Şampiy10
Magazin
Gündem

Büyük insanlar veda ederek giderler... Küçük insanlar ihanet...

Büyük insanlar veda ederek giderler... Küçük insanlar ihanet ederek...

Lao Tzu

***

İyi, doğru ve dürüst olanlar kaybetmez...

Onlar kaybedilirler...

Peyami Safa

***

Sizi yıpratan insanlardan sessizce uzaklaşın...

Albert Camus

***

Hayata karşı ilk küskünlüğümüz,

Yanımızda sandığımız kişileri karşımızda görmemizle başlar...

Anton Cehov

***

Anlamayanlar için dilimi...

Değersizler için kalbimi yormadığım günden beri mutluyum...

Kurt Vohnnegut

***

Biri size kızdığında; söylediklerini sakın unutmayın...

Henry Beecher

***

Ben ruhumun bir parçasını kaybettim...

Sonra felaketler art arda geldi...

E.V. Mitchell

***

Pırlantaların en değerlisini içimde taşıyorum... O da vicdanımdır...

William Shakespeare

***

Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum...

Bana müsaade...

Oğuz Atay

***

İnsanlar gün gelir gemileri yakarlar ve dönmezler geri...

Bu kadar...

Dostoyevski

***

Dostların ziyafetlerine yavaş git...

Felaketlerine ise koşa koşa...

Chilon

***

Ruhunuzu iyileştirmek için; çocuklarla vakit geçirin...

Dostoyevski

***

İnsanlara; onları size nankörlük yapmaya mecbur bırakacak kadar büyük iyiliklerde bulunmayın...

Balzac

***

Benden nefret edenlerden nefret edecek vaktim yok...

Çünkü ben; bana değer verenleri sevmekle meşgulüm...

Marquez

***

İster tatlı, ister acı olsun...

Hatıra insana acı verir...

Dostoyevski

***

Yalan söylemek, kılıç darbesi gibidir...

Yarası geçse de, izi kalır...

Sadi Şirazi

***

Milene sen başkaydın...

Hasta bir adamı sevecek kadar hastaydın!

Franz Kafka

***

Rabbim sevsin seni...

Zira ben vazgeçtim...

*****

ALLAH HAKSIZLIĞI YARINA BIRAKIR...

Allah haksızlığı yarına bırakır... Ama yanına bırakmaz... Takva

***

Yolumuzda yüzlerce tuzak olsa bile; İlahi!

Sen bizimle olduğun sürece hiç gam olmaz...

Hz. Mevlana

***

Süzülüyorsa gözünden yaşlar, hüzünlüyse güzel yüzün...

Rabbin seni özlemiş, sesini duymak istemiş demektir...

Hz. Mevlana

***

Olgunun halinden anlamaz ham...

Sözü kısa kesmek gerek vesselam...

Hz. Mevlana

***

Ben ona ne yaptım sorusuna yanıt arama...

Muhtemelen iyilik yapmışsındır...

***

Bizi gömmeye çalıştılar...

Ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı...

Meksika atasözü

***

Havalara giren birine hiç dokunmayın...

Bırakın ne kadar yükselirse, o kadar sert düşecektir...

Sadece izleyin...

***

Güven bir karaca kadar çekingendir...

İnsan onu bir kovdu mu, tekrar bulması uzun zamana bağlıdır...

Kurt Biedenkopf

***

İçimize de atamıyoruz...

Orası da doldu...

*****

MUTLULUĞUN SUÇ OLMADIĞI YERLERE GİDELİM...

Gel benimle... Mutluluğun suç olmadığı yerlere gidelim...

(Big Fish)

***

Karanlıktaysan, gölgen bile seni yalnız bırakır...

***

İnsan gülmediği günü; yaşadım diye hayat defterine kaydetmemeli...

Sokrates

***

Sabrınızı hiç kaybetmeyin...

Çünkü sabır, kapıyı açabilmenin son anahtarıdır...

Dostoyevski

***

Aşağılık bir yöntem kullanılarak, şerefli bir hedefe varılmaz...

Seyyid Kutub

***

Güneş parlıyorken herkes seni sevebilir...

Ama gerçekten kimin umurunda olduğunu ancak fırtınalar eserken öğrenirsin...

***

Dile kemik...

Zihne fren... İnsana insaf şarttır...

Gökhan Özcan

***

Hafif acılar konuşabilir...

Ama derin acılar konuşamazlar...

Onlar dilsizdir...

Gordon Byron

*****

HERKESE SELAM... SANA HASRET...

Matruşka gibi; bazı insanları tanıdıkça, içinden daha küçük insanlar çıkıyor...

***

Her şey ait olduğu yerde hayat bulur...

***

Eğer sen kusursuz olsaydın; başkalarının kusurlarını bulup çıkarmaya bu kadar meraklı olmazdın...

Anton Çehov

***

Hesap yapanın dostu yoktur...

Sadece hesaplarına uyan tanıdıkları vardır...

***

Başka kimseyle olmadığı kadar derdim oldu kendimle...

Dwight L. Moody

***

Samimi ol... Fakat sakın laubali olma... Shakespeare

***

Ve ekledi Nazım Hikmet mektubun sonuna...

Herkese selam...

Sana hasret...

(Kelime Deryası)

Yazının devamı...

Dağda yalnız yaşayan karı-koca’nın hikayesi...

Bir zamanlar; büyük bir dağın eteklerinde, küçük bir kulübede yaşayan bir karı-koca vardı...

Dağ yüksek ve geniş; gölgesi ise karanlık ve soğuktu...

Karı-kocanın evi güneş görmüyordu...

Bahçeleri güneş görmediği için; domatesler yeşil oluyor, çiçekler açmıyordu...

***

Dağın zirvesi dört bir taraftan yağmur bulutlarını topluyordu...

Karı-kocanın evinin üstünden yağmur, dolu, fırtına hiç eksik olmuyordu...

Rüzgarın şiddeti, evin çatısını uçurmaya yetecek güçteydi...

Başlarındaki bela bundan ibaret değildi...

***

Yağmur ve fırtınanın yanısıra, dağın eteklerinden yuvarlanan taşlar; evin çatısında delikler açıyor; geceleri sık sık dağdaki mağaralardan çıkan hayvanlar aşağı iniyordu...

Karı-koca; geceleri kulübelerinin etrafında gezinen vahşi kedilerin soluk alıp verişlerini dinleyerek birbirlerine sıkıca sarılıyorlardı...

***

Durum dayanılacak gibi değildi...

Karı-koca hayatlarını mahveden dağdan kurtulmak için ne yapacaklarını bilmiyorlardı...

Bu yüzden fikir danışmak için bir bilgenin yanına gittiler...

Bütün dertlerini ona anlattılar...

Güneş görmeyen evi...

Yağmuru, doluyu...

Fırtınayı; eteklerden evin çatısına düşen kayalıkları...

Vahşi hayvanları...

*****

“DAĞI KORKUTMAK GEREK...”

Karı-kocanın anlattıklarını sabırla dinleyen yaşlı adam; sonunda yumruğunu masaya vurdu:

-“Yardımımı istemek için, bu kadar beklemiş olmanıza bile şaşırdım...” dedi...

-“Bu dağ hayatınızı çekilmez hale getirmiş... Bu işe bir dur demek gerek...”

Karı-koca hevesle başlarını sallayarak onayladılar...

Sonunda biri çıkmıştı; neler çektiklerini anlayan ve çözüm yolu gösteren...

***

-“Bu dağı korkutup, kaçırmanız gerek...” dedi yaşlı adam...

-“Eve gidin... Elinize tencereleri, tavaları ve gürültü çıkartacak ne varsa alın... Dağın eteklerine gidip, avazınız çıktığı kadar bağırın...

Tencere, tava ve gürültü yapan ne varsa, birbirine vurun...

Çığlık atın, hayvanlar gibi kükreyin... dağ korkacak ve uzaklaşacaktır...”

***

Karı-koca bu kadar basit bir şeyi neden daha önce akıl edemediklerine hayıflandılar...

Eve gidip, hemen talimatları uyguladılar...

Dağı korkutmak için, günlerce ellerinden geleni artlarına koymadılar...

Ancak bir hafta geçti;

Bağırmaktan sesleri kısıldı; dağ yerinden bir milim bile oynamadı...

Bunun üzerine ikinci bir “adam”a danışmaya karar verdiler...

*****

“DAĞA SEVGİ GÖSTERİN...”

İkinci yaşlı adam çifti dinledikten sonra hükmünü verdi:

-“Dağı korkutamazsınız...” dedi...

-“Dağ korkuyu bilmeyecek kadar güçlüdür... Korkunun zıttı sevgidir... Dağın kalbine hitap etmelisiniz... Ona gidin adaklar sunun...

Ona şarkılar söyleyin... Kurumuş yerlerini sulayın... Üzerine ağaçlar dikin...

Ve sonra ona derdinizi anlatın... Sizi anlayacak ve kendi rızasıyla gidecektir...”

***

“Ne kadar doğruydu” ikinci yaşlı adamın söyledikleri...

Karı-koca hemen bu öneriyi uygulamaya koyuldular...

Haftalar, aylar böyle geçti... Dağ kendisine yönelik ilgiden hoşlanıyor gözükse de, hiçbir değişiklik göstermiyordu...

Yine yağmur ve fırtına eksik olmuyor; dağın eteklerinden kayalar düşmeye devam ediyordu...

***

Bunun üzerine karı-koca durumun umutsuz olduğunu fark edip; bir başka bilge adama gitmeye karar verdiler...

*****

“DAĞI HAREKET ETTİRME DANSI...”

Üçüncü gittikleri bilge adam; onların bütün dertlerini, pür dikkat dinledi...

-“Anlaşılan korku ve sevgiyi zaten denemişsiniz...” dedi...

-“Görebildiğim kadarıyla geriye bir tek ‘dans’ kalmış...

Sizin ‘Dağı hareket ettirme dansı’ yapmanız gerek...

Eve gidin...

Çatınızın ve dolaplarınızın içindeki bütün eşyaları katlayın...

Hepsini başınızın üstüne yerleştirin...

Sonra dağın karşısına geçin ve bu dansı yapmak için gözlerinizi kapatın...

İki adım ileri, dört adım geri giderek dans edin... Dağın sizi duyduğunu ve geri çekildiğini hissedene kadar bu şekilde dans edin... Sonra gözlerinizi açın ve evinizi orada, yeniden kurun...”

***

Çift eve gitti...

Ne korkunun ne de sevginin başaramadığını, bu garip dansın nasıl çözeceğini bilmeden, bilge adamın dediklerini yaptılar...

Gözlerini tekrar açtıklarında karşılarında dağın olmadığını gördüler...

Düşen kayalardan uzakta; güneşli bir yerde duruyorlardı...

Evlerini yeniden kurdular ve mutlu bir hayatı yaşamaya başladılar...

*****

“SENİ BESLEMEYEN BİR YERDE DURMAN GEREKMEZ...”

Karanlık bir dağın çok yakınına yerleşmeyerek, kendini koruyabilirsin...

Çevrendeki tabiat şartlarına kızma...

Sadece iki ayak kuralını düşün...

Bu kural der ki;

İki ayağın olduğuna göre, seni beslemeyen veya sana ihtiyaç duyulmayan bir yerde durman gerekmez...

***

O zaman yürü...

Sana zarar verecek şeyden kaçınmak; aslında bir sevgi eylemidir...

Kendine ve evrene özen göstermenin bir yoludur...

Seni besleyen bir ortam bul ve bu sayede gelişimini sürdür...

*****

GÜÇ NEDİR?

Şunu düşün;

Uzaklaşman gereken dağlar neler?..

Hayatının bu evresinde senin için olumlu ve besleyici bir ortam nasıl olmalı?..

***

Dans sayesinde bedenimizle iletişim kurarız...

Rasyonel aklın ulaşamadığı bilgilere ulaşırız...

Bir durum; bir proje; veya bir kişinin senin için ‘besleyici olup olmadığından’ emin değilsen; duvara bu durumu temsil eden bir işaret yapıştır...

Sonra kendini müziğe kaptırıp, içinden geldiği gibi dans et...

Kendine sor...

Bedenim bu durum, bu proje, bu insan hakkında ne biliyor?..

Zengin içsel verilere ulaştığını göreceksin...

***

Güç kazanarak gelmez...

Çabaların sayesinde güçlü yanların gelişir...

Zorluklardan geçtiğinde ve teslim olmamaya karar verdiğinde...

İşte güç budur...

Yazının devamı...

Sığınaksız bir gece...

Adı Rengetsu olan çok güzel bir Zen kadını vardı...

Zen sonsuzluğuna ulaşan çok az Zen kadını vardı...

Rengetsu o kadınlardan biriydi...

***

Kutsal bir yolculuğa çıkmıştı ve güneş batarken bir köye ulaştı...

Gece bir yerde konaklamak için köylülere rica etti...

Fakat köylüler onu geri çevirdiler...

***

Hepsi Zen’e karşıydı...

Zen isyankar ve devrimciydi...

Zen’i kabul etmeleri zordu...

Onu kabul ederlerse, ona dönüşeceklerine inanıyordu köylüler...

Ateş üzerinde yürüyecek hale geleceklerini bir daha asla eski hallerinde olmayacaklarına inanıyorlardı...

***

Geleneksel insanlar dinde gerçek olan şeylere karşıdırlar...

Gelenek denen şey, dinde gerçek olmayan bir şeydir...

Köylüler geleneksel kültürlerini sürdürmek istedikleri ve Zen’e karşı oldukları için, Rengetsu’nun köyde kalmasını istemediler ve onu kovdular...

***

Çok soğuk bir geceydi Rengetsu’nun köyden kovulduğu gece...

Hem acıkmıştı hem de sığınaksız kalmıştı...

Tarlada bir vişne ağacının altına sığınmak zorunda kaldı...

Hava gerçekten çok soğuktu...

Rengetsu üşüdüğü için uyuyamadı...

***

Ayrıca her tarafta vahşi hayvanların olduğu belliydi...

Gece yarısına kadar vişne ağacının altında uykuyla uykusuzluk arasında direnen Rengetsu; gece yarısı gözlerini açtı...

Soğuk dondurucuydu...

Rengetsu, vişne çiçeklerinin karanlık gökyüzünde puslu görünen aya güldüklerini gördü...

***

Bu güzellik karşısında büyülendi...

Ayağa kalkıp köye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı...

Köye geldiğinde; köylüleri etrafına toplayarak şöyle dedi onlara;

-“Bana kalacak bir yer vermeyi reddetme nezaketi gösterdiğiniz için, teşekkür ederim... Kendimi puslu bir ayın parladığı bir gecede, ona gülümseyen vişne çiçeklerinin altında buldum...”

***

Rengetsu; köylülere minnettardı...

Onu evine almayan insanlara, minnet duyarak teşekkür etti...

Aksi takdirde sıradan bir evin içinde uyuyor olacağını düşündü...

Bu mucizeyi hiçbir zaman göremeyecekti...

Vişne çiçeklerini, puslu ayı, fısıltıları ve gecenin mutlak sessizliğini kaçıracak, doğanın kendi içindeki bu ahenginin fotoğrafını ıskalayacaktı...

***

Rengetsu köylülere kızmamıştı; yaptıkları şeyi içtenlikle karşılamış ve kabul etmişti...

İnsan; hayatın getirdiği şeyleri minnetle karşılamaya başladığı an bir “buda” olur...

(Osho)

KUTSANMA...

“An; sana hiçbir ayrım, hiçbir tercih olmadan yalnızca verilen şeye, minnet duyarak, ister ızdırap, ister mutluluk karşılığında, “minnettar olma” fırsatı verir...

***

Çünkü o şey Tanrı tarafından veriliyordur...

Ve böyle verildiği için mutlaka bir sebebi vardır...

Hoşuna gidebilir... Gitmeyebilir...

Ama büyümen için gereklidir...

***

Yazlar ve kışlar ikisi birden senin büyümen için gereklidirler...

Bu düşünce, yüreğinde ve ahlakında hayat bulduğunda, yaşamının her anı bir “minnet anına” dönüşür...

***

Bunu senin meditasyonun ve duan olmasına izin ver...

Her an Tanrı’ya teşekkür et...

Kahkahaların için, gözyaşların için...

Her şey için...

O zaman yüreğinde hiç tanımadığın bir sessizliğin yükseldiğini göreceksin...

Bu bir kutsanma halidir...”

(Osho-Dönüşüm Tarotu)

KÖPEĞİN SUDA YANSIMASI...

Susuzluktan; dili sarkmış bir köpek nefes nefese göletin kenarına su içmeye gelir...

Fakat içmeden uzaklaşır...

Bir süre sonra tekrar gelir...

Suya dilini uzatır; yine içmez...

Birkaç kez tekrarlanır bu olay...

***

Olayı izlemekte olan “Bilge”, sürekli tekrarlanan bu olayın nedenini anlamaya çalışır...

Dikkatle izlemenin sonunda, bir süre sonra Bilge; köpeğin niye böyle yaptığını anlar...

***

Köpek susamıştır...

Ancak gölete geldiğinde, sudaki kendi yansımasını görüp korkmaktadır...

Bu yüzden suyu içmeden kaçmaktadır...

***

Sonunda köpek dayanamayıp son bir cesaretle kendini gölete atar...

Göletin içine girdiğinde kendi yansımasını görmediği için rahat rahat suyunu içer...

***

O anda bilge düşünür...

-“Anlıyorum ki” der;

-“Bir insanın isteklerinin gerçekleşmesi ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır...

İnsan bunu aşarsa istediklerini elde edebilir...”

***

Çıkardığı sonuçtan mutludur Bilge ve kısa bir süre bu sonuçtan duyduğu keyifle zamanı geçirir...

Ancak bir süre sonra düşünceler, beyninin içinde yeniden kıpırdanmaya başlarlar...

***

Bilge bu olaydan öğrendiği şeyin bu gerçekten ibaret olmadığın anlar...

Şöyle der kendi kendine;

-“Aslında burada öğrendiğim şey; insanın bir bilge de olsa, bir köpekten öğrenebileceği bir bilgi her zaman mevcuttur...”

(Robin Sharma)

Yazının devamı...

Eylül...

Nasıl güzel bastırır yağmur ve sert rüzgarlar dünyanın dört bir yanında “Eylül şehirleri”ne...

Nasıl melankolik;

Nasıl romantik...

Nasıl puslu, rüzgârlı, duyguları altüst eden bir hava beliriverir sonbaharda Eylül şehirlerinde...

***

Kapalı mekanların, sıcak romans dolu atmosferini özler insan... Kitaplar çıkar onlar okunur bu sıralar...

***

Eylül’e uygun bir kazak ve süveterde seçilen renkler, yazın nasıl geçtiğini söylerler...

***

Sararmış yapraklar yeri sarar...

Eylül rüzgârı onları yerden savurur uçurur, insana ne kadar yalnız olduğunu hissettirir...

***

Yaz bitti, bir Eylül daha geldi işte...

Sonbahar filmleri, sonbahar kitapları, sonbahar tiyatroları, sonbahar mekanları sonbahar konuşmaları, sonbahar tatları zamanıdır şimdi...

***

Duygu dünyasında alabora olmaya alışkın insanlar Eylül’de mutlu olurlar...

Mevsim değişikliklerine paralel dışarıdaki esintilerin alaborası, duygusal dünyanın içindeki alaboraları tetikler...

İnsan; içinde ve dışında duygusal medcezirlerin ortasında, soluk soluğa dans eder...

***

Dışarda insanın iç dünyasına paralel bir altüst oluş varolur...

*****

EYLÜL ŞEHİRLERİ...

Eylül şehirleri vardır dünyada...

Paris tartışmasız dünyanın bir numaralı Eylül şehridir...

Natüründe melankolik olan şehir, Mayıs ayındaki cıvıltısını siler süpürür Eylül’de daha bir Paris’leşir, daha bir romantikleşir...

Yağmurunu ve ıslaklığını hissettirir...

***

Prag da bir sonbahar şehridir... Sararmış yapraklar şehrin doğal dekorudur...

Sonbahar şehrin doğal dekorunu, yaşamın vazgeçilmez gustosu haline getirir... Nehir ve sararmış yapraklarda yaşanmaya başlayan Prag; bir Eylül platosudur...

***

Paris ve Prag eski gözdeler, vazgeçilmez aşklar... Ne ki ben; bu Eylül’de “içimdeki İtalyan Sonbahar’ının nasıl uyanacağını” düşünmekteyim uzun zamandır...

*****

EYLÜL AŞKI...

Eylül entelektüel bir aydır... Kitapçıları, plakçıları, sinemaları, tiyatroları, kafeleri, kısa metrajlıları yaşamaya başlamanın ayıdır Eylül...

***

Sarı bir konsantre ışığın altında yazmak, okumak, sayfaları ve hayatları çevirmek, sonra oturup biraz kendi başına düşünmek, sakinliğin ve müziğin tadına varırken, dışardaki yağmurdan ve fırtınadan ürpermek, içinin titremesine aldırmadan pencereyi açıp Eylül’ün rüzgârını içine çekmek... Yine geldi işte Eylül...

***

Eylül aşkları, daha bir içerikli olur...

Cinsel elbette, ama esasen duygusal...

Kaşkol egzantriktir, kazak romantik...

Eylül aşkı kaşkol ve kazak eşliğinde dolayısıyla egzantrik ve romantiktir...

***

Doğanın sararmış yaprakları, esen rüzgarlar, yağan yağmurlar yalnızlaştırdığı insan, severken dayanacağı aşkı da arar...

***

Eylül aşklarının yaz aşklarından en büyük farkı budur...

Yazın insan tazelenmiş bir bireydir...

***

Eylül’de ise insan sevgilisini arayan romantik ve melankolik bir bohem...

İstanbul Eylül’de idare eder...

Eylül evrensel olarak, Paris demektir, değişmez... Ne ki; içiniz neredeyse esasen Eylül o şehir ve ülkedir...

Belki de Roma’da...

Belki Milano...

Belki Floransa...

Kim bilir belki de İtalya...

***

Eylül sevgilileri yaz sevgililerine benzemez... Her yaz sevgilisi Eylül’de idare etmez... Daha fizyolojik değil, daha psikolojiktir Eylül sevgilisi...

***

Daha pornografik değil, daha erotiktir Sonbahar sevgilisi... Daha cart değil, daha pasteldir bu mevsimlerin kül kedisi...

Düzyazı gibi değil, şiirsel...

Çılgın değil, romantik...

Bir yaz daha bitti, Eylül geldi işte...

*****

İÇİMDEKİ İTALYAN...

Bu Sonbahar; içimde kıpırdayan bir muhteşem İtalyan’la Eylül’e merhaba diyorum...

Yazın büyük bölümünü; 33 yıl önce Berlin’deki disk jokey’lik yaptığım günlerde çaldığım gençlik aşkım parçaların unutulmaz solistleri; Al Bano Romina Power ikilisini dinlemekle geçiriyorum...

***

Felicita’yla başlıyorum...

Liberta, Sharazan, Gi Sara, Sempre Tu, Makassar; We’lle Live It All Again’le devam ediyorum... İçimdeki İtalyan, Al Bano Romina Power’la şahlanıyor bir süre sonra; Toto Cuttugno’nun L’İtaliano Veron’uyla vals yapmaya başlıyor...

***

33 yıl önceki Berlin günlerimin anısına, içimden fışkırmakta olan İtalyan’ı romantik Eylül günlerinde usul usul yaşamaya karar veriyorum...

Yavaş yavaş...

İtalyanca’sıyla... Piano... Piano...

*****

YAZ PARÇAM... FELİCİTA...

“Mutluluk, el ele tutuşarak uzun süre yürümek demek...

***

Mutluluk, insanlar arasında masum bakışın demek...

***

Mutluluk, çocuklar gibi yakın durmak, yakın olmak demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk...

***

Mutluluk kuş tüyünden yastık demek; ırmağın akan suyu demek...

***

Mutluluk perde arkasında inen yağmur demek...

***

Mutluluk barışmak için ışıkları kısmak; loş yapmak demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk..

***

Felicita e un bicchiere di vino con un panino.

Mutluluk, sandviç ile içilen bir kadeh şarap demek...

***

Mutluluk, çekmeceye senin için bir not bırakmak demek...

***

Mutluluk, istediğim kadar birlikte şarkı söylemek demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…

***

Mutluluk ışığın yandığı ve radyonun çalıştığı sürpriz bir akşam demek...

***

Mutluluk, kalplerle dolu bir tebrik kartı demek...

***

Mutluluk, beklemediğin bir telefon demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…

***

Mutluluk, geceleyin dalgaların çarptığı bir sahil demek...

***

Mutluluk, aşk dolu bir kalbin üzerindeki el demek...

***

Mutluluk, bunu bir kez daha yapabilmek için Güneş’in doğuşunu beklemek demek...

***

La felicita felicita.

Mutluluk, mutluluk…”

***

Hoş geldin Eylül...

Yazının devamı...

Levent Kırca...

Onunla ilişkimiz iyi başladı dediğimde netameli; netameli gidiyor dediğimde iyi devam etti...

Levent Kırca’yla; tanışmam, onun televizyon skeçleriyle donattığı muhteşem televizyon programı “Olacak O Kadar Televizyonu”yla başladı...

25 yıl önceydi...

***

Henüz özel televizyonlarda değildim... TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum... Levent Kırca ve Oya Başar’la, televizyon programlarını ve hayatlarını konu alan uzun bir röportaj yapıp yayınlamayı düşünüyordum...

***

Sanatçıları beş parasız, sefilleri oynarken vefat eden, tabut parasının denkleştirilemediği, meyhaneye veresiyelerinin ödenemediği; Orhan Veli’nin ölüm biçiminin; sanatçıların makus kaderi sayıldığı bu ülkenin kültürel coğrafyasında, Levent Kırca ve Oya Başar sadece sanatlarını yaparak para kazanabiliyorlardı...

***

Sanatçının, sanatıyla para kazanabilmesi, dünya standartlarında bir hayat tarzına kavuşabilmesi, gözümde “bir ülkenin çağdaşlığı”nın yegane sembolüydü... Sanatçılarını ezmeyen toplumları çağdaş; Sanatçıları ezilen, sürünen toplumları çağdışı buluyordum...

***

“Hiciv sanatını bu derece ustaca yaparak ayakta kalan”, sanatla para kazanan Levent Kırca’yla Oya Başar’ı çağdaşlaşmanın sembolü olarak görüyordum...

***

Ateş Hattı’nın Haber Müdürü Lütfiye Pekcan; Levent Kırca ve Oya Başar’la İstanbul’daki müstakil evlerinde röportaj yaptığında, evin güzelliğini, arabaların konforunu, “bir sanatçıya layık bir yaşam düzeyinin ve kültürün görselliğinde sunmak istemiştim...”

***

Onlar sanatlarını yaparak para kazanıyorlardı... Benim için önemliydiler ve gözümde sanatçılar için birer idol halindeydiler...

***

Programın tanıtımları girdiği zaman, Levent Kırca ve Oya Başar’ın, fragmanlardan mutsuz olduğunu öğrendim...

Beni henüz tam tanımıyorlardı...

Ucuz bir popülizmle, kazandıkları paranın ve yaşadıkları zenginliğin şatafatını yayınlayacağımı sandılar...

Fragmanlardan rahatsız olduklarını dile getirdiler... Oysa; sadece sanatını yaparak para kazanan bir sanatçının hayatındaki mütevazı zenginliği ucuz bir popülizmle yok etmeye çalışacak en son adamdım ben...

***

Yakınlarında dost olarak belledikleri kişiler böyle düşünebilirlerdi...

Ancak ben böyle düşünmezdim...

İdeolojik olarak, düşünsel olarak buna inanmıyordum...

Sanatçının; özellikle sanatını yaparak iyi para kazanmasının “çağdaşlığın bir göstergesi olduğuna” inanıyordum...

Sanatçıların para kazanmamasından değil, sanatçıların para kazanmasından yanaydım ve bunu teşvik etmeyi bir programcılık ilkesi olarak benimsemiştim...

***

Bunu anlatabilmem, beni tanımadıkları o günün şartlarında pek mümkün olmadı...

Kendi bildiğim gibi programı yayınladım... İlişkimiz iyi başlarken, netameli bir hüviyete bürünmüştü...

*****

LEVENT KIRCA’NIN MİZAHINI KULLANDIĞIM HABERCİLİK GÜNLERİ...

İyi başlayan ilişkimiz “netameli gibi görünmeye başlamıştı...”

Oysa ne ben onları zor durumda bırakmayı amaçlamıştım, ne de onlar özel röportaj verdikleri bir yayıncıyı karalamayı amaçlamışlardı...

Gel zaman git zaman, ilişkimiz ilk günlerdekinden de iyi bir düzeye oturdu...

SHOW Haber’de haftanın birçok olayının arasına Levent Kırca ile Oya Başar’ın “Olacak O Kadar Televizyonu”nun skeçlerini sıkıştırıyordum...

***

Skeçler gündemi yansıtıyor, olayı tam can damarından yakalıyordu...

Skeçlerin geçmiş; “Olacak O Kadar Televizyonu”nda yayınlanmış olmasının bir mahsuru yoktu...

Ben televizyon programını değil, haberi verir ve işlerken, onların skeçlerinin aksettirdiği ironiyi ve mizahı sunuyor; habere toplumsal mesajın çerçevesinde bir anlam katmaya çalışıyordum...

*****

LEVENT KIRCA’NIN İKİNCİ EVLİLİĞİNDE NİKAH ŞAHİTLİĞİM...

Levent Kırca ve Oya Başar’la ilişkimiz çok iyi gidiyordu... Ancak bu sefer onların ilişkileri iyi gitmemeye başladı... Beklenmedik bir olay ikilinin ilişkilerinde sert rüzgarlar estirmeye başladı... Sonunda ayrılık kaçınılmaz hale geldi ve Levent Kırca’yla Oya Başar boşandılar...

***

Bir süre ayrı kaldılar... Ancak uzun zamandır biraradaydılar ve birbirlerine çok bağlıydılar... Ayrılmış gözükseler de ayrılmaları pek mümkün görünmüyordu...

***

Bir süre sonra, yeniden evlenmeye karar verdiler... Çok mutluydum... Kısa bir süre sonra ikiliden aldığım bir telefon mutluluğumu perçinledi... İkisi birden telefonda; benim ikinci evliliklerinde nikah şahidi olmamı istiyorlardı...

***

Gizli gizli bel ameliyatı olmaya karar verdiğim, belimin bitmek tükenmek bilmez ağrılarla beni iki büklüm hale getirdiği günlerdi...

-“Belim çok ağrıyor... Yürüyemiyorum bile... Ama ne yapar eder gelirim...” dedim...

***

Birkaç gün sonra gittiğim nikah töreninde belimde öyle bir ağrı vardı ki; ayakta zor duruyordum... Buna rağmen, nikah şahidi olarak, gelinle otuz saniye sürecek bir dansı etmek zorundaydım... O dansı bitirip, nikah masasına oturduğumda, yüzünde kimselere göstermek istemediğim korkunç ızdırabın belirtileri vardı...

*****

LEVENT KIRCA’NIN UNUTAMAYACAĞIM DOSTLUĞU...

Televizyon yayıncılığım esnasında bana yönelik “linç ve itibarsızlaştırma” kampanyalarının ortasında kendimi yapayalnız hissettiğim günlerde, Levent Kırca ve Oya Başar bana inanılmaz bir dostluk eli uzatmışlar; beni itilmek istendiğim kör kuyulardan çekip çıkarmışlardı...

***

Hiçbir zaman unutmamıştım; o günlerde çok satan bir gazetede bana yönelik manşetten yürütülen siyasi ve ticari linç kampanyasına, skeçleriyle televizyon programlarında nasıl karşı durduklarını...

***

Uzun yıllar sonra, bu kez oğullarının nikah törenine davet edildim...

Onlar birbirlerinden ayrılmışlardı; ama oğullarının nikah töreni için biraradaydılar...

Uzun bir geceydi... Uzun uzun herkes dans etti... Güldü eğlendi... Ben ise, evliliklerinde nikah şahidi olduğum günlerin aksine, biricik oğullarının nikah töreninde pek dans etmedim...

***

Yine derin ve kirli bir kampanyanın ortasında hedefe konmuş bir halde başroldeydim o günlerde...

Bu kez de içeri tıktırmayı amaçlayan derin ve rezil “bir linç kampanyasının mağdur aktörüydüm...”

Aklımda birkaç kilometre ötede bir otelde emekleyen çocuklarım, oturduğum masada, dostlarımın büyüyüp evlenen çocukları; görünmez bir tahteravallinin iki ucunda bir alçalıp, bir yükseliyordum...

Dans edecek halim yoktu...

***

Dostları kırmamaya çalışıyordum...

Levent Kırca ise o geceye hayat arkadaşıyla beraber gelmiş; oğlunun mürvetinin tadını çıkarmaya çalışıyordu...

***

Dün 25 yıllık dostumun hastalandığı haberini okudum...

Gözümün önünden 25 yıllık bir filmin kareleri teker teker geldi geçti...

Dua ettim... Onun için dua ettim... İyileşmesi için...

Duamın onun tarafından hissedilmesini istedim...

Yaşadığım dostluklarına, oğlunun mürvetine, kendi evlilik törenindeki epik hicivlerine mütevazı bir flashback yaptım...

Fonda bir televizyon programının, kulaklarımdan asla silinmeyecek melodisi çalıyordu...

***

“Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun...

İşimiz muhabbet, efkarı yok bunun

Arada bir dilimiz sürçer ise af ola

Susmasını biliriz de kemiği yok bunun...

***

Olacak, olacak, olacak o kadar

Olacak, olacak, olacak o kadar

***

Niyetimiz kimseyi kırmak değildir

Şurdakini buraya koymak değildir

Arada bir zülfü yare dokunduk

Tam yerine rast geldi manzara koyduk...

***

Olacak olacak olacak o kadar

Olacak olacak olacak o kadar...”

Yazının devamı...

Kralın varisi hangi oğlu olacak?..

Güçlü bir kralın üç oğlu vardı...

Kral varisi olarak üç oğlundan birini seçecekti...

Bu zor bir karardı...

Üç oğlu da zeki ve yiğitti...

***

Kimi seçmeliydi?..

Bunun üzerine bir bilgeye danışmaya karar verdi...

Bilge ona uygulaması için bir fikir verdi...

***

Kral eve döndü...

Üç oğlunu yanına çağırdı...

Her birine birer kase çiçek tohumu verdi...

Onlara kutsal bir yolculuğa çıkacağını söyledi...

-“Birkaç yıl sürecek bu yolculuk... Belki bir, belki iki, belki üç, belki de daha fazla... Bu sizin için bir sınav...

Döndüğümde bu tohumları bana vermek zorundasınız... Onları en iyi kim korursa benim varisim o olacak?..” dedi...

Ve saraydan ayrıldı...

***

Birinci oğlu; tohumları demir bir kasaya sakladı...

Baba döndüğünde onları olduğu gibi kendisine geri verecekti...

***

İkinci oğlu düşündü...

“Bunları saklarsam, bu tohumlar ölür... Ölü bir tohum; tohum değildir...

Babam;

-“Ben size canlı tohumlar vermiştim... Onların büyüme olasılığı vardı... Ama bu tohumlar ölü... Büyüyemezler ...” diyebilir...”

***

Böyle düşünüp, pazara gitti...

Tohumları sattı...

Sattığı tohumların parasını sakladı...

-“Babam döndüğünde sakladığım parayla pazardan yeni tohumlar alır... Ona diğer kardeşlerimden daha iyi tohumlar vermiş olurum...” diye düşündü...

***

Üçüncü oğlu; tohumları alıp bahçeye çıktı... Tohumları dört bir yana ekti...

***

Üç yıl sonra kral geri döndü...

Birinci oğlu kasayı açtı...

Tohumların hepsi kasada duruyordu...

Hiç çıkarmamıştı onları...

Ne bir eksik, ne bir fazla öylece kasadaydılar...

Ancak hepsi çürümüştü...

Çok kötü kokuyorlardı...

***

Kral birinci oğluna döndü:

-“Bunlar mı benim sana verdiğim tohumlar?..” dedi...

-“Onların çiçek açıp, güzel kokular yayma potansiyelleri vardı...

Bu tohumlarsa pis kokuyorlar...

Bunlar benim sana verdiğim tohumlar değiller...”

***

Kral bunun üzerine ikinci oğlunun yanına gitti... İkinci oğlu, pazara koştu...

Sakladığı paralarla pazardan yepyeni tohumlar aldı ve babasına getirdi...

-“İşte tohumların...” dedi...

-“Bıraktığın gibiler...”

Kral oğlunun yüzüne baktı...

-“Kardeşinden daha iyi bir şey yapmışsın...” dedi...

-“Ama bu yaptığın senden beklediğim kadar iyi değil... Senden daha fazlasını beklerdim...”

***

Sonra üçüncü oğluna gitti kral...

Büyük bir ümit, aynı zamanda büyük bir korkuyla gitti üçüncü oğluna...

“Acaba o ne yapmıştı?..”

Üçüncü oğlu babasını görünce; onu bahçeye çıkardı...

Bahçe rengarenk çiçekler ve çiçek açmakta olan yüzlerce bitkiyle doluydu...

Oğlu krala döndü:

-“Bunlar senin bana verdiğin tohumlar baba...” dedi...

“Yakında içlerinden tohumları toplayacak ve sana bana verdiğin tohumları geri vereceğim... Şimdi toplanmak için hazırlanıyorlar...”

***

-“Sen benim varisimsin...” dedi kral...

-“İnsan tohumlarla böyle yaşamalı...”

*****

BİR TOHUM MUSUN, BİTKİ Mİ; ÇİÇEK Mİ?..

Tohum asla tehlikede değildir...

Tohum için nasıl bir tehlike olabilir ki?..

Tohum kesinlikle korunur...

***

Ama bitki her zaman tehlikededir...

Çünkü bitki çok yumuşaktır...

Tohum sert bir kabuğun altında, sert ve gizli bir taş gibidir...

Ancak bitki büyümek için binbir türlü tehlikeyi aşmak zorundadır...

Ve bitkilerin önemli bir bölümü, çiçek açabildikleri yüksekliklere erişemezler...

***

Tıpkı tohumlar, bitkilerde, yani doğada olduğu gibi, çok az insan ikinci evreye erişebilir...

Yani tohumdan bitkiye geçebilir...

***

İkince evreye erişebilenlerin, çok azı ise, üçüncü evreye yani çiçek evresine ulaşabilirler...

Neden üçüncü evreye yani çiçek verme evresine ulaşamazlar peki?..

Açgözlülük yüzünden...

Pintilik yüzünden...

Paylaşmaya hazır olmadıklarından...

Sevgisizlik yüzünden...

Sevgi evresine geçememiş olmalarından...

*****

ÇİÇEK OLMANIN FARKLILIĞI...

Bir tohumdan çıkıp, bitki olabilmek için cesaret gerekir...

Bir bitkiden çiçek olarak çıkabilmek için ise, sevgi gerekir... Bir çiçek; içinden çıktığı ağacın yüreğini açtığı, kokusunu salıverdiği, ruhunu aksettirdiği, benliğini varoluşa bıraktığı anlamına gelir...

***

Bir tohum olarak kalma... Cesaretini topla... Egodan vazgeç... Kendi yarattığın güvenlik zonlarından kurtulma cesaretini göster... Kendin için güvenli saydığın şeylerden sıyrıl... Savunmasız kalabilme cesaretini göster...”

(Osho-Dönüşüm Tarotu)

*****

CEHENNEM...

Osho’nun yazdığım bu öyküsündeki, insani hayat yolculuğunun, son tahlilde nasıl bir sonuç vereceğini doğrusu tam bilmiyorum... Kendimi, cesaretini toplayarak tohumdan bitki aşamasına yıllar önce geçmiş, şimdi de çiçek açmaya çalışan ve zaman zaman açan bir ağacın ilk evrelerinde görüyorum...

***

Savunmasız kalmanın, sevgiyi tek motif alarak, kendini tamamen varoluşa bırakmanın nasıl bir şey olduğunu kestirsem de, birebir bilemiyorum...

***

Çok kişi; bu tip önerileri ve öngörüleri kafayı yemek olarak nitelendirebilir...

Ancak çevreme baktığımda, sonsuz ve sınırsız bilgi toplayarak, rakip ve düşman gördükleri herkese yönelik dosya, kaset ve onları rezil edecek! döküman toplayan insanların düştükleri durumu gördüğümde, ne anlamsız bir çıkmaz sokakta debelenildiğini fark ediyorum...

***

Osho’nun dedikleri ne kadar çıkar bilmiyorum... Ama bugün çevremde, birbirinin kuyusunu kazma biçiminde görülen davranış modelleri, kahramanlarına sadece cehennemi getirecek bunun farkındayım...

Yazının devamı...

Bir kadının canı yandığında; bir erkeğin başı belaya...

“Para kazanmaktan daha güzel şeyler de vardır hayatta...

Mesela dost kazanmak...”

***

Sen kalp kırmamak için susarsın; o kendini haklı zanneder...

***

Bir kadının canı yandığında; Bir erkeğin başı belaya girmek üzeredir...

(Paul Auster)

***

Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır...

(Dostoyevski)

BABALAR...

Babalar soğuk görünür; ama sıcaklığı göçüp gittikten sonra bile hissedilebilir...

***

Ben şair değilim...

Sen de şiir olamazsın...

Dağılalım...

***

Bir öleni geri getiremezsin...

Bir de kaybolan güveni...

***

Yürürken başımın yerde olması sizi rahatsız etmesin...

Benim tek derdim, yere düşen edebinize takılmamak

Hz Mevlana

***

Eğer aç ve kimsesiz bir köpeği alıp bakar ve rahata kavuşturursanız sizi ısırmaz... İnsan ve köpek arasındaki temel fark budur...

Mark Twain

***

Dürüstlük çok pahalı bir hediyedir...

Bunu ucuz insanlardan beklemeyin...

***

Lakin biz, samimi siyahları severiz... Samimiyetsiz gökkuşaklarını değil...

***

Beni hiç tanımadan yargılıyorlar...

Onun için yalnızlığı seviyorum...

Shrek

***

Mutlu olmak için hayatınızdaki fazlalıkları atın...

Fazla kilo...

Fazla insan...

Fazla plan...

Fazla hayal...

Fazla hırs...

KÖTÜLÜK YAPTIN MI KORK...

Kötülük yaptın mı kork;

Çünkü o bir tohumdur...

Allah yeşertir, karşına çıkartır...

Hz. Mevlana

***

Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar...

Racine

***

Kıskançlık insanı alçaltan ve küçülten bir duygudur...

Tolstoy

***

Acı hissetmemek, duyguların kesintisi demektir... Her coşku şeytanla bir pazarlıktır...

Bukowski

***

Mütevazı olan kişileri enayi yerine koymayın...

Sesini çıkartmıyorsa kalitesindendir...

***

Birisinin gerçek yüzünü görmek istiyorsan, kendisine hiçbir iyiliği dokunmayan birisine nasıl davrandığına bak...

***

Uyanık tek bir adam, uyuyan binlerce kişiden güçlüdür...

S. Carnot

***

Savaşmak istiyorsan kendi cahilliğinle savaş...

Albert Einstein

***

Kötü günlerin iyi tarafları vardır...

İnsanları tanırsın...

Özellikle de yanında sandıklarını...

HERKESİN DOSTU OLAN...

Herkesin dostu olan; hiç kimsenin dostu değildir...

Aristo

***

Kendi kendine gülebilmek, iyi bir ruh sağlığının ilk göstergelerindendir...

***

Başımıza ne gelirse; ‘O öyle biri değil... O yapmaz dediğimiz için geldi...’

***

Seçmiş olduğunuz ve karar verdiğiniz şeylerin bedelini siz ödersiniz...

Size akıl verenler değil...

Ts Eliot

***

İnsanlar, içtenliğinize, acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar...

Albert Camus

***

Her hastalık evvela ruhta başlayıp, sonra vücuda sirayet etmiş bir isyandır...

Peyami Safa

***

Sükut, incelik, edep ve zerafet insanı her gittiği yerde sultan yapar...

Hz Mevlana

***

İncittiğiniz insan ve kırdığınız gönlün bedduasından korkun...

Hz Muhammed (sav)

***

Cahile sakın latife etme...

Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar...

***

Her şeye gönlünü sıkma ey gönül...

Ne bu dertler kalıcı...

Ne de bu ömür...

Hz Mevlana...

EN MÜKEMMEL ADALET VİCDAN...

En mükemmel adalet vicdandır...

Victor Hugo

***

Ne ben sana kızarım... Ne de zatın; zahmet edip bana küssün... Artık seninle biz düşman bile değiliz...

Nazım Hikmet

***

Öfke rüzgar gibidir... Bir süre sonra diner...

Ama birçok dal çoktan kırılmıştır...

***

Açıklamalarla vaktini harcama...

İnsanlar sadece duymak istediklerini duyarlar...

Paulo Coelho

ÇOK TARAFLI BİR AŞK KADININ ŞİİRSEL HİKAYESİ...

“Issız tepelerde güneşe bakıp saati tahmin etsem;

Haberim olmasa hiç Perşembeden, Pazartesinden...”

(Turgut Uyar İkinci Yeni... Tomris Uyar’ın eşi)

***

“Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor...

Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini...”

(Cemal Süreya İkinci Yeni...

Tomris Uyar Ülkü Tamer’le evliyken, karşılıklı boşanıp onunla büyük aşk yaşayan usta şair... Sonra Tomris Uyar’dan ayrıldı, onun İkinci Yeni’nin diğer ünlü şairi Turgut Uyar’la evlenmesine şiirlerinde tanıklık etti )

***

“Tomris rakıyı severdi...

Bense onu...”

(Tomris Uyar’ı Turgut Uyar öldükten sonra ona her zaman hayran olan ünlü şair Edip Cansever’le Hisar’da denizle örtüşen meyhanelerde çok gördüler...

Tomris Uyar artık çok içiyordu...

Edip Cansever bu dizeleri; onun için, o günlerin anısına yazdı)

***

Yavaşça kalemin kulağına eğilip dedim ki;

‘Bir daha onun adını yazarsan seni de kırarım...’

(Cemal Süreyya... Bir kez daha Tomris Uyar’a)

(Kelime Deryası portalından)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.