu ve sürgün Yılmaz Güney’in kızı olmanın hesaplaşmasında...

***

Neye yaradı bu kadar fırtına?..

Cevabı acı çeken çocukların bakışlarında...

Çocuklarından yoksun kalan annelerin, babaların kalbinde...

Bir çocuğun annesiz babasız geçen her günü...

Aynı zamanda bir anneyle babanın çocuksuz geçen bir günü...

Yokluğun özlemi karşılıklı...

***

Şimdi Paris’te evli ve iki çocuk annesi Elif Güney Pütün...

Otistik çocuklara psikolojik ve pedagojik eğitim veriyor...

Yaşam öyküsü şu satırlarda gizli:

“İçimde aşk var...

Acı var... Onlarla birlikte yaşamayı öğrendim...

İçimdeki küçük kızın elini tutup

Onunla ilerliyorum bilinmeze doğru...

Ama güvenliyim...

Biliyorum artık;

Aşk oldukça yaşam da var...

Bir odadan bir odaya geçtim...”

***

Siyasi hesaplaşmaların “kanlı ve şiddetli olduğu” toplumlar, geleceğe “öksüz ve acılı çocuklar” bırakırlar...

***

Hayat karşılıklı siyasi hesaplaşmaların gaddarlığında, farklı olduğunu zanneden insanların, öksüz, acı içinde bırakılmış, çocuklarının travmalarla dolu ortak paydasında küskün ve uğursuz bir karamsarlıkta devam eder...

***

Öksüz ve acı çekmiş çocukların travmaları, “savaşarak; birbirini öldürerek geleceği kazanacağını zanneden toplumları tarumar eder...”

Bunu anlayabilmek; ancak Elif Güney’i anlayabilmekten geçer...

Yazının devamı...

Karanlıkta doğdum; ışıkta ağladım...

Sonsuz bir karanlığın içinde doğdum...

Işığı gördüm korktum...

Ağladım...

IŞIKTAYKEN KARANLIKTAN KORKTUM...

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim... Karanlığı gördüm korktum... Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi... Ağladım...

DOĞUMUN HAYATIN BİTMEYE BAŞLADIĞI AN OLDUĞUNU ÖĞRENDİM...

Yaşamayı öğrendim...

Doğumun hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim...

ZAMANLA YARIŞILMAYACAĞINI ÖĞRENDİM...

Zamanı öğrendim...

Yarıştım onunla...

Zamanla yarışılmayacağını, Zamanla barışılacağını, Zamanla öğrendim...

İNSANIN İÇİNDEKİ İYİLİK VE KÖTÜLÜK...

İnsanı öğrendim...

Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...

Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim...

GÜVENMENİN ÜZERİNE SEVGİYİ İNŞA ETMEYİ...

Sevmeyi öğrendim... Sonra güvenmeyi... Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, Sevginin güvenin sağlam zemini üzerinde kurulduğunu öğrendim...

İNSAN TENİNİ ÖĞRENDİM...

İnsan tenini öğrendim... Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu... Sonra da; ruhun aslında tenin üzerinde olduğunu öğrendim...

KENDİNİ VE ÇEVRENİ AYDINLATABİLMEK...

Evreni öğrendim...

Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim...

Sonunda evreni aydınlatabilmek için, önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim...

EKMEĞİ HAKÇA PAYLAŞTIRMAK...

Ekmeği öğrendim... Sonra barış içerisinde ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini... Sonra ekmeğin hakça paylaştırmanın, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim...

YAZI KENDİMİ ÖĞRETTİ BANA...

Okumayı öğrendim... Kendime yazıyı öğrettim sonra... Ve bir süre sonra yazı kendimi öğretti bana...

KENDİME RAĞMEN GİTMEYİ ÖĞRENDİM...

Gitmeyi öğrendim...

Sonra dayanamayıp dönmeyi... Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

KALABALIKLARA KARŞI YÜRÜMEK

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...

Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım... Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım...

KALIPLARI YIKARAK DÜŞÜNMEK...

Düşünmeyi öğrendim...

Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim... Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim...

GÜNAH ELİNİN ALTINDAYKEN; GÜNAHA EL SÜRMEMEK...

Namusun önemini öğrendim evde... Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu... Gerçek namusun; günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim...

HAYATA TAT KATAN LEZZET; ACI

Gerçeği öğrendim bir gün... Ve gerçeğin acı olduğunu... Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da

lezzet kattığını öğrendim...

ÖLÜMÜ TADARKEN, HAYATI TADABİLMEK...

Her canlının ölümü tadacağını... Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim... Mevlana

*****

800 YIL ÖNCE BU TOPRAKLARDA SÖYLENEN MUHTEŞEM SÖZLER...

Herkes gibi ben de okulda öğreniyorum ilk sözleri, ya da düşünceleri; Mevlana’yla ilgili...

tasavvuf isminde bir akımdan söz ediyor; Türkçe edebiyat öğretmenleri; Mevlana’yı anlatırken...

***

Sonra hayat; Mevlana’yı saygın bir yerde tutuyor...

Ama yaşadığım hayat; ünlü düşünürün sözlerini, daha muhafazakar, daha inançlı, daha tasavvufi dünyaların çerçevesinde oturtuyor...

***

Pozitivist dünyalarda yaşadıkça... Pozitivist yaşamı değişmez bir felsefe olarak benimsedikçe... “Bütün kaderlerimizin yenilmeye doymayan zavallı egolarımızın elinde birer oyuncak olduğunu fark etmedikçe...”

Mevlana dünyada; Doğu’da ve Batı’da düşüncelerinden esinlenen, ilham alınan Konya’da yaşamış bir tasavvuf karakteri olmanın ötesine geçemiyor uzun yıllar...

***

Önceki gün bir dostumla “Türkiye’nin, birbirinden hesap sormaktan bir türlü vazgeçmeyen, puslu ve kanlı gündeminin” dışında uzun bir sohbet yapmaya çalışırken ona; “bu toprakların ve dünyanın yeni ihtiyacı olan düşün dünyalarından” uzun uzadıya bahsediyorum...

***

Mevlana’nın hayatla ilgili sözleri tam o sırada düşüyor gündemime...

“Her canlının ölümü tadacağını, Ama sadece bazılarının hayatı tadabileceğini;” 1200’lü yıllarda anlatan bir insan o...

“Namusun önemini öğrendim evde... Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu...

Gerçek namusun günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu...” diyen kişi o...

***

Sözleri benim hayatımı birebir anlatıyor...

“Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta... Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım...

Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım...”

***

Ya da;

Gitmeyi öğrendim...

Sonra dayanamayıp dönmeyi...

Daha sonra da kendime rağmen gitmeyi...

***

Hepsi birer vecize...

Hangisine vurgu yapacağımı kestiremediğim bir düşünce denizinde sürükleniyorum sözlerin arasında...

“İnsan tenini öğrendim...

Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu... Sonra da ruhun aslında tenin üzerinde olduğunu öğrendim...”

***

Bu sözleri söyleyen adamın bu topraklarda yaşamasının tam 800 yıl ertesinde, aynı topraklarda bugün yaşanan kanlı ve puslu tarih; nasıl yeniden gerçekleşebiliyor?..

-“İlginç şeyler yazıyorsun...” diyor dostum...

Ona söyleyemiyorum ki;

“Bu topraklarda 800 yıl önce söylenen şeyleri yazıyorum sadece...”

Yazının devamı...

Ölmekte olan büyük ustaya sorulan soru...

Büyük Sufi ustalardan biri olan Junnaid’e ölüm döşeğindeyken bir soru soruldu...

Baş öğrencisi yanına yaklaştı ve şöyle dedi büyük ustaya:

-“Ustam bizden ayrılıyorsun... Her zaman zihnimizi kurcalayan bir soru vardı... Ama hiçbir zaman soru soracak cesareti bulamadık...

Senin ustan kimdi?..

Öğrencilerin bunu çok merak ediyor...

Çünkü hiçbir zaman ustan hakkında konuştuğunu duymadık...”

***

Junnaid ölüm döşeğinde bu soruyu duyunca; gözlerini açtı ve yanıtlamaya başladı...

-“Bu soruya yanıt vermem çok zor olacak...” dedi...

-“Çünkü ben hemen herkesten bir şeyler öğrendim...

Tüm varoluş benim ustam oldu...

Hayatımda olan her olaydan bir şey öğrendim...

Ve olan her şeye müteşekkirim...

Çünkü tüm o olaylar sayesinde erdim...”

*****

“USTALARIMDAN BİRİ BİR KÖPEKTİ...”

Junnaid konuşmaya şöyle devam etti. -“Sırf merakınızı gidermek için size üç olaydan söz edeceğim... Birincisi şöyleydi;

Çok susamıştım... Ve sahip olduğum tek şey elimdeki kaseydi...

Kaseyle nehre doğru yürüyordum...

Nehre ulaştığımda bir köpek geldi, nehre atladı ve su içmeye başladı...

***

Bir an onu izledim ve kasemi yere fırlattım...

Çünkü kasemin artık gereksiz olduğunu fark ettim...

Bir köpek onsuz da su içebiliyordu...

Ben de nehre atladım ve dilediğimce suyu içmeye başladım...

Tüm bedenim serinlemişti; çünkü nehre atlamıştım...

Birkaç dakika nehrin kenarında oturdum ve köpeğe teşekkür ettim...

Derin bir hürmetle ayaklarına dokundum...

Çünkü o bana bir ders vermişti...

***

Her şeyden, sahip olduğum her şeyden vazgeçmiştim çoktan... Ama kaseme bir bağlılığım vardı... O çok güzel bir kaseydi... Üzerinde oymalar vardı... Ve her zaman birinin onu çalmak isteyebileceğinin farkındaydım...

Geceleri bile kimse almasın diye yastığımın altında saklardım...

Benim bağımlılığım buydu...

Köpek yardım etti...

Her şey netti gözümde...

Bir köpek bir kase olmadan yapabiliyordu.. Ben bir insan olarak niye yapamayayım dedim...

O köpek benim ustalarımdan biriydi...”

*****

“İKİNCİ USTAM BİR HIRSIZDI...”

“İkinci olay...” diye devam etti Junnaid: -”Bir gün ormanda yolumu kaybettim...

Bulabildiğim en yakın köye ulaştığımda ise vakit gece yarısı olmuştu...

Herkes derin bir uykudaydı...

O gece kalabileceğim bir yer verebilecek birini bulmak için bütün köyü dolaştım...

Sonunda bir adam buldum...

Ona;

-‘Anlaşılan tüm köyde yalnızca iki kişi uyanık... Biri sen biri ben...

Bu gece bana kalabileceğim bir yer verebilir misin?..’ diye sordum...

***

Adam;

-‘Cübbene bakılırsa bir Sufi rahibisin...’ dedi...

Sufi sözcüğü ‘suf’ kökünden gelir...

‘Suf’ yün demektir...

Yünlü bir giysi anlamındadır...

Sufiler yüzyıllar boyu yünlü giysiler giydikleri için, onlara giysilerinden dolayı Sufi denir... Adam yanıtladı:

-‘Bir Sufi olduğunu görüyorum ve seni evime götürme konusunda mahcubiyet duyuyorum... Çok istekliyim seni eve alma konusunda... Ama sana kim olduğumu da söylemek zorundayım... Ben bir hırsızım... Bir hırsızın misafiri olmak ister misin?..’

***

Junnaid bir an tereddüt etti...

Hırsız devam etti:

-‘Bak sana söylediğim iyi oldu... Tereddüt ettiğini görüyorum... Harsız istekli, ama mistik bir kimlik, hırsızın evine girmekten çekiniyor... Sanki mistik olan şahsiyet, hırsızdan daha acizmiş gibi...

Ben senden korkmuyorum...

Oysa senden korkmalıyım...

Sen beni değiştirebilirsin...

Tüm hayatımı dönüştürebilirsin...

Seni eve davet etmek demek, tehlike demek... Ama ben korkmuyorum... Evime gelebilirsin... Ye, iç, uyu ve dilediğin kadar kal... Çünkü ben yalnız yaşıyorum ve kazancım yetiyor... İki kişiye bakabilirim... Ve seninle güzel şeylerden konuşabiliriz... Ama sen tereddüt ediyorsun...’

***

Hırsızın haklı olduğunu fark ettim... Ondan af diledim... Hırsızın ayaklarına dokundum.... Ona ‘Evet’ dedim;

-‘Kendi benliğimdeki kökleşmişliğim gerçekten çok aciz... Sen gerçekten güçlü bir adamsın ve senin evine gelmek isterim... Ve yalnızca bu gecelik değil, daha uzun kalmak isterim... Ben de güçlü olmak istiyorum...’

Hırsız; ‘Hadi o zaman’ dedi...

Karnımı doyurdu... Bana içecek bir şeyler verdi, beni uykuya hazırladı ve sonra; ‘Ben gidiyorum...’ dedi...

-‘Kendi işimi yapacağım... Sabah erkenden dönerim...’

***

Sabah erken saatlerde hırsız eve döndü...

Ona sordum; ‘Başarılı oldun mu?..’

-‘Hayır...’ dedi hırsız;

-‘Bugün değil, ama yarın bakacağız...’

Ve sonrasında her gün aynı şey oldu...

Tam otuz gün boyunca her gece hırsız çıktı ve sabahları eli boş döndü...

Ama asla üzgün değildi... Hayal kırıklığı yoktu... Yüzünde en ufak bir başarısızlık belirtisi görülmüyordu...

Her seferinde;

-‘Önemli değil... Ben elimden geleni yaptım... Bugün yine bir şey bulamadım, ama yarın deneyeceğim... Ve Tanrı biliyor; bugün olmasa bile yarın olabilir...’ diyordu...

***

Bir ay sonra oradan ayrıldım...

Yıllarca gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalıştım... ve her seferinde başarısız oldum... O sıralarda hep hırsızın sözünü hatırladım ve yüzümde bir gülümseme belirdi;

-‘Tanrı biliyor; bugün olmasa bile yarın olabilir...’

***

O hırsız en önemli ustalarımdan biriydi... O olmasa ben; ben olmazdım...”

*****

“ÜÇÜNCÜ USTAM BİR ÇOCUKTU...”

Üçüncüsü diye devam etti Junnaid:

-“Küçük bir köye girdim... Küçük bir çocuk elinde bir mum taşıyordu... Belli ki mumu bırakmak için köyün küçük tapınağına gidiyordu... Ona sordum;

-‘Bana ışığın nereden geldiğini söyleyebilir misin?.. Mumu kendin yaktıysan görmüş olmalısın; Işığın kaynağı ne?..’

***

Çocuk güldü bana; -‘Bekle...’ dedi...

Sonra da önümde mumu söndürdü...

-‘Işığın gittiğini gördün... Bana ışığın nereye gittiğini söyleyebilir misin?.. Sen bana ışığın nereye gittiğini söyleyebilirsen, ben de sana nereden geldiğini söyleyeceğim... Çünkü aynı yere gitti... Kaynağa döndü...’

***

Büyük filozoflarla tanıştım... Ama hiçbiri böyle güzel bir şey söylemedi...

‘Kaynağına gitti’ dedi... Her şey en nihayetinde kaynağına döner... Dahası bir çocuk cehaletimin farkına varmamı sağladı... Ben çocukla şakalaşmak istemiştim... Ama şakayı yapan o oldu... Bana ‘ışığın nereden geldiği’ şeklinde aptalca sorular sormamın zekice bir davranış olmadığını gösterdi...

Işık hiçten ve hiçlikten gelir... Hiçe ve hiçliğe döner...

***

Çocuğun ayaklarına dokundum...

Çocuk şaşkına döndü...

-‘Neden ayaklarıma dokunuyorsunuz?..’ dedi...

Ben de ona şöyle dedim...

-‘Sen benim ustamsın... Bana bir şey gösterdin... Bana büyük bir ders verdim... Büyük bir içgörü sağladın...’

O zamandan beri hiçlik üzerinde meditasyon yapıyorum ve yavaş yavaş hiçliğe girdim... Şimdi mumun söneceği, ışığın söneceği son an geldi... Ve ben nereye gittiğimi biliyorum... Geldiğim kaynağa...

O çocuğu minnetle hatırlıyorum...

Hala önümde durmuş, mumu söndürürkenki halini görüyorum...” (Osho)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.