Şampiy10
Magazin
Gündem

Yazın sonu ve yeni sezonun başlama günleri...

Alışkanlıkların ilginç bir aritmetiği var... Ağustos’un onuncu gününden itibaren, yaz mevsiminin adım adım bitmekte ve gitmekte olduğunu görüyorum...

Vücut ve beyin ilginç bir şekilde yazın bitmesine, edindiğim mevsimlik alışkanlıkların sona ermesine direniyor...

***

“Bir süre daha devam edebilirsin yaz mevsimi alışkanlıklarına” diyor içim usul usul...

Ruhum; okulların geç açılacak olması haberlerinden medet umuyor;

Bilincim; Havaların güneşli olmasından; ‘daha sonbahara çok var’ tesellisine kayıyor...

Bilinçaltım; Eylül-Ekim aylarının pastırma yazı kıvamında geçeceği müneccimliğine kayan bir öngörüyle; “yazın kurduğum düzeni üç aşağı beş yukarı devam ettiririm” sanrısını sürdürmeyi yeğliyor...

***

Beyin, gelmekte olanı görmekte ve kabullenmekte zorlanıyor...

Oysa lamı cimi yok...

Yaz bitiyor... Yeni dönem ve yeni bir hayat başlıyor...

***

Yazı yaz gibi yaşadığım günler sona eriyor... Yazın hakkını vermeye çalıştığım haftalar aylar bitişe doğru gidiyor...

Aileyi denize götürdüğüm sabahlar...

Havuzlarda yüzdürdüğüm öğlenler...

Sporun envai yaptırdığım egzersizler...

Mini diskolarda çocukların danslarını seyrettiğim akşamlar...

***

Bisiklete binişlerinden keyif, scutterla kayışlarından heyecan, kaydıraktaki akrabosilerinden hayaller kurduğum haftalar...

Tenisteki vuruş tekniklerinden duyduğum gurur... Cimnastikte parande denemelerinden, aldığım ilhamlar...

Son demlerine geliyorlar...

***

Hayat artık yeni dönemin geldiğini hatırlatıyor...

Kitaplar, okuma, yazma seansları azar azar başlıyor... Okul kıyafetleri, formaları, süveterleri, kazakları, ceketleri, hırkaları yeni bir mevsimin, yeni günlerin geldiğini işaretliyor...

*****

BİR HÜZÜN VAR ÜZERİMDE... BİR YAZ DAHA BİTİYOR...

Diğer öneriler; “Yemekten sonra yürüyüş yapmayın; yediklerinizi sindiremez vücut ve yararını göremezsiniz...

***

“Kemerinizi gevşetmeyin; Bağırsaklarınız düğümlenebilir...”

***

“Duş almayın; Kan akışını el ve ayaklara doğru çoğaltır ve sindirim sistemine zarar verir...”

***

Yemekten sonra hemen uyumayın; sindirim sisteminin çalışmamasına, bağırsak iltihaplanmalarına ve mide rahatsızlıklarına sebep olur...” şeklinde özetleniyor...

***

Yemek sonrası uykunun sağlıklı mı zararlı mı olduğu konusunda bir türlü tam karar veremiyorum...

Uzun ve sağlıklı yaşayan İsmet İnönü, Vehbi Koç, Beyti Güler gibi yaşam ustaları öğle yemeklerinden sonra yarım saat ile bir saat arası bir kestirme molası veriyorlar...

Bizzat Vehbi Koç’un ve Beyti Güler’in ağzından bunu dinlediğim günleri ve yararları üzerine sohbetleri hatırlıyorum...

***

Atina yıllarımda; sağlıklı ve keyifli yaşamaya düşkün Yunanlıların; her gün nasıl yemek sonrası 2-3 saatlik ‘siesta’larının olduğunu, günü nasıl sabah ve akşam olmak üzere ikiye böldüklerini ve bir günden nasıl iki gün çıkardıklarını biliyorum...

Bu örneklerle, Anglo Sakson bilim adamlarının “yemek sonrası kısa öğle uykularının” ‘zararlı’ olduğu açıklamaları karşısında çelişkiye düşüyorum...

Bir türlü hangisinin daha doğru olduğuna karar veremiyorum...

***

Ama zaten bu sorunun da pek bir anlamı kalmıyor... Yaz bitiyor...

Sonbahar ve geliyor...

Yeni sezon başlıyor...

Öyle bir zaman dilimi bulabilecek miyim;

Sorunun cevabı bir muamma halini alıyor... Artık yaz bitiyor...

Sonbahar ve kış geliyor...

Yaz alışkanlıkları rafa kalkıyor...

Bir hüzün var üzerimde...

Bir yaz daha bitiyor...

*****

YEMEĞİN HEMEN ARKASINDAN SİGARA İÇMEYİN...

Yaz bitiyor, spor dolu, dinlenme ve yenilenme dolu günler sona eriyor...

Fakat gözüm halen sitelerdeki sağlık haberlerine bakmadan geçemiyor...

Yemekten sonra “7 şeyi asla yapmayın” diyor Her Gün 1 Yeni Bilgi portalında yer alan bir haber:

***

Uzmanların yaptığı araştırmalara göre, yemeğin hemen ardından yakılan tek bir sigara, 10 sigara içmeye eşdeğer sayılıyor... Ve bu da kansere yakalanma riskini arttırıyor...

***

Fosur fosur sigara içtiğim günleri hatırlıyorum...

Televizyonlarda, sinemalarda sigara reklamlarının “karizmatik insan olmaya özendirdiği” reklam filmlerinin etkisi altındaki bilinçaltımın yönlendirdiği günlerime dönüyorum...

Yemekten sonra sigara içmek bir yana, yemek arasında 3-5 sigara tellendirdiğim günleri hatırlıyorum...

‘Sigara kapalı yerlerde yasaklanmalı’ dediğim zaman; nasıl ters bir kampanyayla ‘bunu söyleyenleri yasakçılık ve faşistlikle suçladıkları ve insanları öldürmek için nasıl ters algı operasyonu yaptıkları’ günler geliyor aklıma...

***

Hayatın basit gerçeklerini, beyinlere nasıl bir algı yöntemiyle tersten şırıngalanarak, yok ettirildiklerini hatırlıyorum...

Son zamanlarda izlediğim bir belgesel gözümün önüne geliyor...

***

Sigara lobisinin, “önce sigaranın kanser yapmadığını, uzmanlara dayandırarak kampanyalaştırdığını”, sonra gerçekler ortaya çıkınca; “elde kanser yaptığına dair kesin veri yok” diyerek ustaca soru işareti yarattığını anlatıyor o belgesel...

*****

YEMEK ÜSTÜNE ÇAY İÇMEYİN, MEYVE YEMEYİN...

“Yemeğin üstüne meyve yemeyin” diyor ikinci uyarı...

“Yemeğin hemen üstüne yenilen meyve, midenizin hava ile dolmasına neden oluyor” diye ekliyor...

Zaten yemek üzerine yenen meyvenin şekeri iyice fırlattığı, çoktan tespit ediliyor... Yine de, çoğu restoranda yemek üstüne meyve servisi, iyi müşteriyi memnun etmeye yönelik bir jest olarak yapılmaya devam ediyor...

***

“Türk kültürünün en önemli alışkanlıklarından biri olan

yemek üstüne çay içmek de sağlıklı görülmüyor” diyor uyarılardan biri...

“Yemekten sonra içilen çay, demir içeren besinler tüketildiyse, yemekte alınan demir mineralinin vücut tarafından kullanımını sınırlar...” diye devam ediyor...

*****

TÜRK KAHVESİNİN YEMEK SONRASI TEDAVÜLDEN KALKIŞI

İlk gençlik yıllarım aklıma geliyor... Yemekten sonra çay içmenin ne zaman Türk kültürünün bir parçası haline geldiğini düşünüyorum...

Türkiye’de o yıllarda yemeklerden sonra “sade, orta veya şekerli Türk Kahvesi içme alışkanlığının” olduğunu hatırlıyorum... Sonra günlerden bir gün; Türkiye’nin hazinesi dövizsiz kalıyor...

70 sente muhtaç olduğumuz günler başlıyor... Kahve ithal edildiğinden, ithali duruyor...

Türkiye; o çok sevdiği ve yemek sonrası keyifle içtiği Türk Kahvesi’ni içemez hale geliyor...

***

Yıllar yılı sürüyor bu uygulama...

O günlerde “Türk kahvesi yerine çay ikame ediliyor” Türk insanının yemek sonrası ağız tadına...

Çay Türkiye’de her daim çok içilen bir madde...

Ancak yemek sonrası kahve yerine çay modası, dövizsiz kalan tamtakır hazinemizin bize yadigar bıraktığı bir alışkanlık olarak tarihe geçiyor...

Yazının devamı...

Affetmesini bilen bir kadının hikayesi...

İnsanlar sen istediğin kadar hayatındalar;

Göz yumduğun kadar dürüstler...

Onları affettiğin kadar iyiler...

Robin Sharma

***

1. Kendisine bile bakmaktan aciz, alkolik, yokluk içinde bir annenin evlilik dışı dünyaya gelen çocuğuydu Patricia.

***

2. O kadar yokluk içindeydiler ki annesi 3 çocuğuna bakabilmek için çoğu zaman kapı kapı dolaşıp yemek dileniyordu.

***

3. Beş yaşına geldiğinde annesi diğer iki kardeşini yanında tutarken hiç açıklamadığı bir sebepten ötürü Patricia’yı çocuk bakım yurduna verdi.

***

4. Daha sonra Patricia İtalyan göçmeni bir çift tarafından evlat edinildi ve adı Marie olarak değiştirildi.

***

5. Sadist çift, küçük kızı evin mahzenine kapayıp, ona sistematik bir biçimde işkence etti.

Çiftin toplum içindeki saygın konumu, küçük kızın yaşadıklarını çevreden kolaylıkla gizledi. Babanın balıkçılık işletmesi vardı. Kızlarına çok güzel kıyafetler, oyuncaklar alıyorlardı. Ama akşam olup da eve kapandıklarında disiplin adı verilen eziyet seansları başlıyordu. En ufak bir hatada küçük kıza sistematik işkenceler uygulanıyordu.

***

6. Marie on yedi yaşına geldiğinde depresyondan felç geçirdi.

Kas spazmları ve boğularak ölmesine sebep olabilecek denli yoğun astım krizleri geçiriyordu. Halüsinasyon da gördüğü için doktorlar ona yanlışlıkla şizofreni teşhisi koydular.

***

7. Bundan sonraki, dile kolay, on yedi yılı akıl hastanesinde geçti.

Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan Marie, yemek yiyemiyor, fazla kımıldayamıyor ve intihar etmeyi sıkça düşünüyordu.

***

8. Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie’nin durumunu yeniden değerlendirdiler.

Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verdiler.

***

9. Arkadaşlarının ve kendisini seven birkaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıktı. Artık yaşamını nasıl sürdüreceğine kendisinin karar vermesi gerekiyordu.

Terk edilmiş, işkence görmüş, tacize uğramış, hayatının otuz dört yılı ziyan olmuştu. Kızgın, öfkeli, umutsuz olmak onun en doğal hakkıydı. Yaşamının sorumluluğunu üstlenmeden, devlet yardımıyla hayatının sonuna kadar yaşayabilirdi, ama o, bu yolu seçmedi.

***

10. Marie üniversiteye girdi ve mezun oldu.

***

11. Evlendi. Harvard Üniversitesi’nde mastır yaptı.

Daha sonra; “Harvard bana dünyaya geniş bir pencereden bakma şansı ve yeniden deneme cesareti verdi” diyecekti.

***

12. Psikiyatrik hastalarla çalıştı, konferanslar verdi ve biyografisini yazdı. Elli sekiz yaşındayken, 17 yılını geçirdiği hastaneye yönetici olarak atandı.

***

13. Haber ajansları onun yeni görevini haber yaparken, o zaferinin açıklamasını şöyle yaptı;

“Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir adım bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim.”

***

14. 1986 yılında Marie’nin hayatı “Nobody’s Child” isimli bir TV filmine konu oldu.

*****

ÖZEL İNSANLARIN HAYATLARININ SIRLARI...

“Çok az kişinin ulaştığı başarıları elde edebilmek için, çok az kişinin cesaret edebildiği şeyleri yapın...

***

Yaşamlarımızın sonuna geldiğimizde, çok azımız daha fazla para kazanamadığımız için pişmanlık duyar...

Gerçek anlamda pişmanlığımız, görmek isteyip de göremediğimiz yerler, üzerinde yeterince emek harcamadığımız insanlar ve ilişkiler, almaktan korktuğumuz riskler içindir...

***

Daha huzurlu ve anlamlı bir yaşam sürmek istiyorsan, daha huzurlu ve anlamlı şeyler düşünmelisin...

***

Bahane üretmek konusunda kusursuz olan insanlar; başka bir konuda kendilerini kusurlu saymazlar...

***

Mutluluğun sırrı basittir...

Yapmayı sevdiğiniz bir şey bulun...

Tüm zihin gücünüzü ve enerjinizi bu sevginize yöneltin... Bolluk yaşamınıza akacak, tüm arzularınız yerine gelecektir...

***

Aldıklarınızın değil; verdiklerinizin üzerine inşa edilen bir hayat gerçek mutluluğu getirir...

***

Yarının iyileştirmenin tek yolu; bugün neyi yanlış yaptığını bilmektir...

***

Umarım sen en iyisini yaparsın...

Umarım seni şaşırtacak şeyler yaşarsın... Umarım daha önce hiç hissetmediğin şeyler hissedersin...

Umarım değişik bakış açıları olan insanlarla tanışırsın...

Umarım gurur duyacağın bir hayatın olur... Umarım en başından başlayacak gücü bulursun...

***

İnsanlar eğer hayallerinize gülmüyorsa;

Hayalleriniz yeterince büyük değil demektir...”

(Robin Sharma)

Yazının devamı...

Trabzon maçından önce Beşiktaş üç atar diyen Abdurrahim Albayrak’a ne cevap veriyorum?..

Cumartesi gecesi Beşiktaş-Trabzon maçını seyredeceğim yere gittiğimde, kısa süre içinde bulunduğum Rixos Otel’in dev ekranlı izleme salonunun çok kalabalık hale geldiğini görüyorum...

Perdeden verilen yayının bulunduğu salonda Galatasaray’lı eski futbolcu Arif; Beşiktaş’ın ve Galatasaray’ın stoperi Gökhan Zan, Galatasaray’ın şampiyonluklarının flaş yöneticisi Abdurrahim Albayrak var...

***

Maçtan önce; Abdurrahim Albayrak biraz da bana maç öncesi moral vermek için, ilk haftaki Mersin maçının gazıyla ‘Beşiktaş 3 atar bu akşam...’ diyor...

***

Bunu duyunca; Abdurrahim Albayrak’a hiç beklemediğini fark ettiğim bir cevap veriyorum...

-“Olabilir atabilir... Ama ben Beşiktaş’ın kaç atacağıyla değil, kaç yiyeceğiyle ilgileniyorum... Üç atabilir de, kaç yiyecek Beşiktaş için bence sorun o...”

***

Böyle dememin elbette çok somut nedenleri var... Beşiktaş ne geçen yıl, ne bu yıl esasen gol atma sorunu olan bir takım değil... Ancak Beşiktaş “kendisine ve ismine yakışmayacak derecede savunma zaafları gösteren, basit goller yiyen, defansı ağır, hava topları beceresi olmayan, çok kolay açık veren bir takım...”

***

Bu takım; defansın önünde Atiba ve Veli gibi iki dinamo olduğu halde, o kadar çok gol yiyor geçen sezon... Bu sezon bir de Veli ve Tolgay sakat... Bir Rodolfo’yla savunmasını düzeltebilir mi?.. Mümkün mü?..

***

Hele hele; Geçen yıl Biliç; savunmayı sağlam tutan bir futbol anlayışıyla oynuyor...

Şenol Güneş ise, rakip yarı sahada basmaya dayalı, dikine futbol oynatıyor... Geçen sene bile; sezona dayanamayan savunma, bu futbolla bu sezona dayanabilir mi?..

Mümkün mü?..

***

Onun için Abdurrahim Albayrak’a;

-“Beşiktaş’ın kaç atacağı değil, kaç yiyeceği önemli...” diyorum... Nitekim, attığıyla değil, yedikleriyle maçı veriyor Beşiktaş...

Maç devam ederken; hüzünlü bir gülümseme ifadesiyle izliyorum Beşiktaş’ı...

50 yılımı verdiğim kulübümü... Maddi manevi elimden ne geliyorsa, verdiğim kulübümü...

***

Beşiktaş’lı yaptığım çocuklarım;

Siyah beyaz formalarıyla her gün, tenis ve jimnastik yapan halleri... Ve onlara yaşıtları karşısında layık görülen ‘kader’ gözümün önünden gitmiyor... Gitmeyecek de!..

*****

BEŞİKTAŞ... STOPERİ OLMAYAN; VAROLAN STOPERLERİ DE GÖNDEREN TAKIM...

Bu yıl sezon başından beri, Beşiktaş’la ilgili moralim o kadar bozuk ki;

Trabzon maçında ilk 18’e bile bakmıyorum...

Sonradan gelen eleştirilerden “ilk 18’de takımda yedek stoperin bile bulunmadığını” öğreniyorum...

***

Oysa Beşiktaş’ı geçen yıl şampiyon yapamayan Dem Ba Ba değil... Sosa da değil...

Gökhan Töre de değil...

***

Beşiktaş’ı geçen yıl şampiyon yapmayan, arka arkaya basit goller yiyip, yediklerini çıkartamaz hale getiren yer defansı, özellikle de stoperleri...

***

Sergen Yalçın geçen yıl Beşiktaş’ın defans zaafını fark ediyor, hava toplarını hiç alamadığını, stoperlerin ağır kaldığını anlıyor, üzerine gidiyor ve Sivas’ta Beşiktaş kalesini ablukaya alıyor...

***

Ligin sonuna doğru bütün takımlar aynısını yapmaya başlıyorlar Beşiktaş’a...

Beşiktaş her maçta gol yemeye, bir süre sonra da yediği golleri çıkaramamaya başlıyor...

Şampiyonluk ve şampiyonlar ligi böyle gidiyor...

***

Bu yıl; en gerekli yere, defansın ortasına en az iki, normal şartlarda üç, çok iyi transfer yapması gerekirken, bir Rodolfo’yla, üstelik Atınç ve Sivok da gönderilerek transfer kapatılıyor...

Egemen Korkmaz ggönderildikten sonra Fenerbahçe’yi iki kez şampiyon yapıyor... Beşiktaş hala, gıdım adım atmıyor...

Nedense Beşiktaş’ın stoper mevkiine bir türlü nokta atışı büyük transferler yapılmıyor...

***

Bir santrafor mevkii için, Cenk, Mustafa Pektemek, Ömer Şişmanoğlu, Mario Gomez var...

Kerim Frei ve Quaresma gerektiğinde forvet oynayacak kapasitede futbolcular...

***

Defansın hemen önünde oynayan ikili için;

Veli;

Tolgay;

Necip;

Atiba;

Eslem...

Gerektiğinde Oğuzhan;

Gerektiğinde Sosa...

Gerektiğinde Olcay...

Şimdi Lucas Leiva...

Kaçırılmasa OzanTufan...

Kaçırılmasa Gökhan İnler... Alınıyor, alınması düşünülüyor... Aynı mevkii için 4-5 futbolcuya birden para ödeniyor...

***

Ama gel gör ki, savunmaya dört dörtlük, uluslararası düzeyde, 2-3 oyuncu bir türlü monte edilemiyor... Nasıl bir yönetim anlayışı bu?..

Anlamak mümkün değil...

Savunmanın zaafı, başka mevkiilere sürekli yeni oyuncu alınarak, ihtiyaç olunan mevkiiden oyuncu gönderilerek giderilmeye çalışılıyor...

***

Trabzon maçında Şenol Güneş’in ilk 18’inde stoper mevkiinde yedek bile bulunmadığı söyleniyor... Öyle mi değil mi bakmıyorum bile...

“BU SENE ROMANTİK BEŞİKTAŞ’LI OLMAYACAĞIM...”

Kaldığım yerde Aykut isminde koyu Beşiktaş’lı bir İtalyan restoran şefi var...

Vogue turizm kompleksinin, en acar şeflerinden biri Aykut...

Antalya’dan gelen birkaç arkadaşıyla beraber Genel Müdürleri Özgür Yılmaz’ın en iyi adamlarından biri...

***

Benim geçmiş yıllarımdaki “Romantik Beşiktaş’lı günlerimi” andırıyor Aykut’un Beşiktaş’lılığı...

Her mağlubiyette, suçu hakemlere, rakip takımların ayak oyunlarına, kadersizliğe, şanssızlığa ve talihsizliğe dayandırıyor...

***

Ben de 50 yılımı böyle geçiriyorum Beşiktaş’ta... Fakat bu yıl çocuklarımın büyümesiyle iyice değişiyorum...

Şöyle söylüyorum Aykut’a:

-“Ben de senin gibi bir Beşiktaş’lıydım... Romantik... Yenilgileri, biraz kader, biraz talihsizlik, çokça rakip takımların bel altı oyunları ve hakemlerin puan çalmaları”ndan ibaret görürdüm...

***

Oysa şöyle düşünmeliydim;

-“Eğer Beşiktaş’san, eğer Karakartal’san bunlara izin vermeyeceksin arkadaş... Edebiyatı bırakacaksın... Futbola ve kazanmaya bakacaksın... Yenilgilerin edebiyatını değil, yenmelerin heyecanını yüreğinde yaşayacak ve yaşatacaksın...

Stadı yaptırmıyorlar demeyeceksin; stadı yapacaksın...

Hakem Atiba’ya kırmızı kart gösteriyor demeyeceksin...

Defansı sağlam adamlarla donatacaksın...

Anlaşmıştık ‘oyun ettiler, anlaştığımız adamı aldılar’ demeyeceksin...

Dilini tutacaksın; almaya karar verdiysen Ozan Tufan’ı alacaksın...”

***

Böyle diyorum Aykut’a...

Yüzündeki ifadeden, benden hiç beklemediği bir tepkiyi aldığını fark ediyorum...

O zaman bunun nedenini ona açıklıyorum:

-“Çocuğun var mı Aykut?..” diye soruyorum...

-“Yok...” diyor...

-“O zaman olduğunda anlarsın... Canından çok sevdiğin çocuklarının, üzüntülerine tahammül edemediğin zaman hissedersin... Kendi üzülmelerine alışmışsın, biliyorum... Onlar sana ‘name’ gibi geliyor artık... Ama çocuklarının minik yüreklerinin sıkışmasına tahammül edemeyeceksin Aykut...

O zaman senin de Beşiktaş’ta “romantizm dönemin” bitecek...

Realizm dönemin başlayacak...

Çocuklarını üzen kim varsa, ‘Pardon’ demesini öğreneceksin...”

***

Bu sözlerin arkasından çocuklarım; çok sevdikleri Beşiktaş Hayattır Hayat da Beşiktaş klibini istiyorlar...

Klibin başında minik oğluma benzeyen bir yavru kartal “Şerefli ikincilikler bize yeter” diye bağırıyor... O öyle söyleyince;

Ben çocuklarımın kulağına eğilip cevap veriyorum;...

-“Hayır yetmez... Şerefli birincilikler bize yeter...”

*****

Yazının devamı...

Ego cehennemdir...

“Ego toplumsal bir fenomendir...

‘Sen’ değilsindir...

***

Ama sana toplumda bir işlev, toplumun hiyerarşisinde bir yer verir...

***

Ve bununla tatmin olduğunu fark edersen;

Gerçek benliğini bulma fırsatını kaçırırsın...

***

Her türlü keder ve üzüntünün, hiç ego aracılığıyla geldiğini fark

ettin mi?..

***

Ego seni mutlu yapmaz...

Yalnızca mutsuz yapabilir...

***

Ego cehennemdir...

Ne zaman acı çekersen, yalnızca izlemeye ve analiz etmeye çalış...

***

O zaman bir yerlerde o acının sebebinin ‘ego’ olduğunu fark edeceksin...

(Osho)

*****

GÜZEL GENÇ KIZ VE İKİ RAHİBİN HİKAYESİ...

İki Budist rahip manastıra geri dönüyorlardı...

Bir nehir geçidine ulaştılar...

Akıntı çok güçlüydü...

Bölge tepelerle dolu bir bölgeydi...

***

Nehrin hemen kenarında, birisinin karşıya geçmesi için kendisine yardım etmesini bekleyen genç ve güzel bir kız duruyordu...

Genç kız nehri tek başına geçmeye korkuyordu...

***

Rahiplerden biri yaşlı, diğeri gençti...

Yaşlı olanı ‘egonun davranış biçimi uyarınca’ önden gitmek durumundaydı...

Ego’nun davranış biçimine göre; daha yaşlı rahipler önden giderlerdi... Daha genç rahipler, daha geriden gelirlerdi...

***

Genç kız; yaşlı rahibi gördü ve ona sordu:

-“Bana yardım eder misin?.. Elimi tutar mısın?.. Korkuyorum...

Akıntı çok güçlü ve nehir derin olabilir...”

***

Yaşlı rahip gözlerini kapadı...

Buda’nın rahiplere söylediği şey buydu...

Rahiplere; bir kadın gördükleri takdirde; kadın özellikle güzelse, gözlerini kapatmalarını öğütlemişti...

***

Ancak bu uygulama şaşırtıcıydı...

Kadını zaten görmüş oluyordun...

Kadını gördükten sonra gözlerini kapatıyordun...

Baştan gözlerini kapatsan, zaten gördüğünün bir kadın, hatta güzel bir kadın olduğunu anlayamazdın...

Kadını gördükten, güzel olduğunu fark ettikten sonra, zaten ondan etkilenmiş oluyordun ve artık gözlerini kapatmanın bir anlamı da kalmıyordu...

***

Neyse...

Yaşlı rahip; genç kadını gördükten sonra gözlerini kapattı ve kadının sorusunu yanıtlamadan nehre adım attı...

Ardından ikinci ve daha genç olan rahip geldi...

Kız korkuyordu...

Ama yapabileceği bir şey yoktu...

Güneş batmaktaydı ve az sonra gece olacaktı...

***

Genç rahibe aynı soruyu sordu...

-“Lütfen elimi tutar mısınız?..

Nehir derin görünüyor ve akıntı güçlü...

Ve ben korkuyorum...”

Genç rahip güzel kadına cevap verdi:

-“Nehir derin biliyorum... Yalnızca elini tutmamın faydası olmaz...

Sen benim omuzlarıma otur ben seni diğer kıyıya taşıyayım...”

***

Manastıra ulaştıklarında yaşlı rahip genç rahibi karşısına aldı...

-“Dostum sen bir günah işledin...

Yalnızca bir kadına dokunduğunu değil, sadece onunla konuştuğunu değil, aynı zamanda onu omuzlarına aldığını bildirmek zorundayım...” dedi...

-“Sen bu manastırdan kovulmalısın... Bir rahip olmaya layık değilsin...”

***

Yaşlı rahibin bu sözleri üzerine genç rahip güldü:

-“Ben beş kilometre önce kızı bıraktım... Ama görünüşe bakılırsa, sen kızı hala omuzlarında taşıyorsun... Beş kilometre yol gittik ve sen hala o genç kızı dert ediniyorsun...”

*****

AÇGÖZLÜLÜK, ÖFKE, KISKANÇLIK VE NEFRETLE SAVAŞMA...

“Bu öyküde yaşlı rahibin yaşadığı şey neydi?..

Gerçek şuydu...

Kız güzeldi ve yaşlı rahip kendince bir fırsat kaçırmıştı...

Bundan dolayı şimdi öfke duyuyor ve kıskançlık gösteriyordu...

Cinsel arzularla doluydu...

Buna karşın genç rahip ise tamamen temizdi... O; kızı nehrin karşı tarafına geçirmiş ve kıyıya bırakmıştı...

O kadar...

Her şey geride kalmıştı onun için...

***

Açgözlülükle, öfkeyle, kıskançlıkla, nefretle asla savaşma...

Onları öldüremez, onları ezemez, onlarla savaşamazsın... Yapabileceğin tek şey onların farkında olmaktır...

Ve farkında olduğun an, hepsi kaybolur...

Işıkta karanlığın kendiliğinden kaybolduğu gibi...”

(Osho-Dönüşüm Tarotu)

*****

YAŞADIĞIM; AÇGÖZLÜLÜK, KISKANÇLIK VE NEFRET...

Osho’nun öyküsünde anlatılan; açgözlülük, öfke, kıskançlık, nefret... Hayatım boyunca benim her vesileyle karşılaştığım, yaşamı bana zindan etmeye çalışan insanların, duygu ve davranış modelleriydi...

***

Benim yaptığım her şeyi kıskanıyorlardı... Kıskandıkları için bana inanılmaz bir öfke içindeydiler...

Yaptıklarım ve kazandıklarım karşısında, önüne geçemedikleri bir açgözlülükle bana haset duyuyorlardı...

***

Beni yok etmek, meslekten ve mümkünse yaşadığımız dünyadan bütünüyle silebilmek için, “insanları tahrik ediyor; devletin en güvenilir kalması gereken istihbarat örgütünü, siyasi parti liderlerini, kamu kurumlarını, nizamlarını, organlarını manipüle ediyorlardı...”

***

Öyküdeki metafor benzeri; “yaşlı rahip türü insanlar her tarafımı sarmış”, bana kendi hırslarını, nefretlerini, kıskançlıklarını, öfkelerini, yarım kalmış arzularını ve açgözlülüklerini kusuyorlardı...

Yıllarca onlarla savaştım...

***

Ancak Osho’nun öyküsünde belirtildiği gibi, onlarla savaşarak o duyguları yok edemiyordunuz... Onlarla savaş, o duyguları yok etmiyor, tam tersine o duygulara haiz yeni Matrix’lerin ortaya çıkmasından başka hiç bir işe yaramıyordu...

***

Sonra biyolojik çocuklarım oldu ve Matrixler en büyük taarruza o zaman giriştiler...

50 yıl boyunca hayatıma azar azar gelen “açgözlü, yarım kalmış arzularla, hırs, kıskançlık öfkeyle dolu bütün Matrix’ler,” tek bir merkezden emir almışcasına topyekün üzerime geldiler...

***

O zaman her şeyin farkına varmaya ve farkındalığımı arttırmaya başladım...

Farkındalığımı arttırmanın, kimin ne yaptığını anlamanın ve anladığımı göstermenin dışında, onlara yönelik hiçbir şey yapmadım...

Fakat bu kadarı; onlara yetti... Işık görmüş karanlık gibi, teker teker yok oldular...

Kurdukları kirli planlar, açgözlü ve nefret dolu masalar dağıldı...

Görünmeyen bir güç, onların bütün yaptıklarını ellerine, gözlerine, yüzlerine bulaştırdı...

***

O zaman, “ego” denilen açgözlü, doymak bilmez şeyin sahipleri için bile nasıl bir cehennem yarattığını fark ettim...

Kıskançlık, nefret, açgözlülükle savaşılmayacağını, onun farkında olduğumuzda, üzerimizdeki bir güç tarafından onlara ışık tutularak kendiliğinden tasfiye olacağını, karanlığın ışık tutulduğunda kaybolacağını hissettim...

Bu yazıları ve bu aktarımları sizinle paylaşmamdaki temel amaç bu yaşadıklarımın sizin hayatınıza bir katkısı olabileceğini ummam... Yoksa onlarla savaşmak değil...

Yazının devamı...

Standartsız demokrasi...

İlaç gibi geliyor bana; “okulların tatilinin uzayacağı haberi” ilk başta...

“Turizmciler böyle istiyor” deseler de esas neden; seçim atmosferinin mümkün olduğunca geç başlaması...

Tatil beldelerinde bulunanların terörün olumsuz etkilerini daha az üzerlerinde hissetmesi...

Tatil rehavetinin iki hafta daha sürmesi olsa gerek...

***

Kasım’da seçimler var...

Farkındayım ki; seçimlere uygun stratejiler, her yerde, her biçimde yürürlüğe girecekler...

Türkiye gibi ülkelerde “her şey gibi, eğitim de siyasi durumlara ve konjonktüre göre eğilir bükülür bir hal alabiliyor...”

***

Süleyman Demirel’in on yıl önce “hükümet kurma görevini Erbakan’la anlaşan; Tansu Çiller’e değil, Mesut Yılmaz’a vermesi, tercihini farklı yönde kullanarak siyasi olayları manipüle ettiği iddiası; 28 Şubat post modern darbe ya da müdahalesinin en temel kanıtıydı...”

Bir hükümet “eğer cebren düşürülmüşse”, bunun somut kanıtı Cumhurbaşkanı’nın farklı tercihinde aranmalıydı...

***

AKP iktidarı beş yıl boyunca 28 Şubat sürecinin ‘darbe’ niteliği üzerinde durdu... Bunu meydanlarda sonsuz kere haykırdı...

“28 Şubat’ta darbe yaptılar” gerekçesiyle generaller içeri alındı...

“Darbe”nin -varsa eğer- en görünen delili, Cumhurbaşkanı’nın “hükümet kurmak için anlaşan Doğru Yol-Refah ittifakı yerine; ANAP’a görev vermesiydi...”

***

Oysa şimdi de Cumhurbaşkanı; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevi vermiyor...

Kimse bu konunun üzerinde durmuyor...

Doğrusu ben de durmuyorum...

Türkiye’de, hukuk, adalet, siyaset, eğitim gibi temel konuların “siyasi konjonktüre göre, herkes tarafından rahatlıkla eğilip bükülebildiğini biliyorum...”

Türkiye’nin dört bir yandan yazıldığı söylenen tarih bile ‘gerçek’ yazılmıyor...

Standardize olmuyor...

Bizim bir standardımız yok...

Hiçbir konuda...

Hiçbirimizin hiçbir konuda, hiçbir standardı olmayınca;

Demokrasimizin de hiçbir standardı olamıyor...

*****

“BİZİM OKUL; 4 EYLÜL’DE AÇILIYOR...

Arkadaşımla dün telefonda konuşurken; Başbakan’ın “verdiği müjde”ye göre, Bodrum’daki kalış süremi uzatacağımı söylüyorum...

Çocukların anneleri arıyor telefonla...

Onun da dizi çekimleri var, Marmaris’te Köyceğiz’de...

Bir süre daha, ‘bölgede’ kalmaya karar veriyoruz önceki gece...

***

Ancak arkadaşım;

-“Son haberlere bir daha bak... Geç başladığı için yeni eğitim yılının nasıl düzenleneceği açıklanıyor...” diyor...

Bakıyorum haberlere...

Haziran’daki öğretim yılının bir hafta geç sona ereceği söyleniyor...

O sırada şeytan!; -ya da bence melek- beni dürtüyor...

-“Şu okulu arayayım da okulun ne yapacağını tam olarak onlardan öğreneyim...” diyorum...

-“Okul 28 Eylül’de açılıyor...Formalar ne zaman hazır olacak...” diye soruyorum...

Kolej’den hiç ummadığım bir cevap alıyorum:

-“Biz 4 Eylül Cuma günü açılıyoruz...” diyorlar...

***

Şaşırıyorum...

-“Hiçbir değişikliğe gitmiyoruz... Özel okul olduğumuzdan bu hakkımız var... Sistemimizi değiştirmek istemiyoruz...” diyorlar...

İçimde tarif edemediğim bir mutluluk rüzgarı esiyor...

Bir taşkınlık hissi kaplıyor içimi...

Yaşamım boyunca; elli yıl okulun erken başlamasından mutlu olduğum tek olayın bu olay olduğunu fark ediyorum...

***

Arkadaşımla konuşuyorum...

-“Bizim Kolej 4 Eylül’de ders başı yapıyor... Kendi sistemini devam ettiriyor...” diyorum...

Mutlu olduğumu fark ediyor arkadaşım;

-“Tabi...” diyor...

-“Çocuklarla sabahtan akşama bir arada olmak zor geldi... Okul başlayacak kendine zaman ayıracaksın... Onun için mutlusun...”

***

Oysa durum söylediğinin tam tersi...

Tatil beldesinde otelin sağladığı huzur ve konfor, bana ilaç gibi geliyor...

Elimden gelse, burada çocuklara özel eğitim verdirip, liseden mezun ederim... Veliye zor gelen, tatil süreci değil, başlayacak okul süreci... Yapılması gereken bir sürü iş var...”

*****

SORBONNE, OXFORD, HARVARD’IN EĞİTİM TARİHLERİ DEĞİŞİYOR MU?..

Bana uymamasına rağmen, TED Koleji’nin 4 Eylül’de ders başı yapacak olmasının içimde yarattığı mutluluk ve heyecanı anlamaya çalışıyorum...

Bunun gizli nedenini biliyorum...

Arkadaşıma söylüyorum...

***

-“Seçim konjonktürüne göre, okulların ders başı yapma tarihlerinin değişmesi, hayatın siyasete göre şekil değiştirmesi, hiçbir şeyde olmadığı gibi eğitimde de gerçek bir standardın olmaması, beni duygusal olarak rahatsız ediyor...

Bu ülkenin, demokrasi, hukuk, adalet, eğitim, siyaset ve basın standartları olmayan; Ortadoğu coğrafyası bir örnek olması, bana nerede yaşadığım sorusunu sorduruyor...”

***

-“TED Koleji, bana okulların eğitim yıllarının; siyasete veya turizm arayışlarına göre değil, eğitimin kendi standartlarına ve kalitesine göre, sahici nedenlerle şekillendiğini gösterdiği için mutluyum...

Eğitim yılını 4 Eylül’de açma kararında bir değişikliğe gitmediği için TED Koleji’ni alkışlıyorum...

Bana, 28 Eylül tarihi çok daha iyi geldiği halde, 24 gün önceden başlatılan eğitim yılı kararına sonsuz derecede saygı duyuyorum...”

***

-“Amerika’daki Harvard Üniversitesi Birleşik Devletleri’ndeki Başkanlık seçimlerinden nasıl etkilenmiyorsa...

Oxford Üniversitesi; İngiliz seçimlerine göre nasıl eğitim yılının başlama tarihini değiştirmiyorsa...

Sorbonne; nasıl François Holland’ın siyasi ajandasına göre, eğitimini belirlemiyorsa; bizim mütevazı Kolej’imiz de, kendi eğitim yılını kendi eğitim gerçeklerine göre seçmeli...

Bütün siyasi partilere ve liderlere başarılar...

Bizim okul; 4 Eylül’de açılıyor arkadaş...”

Yazının devamı...

Şimdinin gücü...

“1) Geçmiş; şimdiki zaman üzerinde en ufak bir güç sahibi değildir...

***

2) Mutsuzluğun birinci derecede sebebi, içinde bulunulan durum değil, sizin bu durum hakkındaki düşüncelerinizdir...

***

3) Kendinizi tanımlama çabalarını bırakın... Başkalarının hakkınızda ne düşündüğünü önemsemeyin...

Çünkü sizi tanımladıklarında yalnızca kendilerini sınırlarlar...

Bu da onların problemi...

***

4) Sevmek; başkasında kendinizi farketmektir...

***

5) “Şimdinin” sahip olduğunuz tek şey olduğunu fark edin... Şimdi”yi hayatınızın odağı haline getirin...

***

6) Yaşam zihinlerinizin zannettiği kadar ciddi bir şey değildir...

***

7) Şu anı, içerdiği her şey sizin seçiminizmiş gibi kabul edin...

***

8) Başkasında gördüğünüz ve karşı çıktığınız her şey, kendinizde de vardır...

***

9) Zaman değerli değildir... Çünkü bir illüzyondur...

Zamana, yani geçmişe ve geleceğe ne kadar çok odaklanırsanız, şu anı o kadar kaçırırsınız... Yani asıl değerli olan şeyi...

***

10) Sürekli hayat şartlarınızı iyileştirmeye çalışarak huzuru bulamazsınız...

Onu gerçekten “kim” olduğunuzun farkına vararak bulabilirsiniz...

***

11) Gerçek aşk seçici değildir...

Tıpkı güneş ışığının seçici olmaması gibi... Güneş tek bir insanı seçip, daha fazla aydınlatmaz...

***

12) Bir şeyle savaşırsanız, onu daima daha güçlü kılarsınız...

***

13) Yaşamın sırrı ölmeden önce ölmektir... Ve böylece ölüm diye bir şey olmadığının farkına varmaktır...

***

14) Kaygı ve üzüntü bize gerekli şeyler gibi gözükür...

Fakat bir yarar sağladıkları hiçbir zaman görülmemiştir...

***

15) Aydınlanmanın neye inandığınızla bir alakası yoktur... O yalnızca bir bilinç yapısıdır...

***

16) Mutluluk ve iç huzuru arasında bir fark vardır... Mutluluk olumlu olarak nitelediğiniz durumların gerçekleşmesine bağlıdır...

İç huzuru ise değildir...

***

17) Zevk her zaman dışarıdaki şeylerden elde edilir...

Neşe ise içten yükselir...

***

18) Tüm gerçek sanatçılar, farkında olsalar da olmasalar da; ürünlerini düşüncenin olmadığı bir süreçte yaratırlar...

***

19) İyi bir insan olmaya çalışarak, iyi insan olunmaz...

Halihazırda içinizde bulunan iyiliğin gerçekleşmesine izin vererek buna ulaşabilirsiniz...

***

20) Yaşamaya başlayacağı anı bekleyerek hayatını geçiren insan; hiç de ender rastlanan bir şey değildir...

(Eckhart Tolle Şimdinin Gücü)

YAZDIĞIM VE ALINTILADIĞIM YAZILAR HAKKINDA...

Osho’dan Eckhart Tolle’e; Robin Sharma’dan, Deepak Chopra’ya, Ahmed Hulusi’den, Paulo Coelho’ya, Mevlana’dan Gandhi’ye, Mandela’dan Jung’a kadar bir dizi düşün ve yazın adamının görüşlerini aktarıyorum bu sütunlarda...

Kendi düşüncelerimi de arada bir onların pasajlarının içinde zaman zaman ise tamamen ayrı ve bağımsız yazılarda paylaşıyorum sizlerle...

***

Alıntıladığım yazarlar arasında zaman zaman farklı görüşler, farklı düşünceler, farklı yaklaşımlar görülüyor... Bu doğal... Her biri kendi kişisel süreçlerinden çıkardıkları analitik düşünceleri okuyucuyla paylaşıyorlar...

***

Benim düşüncelerimin de, onlarla kesiştiği ve ayrıştığı noktalar var elbet...

Örneğin ben; insanın geçmişinde yaşadığı olayların “şimdi”yi büyük oranda etkilediğini düşünüyorum...

“Geçmiş” temizlenmeden, “şimdi”yi kurtarma sevdasının boş bir hayal olduğunu düşünüyorum...

***

Ancak ele aldığım yazarlar, insan düşüncesinin sınırlarını limitsiz ölçüde geliştirebilen, önyargılarını aştırtabilen, tabularını kıran özelliklere sahipler...

***

Bu durumu önemsiyorum...

Hayatım boyunca, “vasat”ın, insanı bayıltan kabızlığına, öğrenilmiş ezberlerin hayatı tanımlayamayan klişelerine, hiçbir geçerliliği olmayan düşünce kalıplarının yaşamı okumadaki cahil cüretine karşı çıktım...

Müzikte, edebiyatta, sinemada, televizyonda, gazetecilikte, siyasette, futbolda, hatta hatta kişisel aşklarımda yaşadığım “ezberlenmiş kalıplara karşı olan protest kimliğim, doğal olarak yazılarımda da kendini gösteriyor...”

***

Ezberlenmiş, vasatileşmiş, albenisini yitirmiş, genel kabul görmüş ancak geçerliliği gitmiş düşünce kalıplarını, “güzel sözlerle aktaran adamları değil”, bilinmeyen düşünce, akıl ve zeka oyunlarını, komplike bir dil ve zekayı zorlayan bir anlatımla aktarmayı seçen adamları önemsiyorum...

Bu adamların ve kadınların düşüncelerinin birbirinin zıttı olması, ya da benzeşmemesi çok önemli değil...

***

Onlar yaratıcı beyinleri, kalıpları yıkan düşünce tarzları, insan zekasını zorlayan sistematikleriyle, “aynı görüşü savunmanın çok ötesindeki bir zeka dünyasının ve gezegenin ailesinin fertleri...”

***

Yazıları ve bu köşede alıntıladığım yazarları bu gözle okursanız, aralarındaki çelişkilerin “yaratıcılar ve düşün adamları ailesinin içindeki küçük iç çelişkilerden ve analiz farklılıklarından ibaret olduğunu fark edersiniz...”

Hepsi insanlığa değerli katkılar sunmaya çalışan “egoyu değil, niyeti önemseyen” bir aile bu...

Başka bir gezegenin çocukları metaforunu da kullanabilirsiniz onlara anlatmak için...

HİÇBİR DİNLE BAĞLANTISI YOK...

Eckhart Tolle 1948 doğumlu yeni nesil ruhani öğretmen ve yazarlardan...

Hiçbir dinle doğrudan bağlantılı olmadığını belirten Tolle, en çok Zen Budizmi, Tasavvuf, Taoizm gibi akımlardan etkilendiğini yazar...

***

Gençlik yıllarını yoğun depresyon ve anksiyete (kaygı) içinde geçirdi... 29 yaşında kendi deyimiyle büyük bir ruhani aydınlanma yaşadı...

Bundan sonra da öğretisini anlatacağı ve dünya çapında milyonlarca satacak olan ‘Şimdinin Gücü’ kitabını kaleme aldı...

Yazının devamı...

Tanrı ile konuşan yaşlı çiftçinin öyküsü...

“Yeryüzünde yaşıyordu yaşlı çiftçi...” Bir gün Tanrı’ya geldi ve şöyle dedi;

-“Sen Tanrı olabilirsin... Dünyayı yaratmış olabilirsin... Ama sana söylemem gereken bir şey var... Sen bir çiftçi değilsin... Çiftçiliğin ABC’sini bilmiyorsun... Öğrenmen gereken bir şey var...”

-“Önerin nedir?..” diye sordu Tanrı.

-“Bana bir yıl süre tanı... İşlerin benim istediğim gibi gitmesine izin ver... Ve neler olduğunu gör... Yoksulluk diye bir şey kalmayacak ortada...”

***

Tanrı; yaşlı çiftçinin teklifini kabul etti... Ona bir yıl süre verdi...

Çiftçi doğal olarak Tanrı’dan her şeyin en iyisini istedi...

Yalnızca en iyisini düşündü...

Fırtına yok...

Şiddetli rüzgarlar yok...

Mahsülleri tehlikeye atacak bir durum yok...

***

Her şey rahat, konforlu ve çiftçi durumdan çok mutlu...

Buğdaylar yükseklere uzadı...

Çiftçi güneş istediğinde güneş çıktı, yağmur istediğinde yağmur yağdı...

Tanrı; dilediği kadarını yaşlı çiftçiye verdi... Her şey matematiksel olarak yolundaydı...

***

Ancak mahsüller hasat edildiğinde, içlerinde hiç buğdayın olmadığını gördü çiftçi...

Şaşırdı...

Tanrı’ya sordu:

-“Ne oldu?.. Nerede yanlış yaptım?..”

-“Mücadele olmadığı için...” dedi Tanrı...

-“Çatışma, sürtüşme olmadığı için... Sen kötü olan her şeyi engellediğin için... Buğday iktidarsız kaldı... Biraz mücadele şarttır... Onlar, buğdayın içindeki ruhu sarsar... Kendine getirirler...”

*****

SADECE MUTLUYSAN HAYAT ANLAMINI KAYBEDER...

“Bu öykü çok değerli bir öyküdür... Sadece mutluysan, çok mutluysan; mutluluk tüm anlamını kaybeder...

Bu bir insanın, beyaz bir tebeşirle beyaz bir tahtaya yazı yazmasına benzer... Kimse yazıyı okuyamaz...

***

Siyah bir tahtaya yazmak zorundasın...

O zaman yazılar netleşir...

Gün kadar, gece de gereklidir...

Ve üzüntülü günler, mutlu günler kadar ihtiyaçtır...

***

Ben buna ‘anlayış’ derim...

Bu gerçeği anladığında rahatlarsın...

O rahatlamada teslimiyet vardır...

‘Senin dediğin olsun’ dersin...

‘İçine doğan her ne ise onu yap...’

Bugün bulutlara ihtiyaç varsa, bana bulut ver...

Beni dinleme, benim anlayışım çok kısıtlı... Hayata ve sırlarına dair ne biliyorum ki?..

Beni dinleme...

Sen kendi iradenle hareket etmeye devam et...”

*****

SIR NEREDE?..

“Böylece yavaş yavaş hayatın ritmini... İkiliğin ritmini... Kutuplaşmanın ritmini daha çok görürsün... İstemeyi bırakırsın...

Seçmeyi bırakırsın...

***

Sır budur... Bu sırla yaşa ve güzelliği gör... Bu sırla yaşa; aniden meydana gelecek her şeye şaşıracaksın... Hayat ne kadar büyük bir kutsama... Her an üzerine ne nimetler bırakılıyor?..”

(OSHO- Dönüşüm Tarotu)

*****

“ÜZÜNTÜ AYDINLIKTIR...”

“Keder; yalnızca bir şeylerin arzularınla uyuşmaması anlamına gelir...

Ve bir şeyler asla arzularınla uyumlu olmaz...

Onlar kendi doğalarını izlemeye devam ederler...

***

Lao Tzu, bu doğaya Tao der...

Buda; bu doğaya Dhamma der...

Muhavira dini; ‘şeylerin doğası’ olarak tanımlar... Yapılacak hiçbir şey yok... Ateş sıcak; su serindir...

Bilge insan; ‘şey’lerin doğasıyla rahatlayan, ‘şey’lerin doğasına ayak uyduran insandır...

***

Ve sen; ‘şey’lerin doğasına ayak uydurduğunda, hiçbir gölge düşmez...

Keder yoktur...

O zaman üzüntü bile aydınlıktır...

Üzüntü bile güzelliktir...

***

Üzüntü olmayacak demiyorum...

Üzüntü olacak...

Ama üzüntü senin düşmanın olmayacak...

Sen onunla arkadaş olacaksın...

Çünkü gerekliliğini göreceksin...

Onun zarafetini göreceksin...

Ve neden orada olduğunu, ona neden ihtiyaç duyduğunu göreceksin...” (Osho)

*****

OSHO’NUN DÖNÜŞÜM TAROTU...

Bir süre önce, iki dostumla oturmuş sohbet ediyordum... Arkadaşlarımdan biri, Osho’nun Dönüşüm Tarotu kitabını çıkarttı... Kitapta, ana başlık halinde 60 madde bulunuyordu... Her bir başlıkla ilgili çok öğretici öyküler vardı içinde... Ayrıca, “gerçek bilgeliği aktaran satırlar” da gördüm...

***

Kitabı aldığınızda, 60 başlığı içeren 60 tane de tarot kartını ediniyordunuz...

İsteyen tarot kartlarından birini seçiyor ve kendisine hangi başlığı içeren kart çıkmışsa, o başlığın altındaki öyküyü ve bilge sözleri kendi ‘piyango’suymuşcasına okuyordu...

***

Ben o sohbet esnasında hiçbir kart çekmedim... İlgimi, tek tek çekilen ‘piyango kartlar’ değil, Osho’nun bir bütün halinde anlattığı ibret verici öyküler ve bilgece sözler çekti...

***

Evreni beş duyu organının sınırlı kapasitesinin ötelerinde görmek isteyenlerin, başvurdukları düşünce sistemi, bakış açısı ve altıncı duyunun ışık tuttuğu evrensel gerçeklere giden “sırlar ve anahtarlar”, Osho’nun kitabının her tarafına yayılıyordu...

Değişik yerlerde, değişik çalışmalarla edindiğim bilgileri içeren kitabı edindim...

***

Buradaki öyküleri ve bilge aktarımları zaman zaman sizinle paylaşacağım...

Bunu yapmamdaki amaç, evrene bir katkı sağlamak... Hayatın bizim gördüğümüz ve çıplak gerçek zannettiğimiz, resminin dışında kalan esas büyük fotoğrafı göstermeye çalışmak...

***

Bu bir sihirbazlık çalışması değil...

Kafayı yiyip, her olayda bir olağanüstülük, bir mucize arayışı hiç değil...

Beş duyu organımız ve sonsuz önyargılarımızla, hayatı gerçek boyutlarıyla kavrayamıyor, göremiyor, anlamlandıramıyoruz...

Evrenin hayatımız için öngördüğü sırları, hayatın doğasını, işleyiş biçimini ‘göremediğimizden’, kendimizle ve çevremizle sürekli bir çatışmanın içinde, mutsuz, huzursuz ve gergin bir yaşam sürdürmeye devam ediyoruz...

***

Farkındayım; Türkiye’nin bu atmosferinde; Osho’nun söylediklerinden anlam çıkartmak, öykülerinden ilham almak, bazılarına “komedi” gibi gelebiliyor... Onların yaşadıkları kendi algı düzeylerini; bir “komedya” olarak görmemeleri, ilahi bir durum...

Çünkü bize onlar; “yaşlı çiftçinin öyküsündeki gibi, Tanrı’nın buğdaya ‘ruh kazanması ve gelişmesi için’ verdiği; fırtına ile seli sembolize ediyorlar...” Onların verdiği üzüntü olmazsa, mutluluğun anlamı kalmıyor çünkü...

Yazının devamı...

Charlie Chaplin’in 70. doğum gününde söylediği bilgece sözler

Charlie Chaplin; çok acılı ve meşakkatli bir hayat öyküsünün ertesinde, mutluluğu ve huzuru yakaladı...

Dünyayı güldüren adam aslında, kendi acısını unutmak için insanları güldürmeye çalışıyordu...

70. doğum gününde, hayatından çıkardığı dersleri anlatan bir yazı kaleme aldı...

O yazıdan pasajlar aktarıyorum size...

*****

HAYATIN BANA YAPTIĞI UYARILAR...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda anladım ki;

Duygusal acılar ve keder yapılmış birer uyarıydı bana...

Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatıyorlardı...

Biliyorum bugün buna ‘özgün olmak’ diyorlar...

*****

İNSANIN KENDİSİNİ ZORLAMASININ...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Zamanı gelmediğinde ve o kişinin hazır olmadığını bildiğin halde, istediğini yaptırmaya zorlamanın... Zorladığın kişi bizzat kendin de olsa, çok utanç verici bir şey olduğunu anladım... Bugün buna; “kendine saygı duymak” deniyor...

*****

BAŞKALARININ HAYATINA ÖZENME...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda, başkalarının hayatlarına özenmekten vazgeçtim... Önüme çıkan zorlukların;

Olgunlaşmam için aşmam gereken engeller olduğunu fark edebildim...

Günümüzde buna “bilgelik” dendiğini biliyorum...

*****

DOĞRU ZAMANDA DOĞRU YERDE...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;

Her zaman, her fırsatta...

Doğru zamanda doğru yerde bulunduğumu anladım...

O andan itibaren huzura erdim...

Bugün buna; ‘yaşanmakta olana saygı’ dendiğini biliyorum...

*****

GELECEĞE İLİŞKİN BÜYÜK PROJELER...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;

Kendime ayırmam gereken zamanı, başka şeylere harcamaktan... Geleceğe ilişkin büyük projeler yapmaktan vazgeçtim...

Bugün artık yalnızca bana keyif ve mutluluk veren, Sevdiğim ve hoşuma giden işleri, Kendime özgü yol yordam ve tempoyla yapıyorum... Günümüzde buna ‘kendine karşı dürüst olma’ dendiğini biliyorum...

*****

SAĞLIKLI OLMAYANLARDAN KURTULMA

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Sağlıklı olmayan her şeyden kurtardım kendimi... Yemeklerden, insanlardan, nesnelerden, durumlardan... Hepsinden önce de beni benden koparıp diplere çeken şeylerden...

Başlangıçta buna ‘sağlıklı egoizm’ diyordum... Bugün biliyorum ki bu ‘kendini sevmektir...’

*****

HAKLILIĞIMA İNANMAKTAN VAZGEÇTİM

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Vazgeçtim; her zaman kendi haklılığıma inanmaya... Daha az yanılmaya başladım böylece... Bugün anladım ki; Buna ‘sade olmak ve sade yaşamak’ deniyor...

*****

DÜŞÜNCELERİN BENİ HASTA ETMESİ...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Düşüncelerimin beni hasta ve zavallı bir insan yapabileceğini fark ettim...

Buna karşı, yüreğimin gücünü yardıma çağırdığımda.. Aklım değerli bir ortak kazandı... Bu ilişkiye bugün ‘yürek bilgeliği’ diyorum...

*****

YAŞAMAK...

Kendimle ve başkalarıyla tartışmaktan... Çatışmaktan ve sorun yaşamaktan korkmuyorum... Çünkü yıldızlar bile bazen birbiriyle çarpışıyor...

Yeni dünyalar oluşuyor...

Bugün bunun ‘yaşamak’

olduğunu biliyorum...

***

(Charlie Chaplin 16 Nisan

1959 yılında 70. doğum gününde yazdığı yazı...)

*****

LİNÇ EDİLMEYE ÇALIŞILAN YALNIZ STAR

O güne kadar hayatında; iki kez kendinden çok genç kızlarla evlenmiş boşanmış, yine bir genç kadınla yaptığı evlilikte aradığını bulamamış bir adamdı... Genç kadının hakkında açtığı babalık davasında mahkemelerle uğraşıyordu...

***

Siyasi olarak “rejim açısından sorunlu bir adamdı...” Rejime muhalifti; ona ‘komünist’ diyorlardı... O ise sadece ‘hümanist’ olduğunu söylüyordu... Rejimin, toplumsal ahlak kurallarının ve Hollywood düzeninin ‘linç etmeye yemin ettiği’ yalnız bir adamdı o...

***

Londra’nın kenar mahallelerinden çıkıp gelen, mazlum bir serseriydi aslında... Dokunaklı ve komik bir öyküsü vardı... 1889’da Londra’da doğmuştu... Babası alkolikti... Annesi dengesiz... Charlie 3 yaşındayken babasını kaybetti... Annesi babasının ölümünü kaldıramadı ve sinir krizi geçirip hastaneye kaldırıldı...

***

Yalnız kaldı... Erkek kardeşi Syd’le parklarda yattı, çöp kutularındaki kırıntılarla karnını doyurdu... Sonunda kardeşiyle bir yetimhaneye gönderdiler onları...

Ağlamamak için gülmeyi o sırada öğrendi...

***

Kendisine pandomim ve komikliklerle dolu bir hayal dünyası yarattı... Ağlamasını gülerek örtmesini ve güldürmesini öğrenince; Londra’nın tiyatro izleyicisi ona “gülmeye“ başladı... Charlie Chaplin böyle doğdu...

*****

ROMANTİK MAZLUM SERSERİ...

Charlie’nin genç kadınlara ilgisi vardı... Evlendiği ilk eşi Mildred Harris sadece 16 yaşındaydı...

İkinci eşi Lita Grey de aynı yaştaydı...

Üçüncü eşi çekici Paulette Godard onlar kadar çocuk değildi, ama o evlilik de yürümemiş boşanmayla sonuçlanmıştı...

Şimdi de genç ve güzel oyuncu Joan Berry, Charlie’nin doğmamış çocuğunun babası olduğunu iddia ediyordu...

***

Oysa kan testi durumun böyle olmadığını söylüyordu...

Genç oyuncunun hamile kaldığı kişi Charlie Chaplin değildi...

Ama o yıllar Amerika’da Soğuk Savaş vardı...

Ve Charlie Chaplin “komünist” olarak biliniyor ve rejim tarafından istenmeyen adam ilan ediliyordu...

***

Böyle insanlara, “hayatın zindan edilmesi, sadece o günlerin Soğuk Savaş Amerika’sında değil, bugünlerin çağdaş sanılan dünyasında da pek revaçta bir uygulamaydı...”

Ancak bu arada genç bir kadın; masum, komik, gariban görünümlü romantik serseriye inanmıştı...

*****

GÜVERCİN ADIMLI ADAMIN HAYALİ...

17 yaşındaki genç kızın ismi Oona’ydı...

1943 yılında; daha 17 yaşındayken 54 yaşındaki Charlie Chaplin’le evlenerek bütün dünyaya, sevdiği adama inandığını deklare etti...

Mahkeme; kan testinin aksi sonuçlarına rağmen Charlie Chaplin’in “baba” olduğu görüşünü kabul etti ve; çocuk için 21 yıl boyunca para ödemesine karar verdi...

***

Hayat her zaman acımasızların... Rezillerin...

Kan emicilerin...

Ahlak bekçilerinin...

İnsanlık suçu müsebbiplerinin...

Soğuk savaş akrobatlarının...

Empati kurmayan insanlık yoksunlarının...

Ve o günlerde Amerika’yı kasıp kavuran derin operasyon merkezlerinin arzuladığı gibi gitmeyecekti...

***

Bazen iyi olanlar ya da iyi olmaya çalışanlar birbirlerini bulurlardı...

Her şey onlara karşı gözükse de, onlar bir yolunu bulacak; birbirlerine destek olacak, onları yok etmeye çalışan hayatı cennete çevirebileceklerdi...

***

Üç kuşaktan alkol ve uyuşturucu bağımlısı bir aileden gelen 17 yaşındaki çekici güzel kız Oona, kendisi gibi alkolik bir babanın oğlu olan ve 3 yaşından beri annesiz babasız, yetimhanelerde büyüyüp, dünyanın en ünlü aktörü haline gelen, masum ve berduş görünümlü, romantik ve komik serseri istediklerini verdi ve onu mükemmel bir adam haline dönüştürdü...

***

Amerika’da Mc Carthy rejimi;

kendisine muhalif olan, insanlıktan ve barıştan yana davranan Şarlo’yu Amerika’da istemiyordu...

Şarlo da hayatı kendisine cehennem eden; ahlak bekçisi kisvesindeki operasyon merkezlerinden, rejim muhafızlarından ve Soğuk Savaş cellatlarından kaçıp kurtulmak istiyordu... Oona’yla İsviçre’ye sürgüne gittiler birlikte... Orada çok mutlu bir hayat sürdüler...

Çocuk üstüne çocuk yaptılar...

8 çocuk, hepsi de inanılmaz biçimde annelerine benziyordu...

***

Hollywood’a girmesi yasaktı; ama o bütün dünyada oynayan filmlerinden yılda yaklaşık 11 milyon dolar para kazanıyordu...

İsviçre’de Genova yakınlarında, bir villada yaşadılar genç karısıyla...

Hayatın, onlara alkol ve uyuşturucu yüklediği genetik mirasa inat, 37 yıllık yaş farkına aldırış etmeden mutlu bir yaşam geçirdiler...

***

Soğuk Savaş cellatları, insanlıktan nasibini alamamış iftiracı güç odaklarına karşı, tam 34 yıl İsviçre’de yaratıcılık dolu bir hayatları oldu...

-“Çocuklarımız için yaşıyoruz... Onları şımartmamaya çalışıyoruz...” diyordu Oona...

*****

ŞARLO...

“Filmlerde göstermek istediğim adam; romantizme karşı inanılmaz açlığı olan bir adamdır... Sonsuza kadar aşkı aramak istiyor, ama ayakları ona izin vermiyor...” derdi... Filmlerinde oynadığı “romantizme adayan“ adam aslında kendisiydi...

İzin vermiyor dediği ayakları ise “Şarlo“yu dünya durana kadar unutulmayacak olan “güvercin adımlı yürüyüşüydü...”

***

“Hayatta utangaç bir saygı ve yumuşak bir bağlılık” aradığını söyleyen; komik ve berduş adam 1977’nin Noel’inde öldü...

88 yaşındaydı...

Filmlerinde yarattığı “güvercin yürüyüşü“ mazlum ve masum karakterinin simgesi olarak dünya durdukça titrek siyah beyaz kareler de onu ölümsüzleştirecekti...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.