Şampiy10
Magazin
Gündem

Kırk katır mı kırk satır mı?

Mostari, bir ‘köprü bekçisinin’ günlüğü... Geçtiğimiz aylarda, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Yazılarını zevkle okuduğum Gündüz Vassaf’ın Mostar Köprüsü ile ilgili denemelerinden oluşuyor.

“Atasözlerimizde” diyor Vassaf “Köprüler geçit vermezler özgürlüğe. Köprü başını tutan kim? İşbirlikçi! Köprüyü geçerken ayıya dayı diyen? Boynu eğik, evet efendimci.”

Gönüllü Mostar köprü bekçiliğini dilin yarattığı böylesi bir köprü tutsaklığı içinde sürdürmüş Vassaf. Notlar almış, bazen kalabalıkların içinde, bazen bir başına o güzelim köprüyü yazmış kitabında.

Onun satırlarını okurken başka bir atasözümüzü düşündüm: ‘Köprünün altından çok sular aktı.’ Bana umut veren bu sözün genel olarak olumsuz anlamda kullanıldığını hatırlayınca da tuhaf bir hüzne kapıldım.

Oysa köprünün altından akıp giden sular benim zihnimde hep yeniyi ve olanaklardan beslenecek yeni olasılıkları çağrıştırır.

Kısaca olumluyu, iyiyi, geleceğin bilinmezi içerisinde var olan bugünün sesini. Bugün güçlüdür ama ondan da güçlüsü değişimdir. Değişime inanırsak zaman algımızın sonsuzluğuna da inanabiliriz diye düşünmüşümdür hep.

Satırlar arası

Cumartesi gecesi önce bilgisayar, sonrasında televizyon ekranlarımızı kaplayan satırlı görüntünün, bugünkü yazımın başlığı olması bu yüzden tesadüf değil. Ölümlerden ölüm beğen sözünün dilimize mal olmuş hâlidir ‘Kırk katır mı kırk satır mı?’ sorusu.

Dehşet içinde izlediğimiz o görüntüleri unutmaya çalışıp toplum olarak bu soruya olan cevabımızı tüm içtenliğimle yinelemek istiyorum:

HİÇBİRİ!

Ne kırk katır, ne de kırk satır! Çünkü artık ölümlerden ölüm beğenecek bir noktada değiliz. Çünkü sokaklardan meydanlara dökülen insanların dileği ölmek değil, yaşamak. Üstelik öyle laf olsun diye değil, insanca, farklılıklarıyla ve kendilerine özgü yaşam algılarıyla yaşamak.

Bu isteği darbe fikriyle kılıflandırmaya çalışanlar için de söyleyecek sözümüz belli: Bu toplum askeri darbe falan istemiyor artık.

Evet söyleyelim o hâlde: Köprülerin altından akıp giden sular bizlere darbelerin bu toplum için en büyük yıkım olduğunu öğretti. O akıp giden sularda sesleri boğulan nice genç insanın anısı hâlâ içimizde bir yerlerde gezinirken, bu konuda verilen mesaj bu kadar netken, yalanlara sığınarak bunu görmezden gelmek nasıl bir korkudur? Bu toplum yaşam damarlarını ne geçmişten ne de gelecekten koparmak istiyor. Derdi de bu değil zaten. Buna karşın bu toplumun insanları ne geçmişin ağırlığıyla ne de geleceğin kaygısıyla solumak değil, bugünü en sağlıklı biçimiyle yaşamak istiyor.

Şimdi köprüleri atmak denebilir mi buna?

Sanmıyorum. Bu toplum birlikte yaşamak istiyor. Kurtarılmış bölgeler fikriyle değil, birlikteliğin anlamını yeniden keşfederek, adı kimseyi yaralamayacak, binlerce ağacın ölmesine yol açmayacak, rant diyarına çil çil para akıtmayacak, ölçüsüz polis şiddetini solumaya gerek duymayacak, korkuyla denetlenmeyen, küfürsüz, hakaretsiz, efendisiz, görkemini sadeliğinden alan, ışıklı, yaşama saygılı, insani köprüler istiyor.

Yazının devamı...

Neye niyet neye kısmet

Gezi Parkı direnişi ile oluşan sokaktaki hareketliliğin kâğıda yansıyacağı gün gibi aşikârdı. İşte size bu konuda neredeyse bir ilk: Akdoğan Özkan’ın Notos Kitap’tan çok yeni çıkan “Sokaktaki İnsanın TC Sözlüğü” adlı çalışması... Dikkatli okurlar, Özkan’ın “Türkiye’de Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey”, “Gafillikler Kitabı” ve “Kardeş Bayramlar” gibi kitaplarını hatırlayacaktır. O kitaplarını da sevmiştik. Bu kitapta ise bambaşka bir tat bulacağınıza eminim.

Neden derseniz; tek tek sözcükler deyip geçmemeli. Yaşamda olduğu gibi bu kitaptaki tılsımın nedeni de onlar. Ağırlıklı olarak ‘Gezi Parkı terminolojisi’ diyebileceğimiz ve neredeyse kimlik hapishanelerimizi toplumsal ve siyasal olarak yıllardır belirlemiş sözcüklerin oldukça ‘yeni’ hâli bunlar. Açıkçası bizim kişisel haritalarımızın yeni kodları da denilebilir onlar için. Gücünü eskiden, baskı biçimlerinden alan ama yenilenmiş direnç noktaları. Demokrasiden Emek Sineması’na şerrefsizden (2 r ile) penguene bir sürü ilginç sözcük ve bu sözcüklerin ülkemizdeki tanımlamaları var karşımızda. Dediğim gibi tuhaf bir baharat bu. Her halükârda bizi bize, yakın zamanı ve sonrasında olabilecekleri yaşama anlatan bir çeşni. Sokaktaki insanın, kendi hâlindeki bir vatandaşın sözcük dağarcığı bunlar ama aynı sözcükler daralarıyla hemen hepimizin de kaderini üstlenmiş durumda.

Katkıda bulunanlar...

‘İki Gezi var efendim. Parktakiler ve dışarıdakiler. İçeridekileri çok seviyorum. Dışarıdakilerse fena çocuklar!’ diyen bir zihniyet vardı ya, işte bu kitabı, kitaptaki sözcüklerin yarattığı tınıyı takip ederek özellikle onların okumasını isterim. Gezi’nin hareket anlamında bölüştürülebileceğini, ayrıştırılabileceğini, böylece içten içe bertaraf edilebileceğini öngören bakış açısındakilerin özellikle okumasını. ‘İyi çocuklar/kötü çocuklar’ ayrıştırmasını yapanların, böylece içlerini rahatlatabilenlerin, özellikle onların okumasını isterim, evet. Toplumsal bir ayak diremenin, bizden olanlar, bizden olmayanlar biçiminde algılanmasını kendisine yakıştırabilenlerin. Kişisel hafızalarımıza kazınmış kimi sözcükleri daha net görebilmeleri için isterim bunu. Teslim etmem gerekiyor ki bu sözcüklerde ve onların ardında yatan dirimde böyle düşünen insanların katkıları da mevcut! Onlar gerildikçe Gezi serbestledi ve anlamına anlam kattı, sözcüklerle büyüdü, esprilerle esnedi, serpildi. Kısacası vurdukça güçlenen bir hareket oldu.

Ich chapuliere...

Hatırladık: Bir iktidar ve onun yanlıları, bir protesto hareketini protesto ettiklerinde o hareketin gücünü, anlamını artırır ve sözcüklerini derinleştirip kalıcı kılar. Var olsunlar. Tıpkı Başbakan’ın direnişi değersizleştirmek için ürettiği kavramın (çapulcu) tam da kendini tanımlama zorluğu çeken direnişin değerini artırması gibi bu hareketi asıl güçlendirenler, bu hareketi yok saymaya, küçümsemeye, onunla dalga geçmeye, ötelemeye, biber gazına boğmaya çalışanlardı.

Özkan’ın aracılığıyla hatırlatalım:

“Çapulcu: Almancaya dahi ‘Ich chapuliere, Du chapulierst Er/Sie/Es chapuliert’ şeklinde çekimli bir fiil kazandıran Taksim Gezi Parkı direnişçilerinin zâtî ve sübûtî sıfatlarının en yücesi.” Aynı çapulcu için ya şuna ne dersiniz:

“2013 yılı Haziran ayının iki cumasını Taksim Gezi Parkı’nda kılmış cemaat üyesi. Taksim direnişine destek veren Anti-kapitalist Müslümanlar Gezi Parkı’nda ‘sevgili çapulcu halkımız sizi çapulcu camii cemaatiyle birlikte namaza davet ediyoruz’ diyerek Taksim’deki direnişçilere çağrıda bulundu.”

Çapulcu sözcüğü neye niyetti neye kısmet oldu! Sözcükler böyledir işte. Onların gücüne dikkat kesilmek gerekir. Affetmezler.

Yazının devamı...

Gözaltında taciz

Haberiniz var mı bilmiyorum; 31 Mayıs’ta gözaltına alınan kadınlar İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde tamamen soyularak tacize uğradılar. Sonrası da geldi...

Bu ülkede gözaltına alınan ya da tutuklanan kadınlara reva görülen muamele bu işte. Üstelik yıllardır yapılıyor bu.

Gezi direnişi ile bir kez daha hatırlamış olduk...

Sizce bu cinsel şiddet değildir de nedir?

Hatırlatmakta fayda var: Kadınlar Gezi Parkı direnişi esnasında da ön saflarda yer aldılar. Dahası, sembolik olarak da şiddetin karşısında hep onlar vardı. Ne kırmızılı kadın ne de siyahlı kadın şiddetin savunucuları tarafından kolay kolay unutulacak... Birer sembol hâline gelen yanlarıyla direnişin gerçek renklerini de sonraki yıllara yine onlar taşıyor olacak.

İlk hedef kadınlar

Gezi Parkı direnişini konuştuğum bir genç, bu direniş esnasında kadınların örgütlenmelerinden çok şey öğrendiklerini, parkın içindeki temizlik vb. konulardaki işbirliğinde hep kadınların başı çektiğini, onların sayesinde odalarını toplamaya bile üşenirlerken parkın içinde arkadaşlarıyla birlikte çöp topladıklarını dillendiriyordu. Ona göre en riskli anlarda reviri koruyanlar da onlardı. Yaşamın ne demek olduğunu biliyordu kadınlar!

Bununla kalsa iyi... Kadınlar, Gezi Parkı direnişi esnasında, iktidarın yıllardır bedenleri üzerindeki eline karşı verdikleri mücadelenin sesini yollara, meydanlara, insanlara taşıdılar ve haklı taleplerinden asla ödün vermediler. Kendilerini çok yakından ilgilendiren, ‘özel ya da kamusal alan’ üzerinden yürütülmeye çalışılan bütün tuhaf politikalara zaten hep yanıt vermiş ve haklarını savunmuşlardı. Gezi direnişi esnasında da bunu dile getirmekte son derece cesur ve kararlıydılar. Tabii sonuçta da öteden beri tanıdıkları polis şiddetiyle karşılaştılar. Bu şiddetin en beterlerinden birini, yani cinsel tacizi ise bizzat yaşadılar. Belki de tam bu yüzden, Gezi direnişi ilk etapta kadınları hedef alan bir şiddete tanık oldu.

Hangi meşruiyet?

Peki.

Şimdi soru sorma zamanı: Neden böylesi bir şiddet kadınlara reva görüldü? Bu şiddetin meşruluğunu defalarca yineleyen, bu şiddeti ödüllendirenler en az bu kadınlara şiddet uygulayanlar kadar sorumlu değildir de nedir? Dahası, böylesi bir şiddetin emrini vermek demokrasinin hangi tarafına denk düşer?

Biliyoruz ki gözaltında tacizin ve şiddetin en ufak bir meşruluğu söz konusu değil. Hâl böyleyken yapılan resmi açıklamalar vatandaşlık hak ve özgürlükleri açısından son derece sorunlu.

Şaşırdık mı?

Hayır.

Bu konuda İstanbul Feminist Kolektif Duyurusu’nun sözlerini sizlerle paylaşmak isterim: ‘Aksini kanıtlayabilecek tek girişim, taciz suçlarında sorumluluğu olan emniyet mensuplarının yargılanması ve polis teşkilatı içinde konuyla ilgili kapsamlı bir soruşturma başlatılması olacaktır. Bir an önce, gözaltında cinsel taciz ve cinsel saldırılara son verilmeli, sorumlular cezalandırılmalıdır.’

Yazının devamı...

Kalekolda ayna var

‘Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinin kulakları çınlasın’ diyerek başlayalım söze. (Karakolda ayna var, kız kolunda damga var!)

Sizlere Gezi Parkı’nda karşıma çıkan bir eski dolap aynasından bahsetmiştim.

Lice’de yaşananlar bana Gezi’de rastladığım o aynalı günü çağrıştırdı. ‘O aynadan bakabilmek önemli’ diye yazmıştım. O aynanın Gezi Parkı özelinde, Türkiye genelinde bize gösterdiklerini görme zamanıydı. En azından bana öyle gelmişti. O aynadan Türkiye’nin atlatmış olduğu ya da atlatamadığı badirelere bakmak hem Gezi’yi hem de kendimizi daha net görmek anlamına gelebilirdi. Toplumsal yaşamımıza kastetmiş birçok olaya, örneğin Dersim’e, Uludere’ye ve daha birçok olaya bakabilir, bunlarda ortak olan ve asla değişmeyen neydi diye düşünebilirdik. Lice’de yaşananlar sonrasında tekrar düşündüm bunları. Bu yüzden başlığımı da böyle attım.

Tek bir cümle...

Kalekolun varlığı ayrı bir tartışma. Keşke kalekollar yerine, örneğin kütüphaneler kurabilecek bir amaç içinde olabilseydik... İnsanları kazanmanın uzun ama sağlıklı yolunu keşfedecek zamanların eşiklerinde durabilseydik... Sırrı Süreyya Önder’in de dediği gibi ‘Lice Hezan Köyü: Su şebekesi yok, kanalizasyon yok. Ama giriş ve çıkışında 2 karakol, 1 radar var.’

Yine de o kalekolda silahlar dışında insana dair bir şeylerin, örneğin bir aynanın varlığını hayal etmeme engel değil bu. Bana öyle geldi ki, o hayali ayna eşliğinde buradan oralara bakmak, otuz yıl boyunca iki farklı coğrafyanın insanının neden birbiriyle tam olarak ‘buluşamadığını’ da anlatabilirdi bize.

Bir Kürt arkadaşım ‘Gezi’de plastik mermi kullanılma ihtimali var’ diye serzenişte bulunduğumda ‘otuz yıldan beri biz sahici mermilerle ölüyoruz’ deyiverdiydi. Ayrım bu kadar netti işte!

Bazen tek bir cümle dağlar kadar acıları özetlemeye yeter.

Lice olaylarının hemen ardından ‘halkların kardeşliği’ pankartlarını gördük. Kürt, Türk yan yana durabilenleri, ‘Diren Lice yanındayız’ diyebilenleri de. Buna karşın bugün Kürtler için hâlâ ‘anadil haklarını istiyorlar, amma da çok şey istiyorlar!’ şeklinde isyan edenlere ayna imgesinin yetmeyeceğini biliyorum. Ancak hâlihazırda Gezi direnişine destek verdikleri için onlara söylemek istediğim birkaç cümlem var.

‘Bağzı şeyler’ hep zordu

Gezi direnişinde ana akım medyanın tek sesliliğini, yasaklayıcı, savsaklayıcı yanını çok net gördünüz değil mi?

Aynı durum yıllarca Doğu’da yaşananlar için söz konusu olamaz mı?

Yaşananların yüzde onu, hatta yüzde biri Türk kamuoyuna yansımış ve bilmemiz gerekenler bir biçimde sansürlenmiş olamaz mı?

Peki ya insanlara uygulanan orantısız şiddet konusunda ne diyebiliriz? Olayların neden-sonuç ilişkisi içinde değil, sadece sonuçlarıyla, üstelik egemen dilin merkeziyetçi tavrıyla karşımıza çıkartılmış olabileceği çok mu uzak bir ihtimal?

Olaylar bittikten, gerçekler sümen altı edildikten sonra resmi dilli raporlara, açıklamalara, demeçlere, basın toplantılarına ne demeli? Şu dev ekranın karşısındaki minik, tutuk, durağan seyirciliğimize?

Bunların benzerlerini Gezi örneğinde yaşadık. Orada yaşadığımıza göre her yerde yaşanmış ve yaşanacak olabilir tüm bu olup bitenler.

Her şeye rağmen, bakabildiğimiz ve gerçekten görebildiğimiz zaman birbirimizi ve ortak yanlarımızı keşfetmenin mümkün olabileceği bir sürecin içinden geçtiğimizi düşünüyorum. Teslim etmek gerekiyor ki damgalayıcı, sancılı bir süreç bu.

Ama değer... Hem bu ülkede ‘bağzı şeyler’ ne zaman kolay oldu ki...

Yazının devamı...

İnsan namzedi değil, insan olabilmek

Hissiz bir hazla dozu artırılan yalan haberler, lime lime küfürler, manasız öfkeler, egonun en beteriyle sıvanmış tehditler arasından geçiyoruz şu günlerde.

Cevabımızsa belli: Biz bunları zaten biliyorduk.

Peki ya gerçekten yeniliklere, yenileşmeye, farklı bir mercekle dünyaya bakmaya, bu ülkeyi hak ettiği biçimde cennete çevirmeye ne dersiniz?

Öyle 3-5 gökdelenden, bilmem kaçıncı köprüden, duble yollardan falan bahsetmiyorum. Hayır hayır, sistemin kimilerine ve onların ceplerine sunduğu, sunmakta olduğu ve sunmayı vaat ettiği imkânlardan da bahsetmiyorum. Bu toplumdaki hemen herkesi ilgilendirecek bir umuttan bahsediyorum. İnsan vicdanından, bu vicdanla yoğrulacak yaşamlardan, bu yaşamların buluştuğu diğer yaşamlardan, kısaca şu ahir ömrümüzün bugüne kadar göremediği çoğul bir mutluluktan, o çoğulluğun yaratacağı ılıman keyiften ve kendiliğinden doğacak huzurdan bahsediyorum.

Kısacası, ezberlerimize yer etmiş olandan, aklar ve karalardan değil, farklı bir deneyimden...

Ne dersiniz?..

Örneğin, kimsenin hayatının kimseye tehdit olarak algılanmadığı bir ülkede yaşamaya ne dersiniz?

Örneğin, kimsenin kimseden korkmadığı, devletin vatandaşına bu hayatı zindan etmek, kabir azabı yaşatmak için değil onun mutluluğu ve esenliği için var olduğunu, yani asıl rolünü nihayet hatırladığı bir ülkede soluk alıp vermeye? Bunun hemen her yerde hissedilmesine?

İnsanları fişleyerek, sansürleyerek, susturmaya çalışarak, görevlerinden uzaklaştırıp, onları korkutarak varlığını sürdürmeye debelenen hantal bir zihniyetten topyekûn kurtulmaya ne dersiniz sahi?

Dış güçler ve komplolar zinciriyle çevrilmiş takıntılı bir dünya görüşünden kendine güvenen insanların özgüveni ve özsaygısıyla oluşmuş bir ülkenin vatandaşları olmaya ne dersiniz?

Adalet ve hukuk sisteminin kıvamında işlediği, insanların kendi anadilleriyle eğitim aldığı ve bunun bir hak ihlali olarak algılanmadığı, inanç ve mezheplerinde özgür olduğu, insanın şiddet ve silahla değil; insanla, yaşantıyla, insanca deneyimlerle yoğrulduğu bir ülkede yaşamaya ne dersiniz? Kimsenin kimseye kul köle olmadığı bir yeryüzü cennetine?

Marifet...

Yandaşlıktan kurtulmuş bir medyanın keyfine? İfade özgürlüğünden, düşünceden, kitaplardan, sanattan korkmayan bir ülkeye? Çoğunluğun haklarını çoğulluğun hakları olarak algılayan ve bunu marifet gibi gören bir anlayıştan sıyrılmaya?

İnsanların kılık ve kıyafetiyle değil, hakları ve özgürlükleriyle yaşam yeteneklerini ortaya sundukları bir Türkiye’ye ne dersiniz?

Marifet ne mi?

Marifet, bu sunumun özgürleştirilmesinde. Marifet sansür ve otosansürle dayatılan, o çok bildiğimiz ‘asarım keserim’ sözcüklerindeki vasat dünya görüşünde değil.

Marifet, savaşı temcit pilavı gibi örgütlemekte değil marifet barışı, yalansız, hilesiz, çıkarsız bir biçimde inşa etmekte.

Marifet, edepsizce gerginliği arşa erdirmek değil, buzları eritmekte.

İnsan namzedi olmakta değil, insan olabilmekte marifet; koşullar ne olursa olsun insan kalabilmekte.

Yazının devamı...

Ethem’in kurşunuyla konuşması

Kaç gündür zihnimde gezdiriyorum hikâyeni. Kalabalığın içinden kanatlanıp gittikten sonra beynindeki o kurşunu ateşleyen polisle çok farklı bir biçimde hesaplaştığını düşünüyorum. Ona bir şeyler anlatıyorsun sen. Ve nedense aklıma bir diyalog düşüyor. Beynindeki boşluğu yaratmış olan o kurşunla, dolayısıyla o kurşunu atan polisle konuştuğunu hayal ediyorum. Duyuyor o bunu. Seni görüyor da. Korkuyor. Arkasını sıvazlayanlara rağmen geceleri kâbuslarında geziniyorsun. Seninse böylesi bir kastın yok; varsa yoksa kurşunun yarattığı boşlukla konuşuyorsun. Sonunda iş yine gelip iradenin ne olduğu sorusunda odaklanıyor.

‘İrade nedir ki bir karmaşa anında?’ diye soruyor sana kurşun.

Kim bilir kaçıncı kezdir soruyor bu soruyu.

Çok serinkanlısın, aşmış, iyice aydınlanmışsın. ‘İrade niyettir aslında’, diyorsun ona. ‘Yeteneğini kullanmak istemelisin ama bilesin ki bu yeteneği istemeden kullanırsan büyük bir zarar verebilirsin kendine, insanlara ve insanlığa.’

Fark nerede?

‘Yani nasıl bir his bu, yani onu kullanmak? İrade varsa vardır. İstemek nedir ki bunun yanında?’ diye soruyor polisin kurşunu. Kafası karışmış bir hâlde. Bunu o sırada rüyasında görüyor polis, hop oturup hop kalkıyor.

‘İstemek, yapmak kadar dizginleyebilmektir de’ diyorsun. ‘Niyetim nedir diye sormalısın kendine.’

‘Bir polis kurşunuyum ben. Benim niyetim ne olabilir ki?’ diye kıs kıs gülmeye başlıyor kurşun. Uyanık olduğunu düşünüyor, seni yendiğini.

‘Uyanıklık kurtarmaz seni, uyanıklık vasat bir duygudur, yapma bunu’ diyorsun. ‘Gerçi niyetin savaşsa, haklısın, elbette. Ama barış olduğunda her şey değişir. Niyetinin barış olması gerekiyor dostum. Niyetinin insanlık olması, yaşam olması. Yaşatmak olması. Niyetin bunlarsa iraden de buna göre işler. Kimsenin kulu kölesi olmadan kendin olarak karar verme gücüne sahip olursun böylelikle.’

‘Hiçbir şey anlamadım ben,’ diyor kurşun. ‘Bana bunlar işlemez!’

‘Düşünce ve hayal gücü kurşuna bile işler’ diyorsun. ‘Dünyanın en büyük güçlerini böyle yabana atma. Onları küçümsersen onlar da seni küçümser ve kaybeden sen olursun.’

‘Hıh...’ diyor kurşun ‘Benim gücüme kim erişebilir ki?’

‘Bu hâlinle senin gücüne herkes erişebilir’ diyorsun. ‘Eline silah alan herkes senin gücüne erişebilir.’

‘Fark nerede o hâlde?’ diye soruyor kurşun anlamak ister gibi.

‘Fark dediğim gibi iradede.’

‘Şu iradeyi bana bir kez daha anlatsana’ diyor kurşun.

Bıkmadan usanmadan, belki yüzüncü kez yine başa dönüp yine anlatıyorsun, hep anlatıyorsun:

‘İrade nedir ki?’

‘Sanki bir kazak örüyorsun, düğüm atıyorsun, ipleri kendine çekiyorsun ya da onları sıkı sıkı tutuyorsun, yeri geldiğinde biraz gevşetiyorsun, dinleniyor, emeğine dönüp bakıyorsun. Kafana göre takılırsan motifi tamamlayamazsın. Kazağı belirleyecek olan iplerle kurduğun ilişki. Yaşam da böyle. Dizginleyicisin. Karar vericisin. İrade budur. Yapabilmek kadar, yapmamayı da tercih etmek. Hareket etmek kadar nerede duracağını da bilmek.’

O ise hiç duymamışçasına ‘İrade nedir ki bir karmaşa anında?’ diye aynı soruyu sormaya devam ediyor... En büyük karmaşanın kendi kurşuni mizacında yattığını söylemenin onda şok etkisi yaratacağını düşünerek cennetin bahçesinde derin derin soluklanıyorsun.

‘İrade,’ diyorsun. ‘İrade, emirlere değil kendine hazır olmak demektir.’

Yazının devamı...

Bir fidan yetiştirmek

“Onu ben doğurdum ama Halil Cibran’ın ‘Çocuklar’ şiirinde olduğu gibi, onu evrenin çocuğu olarak büyütmeye çalıştım. O benim sadece oğlum değil, aynı zamanda çok saygı duyduğum, çok değer verdiğim, öğrettiklerimin belki 50 katını ondan öğrendiğim bir birey.”

Bu satırlar Memet Ali Alabora’nın annesi Betül Arım’a ait. Başbakan’ın Kazlıçeşme mitingindeki sözlerinden sonra kaleme almış. 17 Haziran tarihli bu yazıda ‘Neden?’ diye soruyor Arım.

Doğrusu, işin aslını ben de merak ediyorum!

Gazetelerin hedef göstermelerine alışkın olduğumuz söylenebilir. Bu ülkede birçok şeyi gördük, doğrudur. Ama bir sanatçıyı, bir cümlesi yüzünden alenen halka şikâyet eden, onu neredeyse hedef gösteren bir başbakan görmemiştik... O da oldu.

‘Hesabını nasıl verecekler?’

Başbakan’ın şikâyet ettiği o cümlede hiçbir şey yok... Hiçbir şey. Hem bir sanatçı hem bir vatandaş olarak en doğal hakkını kullanıyor Alabora. Demokrasiyle yönetilen bir ülkede bırakın Alabora’nın etkin sanatçı yanını, bir birey olarak düşüncelerini ifade etme özgürlüğünü bu biçimde baltalamak ve sansürlemek ne demektir? Üstelik statükoyu koruma yarışına girmiş olan kişilerin tercih ettikleri üsluplardaki sorun karşımızda dağ gibi dururken!

Bir ‘tweet’ ile insanları galeyana getirmek... Alabora’nın hedef gösterilme nedenlerinden biri bu. Bu müthiş ‘mantıklı’ suçlamanın dahası da var. Alabora’nın yönettiği ve başrolünü üstlendiği Mi Minör adlı tiyatro oyunu! Akıllara ziyan bir tavırla Alabora, Gezi direnişini önce bir oyunda sergilemekle ‘suçlanıyor.’ İnsana pes dedirten bu durum için tek tesellimiz kimilerinin tiyatroyu bu kadar ciddiye aldığını öğrenmiş olmamızdır.

Zamanında Irak Savaşı’na da karşı çıkarak vicdanın ne olduğunu bize hatırlatan Alabora, bugün ülkemizde Gezi direnişi olarak bilinen gerçeğin olsa olsa destekçilerinden biridir. Altını çizmek durumundayım: Bu destekte, bu direnişi, ısrarla İslamcılara karşı laiklik yanlılarının ‘var olma mücadelesi’ biçiminde algılamak ve algılatmak isteyenlere karşı çok insani bir boyut var. Çok insani... Elbette, ‘özgürlüklerimize’ yönelik kibirli bir tavra karşı ‘hayır’ diyebilmenin inancı da. Ve elbette vicdanı da.

Sanatçının annesi Arım diyor ki: “Benim içim her konuda rahat, çünkü oğlumu biliyor ve tanıyorum. Ama yarın bu durumdan vazife çıkaran biri olursa, oğlumu suçlayanlar önce Yaradan’a, sonra kendine, topluma ve dünyaya bunun hesabını nasıl verecekler? Bu çok büyük bir günah değil mi? Sadece, bir fidan nasıl yetişir, herkese bunu sormak isterim. Fidan yetiştirmek için anne olmaya gerek yok, bunu anlayabilirsiniz.”



Bu yazıyı yazarken Bingöl’de 16 yaşındaki E. A’ya cinsel taciz ve tecavüzde bulunmakla suçlanan 4 uzman çavuşa dair bir şeyler de söylemek istedim. Bildiğiniz gibi 4’ü de tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Yeniden tutuklanmaları ve gizlilik kararının kaldırılması talepleri mahkeme tarafından reddedildi.

Ülkemde tecavüz neredeyse bir suç sayılmazken dilimizden dökülen cümleler bizi baş suçlu yapabiliyor.

Ne diyeyim: Yaşasın adalet!

Yazının devamı...

Kuşlar

“Kuşlar parıldıyor havada“ diye başlardı Sait Maden’in “Kayıkta“ adlı şiiri. Onu bu hafta içerisinde sonsuza uğurladık. O ise bize bir şöleni anlatmaya devam ediyordu:

“Ve yatışan denizden, akşam alacasında mavi / Yükseliyor göğe hep birden ışıklar, tekneler, balıklar...“

Engin gönlüne yetmemiş olsa ki bunların arkasından gelen bir yelkovan kuşundan bahsediyordu Maden; denizi makasla böler gibi giden bir yelkovan kuşundan. Ve durgun bir suya parıltılı bir yüzü, uçan bir gülümseyişi çizen bütün kuşlardan. Karabataklardan, martılardan.

En masumlar

Kuşlar... Onlar Gezi Parkı’nın en masumlarıydı.

Onları çöp kutularının içinde cansız bedenleriyle gördüğümüz sıralarda yitirdik Sait Maden’i. İnanıyorum ki o, giderken bile bize bambaşka bir umudu miras bırakmayı bildi. Işıklı, tekneli, balıklı ve elbette kuşlu akşamüstlerini; o zamana değen mutluluğu, o mutluluğun yalınlığını ve kendiliğindenliğini. Şimdiyi. Şimdiki zaman içerisinde mutlu olmak için yaşamı ve insanları sevmenin yeterli olduğunu, olabileceğini!

“Ve dudağın ucunda / Belli belirsiz / çukurlaştığı yerde, titreştiği yerde gülüşün / suya sokuyorum elimi. / Bir mavi gül avucumda. Sıcacık. Diri.“

diyordu Sait Maden. Denizden yapılmış bir gülü görebiliyorduk o zaman. Bir tekneden sonsuza uzanabilmenin kendi hâlindeki anlarının birindeydik üstelik. Gülüşün adı bütün netameli anlara galip gelebilirdi. Hiç kuşku yok ki dünya böyle çok daha keşfedilesiydi. Çok daha sürpriz ve keyifli.


Öyle bir diyordu ki Sait Maden, “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı“ diyen Kafka’nın işaret ettiği bir sistem için gereken hatırlatmayı da yapıyordu sanki. Cadı avına çıkan bir sistemi, elimizden özgürlüklerimizi çalmaya meyleden ne varsa onun dışındaki her şeyi, yaşam aracılığıyla, sakin, serinkanlı, dingin bir biçimde gözler önüne seriyordu...

Evet, sakin, serinkanlı, dingin ve mutlu.

‘Karaburun’

Sevgili Haslet Soyöz’ün, geçtiğimiz günlerde Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenen ‘Karaburun’a duyduğu sevdasını yansıtan o güzel resimlerinden biriyle veda etmek istedim Sait Maden’e.

Sanatın ışıltısı ve ölümsüzlüğüyle.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.