Şampiy10
Magazin
Gündem

Hassasiyet beklentisi

Önceki akşam...

TRT Haber’de, Haber Odası’nda canlı yayındayız.

Programın konuğu Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu.

Doğal olarak Cizre’deki o bina ile ilgili gelişmeleri sorarak başlıyoruz yayına.

Müezzinoğlu, ülke gündeminin ilk sırasındaki olay hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.

Hem 112 Acil Servis’in hem de Cizre Belediyesi’nin ambulanslarının, 24 saat süreyle, binaya 150 metre mesafede beklediğini...

Kendilerine verilen bilgiye göre; içeride yaklaşık 30 kişi bulunduğunu, bunlardan 5 ya da altısının hayatını kaybettiğini, bir o kadarının hafif yaralı, 9’unun ise sağlık durumunun iyi olduğunu...

***

Yani, ölülerden, yaralılardan bahsediyor Bakan canlı yayında.

Cizre ve Diyarbakır Sur’daki durumu konuşuyoruz...

Terörle mücadele ana başlığının altında çatışmalardan, ölümlerden, yaralanmalardan, şehitlerden, gazilerden söz ediyoruz.

Mehmet Müezzinoğlu, bölgedeki doktor ve diğer sağlık personelinin de hayati tehlike altında, adeta can pazarında görev yaptığını söylüyor. Bakanlığının çalışanları için “Kahramanca mesai veriyorlar” diyor.

Zorlukları, daha önemlisi acıyı konuşuyoruz yani özetle.

***

Biz canlı yayında, terör derken...

Çatışma derken...

İnsanlar yaralanıyor, insanlar ölüyor derken; önümdeki bilgisayarın ekranına mesajlar yağıyor Twitter’dan.

Yüzlerce, binlerce mesaj...

Ne yazıyor biliyor musunuz o tweetlerde?

#SağlıkçıAlımıNeZamanOlacak !

Bu yazıyor.

Başlık bu !

“Atama bekliyoruz” diyenler...

“Tıbbi sekreterler atanmak için ne yapsın” diyenler...

Ve yine... Binlerce “Sağlıkçı alımı ne zaman olacak” tweeti.

***

Kabul, işsizlik büyük sorun.

Evet tamam; alım beklemek, atama beklemek bir dert.

Ama sosyal medyada bir zincir oluşturup, aynı mesajı kopyalayarak bunaltıcı bir tweet yoğunluğu yaratmak...

Ve üstelik bunu, ekranda konuşulan acı gündemi yok sayarak yapmak...

Terör, çatışma, yaralı, ölü, gazi, şehit... Bu sözcüklere kulaklarını tıkamak, ülkenin bir bölgesinde yaşananlara gözlerini yummak değil midir bu?

Biraz düşünce, birazcık duyarlılık beklemek yanlış mı acaba?

Belki de ben yanlış düşünüyorum. Bilemiyorum...

NOT:

Bu arada, Haber Odası’nın bu akşamki canlı yayın konuğu Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yarın Mardin’de yapacağı açıklama ile kamuoyuna duyuracağı Terörle Mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı, biliyorsunuz Kurtulmuş’un koordinasyonunda yapılan çalışmaların ardından son şeklini aldı.

Haber Odası, TRT’de Haber’de bugün saat 20.45’te...

Yazının devamı...

Master planda sona doğru...

Hükümetin, Terörle Mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı üzerindeki mesaisi sürüyor.

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un koordinasyonunda yürüyen çalışmada sona gelindi.

En geç yarın tamamlanması beklenen çalışmayla son şekli verilecek plan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na sunulacak. Davutoğlu da planı, 5 Şubat Cuma günü Mardin’de kamuoyu ile paylaşacak.

100 maddenin altına inecek

‘Master plan’ olarak da adlandırılan Terörle Mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı’nın ilk hâli 303 maddeden oluşuyordu.

Milli Eğitim’den Çevre ve Şehircilik’e, Sağlık’tan Gençlik ve Spor’a, Aile ve Sosyal Politikalar’dan Adalet’e, Çalışma ve Sosyal Güvenlik’ten İçişleri’ne kadar; neredeyse tüm bakanlıklardan gelen toplam 303 madde masaya yatırıldı, üst üste koyuldu. Farklı bakanlıklardan gelen aynı başlıklardaki, bir anlamda mükerrer olan maddeler birleştirildi.

Planın, Başbakan’a sunulacak son hali 100 maddenin altına indirilecek.

Böylece, Eylem Planı hem kamuoyu ve ilgili kurumlar açısından daha anlaşılır hem de daha kolay uygulanabilir bir hâle gelmiş olacak.

Ekstra güvenlik önlemi yok

Ulaşabildiğim bilgilere göre planda - konuşulanların, yazılanların aksine - ekstra güvenlik tedbirleri yer almayacak.

‘Güvenlik’ başlığında yapılacak olanı; var olanlara yeni önlemler ilave etmek değil, mevcut yapılanmanın yeniden düzenlenmesi olarak özetlemek mümkün.

Genelde terörle mücadelenin sürdüğü bölge, özelde ise sıcak çatışmaların devam ettiği noktalarda öncelik verilecek nokta ‘koordinasyon’ olacak.

Yani asıl hedef; Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Emniyet ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bölgedeki birimlerinin sağlıklı ve verimli eşgüdümü.

Bunun için de mülki idare amirleri ile birlikte, söz konusu bu güvenlik ve istihbarat unsurları tek çatı altında toplanacak, tek merkezden koordine edilecek.

Meskun mahalde terörle mücadele eden timlerin teçhizatındaki eksiklerin giderilmesinden, karakollar gibi üs noktalarının fiziksel koşullarının iyileştirilmesine kadar bir dizi ihtiyaç da, yapılacak işler listesindeki başlıklardan arasında yer alıyor.

Ağırlık ekonomik ve sosyal boyutta

Eylem Planı’na son şekli verilirken, devlet kurumlarından gelen raporların yanı sıra son dönemde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, bölge milletvekilleri, bölge illerinin mülki idare amirleri vb kesimlerle yapılan seri görüşmelerden elde edilen bilgi, görüş ve önerilerden de faydalanılacak.

100 maddenin altına indirilecek olan Master Plan’ın ağırlığını ‘güvenlik’ bölümü değil, ‘sosyal ve ekonomik tedbirler’ kısmı oluşturacak.

- Şehir ve ilçe merkezlerinin yeniden inşası, tarihi bölgelerin aslına uygun şekilde restore edilmesi ve gerekli noktalarda kentsel dönüşüm çalışmalarının hızla tamamlanması başlıklardan biri.

- Plandaki bir diğer önemli başlık; terörün yarattığı ekonomik mağduriyetin ortadan kaldırılmasını hedefleyen maddi destek ve yardım programları. Bölgedeki farklı sosyal kesimlere yönelik kısa ve orta vadeli ekonomik tedbirlerle düzenlemeler detaylarıyla netleştirilip açıklanacak.

- Ve yine çok önemli bir konu; sosyal ve psikolojik rehabilitasyon çalışmaları... Maddi boyutun yanında, başta yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan; özellikle kadınlar, gençler ve çocukların, yaşadıkları psikolojik travmaları atlatabilmeleri için uzman desteği sağlanacak.

Yazının devamı...

Hangisi önde gelir: Toplum vicdanı mı, hukuk mu?

Başlıktaki soruyu sorduran, bu defa, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın verdiği bir karar. (*)

“Bu defa” diyorum çünkü Türkiye’de de, yargının farklı konularda verdiği bazı kararlar dönem dönem aynı ikilemi gündeme getirdi, getiriyor.

***

Hollande; çocuklarına ve kendisine 45 yıl boyunca cinsel taciz ve şiddet uygulayan 47 yıllık kocasını 2012’de öldüren kadına mahkemenin verdiği 10 yıl hapis cezasının kalan kısmını affetti.

Fransız Cumhurbaşkanı’nı, göreve geldiğinden bu yana ilk defa böyle bir karar vermeye iten, dava ile ilgili oluşan kamuoyu hassasiyeti ve baskısı oldu.

***

Hukukun üstün olduğuna şüphe yok. Tamam...

Ama o hukukun yazılı kurallarına göre, yargının verdiği her karar gerçekten ‘adil’ oluyor mu? Ya da gerçekten içine siniyor mu kamuoyunun?

Elbette herhangi bir yargı kararından, herkesin ve tam olarak tatmin olması her zaman mümkün değil ancak ‘makul’ bir kabul seviyesi olduğu da malum.

Lise öğrencisi Münevver Karabulut’un Cem Garipoğlu tarafından öldürülmesi olayında olduğu gibi...

Ya da Özgecan Aslan cinayeti ve davası örneğinde yaşandığı şekilde.

***

Dönelim Fransa’dan gelen habere...

68 yaşındaki Jacqueline Sauvage 47 yıllık eşi Norbert Marot’yu ne zaman öldürüyor biliyor musunuz?

Oğlunun intiharından bir gün sonra!

Oğlunun, babasının tacizlerine dayanamayarak intihar ettiğini söyleyen anne bu duruma dayanamıyor ve 47 yılın sonunda katil oluyor.

Ülkenin Cumhurbaşkanı da, babalarının taciz, hatta tecavüzüne maruz kalan, çiftin üç kızıyla görüşüp öyle karar veriyor Sauvage’ı affetmeye.

Hollande’ın kararına ilişkin Elysee Sarayı’ndan yapılan kısa açıklama çok anlamlı:

“Kabul edilemez bir insani durum karşısında Cumhurbaşkanı, mahkemeye saygı duymakla birlikte Sauvage’ın en kısa sürede ailesinin yanına geri dönmesini mümkün kılmak istemektedir.”

***

“Kabul edilemez bir insani durum...”

Açıklamanın can alıcı cümlesi bu.

Bu ifade; ‘insani’ hassasiyet ve toplum vicdanının, yeri geldiğinde yargı kararının önüne geçebileceğinin göstergesi.

Ve Fransız Devleti’nin zirvesinden gelen bu kararın, ne kadar yerinde olduğunun, kamu vicdanı ile ne denli örtüştüğünün en somut kanıtı da gelen olumlu tepkiler.

***

Fransa’daki örnek, kadın ve çocuğa şiddet ile tacizden kaynaklanan bir cinayet. Ensest gerçeğinin dramatik bir sonucu...

Yazıyı, Türkiye’nin kadın cinayetleri gerçeğine dair son beş yılın bilançosunu hatırlatarak bitirmek yerinde olacak.

***

Türkiye’de, 2010 - 2015 döneminde en az bin 134 kadın öldürüldü.

Bu beş yılda öldürülen kadınlardan;

- 608’inin faili kocası veya eski kocası,

- 161’inin faili erkek arkadaşı veya eski erkek arkadaşı,

- 213’ünün faili de ailedeki erkekler yani babası, oğlu, erkek kardeşi, damadı, kayınpederi veya akrabası oldu.(**)

(*) http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160201_fransa_tacizci_koca

(**) http://www.kadincinayetleri.org

Yazının devamı...

Boşanmalar Meclis’in gündeminde

TBMM’de tüm partilerin ortak kararıyla kurulan ve önceki gün çalışmaya başlayan, dün de ikinci toplantısını yapan bir komisyon var:

Aile kurumunun güçlendirilmesi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi ve boşanma olaylarının araştırılması amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonu...

Komisyon, alanında uzman isimlerle çalışmaya ve farklı kurumlar tarafından şimdiye kadar yapılan çalışmalarda öne çıkan önerileri dinlemeye başladı.

Komisyonun Başkanı, AK Parti Düzce Milletvekili Ayşe Keşir. Keşir meslektaşımız. Gazeteciliğinin yanı sıra kadın sorunları üzerine yaptığı çalışmalarla da tanınan bir isim.

Meclis’te böyle bir komisyon kurulunca, ilk algı, Türkiye’de evlilik kurumunun temelinden çatırdağı şeklinde olmuştu ama şimdi görüldü ki, aslında ülkemizdeki boşanma oranları korkulduğu kadar yüksek değilmiş.

***

Peki Türkiye’de boşanmayla ilgili asıl sorun ne? Meclis Araştırma Komisyonu neyi amaçlıyor?

Komisyon Başkanı Ayşe Keşir ile konuştuk.

Keşir, “Aile birliğinin korunması ve boşanma olaylarına tek bir parametreden bakamayız. Konuya bütüncül yaklaşılmasından yanayız. Hem bireylerin hem de ailenin çözüm üretim kapasitesinin artırılması gerekiyor” dedi.

Boşanan çiftlerin yüzde 80’inin yeniden evlendiğine, bunların yüzde 17’sinin ise tekrar birbiriyle evlendiğine dikkat çeken Keşir şunları söyledi:

* Hızlı ve çatışmalı boşanmalarda büyük mağduriyetler yaşanıyor, hukuki süreçler uzuyor, çiftler arasındaki çatışma artabiliyor. Çiftlerin çevre baskısıyla veya intikam duygusuyla sonradan pişman olacağı bir karar almasını önlemek için danışmanlık mekanizması devreye sokulabilir. En azından bu yüzde 17’lik kesimin anlık değil, düşünerek karar vermesine yardımcı olabiliriz.

Olan çocuklara oluyor

*** Yine çatışmalı boşanmalarda özellikle çocuklar çok mağdur oluyorlar ve eşlerin ayrılmasından sonra da çatışmalar, mağduriyetler devam ediyor. Bunların en aza indirilmesi ve çiftlerin olabildiğince çatışmasız, çocuk başta olmak üzere, tarafların mağdur olmadığı, boşanma ve boşanma sonrası sürecin de sağlıklı yürütüldüğü bir sosyal hizmet mekanizması çiftlere yardımcı olabilir.

Keşir’e göre en önemli sorunlardan biri de çocukların velayetini alan tarafın, çocukları eski eşine göstermemesi. Ebeveynlerin çocuklarını icra yoluyla, 400-500 lira ödeyerek görmek zorunda kalmasının büyük bir problem olduğunu vurgulayan Komisyon Başkanı, nafaka konusunda da ayrı bir çalışmaya ihtiyaç duyulduğunu söyledi.

Bir yılda 130 bin boşanma

Komisyon, bu alanda çalışan hukukçulardan, akademisyenlerden, sivil toplum kuruluşlarından ve işin uzmanlarından görüş alıyor. Dünkü toplantıya davetli isimler arasında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nden Doç. Dr. Alanur Çavlin de vardı.

Nüfusbilim Derneği’nin de başkanı olan Çavlin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yaptığı “Türkiye Aile Yapısı Araştırması”nın boşanma bölümünü yazmıştı. Oradaki bilgileri komisyona da aktaran Doç. Dr. Çavlin, Türkiye gibi evliliğin çok yaygın olduğu bir ülkede, 2014 yılında, her bin evlilikten 1 nokta 7’sinin boşanma ile sonuçlanmasının anormal olmadığını, aksine bu rakamın dünya ortalamasının altında olduğunu belirtti. Ancak Çavlin’e göre de boşanma sonrası yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için önlem alınması şart.

Meclis Araştırma Komisyonu’ndan çıkacak rapor önemli. Tabii sadece tespitler bağlamında değil. Asıl bundan sonrasına ilişkin öneriler ve alınacak önlemler kısımlarıyla birlikte.

Yazının devamı...

İş dünyasını takip etmek gerek

10 gün önce...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun resmi ziyaretini takip etmek üzere Londra’ya gidiyoruz...

Özel uçak TC-TUR’da resmi heyetin üyeleri ve biz gazetecilerin yanı sıra iş dünyasının önde gelen isimleri de var...

Hepsi sektörlerinin en önemli markalarının patronları... Yarattıkları istihdam ve değerle Türkiye sınırlarını aşmış, dünyada tanınmış, prestijli dev şirketleri yönetiyorlar.

***

Dün baktım, iki önemli haber vardı.

Biri havaalanı inşaat ve işletmeciliğinde artık bir dünya markası olan TAV’ın (Tepe Akfen Ortaklığı) kazandığı yeni ihaleye ilişkindi.

TAV’ın Dubai merkezli ortağı Arabtec ile birlikte aldığı Bahreyn Havalimanı Genişleme İhalesi’nin bedeli tam 1.1 milyar Amerikan Doları.

Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Umman’ın ardından Ortadoğu’daki 5’inci ülke başkenti havalimanını da yapacak olan TAV, bölgenin sektördeki en büyüğü haline geldi.

***

İkinci haber de YDA İnşaat’ın kredi notlarına dairdi.

TURKRaiting (İstanbul Uluslararası Derecelendirme Hizmetleri) YDA’ya uzun vadede güçlü kredi kalitesi, kısa vadede ise en güçlü borç ödeme kabiliyeti notlarını verdi.

YDA Group Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Arslan, adı babaları Yaşar Dede Arslan’ın isminin baş harflerinden oluşan şirketin bu kredi notlarıyla, gelecek ay için planladıkları tahvil ihracında daha başarılı olacaklarını, yeni borçlanma senedi ihracını da uluslararası bir finans kuruluşuyla birlikte yapacaklarını söylüyor.

Arslan, YDA’nın farklı yatırım alanlarında daha da büyüyeceğini vurgularken çarpıcı bir rakam da veriyor. “Önümüzdeki 3 yıl içinde 1 milyar Euro’nun üzerinde yatırım yapacağız” diyor.

***

Sadece son iki günden iki haberi hatırlattım...

Türkiye’nin dünyanın dört bir yanında iş yapan firmaları var.

Yalnızca inşaat da değil, çok farklı sektörlerde...

VATAN’ın da bünyesinde yer aldığı Demirören Holding mesela...

Dünyanın 5’inci büyük petrol şirketi olan, Fransız enerji devi TOTAL’in Türkiye ayağını geçen yıl satın alması, Demirören Holding ile birlikte Türkiye ekonomisine duyulan güvenin göstergesiydi.

Hangi iş adamı ya da kadını ile konuşsak, konu gelip ‘güven’e dayanıyor. Güven kavramının mütemmim cüzü de ‘istikrar’ elbette.

Farklı sözcüklerle hep aynı mesajı veriyor iş dünyası: Türk müteşebbisi, iş yapma potansiyeli, tecrübesi ve özgüveni ile dünyada önemli bir yere sahip. Daha iyisi için ihtiyacı olan güven ve istikrar ortamı ile siyasi iradenin desteği.

Bu noktada, Ankara siyasetinin yıllardır iş dünyasının - özellikle dış pazarda - önünü açma kararlılığında olduğu da ortada.

***

Bütün bunları söylüyorum çünkü maalesef, iş dünyasının geldiği yer, gücü ve potansiyeli ülkenin gündeminde arka sıralarda kalıyor.

Türkiye’nin diplomasi ve güvenlik gündemi, bütün olumlu gelişmeleri gölgeliyor. İç siyasi çekişmeleri saymıyorum bile...

Dünya devleri ile rekabet, iş dünyasının tek başına üstesinden gelebileceği bir mesele değil. Çünkü o dünya devleri, arkalarına kendi ülkelerinin gücünü ‘bütün olarak’ almaları sayesinde ‘dev’ sıfatını kazanabiliyor. Ve tabii o aşamaya geldiklerinde sadece kendileri değil, ülkeleri de kazanıyor.

Yazının devamı...

PKK’nın oyununa kameralı önlem

Diyarbakır’ın Sur, Şırnak’ın da Silopi ve Cizre ilçelerinde görev yapan özel eğitimli asker ve polislerin teçhizatına bir parça daha eklendi.

Bordo Bereli Özel Kuvvetler timleriyle, Jandarma ve Polis Özel Harekat (JÖH ve PÖH) personelinin çelik başlıklarında artık birer de ‘aksiyon kamerası’ var.

Operasyonlarda görev yapan özel eğitimli polis, astsubay ve subaylar, yılbaşından bu yana, girdikleri çatışmaları, kasklarına monte edilmiş bu kameralar ile kaydediyorlar.

Tim üyelerinin başlıklarındaki özel kameraların kayıtları, günlük olarak toplanıyor ve yer / saat vb bilgiler eşliğinde arşivleniyor.

Pekiyi böyle bir uygulamaya neden gerek duyuldu?

Demek ki ölmemiş, yaralanmıştı...

Halen Cizre ve Diyarbakır Sur’da mücadelesini sürdüren JÖH, PÖH ve Özel Kuvvetler mensupları, 40 gün kadar önce Silopi ilçe merkezinde birlikte operasyon yapmaya başladı.

2015’in son haftasında yaşanan bir olay, timler tarafından rapor edildi ve bunun üzerine teknolojik bir önlem alınmasına karar verildi.

Zap Mahallesi’ndeki çatışmalardan birinde, yüzü örtülü bir PKK mensubu, Bordo Bereliler tarafından öldürüldü.

Dar bir sokakta, binanın dışında vurulan örgüt üyesinin cansız bedeni kapının önünde, yerdeydi.

Binanın içindeki teröristler ile güvenlik güçleri arasındaki yoğun çatışma sürüyordu. O ortamda, bir süre sonra, kapının önünde, yerde yatan o bedenin yerinde olmadığı fark edildi.

İlk anda teröristin öldüğünü bildiren güvenlik kuvvetleri, o kişiyi yerinde göremeyince, yaralı şekilde kaçtığını düşündü.

Demek ki ölmemiş, yaralanmış; sonra da kaçmıştı...

Aradan birkaç saat geçti. Çatışmalar sürüyordu...

Bordo Bereliler, kısa bir süre önce vurdukları ve öldüğünü belirledikleri ancak sonra ortadan kaybolunca yaralı olarak kaçtığını düşündükleri örgüt üyesi ile aynı noktada, yerde bir insan bedeni olduğunu gördüler.

Yerde yatan, sivil kıyafetli, yüzü açık bir gençti.

Alınan ceset üzerinde ve o evde yapılan incelemeler ile ortaya çıktı ki;

- Yerde yatan, o ilk çatışmada hayatını kaybeden teröristti. 17 yaşındaki örgüt üyesi, binadaki arkadaşları tarafından içeri alınmış,

- Ceset yıkanmış, özellikle ellerindeki barut izleri temizlenmeye çalışılmış, üzerindeki örgüt üniforması çıkartılıp normal kıyafetler giydirilmiş ve yüzü açık şekilde tekrar sokağa, kapının önüne bırakılmıştı.

Yani PKK’lılar, çatışmada öldürülen arkadaşlarının cesedini, sivil vatandaş görüntüsüne büründürmüşlerdi.

Çatışmalar kaydediliyor

Silopi’deki bu olay üzerine üst kademede yapılan değerlendirmede; PKK’nın bu yeni yöntem ile “Güvenlik güçleri sivilleri öldürüyor” propagandası yapmayı hedeflediği sonucuna varıldı.

Bu oyunu bozmak için de çatışmaların kaydedilmesi kararı alındı.

Çok hızlı şekilde piyasadan tedarik edilen, küçük ve hafif son teknoloji ürünü aksiyon kameraları, birkaç hafta önce JÖH, PÖH ve Özel Kuvvetler mensuplarının çelik başlıklarına monte edildi.

Sadece 38 milimetrelik küp şeklindeki 8 mega piksellik kameralar yalnızca 74 gram ağırlığında.

2 saat süreyle yüksek çözünürlüklü video kaydı yapabilen, saniyede 10 kare fotoğraf çekebilen, su geçirmeyen aksiyon kameraları; artık özel tim mensuplarının çelik başlıklardaki gece görüş kitleri ve fenerlerin yanında takılı.

İthamlara karşı dijital tedbir

Her ne kadar tek bir düğmeye basmaları gerekiyor olsa da; asker ve polis, o çatışma ortamında, can pazarında, bir de video kaydı yapmak ile mi uğraşacak?

Zihnimde oluşan bu soruyu, konunun uzmanlarından bazılarına sordum.

Aldığım yanıt, “Maalesef...” oldu.

“Maalesef öyle. Hayatlarını riske ettikleri o çatışmaları, şimdi bir de kaydetmek gibi bir mecburiyet çıktı ortaya. Çünkü öyle görünüyor ki, çatışmalar bittikten sonra çok sayıda sivil kayıp iddiası gündeme gelecek. Bu ithamlara reel görüntülerle, belgeli şekilde yanıt verilmesi gerekecek.”

Yazının devamı...

‘Yetkilerimizi devrediyoruz’

YÖK kaldırılmadan üçlü bir yapının içinde küçültülecek. Prof. Saraç: “Biz yetkilerimizi devretmeye başladık bile ama düne kadar bizi yetkimiz fazla diye eleştirenler, şimdi de bu yetkileri devrediyoruz diye hedef alıyorlar”

YÖK Başkanı Saraç, Yükseköğretimdeki yeni yapılanmayı VATAN’a anlattı

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, makamında VATAN’a şunları açıkladı:

- Yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasını hedefliyoruz. Önce üçlü bir yapı kurulması, bu sacayağının kurulmasının ardından da 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun sağlıklı bir zemin üzerinde değiştirilmesini öneriyoruz. Tabii ki takdir önce hükümet sonra da Meclis’indir.

- YÖK’ün kalkması değil ama küçülmesini öngörüyoruz. YÖK ile alakalı olumsuz bir algı var ve bu algıyı da biz sırtımızda taşıyoruz. Çok önemli ve başarılı işler yapıyoruz ama o algı değişmiyor.

- YÖK’ü daha küçük, daha verimli çalışan ve görev alanı daha belirlenmiş bir hale getirdiğimizde bu konunun eski hararetini kaybedeceğini düşünüyoruz.

Üçlü sacayağı

- Yeniden yapılandırılma derken biz üçlü bir sacayağı öngörüyoruz. En yukarıda Yükseköğretim Planlama ve Yönlendirme Kurulu, onun altında da YÖK ve Yükseköğretim Kalite Kurulu.

- Yükseköğretimin bütünüyle planlanması, denetilmesi, yönetilmesi şu anda YÖK’ün görevi ama bu planın hangi hedeflere doğru yapılacağı hususunda bir boşluk var. Oluşturulacak olan Yükseköğretim Planlama ve Yönlendirme Kurulu; Türkiye’nin hedeflerine göre, istihdamı da dikkate alarak, üst planlamayı yapacak, ana politikaları belirleyecek. Yani Yükseköğretim strateji planını bu kurul oluşturacak. Bu YÖK’ün üstünde bir yapı.

- Bahsettiğimiz; Bilim Sanayi, Kalkınma, Çalışma, Milli Eğitim, Sağlık, Maliye bakanları ile YÖK ve Kalite Kurulu Başkanlarının, bunların yanında TESK, TİSK, TOBB gibi STK’ların da temsilcilerinden kurulu bir üst yapı.

Başbakan başkanlığında

- Başbakan’ın başkanlığında olan bu kurul, istihdam ile ilgili Türkiye’nin uzun vadeli planlarına göre Yükseköğretim politikalarını tespit edecek ve YÖK’e diyecek ki, buna göre sen stratejini oluştur. Böylece YÖK de, layüsel (sorumsuz) bir kurumsal yapı olmaktan çıkıp hesap verebilir bir kurum haline gelmiş olacak.

- YÖK’ün üstünde, YÖK’ün hesap vereceği bir kurum... Ve millete hesap veren Başbakan’ın başkanlığında ve kamunun dışında da paydaşların yer alacağı bir kurumsal yapı.

- Sacayağının üçüncü ayağı da YÖK’ün aldığı kararların çıktılarını yani sonuçlarını bağımsız bir şekilde denetleyecek Yükseköğretim Kalite Kurulu.

185 tane YÖK çıkar

- Yeni Yükseköğretim Yasası’nın ne şekilde olacağı hususu, ancak bu yapının teşkili ile oluşacak emin bir zeminde ortaya konabilir. Böyle bir alt yapı oluşturmadığımız taktirde, bir YÖK yerine 185 YÖK ile karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü YÖK’ü kaldırdığınızda yetkileri buharlaşmaz. Bu yetkileri siz ancak bir başka yere nakledersiniz. Naklettiğiniz taktirde de 185 tane YÖK olur. Öncelikle emin bir satıh oluşturalım. O da işte anlattığım yeni yapıyla mümkün.

- Önerdiğimiz yeniden yapılanma, YÖK’ün yetkilerinin önemli bir kısmının devri anlamına geliyor. YÖK’ün görev alanı daralacak ve YÖK ile ilgili algı da değişecek.

Dört işlem bilmeyenden mühendis!

- Evet, Yükseköğretim hayatının yeniden dizayn edilmesi gerekiyor ama Yükseköğretimi tek başına ele almak doğru değil. Yükseköğretim bir sonuçtur. Eğitim öğretim sürecinin nihai halkasıdır. Yükseköğretimin girdisi, lise eğitimin çıktıları üzerinde inşa edilir.

- Yükseköğretim olarak biz, hammaddemizi kendimiz üretmiyoruz. İsteniyor ki, cümle kuramayan öğrenciden iyi hukukçu yetişsin. Dört işlemi bilmeyenden yetkin mühendis yetiştirmemiz bekleniyor bizden. Ya da yabancı dil bilmeyene, üniversitede yabancı dil öğretmemiz isteniyor. Bu doğru değil.

İRAN ÖRNEĞİ

- İran ziyaretimde gördüm ki; bize oranla yokluklar içindeki, dünyaya kapalı bir ülkenin bilim hayatının hızı maalesef bizimkinden ileride. Mesela nano teknoloji alanındaki yayınlarının yeri o dünyada 7’nci sırada iken biz neden 20’nci sıradayız?

- Herkes zannediyor ki, 2547’yi kaldırırsak, iyi bir YÖK Yasası ile Yükseköğretim birden canlanacak. İyi bir yasa elbette önemlidir ama ondan daha önemlisi uygulamadır.

- Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması konusundaki yasal düzenlemenin bir an önce çıkması konusunda umutluyuz. Zira hükümet yükseköğretimde kalite konusundaki çalışmalarımızı destekliyor.

‘Bütünleme’ yetkisine tepki!

- Zaten başladık... Bütünleme yetkisini üniversitelere bıraktık mesela. İlginçtir öğrencilerden tepki geldi buna. 50-d’li araştırma görevlilerinin daimi kadroya geçmelerine de üniversiteler karar versin dedik. Keza, sene ortasındaki yatay geçişler konusunda... Yetkimizi devrettik, ona da tepki geldi.

- YÖK’ün yetkilerinin genişliğini eleştirenler, şimdi yetkilerini devretmesini eleştiriyor. Herkes kendi YÖK’ünü istiyor.

- Önemli bir örnek daha... Biz, YÖK’ün atama sürçelirnde imzasının olduğu iki makamın dışında, yani rektör ve dekan dışında, Yükseköğretimdeki bütün disiplin işlerinin, soruşturma yetkisinin üniversitelerin bünyesine bırakılması yönünde üç ay önce yasa taslağı metni hazırladık. Yani bundan sonra hiçbir YÖK Başkanı rektör ve dekan dışında kimse hakkında disiplin işlemi yapamasın istedik. Bu işlemlerin üniversitelerin kendi bünyelerinde çözülmesini, itirazlara bağımsızyargı organlarının bakmasını istedik. Yıllardır YÖK yok olsun diye mitingler düzenleyen bir sendika itiraz edip bize geldi, ‘Hayır tdisiplin işleri YÖK’te kalsın” dedi.

Akademisyenler için karar üniversitelerin

- 4 bin + bin kadro meselesine gelince... Öğretim üyesi dışındaki öğretim elemanı kadrosu 9 binlere kadar çıktıktan sonra, son iki yılda 4 bine düşürülmüştü. Biz 4 bine ilave artış sağladık. Bu tartışılan bildiriden çok önceydi ama biz açıklamak için kararın çıkmasını beklemek durumundaydık. Zamanlama öyle tesadüf etti ama zaten bu kadroların üniversitelere ne şekilde dağıtılacağı mevzuatta belli. Yani bu ilave kadronun, bildiriye imza atan akademisyenler konusuyla bağlantılı ele alınması, eski tabiriyle muhal. Yani olmayacak şey.

- Bu doğrultuda bakınca, bu bildirinin, kimilerince ileri sürüldüğü gibi, buram buram barış kokan bir tütsü olmadığını görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni katliam ve sürgün yapmakla, her türlü hak ve hukuku ihlal etmekle suçlayan bir bildiri.

- Şahsen, bu bildirinin bir akademik özgürlük ya da fikir hürriyeti çerçevesinde ele alınamayacağını düşünüyorum. Ayrıca, bildirinin bilimsellikten uzak, kışkırtıcı, tahrik edici, suçlayıcı bir üslup ile kaleme alındığını görüyoruz.

- Biz üniversitelerimize, bu bildiriye imza atanlarla ilgili işlem yapmasına dair bir yazı yazdık. Yani her biri, o kişilerin durumlarına, savunmalarına göre değerlendirilir.

- Akademisyenler ile ilgili nihai kararları, üniversitelerimiz verecek. Tabii Başbakan’ın çağrısına cevap vererek imzasını çekenlerin de var.

Yazının devamı...

Örneğe takılmayın içeriğe bakın

“Vietnam Savaşı iki cephede sürüyor. İlki, kanlı ve yoğun olanı; Vietnam’ın ormanları ve dağlarında... Diğeri ise şiddet içermeyen ama sonucu belirleyecek olan; ABD’nin politik ve siyasi kurumlarında.”

Bu cümleler Andrew Mack’e ait.

Mack’in “Büyük Uluslar Niçin Küçük Savaşları Kaybeder” adlı çalışmasından...

***

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun İngiltere resmi ziyaretini takip etmek için Londra’daydık hafta başında.

Geziyi izleyen gazeteci grubunda, Milliyet’ten Nihat Ali Özcan da vardı.

Meslektaşlığın yanı sıra önemli bir analist ve akademisyendir Nihat Hoca.

Güvenlik ana başlığında, özellikle de askeri, stratejik meselelerde saygın bir kaynaktır. Gündeme dair sohbetlerimizden birinde atıfta bulundu Andrew Mack’in yukarıdaki yorumuna.

Mack’in asimetrik savaşlar konusunda uzman bir isim olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmedi.

***

Konunun nasıl bir çerçevede gündeme geldiğini anlatayım ki herhangi bir yanlış anlamaya yol açmayayım...

‘Algı’dan bahsediyorduk... Daha doğrusu ‘algı yönetimi’nden.

Savaşta da, terörle mücadelede de - hele de bu çağda - kimi zaman arazideki gerçeğin bile önüne geçebilen durumdan...

Ve bir de, devlet mekanizması ve siyaset kurumunun bilgi / tecrübe birikimi ile strateji üretme / güncelleme kapasitesinden.

***

ABD, Vietnam savaşını kaybetti.

Ve savaş karşıtlığı da Vietnam ile birlikte zirve yaptı.

Vietnam savaşının özelliği, yakın tarihte, medya tarafından takip edilen ilk savaş olmasıydı.Amerikan toplumu, dünyanın öbür ucunda savaşan askerlerinin yaşadıklarını, evlerinden takip edebildi. Bu durum da, büyük bir toplumsal duyarlılık oluşturdu.

‘Savaş’ gerçeğine tanıklık eden Amerikan toplumunda, kuvvetli bir savaş karşıtı rüzgar çıktı ortaya.

***

Türkiye’de on yıllardır, PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi elbette ABD’nin Vietnam savaşı ile kıyaslayacak, aynı kefeye koyacak değiliz.

Yapısal olarak çok temel farklılıklar var iki örnek arasında.

Biri savaş, diğeri terörle mücadele...

Ancak Andrew Mack’in Vietnam örneğinde vurguladığı gerçeği, Türkiye’nin terörle mücadelesine, bir ölçüde yansıtmak mümkün olabilir.

Çünkü orada da; bir bölgede yaşananların, uzaktaki insanlara yansıması konu ediliyor. Lokal bir durumun, genelde nasıl algılandığı yani...

Ve aynı şekilde, sahada devam eden silahlı çatışma ortamının; devlet kurumlarında, siyasi yapılarda, sivil toplumda yarattığı etkiler, tepkiler...

***

Mack’in cümlesini Türkiye için şöyle güncellesek size ne ifade eder?

“PKK terörü ile mücadele iki cephede sürüyor. İlki, kanlı ve yoğun olanı; Güneydoğu Anadolu’nun ormanları, dağları ve şimdi bazı ilçe merkezlerinde... Diğeri ise şiddet içermeyen ama sonucu belirleyecek olan; Türkiye’nin politik ve siyasi kurumlarında.”

Dikkat edin, ‘sonucu belirleyecek olan’; strateji üreten, karar alan, uygulayan ve süreçle birlikte algıyı da yöneten irade.

Bunun içinde de her şey var.

Devlet, siyaset, sivil toplum, medya... Konuyla ilgili aklınıza kim gelirse.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.