Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu gerçeklerle yaşıyorsak

Çatışma haberi gelmeyen gün yok.Ölü - yaralı haberi duymadığımız, şehit cenazelerini izlemediğimiz gün de...

***

Suriye sınır hattındaki kent ve ilçe merkezlerine roketler düşüyor, mermiler geliyor; sokakta yürüyen, evinde oturan insanlar ölüyor, yaralanıyor.

***

İstanbul’un, Ankara’nın merkezlerinde bombalar patlıyor; masum insanlar ölüyor, yaralanıyor.

Anne - babalar evlatlarını, evlatlar anne - babalarını kaybediyor...

***

Anneler, babalar evlatları için endişeli; evlatları onlar için...

Topluma hakim olan ‘travma’dan herkes payına düşeni alıyor.

Daha dün...

10 yaşında bir çocuk, 8 Mart Kadınlar Günü Yürüyüşü’ne gideceğini söyleyen annesine aynen şöyle dedi örneğin:

- Anne n’olur gitme eyleme falan. Ölmeni istemiyorum !

Sokağa çıkmak, bir yürüyüşe, kitlesel bir eyleme katılmak ‘ölüm’ ile eş anlam kazanabiliyor daha o yaştaki bir çocuğun zihninde.

Velev ki ‘münferit’ bir örnek olsun bu aktardığım.

Önemli olmadığı anlamına gelir mi?

***

Bazılarımız ailelerinden canlar kaybediyor, bazılarımız hısım - akrabadan...

Kimimiz eş - dost çevresinden sevdiklerini yitiriyor, kimimiz hiç tanımadığı insanların acılarıyla kederleniyor.

Derin ya da değil, çok ya da az; iz bırakıyor ülkenin gündemi hepimizin zihnine, psikolojik durumuna.

***

Belki başınıza gelmiştir ya da bir şekilde fark etmişsinizdir...

Yemek yediğiniz restoranda garson elindeki tepsiyi düşürse ya da oturduğunuz bir yerde kapı çarpsa; yani şiddetli bir ses duyulsa... İnsanlar refleks olarak sadece irkilmiyor artık. Herkesin yüzünde aynı endişeli ifade oluşuyor bir anda.

Ya da trafikte bir otomobilin egzozundan veya seyir halindeyken patlayan lastiğinden, kuvvetli bir ses çıksa; yine sıradan bir irkilme değil yaşanan... O bildik “acaba” korkusu beliriyor insanların gözlerinde.

***

Hepimiz diken üstündeyiz tabiri caiz ise...

Tedirgin, gergin...

İnsan ilişkilerimize, aile içi yaşamımıza, toplumsal hayatımıza yansıyor o tedirgin ve gergin ruh hâlimiz.

“Yansımıyor” diyebilir misiniz?

***

Dönemlere göre değişiyor toplumsal travmaların nedenleri, gerekçeleri...

Bir zamanlar insanları intihara sürükleyen ekonomik kriz gibi mesela.

Veya 99 Marmara Depremi sonrası özellikle o bölgede yaşayanları teslim alan korku gibi.

Ya da bir dönem neredeyse herkese hakim olan, izlenme / dinlenilme paranoyası gibi.

***

‘Süreğen travma’ diyor uzmanlar bu duruma. Müzmin, kronik travma yani...

Sosyal psikolojinin ilgi ve görev alanına giriyoruz hepimiz.

‘Depresyon’ ve ‘travma sonrası stres bozukluğu’ olarak adlandırılıyor bahsettiklerim.

Psikologlar, “Yaşadığınız ruhsal sıkıntılar günlük yaşamınızı etkileyecek boyuta ulaştıysa, bir uzmana danışmalısınız” diyorlar.

Yardım alabileceğimizi söylüyorlar. Gerekirse ilaçla tedavinin bile mümkün olduğunu hatırlatıyorlar.

Bu durumun, bizim (kişisel) güçsüzlüğümüz ya da eksikliğimizden kaynaklı olmadığını vurguluyorlar.

***

Sözün özü...

“Çağın, dönemin, dünyanın ve ülkenin gerçekleriyle yaşamaya alışmalıyız” diyorlar ya...

Bu gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor öncelikle.

Sonra da üzerimizde yarattığı etkilerle baş etmek için yapabileceklerimizin farkında olmamız.

Kolay değil ama mümkün.

Ve uğraşmaya değer...

Yazının devamı...

8 Mart

2010 senesinde 217.

2011’de 257.

2012’de 165.

2013’te 214.

2014’te 281.

5 yılda toplam 1.134 !

Bin yüz otuz dört.

***

Geçen sene 278.

Türkiye’nin kadın cinayetleri bilançosu bu... Son 6 senede toplam 1.412 kadın öldürüldü bu ülkede.

Her 3 günde 2 kadın...

***

Bu yılın sadece ilk ayında, Ocak 2016’da, 30 kadın öldürüldü bu ülkede.

Her gün ortalama bir kadın demek bu.

Geçen ay, yani Şubat 2016’da da 23 kadının canını aldı erkekler.

Şiddet, taciz ve tecavüze uğrayan binlerce kadın yok bu listede.

Ölüm listesi bu.

Cinayet, daha doğrusu...

***

Rakamlar, Bianet’ten...

Bianet, medyadaki kadın cinayetleri haberlerini takip edip düzenli şekilde yayınlıyor.

İnternet’te www.bianet.org adresinde yayında olan Bağımsız İletişim Ağı, ‘Erkek Şiddeti Çetelesi’ de tutuyor yıllardır.

Detaylı bilgi ve istatistiklerin bulunabileceği bir site daha var internette. www.kadincinayetleri.org adresine de bir göz atın derim. Vahametin boyutlarını açıkça göreceksiniz orada.

***

İstatistikler, her iki kadın cinayetinden birinin failinin eş ya da eski eş olduğunu koyuyor ortaya. Kocalar ya da eski kocalar yani...

***

Lâfa geldiğinde, mangalda kül bırakmayız biz erkekler... Kadınlar hakkındaki özlü sözleri art arda sıralar; nasıl kutsal varlıklar olduğundan bahsederiz annelerimizin, eşlerimizin, kız çocuklarımızın...

Pekiyi ya sonra?..

Sonrası ortada işte.

Rakamlar ortada.

İstatistikler ortada.

***

Kadınların; siyasette, devlet yönetiminde, iş hayatında ve sosyal yaşamda sahip oldukları yer ile ilgili olumlu gelişmeler de var elbette.

Mevzuatta kadınlara pozitif ayrımcılık getiren, şiddete uğrayan ya da bu tehdit ile karşı karşıya bulunan kadınları korumaya yönelik düzenlemeler de aynı şekilde...

Kadını önceleyen her türlü adımı görmek, fark etmek, önemsemek ve desteklemek gerekiyor muhakkak.

Ama işte yukarıdaki tablo orada durduğu sürece, iyi yöndeki her türlü düzenleme, her türlü haber, o rakamların gölgesinde kalmaya mahkum.

Maalesef öyle de oluyor.

***

Bu arada...

Konu açıldığında sakın, “Kadına şiddet dünyanın her yerinde var” türünden bir cümle kurmayın.

Aklınızdan bile geçirmeyin.

Çünkü o zaman, “Pekiyi kadına şiddet, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleri konusunda, Türkiye dünya sıralamasında kaçıncı acaba” sorusuyla karşılaşabilirsiniz.

Ve bu sorunun yanıtı, emin olun hiç hoşunuza gitmez.

***

Açıkça söylüyorum...

Üzülmenin yanı sıra, hemcinslerimin yarattığı tablodan utanıyorum.

Ve Dünya Kadınlar Günü’nde, kadınlara değil erkeklere hitap edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Hatta geriye kalan 364 günün 364’ünde de. Bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.

Yazının devamı...

Lefter olsa ne derdi?

En başta söyleyeyim; bu yazıyı bir Beşiktaşlı olarak yazmıyorum.

Sadece bir sporsever, daha önemlisi, sadece bir insan olarak kaleme alıyorum aşağıdaki satırları.

**

Sıcağı sıcağına yazmayayım dedim.

Peşin hükümlü davranmayayım, taraflardan gelecek açıklamaları göreyim, kim ne diyor bir dinleyeyim, meseleye soğuk kanlı yaklaşayım dedim.

**

Mevzu, Pazartesi akşamki Fenerbahçe - Beşiktaş maçında, Kadıköy Ülker Stadı’nın tribünlerinden yükselen küfürlü tezahürat.

Beşiktaş’ın Onursal Başkanı, merhum Süleyman Seba’ya yönelik küfürlü tezahürat...

Aynı statta, iki hafta önce, Lokomotif Moskova ile oynanan maçta da yaşanmıştı aynı ayıplı durum.

**

Dedim ya, bekledim...

Bekledim ki, bu ülkenin sadece futbol alanında değil, sivil toplumdaki yeri itibariyle de en önemli değerlerinden olan Fenerbahçe Spor Kulübü’nden bir açıklama gelsin.

Geldi o açıklama...

Geldi ama kendiliğinden değil.

Beşiktaş Kulübünden konuyla ilgili yapılan açıklamaya cevaben...

Ve bakın nasıl bir açıklamaydı Fenerbahçe Resmi İnternet Sitesi’nden yapılan:

“Beşiktaş Kulübü’nün yaptığı açıklamayı, dün sahamızda aldıkları mağlubiyeti kendi camialarına unutturma yönünde beyhude bir çaba olarak değerlendirmekteyiz.

Rahmetli Süleyman Seba, hem camiamız, hem de Türk Futbolu için hiçbir zaman unutulmayacak bir değerdir ve bu değer hiçbir tezahürat ya da söylemle zarar görmeyecek önemdedir.”

**

Böyle başlayan ve rakibe yöneltilen karşı suçlamalarla devam edip biten bir açıklama...

“Bahsedilen küfürlü tezahürat hiçbir şekilde kabul edilemez” ya da “50 bin kişilik statta az sayıda kendini bilmezin yaptığı münferit bir hadisedir” vb türünden tek bir satır yok.

Olay doğrulanıyor.

‘Özür’den geçtim, bir üzüntü beyanı yok. “Yapılan yanlıştır” bile denmiyor.

“Rahmetli Süleyman Seba, hiçbir tezahürat ya da söylemle zarar göremeyecek önemdedir.”

Cümle bu.

(Küfrün adı da ‘söylem’ olmuş bu arada.)

Seba’nın zarar görmeyeceği doğru da, bu olaya imza atanlar ve yapılanı bu sözlerle sahiplenenlerin düştüğü durum ne olacak?

**

“Rahmetli Süleyman Seba, hem camimız hem de Türk Futbolu için hiçir zaman unutulmayacak bir değerdir.”

Yine o açıklamadan...

Hiçbir zaman unutmayacağınız Efsane Başkan’ı hatırlama yönteminiz bu mudur?

Madem ‘unutmamak’tan açıldı, şunu da unutmayın...

O ‘değer’e sarılmış fotoğrafınızı siteye koyarak değil, böyle bir açıklamanın altına imzanızı koymayarak ‘efsane’ olunuyor.

**

Konu Fenerbahçe - Beşiktaş konusu değil.

Futbolla, rekabetle, sporla bir ilgisi yok mevzunun.

Mesele, ‘insanlık’ meselesi.

İşte bu yüzden, kızmıyorum, öfkelenmiyorum...

Ayıplıyorum.

Yapanlar ve sahiplenenler adına hicap duyuyorum.

Ve üzülüyorum... Ülkem adına, spor adına, insanlık adına üzülüyorum.

Benim gibi düşünen, aynı üzüntüyü paylaşan Fenerbahçelilerin çoğunlukta olduğunu da biliyorum bu arada.

**

Ve son söz...

Bu olay 180 derece tersine yaşanmış olsaydı...

Yani bu ayıpla yaşamaya kendini mahkum eden taraf Beşiktaş olsaydı, bu yazı yine aynen böyle yazılacaktı.

Çünkü biz dedelerimizden, babalarımızdan böyle gördük, böyle öğrendik.

Çünkü biz; Süleyman Seba’nın olduğu kadar Lefter Küçükandonyadis’in de çocuklarıyız...

Yazının devamı...

Erdem Gül anlatıyor

“Öfkeli değiliz. Kimseye özel bir husumetimiz, asla yok. Hatta ben kişisel olarak, bizim meselemizde genel itibariyle medyanın iyi bir sınav verdiğini bile düşünüyorum.”

Bu sözler Erdem Gül’e ait...

***

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ‘hak ihlâli’ kararı doğrultusunda tutuksuz yargılanmak üzere Can Dündar ile birlikte tahliye edilen Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ü aradım dün telefonla.

Ankara dışında, ailesiyle birlikte dinlenirken yakaladım Erdem’i. Eşi ve iki çocuğuyla hasret gideriyordu.

Önce onları konuştuk... O içerideyken, O’nu dışarıda bekleyenleri...

Eşi Aslı ve oğulları Sarp Güney ile Deniz’i...


Bir babanın çaresizliği

Sarp beşinci sınıf, Deniz ise henüz ilkokul birinci sınıf öğrencisi...

“İçeride en çok onları özlüyor, ailesini düşünüyor insan” dedi Erdem.

Ve şöyle devam etti:

- Etkisiz bir elemansın içeride... Elinde telefon yok, çocuklarına ulaşma, onlarla ilgilenme şansın yok. Çok kötü ve çaresiz hissediyor insan. Aslı’ya (eşi) çok yük düşüyordu tabii benim yokluğumda. Bu meselenin çocuklar üzerinde büyük bir travma yaratmaması için... Şimdi, onlarla beraberken görüyorum ki; Aslı sağ olsun bu süreci büyük bir başarıyla yönetmiş. Ayrı geçen 92 günün çocuklar üzerinde öyle büyük bir iz bırakmamasını sağlamış. Şimdi ikisiyle de, geride kalan o sıkıntılı sürecin bıraktığı tortuyu ortadan kaldırıyoruz beraberce.


Deniz’in resmi

7 yaşındaki Deniz, babasına vermek üzere bir resim çizmiş, Erdem’in tutukluluğunun ilk günlerinde...

Okuma yazmayı yeni öğrendiği için bir resim çizmiş Deniz. El ele tutuşmuş baba oğul... İkimizi çizmiş ve “Bu babamla bizim son günümüz” demiş... Cezaevi yönetimi bana, içeriye gönderilmesine önce izin vermemiş bu resmin. Sonra ulaştı elime... Yüreği sızlıyor insanın...


Yılbaşı kutlaması

Ve içeride geçen 92 günden kalan, iz bırakan anlar, olaylar...

- İlk 40 gün yan yana iki yerde kaldık Can (Dündar) ile... Tek tek... Duvarlar öyle yüksek ve kalındı ki, ancak çok çok bağırırsak birbirimize sesimizi duyurmamız mümkün olabiliyordu. Pek yapmadık gerçi bunu...

- Yılbaşı gecesiydi... Gece yarısına doğru, Can bir ara görevlileri çağırma butonuna basmış. Hücrede görevlileri çağırmak için bir buton var, ona bastığında görevli geliyor ve kapıdaki diyafon vasıtasıyla konuşabiliyorsunuz. Can, “İyi seneler olsun” dedi oradan saat 12’ye birkaç dakika kala. Birbirimizi görmeden, yeni yılımızı kutladık yan yana hücrelerden seslenerek. İlk 40 günü böyle, yan yana ama ayrı geçirdik. Kalan 52 günde ise beraberdik, aynı odada...


Tahir Elçi şoku

- İçerideki ilk günümüzde gazeteleri okurken, bizim tutuklanmamıza tepkiler arasında Tahir Elçi’nin, “Demokrasimiz açısından olumsuz bir gelişme” dediğini okudum. Hemen ertesi gün kantinden televizyonlarımızı aldırdık. Ve televizyonlu ilk günümde, ekranda Tahir Elçi’nin öldürüldüğü haberi vardı. Şok anım buydu.

- Gazeteleri didik didik okudum her gün. Can, Cumhuriyet’ten başlıyordu okumaya, ben iktidara yakın medyadan... Cumhuriyet ile de bitiriyordum. Sürekli çatışma, sürekli ölüm haberleri okuduk. Bu ülkenin iyi habere ihtiyacı var, hepimizin... O kadar çok iyi haber açığımız var ki...


Kimseye husumetim yok

- Öfkeli değiliz. Kimseye özel bir husumetimiz, asla yok. Hatta ben kişisel olarak, bizim meselemizde genel itibariyle medyanın iyi bir sınav verdiğini bile düşünüyorum. Hakkımızda yazanların geniş bir kesimi tutuksuz yargılanmamızdan yanaydı. Bizi suçlayanları, tutuklu kalmamız ve müebbet hapis cezası almamızı savunanları medya içinde istisna sayıyorum. Bu yüzden umut doluyum aslında. Şu kutuplaşma havasını geride bırakmalıyız. Daha çok birbirini anlamaya, kavuşmaya, barışmaya ihtiyacı var toplumun...

Yazının devamı...

Yeni Anayasa... Pekiyi ama nasıl?

“Ana Muhalefet’in içinde olmadığı bir Anayasa yine tartışılır.”

Bu cümle TBMM eski Başkanı Cemil Çiçek’e ait.

“Türkiye’nin bir Anayasa sorunu var.”

Bu cümle de...

“Bu masanın kıymetini herkesin bilmesi lâzım. Tabii CHP’nin de... CHP masaya dönmeli.”

Ve bu sözler de.

***

Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan ile birlikte, önceki akşam TRT Haber’de Cemil Çiçek’i ağırladık.

Canlı yayın Haber Odası programında Çiçek’in özellikle Anayasa gündemine ilişkin değerlendirmeleri dikkat çekiciydi.

TBMM Başkanlığı döneminde bu konuya yoğun mesai veren Cemil Çiçek, bu dönem Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Ankara Milletvekili sıfatıyla, Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi. Daha doğrusu dağılan komisyonun üyesiydi.

CHP masaya dönmeli

İşte Cemil Çiçek’in gündemdeki konuya ilişkin altı çizilmesi gereken sözleri:

- Anayasa yapımı meselesi hayati bir sorun. Türkiye’nin mevcut ciddi sorunlarının yanında bir de Anayasa sorunu var.

- CHP masaya dönmelidir. Hem kendisi hem de Türkiye için... Bu masanın kıymetini, CHP de dahil, herkesin bilmesi lâzım.

- Ana Muhalefet’in içinde olmadığı bir Anayasa yine tartışılır.

- Mevcut Anayasa’da, sistemle ilgisi olmayan 120 - 130 civarında madde var. Zaten geçen dönemden de üzerinde uzlaşılan maddeler mevcut. O zemin üzerinden, bu 120 - 130 maddeyle ilgili çalışmaya başlayabiliriz. Bu mesai aynı zamanda sonrasına yönelik bir güven artırıcı süreç de olur.

- CHP’nin komisyonun adının ‘Türkiye’yi Darbe Hukukundan Arındırma Komisyonu’ olmasını istiyor. Biz de diyoruz ki, mevcut Uzlaşma Komisyonu devam etsin, bunun yanında, CHP’nin talebi doğrultusunda ayrı bir komisyon kuralım.

Sistem konusunu en sona bırakalım

- Biz maalesef konuları, sistemleri değil, kişileri tartışıyoruz. Dün de böyleydi, bugün de böyle... Başkanlık sistemini değil, geçmişte Özal’ı tartıştık, Demirel’i tartıştık, şimdi de Erdoğan’ı tartışıyoruz. Yani biz arabayı değil şoförü tartıştık hep. Yine öyle yapıyoruz.

- Bugünkü hâl, en kötü hâldir. Mevcut sistem her zaman kavgaya teşne bir sistemdir. Geçmiş bunun örnekleriyle dolu... İsimlerin önemi yok, kim olursa olsun, bu sistem Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı karşı karşıya getirir.

- CHP başkanlık sistemine karşı olduğunu söylerken, parlamenter sistemin düzenlenmesi, güçlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Demek ki, hâlihazırdaki parlamenter sistemin sorunlu olduğunu onlar da kabul ediyor.

- Geçen dönemde verilmiş 25 aylık bir emek var. Partilerin hepsinin kamuoyuna bu konuda taahhüdü var. Üzerinden devam edebileceğimiz bir zemin var.

- Gelin masaya dönün, oturup hep birlikte çalışalım. Hükümet şeklini yani sistem konusunu işin sonuna bırakalım. Onu işin son kısmında konuşuruz.

Yazının devamı...

Tuğba Hezer’e açık mektup

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van Milletvekili Tuğba Hezer Öztürk’ün, Ankara’da askeri servis otobüslerini hedef alan bombalı araçla intihar saldırısını düzenleyen Abdülbaki Sömer için taziyeye gitmesi konusunda nesnel birkaç sözüm var...

***

Sayın Milletvekili,

Diğer bütün parlamenterler gibi siz de sadece partinize oy verenlerin değil, vermeyenlerin de vekilisiniz. Yani hepiniz, hepimizin vekilisiniz.

Siz öyle görmüyor, öyle hissetmiyor, öyle davranmıyor olabilirsiniz ama benim de vekilimsiniz. Ve bir vatandaş olarak sizden bu gerçeğe uygun davranmanızı beklemek benim hakkım.

***

Sayın Hezer,

Milletvekili olarak göreve başlarken, HDP grubunun - Leyla Zana hariç - tüm üyeleri gibi sizin de o andı ‘kerhen’ içtiğinizi biliyoruz.

Olabilir... O yemin metninde görüşlerinize, ideolojinize uygun görmediğiniz kısımlar bulunabilir. O metnin belli kısımları ile ilgili haklı da olabilirsiniz.

O yemin metnindeki sadece bir cümleyi koymak istiyorum önünüze.

“Herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden (...) ayrılmayacağıma” cümlesini.

Milletvekili yemin metnini değiştirme imkanınız olsa, sizin de tek dokunmayacağınız kısım bu olsa gerek.

En temel insan hakkı nedir? En temel hürriyet?..

Yaşama hakkı, yaşama hürriyeti değil midir?

O hakkı, o hürriyeti, masum insanların elinden alan biri değil mi, yakınlarına taziyeye gittiğiniz.

***

Sayın Vekil,

Baktım; Meclis’te imza verdiğiniz bir Kanun Teklifi var...

“5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4320 Sayılı Ailenin Korunması Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi.”

Teklifin özeti kısmında şunlar yazıyor:

“Teklif ile; kasten öldürme, taksirle öldürme, kasten yaralama, tehdit ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçlarının kadına yalnızca kadın olduğu için uygulanan ayrımcı şiddet saikiyle ve cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığı nedeniyle işlenmesi hallerinde cezanın artırılması; bu nedenlerle işlenen kasten öldürme suçuna haksız tahrik indirimi uygulanmaması; bu nedenlerle işlenen tüm suçlarda takdiri indirim nedenlerinin uygulanamaması ve bunların af kapsamı dışında tutulması öngörülmektedir.”

Gayet yerinde bir teklif bu.

‘Kadına şiddet ve kadın cinayetleri’ özelinden çıkartıp, altına imza attığınız bu teklifin özüne bakmamın bir mahzuru var mı?

“Öldürme, yaralama, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçları” boyutuyla yani...

17 Şubat’ta, yakınlarına taziye ziyaretine gittiğiniz kişi bu suçları işleyen bir cani değil mi?

9’u kadın, 20’si erkek 29 kişiyi öldüren; onlarca insanı yaralayan o destek verdiğiniz saldırgan değil mi?

***

Sayın Tuğba Hezer,

İdeolojisi, yöntemleri, üslubu bana hiç mi hiç hitap etmiyor ama partiniz HDP’nin halihazırdaki temsilcisi olduğu Kürt siyasi hareketinin bu ülke siyasetine olumlu ve önemli bir katkısı var.

Kadının siyasetteki yeri, rolü ve etkinliğinden söz ediyorum.

Özellikle eş başkanlık uygulamasıyla, kadınların aktif siyasette erkeklerle eşit düzeyde olması alkışı hak ediyor.

Siz de genç bir kadın olarak, seçmeninizin, tabanınızın gözünde önemli bir figürsünüz. Daha doğrusu öyle olmalısınız.

Özelde bölgenin, genelde ise ülkenin kadınları ve tabii öncelikle genç kızları için örnek olmak gibi bir sorumluluğunuz var.

Sizin bu sorumluluğu hissetmiyor, böyle bir mesuliyetin gereğini yapma ihtiyacı duymuyor olmanız bu gerçeği değiştirmiyor.

Açıp biraz yakın siyasi tarih mi okursunuz ya da ne bileyim, en azından birlikte siyaset yaptığınız, sizden daha tecrübeli kadın siyasetçilerle mi konuşursunuz bilmiyorum ama bir tercih yapmanız iyi olmaz mı?

Sadece birileri tarafından ve sadece bir süre için kahraman olarak adlandırılmak mı, yoksa bu ülkede barış ortamının oluşmasına katkı verip herkesin gözünde saygın ve kıymetli olmak mı?

Karar sizin...

Yazının devamı...

Yaşamadan anlaşılabilir mi?

6 fotoğraf karesi var bugün sizle paylaşacağım.

Her gün haberlerde duyduğunuz Diyarbakır’ın Sur İlçesi’nden...

Ölüm haberlerinin, yaralı haberlerinin, şehit, gazi haberlerinin geldiği yerden.

Sur içinde ya da aynı gerçeğin yaşandığı diğer il / ilçe merkezlerinde görev yapan güvenlik personelinin nasıl bir çatışma ortamında mücadele ettiğini gösteriyor bu fotoğraflar.

Fotoğraf 1:

Hedefinizde bir bina var...

Kapı ve pencere girişleri El Yapımı Patlayıcılar (EYP) ile tuzaklandığı için ancak duvarını kırarak girebileceğiniz bir ev...

Ve içeride sizi neyin ya da kimin beklediğini bilmediğiniz bir ev.

Fotoğraf 2:

İlk bakışta, görüntü normal...

Yerde yastıklar, minderler...

Yastıklardan birinin arkasına yine bir EYP tuzaklanmış. El işlemesinin üzeride El Yapımı Patlayıcı...

Bir anlık dikkatsizliğin bedelini hayatınızla ödeyebilirsiniz.

Fotoğraf 3:

Kapısına yaklaştığınız bir ev daha...

Hemen girişte bir çocuk bisikleti, üzerinde bir çuval, yanında bir yastık... Arkasında bir buzdolabı.

Bisikleti yerinden oynattığınızda ya da kontrol etmek için çuvalı kaldırdığınızda bir bomba patlayabilir. Veya buzdolabının kapağını açmanızla ölmeniz bir olabilir.

Fotoğraf 4:

Operasyonda kafanızı koruyan çelik başlık... Ağırlığı yaklaşık 4 kg.

Üzerinde gece görüş sistemleri ve kameranın takılabileceği aparatlar, flashlight yani kafa üstü feneri ve balistik koruyucu gözlük.

Sol üstteki nokta ise PKK’lı keskin nişancının tüfeğinden çıkan merminin izi. Vurulmuşsunuz yani.

Fotoğraf 5:

O çelik başlığın içi...

Kanas keskin nişancı tüfeğinin 7.62 mm’lik mermisi, kafanızdaki çelik başlığa isabet etmiş ve çekirdek kaskın içinde kalmış. İçeriye görüntü olarak yansıması bu.

Vurulduğunuzda başınızda hissettiğiniz ses ve sarsılmayı bir düşünün...

Son teknoloji ürünü, 4 kiloluk bu çelik başlık olmasa, yoksunuz...

Fotoğraf 6:

PKK’nın keskin nişancılarını bertaraf etmenin tek yolu, ÖGN yani Özel Görev Nişancıları...

Çatışma bölgesinde uygun bir ev buluyorsunuz, güvenliği aldıktan sonra duvarda sadece namlunun girebileceği kadar küçük bir delik açıp kum torbalarının arkasında yere uzanıyorsunuz.

Gözünüz dürbünde, eliniz tetikte...

Pencereden dışarıya bakan ve genel görüntüyü size aktaran oda teleskobu ve yedek tüfeğiniz dışında kaderinizle baş başasınız.

O vaziyette saatlerce beklemek ve konsantrasyonunuzu bir saniye dahi kaybetmemek zorundasınız. Konsantrasyon kaybı, can kaybı ile eş anlamlı çünkü.

Ve ötesi... Timin ilerlemesini destekleyen ÖGN’nin şehit olması demek, o timdeki diğer personelin de risk altına girmesi demek.

Yazının devamı...

90’lardan bugüne o lojmanlar

Yıllar, on yıllar geçiyor; Ankara’da bazı gerçekler değişmiyor.

Önceki akşamki intihar saldırısında, bombalı aracın önünde infilak ettiği Devlet Mahallesi, Merasim Sokak’taki General - Amiral Lojmanları; teröristlerin yıllardır özel hedeflerindendir.

90’larda, lojmanlara sızan örgüt DHKP-C’ydi mesela.

***

Bir örnek...

İşte, Genelkurmay Eski Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Kasım 2012’de, TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda verdiği bilgilerden bir bölüm...

Büyükanıt muvazzaflığı döneminde atlattığı suikast girişimlerinden bahsediyor:

“(...) Tümgeneraldim... Genel Sekreterken, DHKP-C aşırı sol örgütleri, oturduğumuz lojmanın kapıcısı o örgütün üyesi çıktı. Dünyada gördüğüm en terbiyeli insandı. Beni çok severdi. Çünkü mesela Malatya’daki bir meslektaşım iki kutu kayısı gönderir, o gelir benim çantamı almaya, ben bir kutusunu ona veririm. Eşim çocuklarına bakar eder, işte elinden geldiği kadar, maddi gücümüz elverdiği takdirde. Uslu, terbiyeli, sessiz... Kapıcıya el atmışlar, ele geçirmişler. Sonradan Güniz Sokak’ta yani Sayın Demirel’in evinin olduğu yerde bir örgüt yakalandı. Ona el atan örgüt, başında da bir şey var; aldılar, götürdüler... Başındaki, örgütten susturuculu silah... Şimdi, ben Genel Sekreter olduğum için en erken ben ayrılıyorum lojmandan, bir an evvel Genelkurmay’a gitmek için. Çok açık bir hedefim, ne korumam var ne bir şeyim var. Ben merdivenden inerken beni vuracak, bisikletine binip kaçacak.”

Büyükanıt anlatınca kamuoyuna mal olan bu olay 1993 senesinde yaşandı. Yaklaşık 20 yıl sonra Yaşar Büyükanıt açıklayınca öğrenildi.

İlk kez duyacağınız ikinci olay

Açıklanmadığı için bilinmeyen ikinci örneği de ben duyurayım buradan.

Sene 1995... Yaşar Büyükanıt’ın bahsettiği örgüt üyesinin yakalanmasından iki yıl sonra.

Yer yine aynı lojmanlar...

Söz konusu olan yine bir kapıcı.

Görev yaptığı lojmanlara girişlerinden birinde, nizamiyedeki nöbetçi astsubayın şüphelenip elindeki paketleri ve üstünü aramak istemesi üzerine kapıcı panikliyor.

Yapılan aramada, kapıcının içeriye patlayıcı sokmak üzere olduğu çıkıyor ortaya.

Ardından da, o kişinin aslında kapıcı olarak göreve başlayıp, lojmanlara sızmış bir DHKP-C mensubu olduğu tespit ediliyor.

Ve her birinde 8 general ya da amiralin yaşadığı lojman bloklarından birinin kalorifer kazanına bomba koyarak, binayı havaya uçurmak üzere hazırlık yaptığı...

Bir nöbetçinin dikkati sayesinde ortaya çıkan bu olay, o dönem açıklanmamış, gizli tutulmuştu.

***

Diyeceğim o ki; en azından son 20 - 25 yıldır o lojmanlardan vazgeçmiyor terör örgütleri.

İsimleri, eylem türleri ve kullandıkları yöntemler değişiyor ama hedefleri aynı.

Yaşananlardan bir kısmını - bu yazıya konu iki örnekte olduğu gibi - er ya da geç, bir şekilde öğreniyoruz; bir bölümünden ise hiç haberimiz olmuyor.

Ve bu durumun, gelecekte değişeceğini düşündürecek hiçbir emare de yok maalesef...

***

NOT:

Söylemeden geçemeyeceğim...

Gerekçeleri ne olursa olsun; terörü kınayan, katliamları lanetleyen bir metnin altına imza atmayan ya da atamayanların bundan sonra söyleyeceklerinin hiçbir kıymeti yok.

En azından benim

gözümde.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.