Şampiy10
Magazin
Gündem

Güldür ama lütfen düşündürme!

Shakespeare cesareti, ‘korkaklar bin kere, cesurlar bir kere ölür’ diye tarif eder.

Bu sözü sevsem de 21. yüzyılda korkuyla cesaretin bu kadar net ayrıştırılabileceğine inanasım gelmiyor.

İşi ölüm kadar farklı bir sınıra götürmeden kendimce cesaretin ve korkaklığın ne olduğunu bir kez daha düşünmek istedim.

Dünyanın cesur insanları aklıma düştü ama bu da kesmedi.

‘Cesaret, korkmamıza rağmen alabildiğimiz riskler demektir’ diye geçirdim içimden.

Sevmeye korkarken sevebilmemiz, örneğin.

Yaşamaya korkarken yaşama sarılabilmemiz.

Bir şeylere isyan etmekten çekinirken hayır diyebilmemiz.

Ya da tam tersi, evet demeye çekinirken evet diyebilmemiz.

Kısacası, her cesaretin içinde tortulanmış ve onu fişekleyen bir korku olduğuna karar verdim. Yapmayı göze alabildiklerimizin içinde gezinen o korkuyu o zaman çok daha sevdim ve elbette insani buldum.

Gözü kara insan dendi mi kendini yeterince ölçüp biçmemiş bir insanın zihnimde canlanmasının nedeni buydu belki de.

Ödleksin demedik...

Şimdi gelelim bu satırları niye yazdığıma.

Biliyorsunuz bir oyuncumuz var. Kendisi önce Gezi’ye katıldı, sonra galiba emin olamadı ve bunu yaptığından ötürü Başbakan’dan özür diledi, sonra bundan da tam olarak emin olamamış olsa gerek ki bin dereden su getirerek sürekli olarak kendini aklamaya çalıştı, sonra bundan da tam olarak huzur bulamamış olsa gerek ki Gezi’ye katılmış başka sanatçılara laf etmeye ve özellikle bir meslektaşını karalamaya, karalarken onun aslında korkak biri olduğunu söylemeye başladı. Böylece kendisinin cesur, haklı ve sanatçı olduğunu ispatlamaya çalışıyordu galiba. Ama nafile...

Olup bitenleri izlemeye çalışan biri olarak tüm bu özetten çıkarabildiğim tek bir sonuç vardı: Oyuncumuz cesaret ettiği şeyden çok korkmuştu ve maalesef geri vitese takmıştı.

Olur, insanlık hâli.

Lafı fazla uzatmayacağım. Bu oyuncumuza söyleyebileceğim cümlem şudur: Kardeşim biz sana ödleksin demedik. En azından ben demiyorum. Sadece korkunu yenebilecek kadar cesur değilmişsin. Ki o da olabilir. Herkes cesur olacak diye bir kayıt da yok zaten.

Bunu kabul edip köşene çekilsen ve orada yeni işlerinin provalarına hazırlansan keşke. Bu ruh hâlinle barışsan ve bir zahmet Amerika’yı yeniden keşfeder bir tavırla etrafı gerip durmasan... Ne bileyim hiç değilse bu anlamdaki korkunla tanışıp ‘ya evet ben galiba korkak biriyim’ demeye ‘cesaret etsen’, böylesi bir gözü pekliğe yeltenebilsen.

Kısacası güldürürken düşündürmesen, düşündürmeden güldürsen.

Yazının devamı...

Aslı Baş’a özür borcumuz

Evet evet, kesinlikle özür dilemek durumunda olduklarımız var. En başta gelenlerden biri de Aslı!

Aslı kim mi? Şiddetin yarattığı cendereden koruyamadığımız kadınlardan biri o. Ölümüne tanık olmaya devam ettiğimiz kadınlardan biri. Artık geri getirilemeyecek olanlardan.

2010 yılında bir otelde ölü bulunan bir kadın, Aslı. İntihara teşebbüs ettiği söyleniyor. Alkolik olduğu, intihara meyilli olduğu da.

Eldeki bulgursa bu savları desteklemiyor. ‘İntihar ettiği’ gece alkol alıp almadığı konusunda kafalar karışık, intihar eğilimli bir kişi olmadığı yönünde ise bilimsel bulgular mevcut. Dahası, atladığı balkondan yere düşme biçimine kadar bu işin intihar olmaması ihtimalinin yüksekliğine işaret eden bir sürü bilgi de mevcut. Hâl böyleyken ‘İntihara eğilimliydi, intihar etti’ ile es geçilen bir yaşam özeti Aslı.

Ne kadar kolay değil mi?

Zaten intihara eğilimliydi, alkol de alırdı. Bitti. Aslı’nın bitişi bu. Belki birçok kadının da.

Neden borçluyuz...

Şimdi burada Aslı gibi geride kocaman bir sessizlik ve bilinmezlik bırakan insanlara neden özür borçluyuz biliyor musunuz? Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Hükümetin, Türkiye’de kadın cinayetlerinin durdurulduğuna ya da azaldığına dair sözleriyle eldeki veriler (veriler dediğime bakmayın bizzat yitirdiğimiz kadın yaşamları bunlar ve bu kadınlar o kadersizlik ağıyla, inanın kapı komşunuz kadar size yakın olabilirler) kocaman bir çelişki oluşturuyor.

Sahi, neden özür borçluyuz Aslı gibi kadınlara biliyor musunuz?

Bu konuda elimizdeki veriler yaşamlarını yitirmiş bu kadınların faillerinin yargılanmadığı, gereği gibi cezalandırılmadığı yönünde olduğu için. Bu veriler erkeklerin her gün kadınları öldürdüğü bir ülkede yaşadığımızı gösterdiği için. Buna yargı, devlet sistemi ve medyanın başta kullandıkları dille, ardından takındıkları yanlı tavırla bu kadınları bir kez daha öldürdüğünü kanıtladığı ve yeni kurbanları hedef tahtası hâline getirdiği için.

Neden mi özür?

‘Akıllı kadın dayak yemez’ biçiminde bir safsataya inandırıldığımız için. Bir kadının dayak yememek için aklını kullanmak durumunda kaldığı bir ülkede yaşamak yeterince utanç verici bir durum değil midir sizce?

Neden mi özür?

Türkiye’de cinayet işleyiş biçimlerinin değişmesine, silahların farklılaşmasına rağmen kadınların meşum kaderi konusunda değişen hiçbir şey olmadığı için.

Adalet bekliyoruz

Aslı Baş davasının 6. duruşması yarın Muğla’da görülecek. Savunma tanıklarınca çizilmeye çalışılan ‘depresif, intihara meyilli, alkol ve ilaç bağımlısı’ kişiliğin aksine ailesi ve yakın arkadaşları Aslı’yı ‘esprili, sevgi dolu, ilaç kullanmayı sevmeyen’ bir kişi olarak tanımlıyor. Böyle bir insanın kendisine ilgi gösterilmemesi nedeniyle birden koşmaya başlayarak, yüksekliği 1 metre, genişliği 90 cm. olan süs bitkisinin üstünden balıklama atlayarak intihar etmesi umulabilir mi? Kaybettirilmeye çalışılan deliller, maktulün bedenindeki izler, çelişkilerle dolu savunmalardan yansıyanlar, bilirkişi raporları bunun böyle olmadığını söylüyor.

Adaletin tecelli etmesini bekliyoruz. Bekliyoruz beklemesine de, adalet başka bir şey, bunu da biliyoruz. Belki sırf bu yüzden Aslı’ya gerçek bir özür borçluyuz.

Yazının devamı...

Şimdi bizler biraz daha öksüz kaldık

Cuma, akşamüstüne doğru haberi geldi. Gitmişti... Bir anda içime yoğun bir acı çöktü. Evden çıkmam gerekiyordu ama öylece yığılıp kaldım. Taa kışın hastanede yatarken onu evinde ziyarete gitmek için verdiğim söz düşüverdi aklıma: ‘Mutlaka geleceğim size görmeye!’

Sesi yorgundu ama yine güzeldi: ‘Gel mutlaka’ demişti, ‘bekliyorum.’

Sonra yaşam bütün hızıyla araya girdi. Onu görmeye gidemedim. İş, güç, şu bu.

Bu arada öyküleri ve romanlarıyla takip etmeye devam ettim onu. Hiçbir zaman satırlarını izlemekten vazgeçmemeniz gereken yazarlardandı o çünkü. O satırlardaki dinamizm ve enerji hiçbir zaman umutsuzluğu kalkan olarak sarmanızı istemezdi. Bezdiğiniz yerde ‘tamam’ derdi o satırlar inceden inceye, ‘ama burada bitmemeli, bitemez, bitmez...’

2012’de yazdığı ‘Kalan’ı aklıma gelen herkese öneriyordum ama bir yandan da ‘ya gitseydim, görseydim’ gibisinden bir his geçiyordu içimden, sonra, sonrası bildiğiniz hayat işte...

Leyla Erbil’i yitirmiştik.

Bağışıklık sisteminin çökmesinden ötürü alıp başını gidivermişti, uyurken. Hiçbir zaman bağdaşmadığı bir sistemi yine, neredeyse aynı biçimde, ona çok yaraşır bir duruşla, ‘bağdaşmadan’ terk-i diyar etmişti.

Güzel bir kadındın...

Gidişinin zamanlamasını düşünüp duruyorum iki gündür. ‘Vardır bir hikmeti’ diyorum. ‘Metinlerindeki hiçbir şeyin tesadüf olmaması gibi, bu sonun da verdiği ayrı bir mesaj var, onu doğru okumalı...’

Diyorum demesine de yitirmiş olmanın burukluğu hep ağır basıyor.

Onu size uzun uzun anlatacağım aralarda. Buna niyetliyim. Anlattıklarının kıymetini, yazdıklarında bize bıraktığı pusulaları. Umarım hayat izin verir ve ziyaret etme sözüm gibi havada kalmaz bu dileğim.

Ama şimdilik onu zihnimdeki hâliyle hatırlamak istiyorum sadece. Çiçeği burnunda bir yazarken bana ve benim gibilere verdiği desteği; güzelliğini, ustalığını, insanlığını, gerçekliğini ve o gerçeği evirdiği muhteşem kurgularını, dil cambazlığını... İmzalı kitaplarını, imzasızlarını.

Güzel bir kadındın sen Leyla Erbil.

Gittiğin yeri de ‘hallaç’ pamuğu gibi atacağını biliyorum.

Yazının devamı...

Gezi ve göçmenler

Eski öğrencim, şimdilerde çalışmalarıyla dikkat çekmeye başlayan akademisyenlerimizden biri olan Dr. Doğuş Şimşek’le, Kadıköy’de, bir Baylan vaktinde bir araya geldik. Doğuş, Londra’da, Regent’s Üniversitesi’nde ağırlıklı olarak göçmenler üzerine çalışıyor. En son Gezi’yle ilgili bir yazısı yayınlanmıştı Bianet’te ve çok ilgi görmüştü. Ona göre Gezi’deki çok seslilik yurt dışındaki göçmen toplumlarının protestolarına aynı şekilde yansımamış, yansıyamamıştı. Hatırlayacağınız gibi dünyanın dört bir tarafından Türkiyeli göçmenler direnişe destek verdi, veriyor. Doğuş, Londra’da yaşayan Türk-Kürt göçmenleri örnek alarak Gezi Parkı direnişinin ulusaşırı bir hareket olup olamayacağını sorgulamış. Taksim’deki çok sesli ve renkli topluluğun tınısının Londra’da gerçekleşen protestolarda pek var olmadığını düşünüyor. Ona göre bunun belli nedenleri var:

Göçmenler, Gezi Parkı protestocuları gibi birlikte baskı görmedi. Dolayısıyla protestolar sırasında polis şiddeti görmekten kaynaklanan kolektif bir bellek de oluşmadı. O nedenle bu ‘yeni’ oluşumu yeterince fark etmemiş olabilirler.

Kuşkusuz bu protestolardaki göçmen kimliğinin dikkate alınması da önemli. Onları oluşturan siyasal kimlik kalıpları protestolarda öne çıkabiliyor. Bu tür direnişler uzaklardaki vatan için yapıldığında ulusal söylemlerin bir ağırlığı olması kaçınılmaz . Kısacası yerleşik ideolojiler öne çıkıyor. Geçmişi arayan, özleyen bir tavır sergileniyor. Oysa Gezi ‘şimdi’ demişti! Ve şimdiki zamanının yapıcılığına, dönüştürücülüğüne, farklı, alışkın olmadığımız bir dille işaret etmişti.

Yeni vatandaşlık ruhu

Teslim etmemiz gerekiyor ki, yurt dışındaki gösterilerin ağırlıklı olarak verdiği mesaj Gezi’den yükselen ‘yeni vatandaşlık’ ruhu ve ruhun beslendiği ortak belleğe ‘şimdilik’ ulaşabilmiş değil. Yeni Türkiye’yi anlayabilmenin temelindeki en önemli hususlardan biri de farkındalık: Yaşanmakta ve yaşanacak olanı, kısaca direnişin ruhunun tek tipleşmeye, anti-militarizme ve hiyerarşiye hayır diyebilmek olduğunu anlamaya yönelik bir farkındalık; özgürleşmenin bireyle kurabileceği bu ‘yeni’ ilişkiyi anlamlandırmaya yönelik bir çaba... Gerçi bunun için yurt dışına gitmeye de gerek yok. Türkiye’de, özellikle hükümeti destekleyenler ya da bir biçimde Gezi’ye mesafe koyanlar için bu hareket ağırlıklı olarak ‘dış mihraklar’ın ve ‘faiz lobisi’nin hareketi olarak anılmaya devam ederken ötekileştirilmiş kimliklerin ve farklı düşüncelerin bir arada yaşayabileceği yeni bir ülke gerçeği fikri bir kısmımızı heyecanlandırmaya devam ediyor.

Doğuş’un tabiriyle, özlemimiz ‘çok ama çok’ yalın: ‘Çok sesli, çok kültürlü, çok kimlikli bir Türkiye!’

Dileriz göçmen protestolarında öne çıkan ideolojilerin sivri dili Gezi direnişinin kucaklayıcı dilini; yani farklılıkları öne çıkarmak yerine farklılıkları unutarak kucaklaşabilme erdemini yakalasın. Buna yeryüzünün her zamankinden çok ihtiyacı var.

Yaşamakta olduklarımız ‘yeni yurttaşlık’ kavramının daha çok su kaldıracağını gösteriyor.



Bu yazıya yetişmedi. Hayatımın en güzel ‘tuhaf kadınlarından birini’, ustamız Leyla Erbil’i yitirmiş olmanın hüznü ve burukluğu içerisindeyim. Hepimizin başı sağolsun.

Yazının devamı...

İskele parklarında

Beşiktaş’tan Kadıköy’e gidecek vapuru bekliyoruz. Güneşin hışmından korunmak isteyeceğimiz saatlerdeyiz. Havanın dediği de bu: Tatildeymişçesine rahatlayın bakalım!

Ama Beşiktaş’taki Kadıköy İskelesi gergin. Oysa bir zamanlar buranın hemen kıyısında çayhaneler vardı. İnsanlar kâh yanaşıp kâh kıyıdan uzaklaşan gemilerin dalgalarıyla bazen ıslanır ‘hay’ diye dertlenir, bazen aynı suların bayat ve kirloş yosun kokusuyla yatışırdı. Hatta bu hâl, içerilere doğru uzayıp gidebilecek bir parkın hayalini de çağrıştırıverirdi kimisine. Bankların, bank müdavimlerinin, simitçisinin, su satanının, ayakkabı boyacısının ve çeşit çeşit insanların olduğu bir yerin hayalini -yaşarken monotonluğundan ötürü bezdiren, umut ettiğin zamansa güzelleşen hayalini çağrıştırıverirdi.

Resmi gerçek kol geziyor

Ama orada böylesi biteviye hayale bile izin yok şu aralar. Daha çok polis otobüsleri, bezgin, yorgun, zaman zaman da kızgın kızgın bakan polislerin gölgeleriyle çizilmiş ve hemen her yere sızan resmi bir gerçek var.

Oysa hemen hiçbirimiz, o saatteki o suni resmiyete yakışmıyoruz.

Yine de bir kısmımız vapurun yanaşacağı bölümden inecek yolcuların bulunduğu yere kayıyor usul usul. Henüz vapur gelmemiş, ne gelen var ne giden. Üstelik orası hem gölge hem biraz daha serin. Dahası deniz kıyısı!

Ben de oraya kayıyorum. Ve bir yandan da karşı kıyıyı seyrediyorum.

O sırada o sesi duyuyorum. ‘Burayı boşaltın lütfen!’

İskele görev şuuru!

Bizlerden boşaltmamızı istedikleri yer o gölge, denizli, ışıklı yer.

Kıllık olsun diye değil, gerçekten merak ettiğim için soruyorum:

‘Neden?’

‘Burada durmak yasak’ diyor iskele görevlisi.

‘Ama burası gölge’ diyorum. ‘Gösterdiğiniz yer dolmuş durumda. Biraz anlayış!’

‘Bize verilen emirler böyle’ diyor iskele görevlisi, söylediği cümleden rahatsız olmuşçasına.

‘Ama sizin de bir mantığınız var değil mi?’ diye soruyorum.

Bir şey diyemiyor. Yufka yürekli biri besbelli. Bunun üzerine iskelenin içindeki görevliler bölümünde bir kıpırdanma oluyor. Bir önceki iskele görevlisine göre ‘çok’ daha iskele görevlisi olan bir genç adam bitiyor bizim yufka yüreklinin yanında.

Sert bir edayla ‘Burayı boşaltıyorsunuz!’ diyerek bize haddimizi bildiriyor ve arkamızdan iskelenin demir parmaklıklarını, gereksiz bir sertlikle küttt diye kapatıyor.

Boyumuzun ölçüsünü aldık mı oluyor bu şimdi? İskele görev şuuruna göre öyle.

Oradaki resmi dilin tercümesi de bu galiba.

Benimse o sıra aklımdan Füruzan’ın ‘İskele Parklarında’ isimli öyküsü geçmekte. Fonda bir iskele parkı, insanı insana anlattığı o güzelim öyküsü, Füruzan’ın.

Yazının devamı...

Çok özel bir gün

Daha önce değinmiştim ama bugün biraz daha geniş bahsetmek istiyorum o filmden. Yaz sıcakları iyice bastırmışken belki tatile falan denk düşer, seyretmeye fırsatınız olur diye. ‘Özel Bir Gün’, sevdiğim, bazı zamanlarda da özellikle hatırlayıp andığım bir filmdir.

İtalyan yönetmen Ettore Scola’nın 1977’de çektiği gerçekten çok özel bir kurgudur. Sophia Loren’in en güzel zamanlarıdır ve karşısında da gülüşünü hiç unutamadığımız Marcello Mastroianni vardır. Olay çok yalın bir çizgide ilerler. Fonda silüet hâlinde Roma ve asıl olarak Roma’da birçok ailenin bir arada yaşadığı bir konut vardır. Zamana gelecek olursak: II. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in Mussolini’yi ziyaret ettiği bir gündür o gün. Herkes kendinden geçmişçesine o günün ‘özelliğine’ hazırlanmakta ve bu kutlama anının tanıklığını yapabilmeyi yaşamının en kutsal anlarından ve geleceğe kalacak hatıralarından biri olarak düşünmektedir. O kutlamalardan payını almak istemektedir hemen herkes. Belki böylece o ‘tapılası’ güce de ulaşma ihtimali doğacaktır onlar için. Güç önemlidir, o güçle gelen zafer, o zaferle gelen ihtişam, o ihtişamı derleyen şatafatlı iktidar sözcükleri.

Birazcık sükûnet...

Herkesten farklı olarak bizim güzel Sophia, çocuklarının ve kocasının aksine bu muhteşem buluşmaya gitmez. Evinde kalacak, babalarını örnek almaktan başka seçenekleri, hatta idealleri olmayan çocuklarından ve gerçek bir Mussolini hayranı olan kunt kocasından arta kalan bir zamana öylesine teğellenecektir. Belki bir parça başını da dinleyecektir. Ama Mussolini iktidarının kadınlara biçtiği ‘kadınlık’ görevinin de bilincindendir. Gidenlerin ardından evi toplayacak, toplayacak ve yine toplayacaktır. Şu akşama yine aynı şekilde dağılacak evi... O, eve zincirlenmiş, evin kaderi kendi kaderi olmuş biridir. Başrolleri arasında da İtalya’ya yeni ve güçlü nesiller katmak gelmektedir.

Tabii bir de bir radyo programcısı vardır. Eşcinseldir ve genel olarak cinsel yöneliminden, özel olarak da politik görüşlerinden ötürü işten atılmıştır. Bir anlamda medyanın iktidarla kurduğu sıcak ilişkinin ne kadar tehlikeli olabileceğinin de bir yansımasıdır yaşadıkları. Buradaki mesaj rahatlıkla okunabilir: Totaliter rejimlerin medyası da rejimin kendisi gibidir. Yani tek sesli ve otoriteyi alkışlayan, öven, göklere çıkaran ve gerçeğe kapalı bir medya. Bizim radyo programcısı ise böyle olmayı kabul etmemiş biridir. Bu karakterde de Mastroianni’yi görürüz.

‘Şimdilik...’

O resmi tören gününde tesadüflerin birbirini araladığı bir kesitte bir araya gelir kahramanlarımız. Umulanın tersine, aralarında geleneksel anlamda bir ilişki gelişmez. Dahası bu kadar şiddet dilinin ve şiddet aygıtlarının hâkim olduğu bir ortamda, o merkezden beslenen, pompalanan, yaygınlaştırılan ve genele sirayet etmesi umulan şiddete yönelik hiçbir şey yoktur filmde. Baştan sona insan olabilmenin ve insan kalabilmenin kıyılarında gezinen bir buluşmayı anlatır bize film. Ortamın baskı ve rol çalma karmaşasında karşımıza çıkan bu iki karakterin yapabildiği tek şeyse birbirlerini anlamaya çalışmaktır.

Ve bunu bir biçimde başarırlar.

O kargaşadaki ‘şimdilik’ en büyük umut da budur zaten.

Sonra yolları ayrılır. Baba, yanında çocuklarıyla akşam eve son derece mutlu ve zafer sarhoşluğuyla döner. Radyo programcısının sonu ise tahmin edebileceğiniz gibidir. Ancak siz izleyenler olarak kafanızda bambaşka bir sonla ayrılırsınız filmden.

Asıl olan da budur zaten.

Yazının devamı...

İki bacak...

Size bir duygudan bahsedeceğim.

Bir gündüz vaktidir; kâğıdı kalemi elinize alır ve notlar almaya başlarsınız. Keyifli sayılırsınız. Yazmaktasınızdır; hatta güzel bir kıyıda oturmuş vapurların suya vuran aksine bakmaktasınızdır ara sıra. Anın güzelliğinden olsa gerek bir çırpıda bir sürü cümle yansımıştır kâğıda. Sonra çantanıza tıkıştırırsınız onları ve günün içindeki başka, kalabalık ve yoğun bir zamana akarsınız.

Derken akşam olur; günün ağırlığından bezmiş, çantanızı açarsınız. Kâğıtları çıkarırsınız... Fakat o da ne? Açık kalmış hınçlı, sıradan bir ıslak mendil mi yoksa kendi kokusundan korkan bir kolonya şişesinin hışımlı kapağı mı, yazdığınız kâğıtlardaki bütün harflere sızmış, onları hoyratça silmiş ve o tılsımlı sabahın o sağlam kâğıtlarını pelteye çevirmiştir. O kâğıtlardaki her şey uçup gitmiştir... Her şeyi bir kez daha düşünmek, başa sarmak ve derin bir soluk alarak yazdıklarınızı yeniden kaleme almanız gerekecektir.

‘İki bacağının arasındaki’ lafını duyduğumda buna benzer bir hissiyata kapıldım... Bir takım kişilerin Meclis’te uyurken fotoğrafları çekildi diye kadın Meclis muhabirlerine söylediği o lafı duyduğum zaman. Yazıları uçmuş baygın kâğıtlarımın ‘sizlere ömür’ hâllerini hatırlar gibi oldum. O kâğıtların üzerindeki sabah mahmurluğuna teğellenmiş sözcüklerin buhar olmuşluğunu.

Moralim sıfırlanmış bir hâlde eciş bücüş olmuş o kâğıtlara bakarken düştüğüm umutsuzlukla sordum: ‘Yahu bu nasıl bir dildir?’

Sahi bu nasıl bir dil?

Yazıyoruz, çiziyoruz, ‘dilin kadın bedeni üzerinden şekillenmesi bir toplumun belki de aşması gereken en önemli komplekslerinden ve zaaflarından biridir, bu cinsiyetçi, hatta her türlü şiddete açık küfürbaz ve faşist dili kullanmamak gerekiyor’ deyip deyip duruyoruz.

Ama nafile!

Söylediklerimiz, altını çizdiklerimiz, bu uğurda sarf ettiğimiz sözcüklerimiz hemen her seferinde, yerlerde sürünen maço bir gövde gösterisiyle hoppp siliniveriyor.

Hemen her seferinde kadın bedenini aşağılayan, küçümseyen bu dilin ürettiği o vasatlıkla burun buruna geliyoruz.

Bu nasıl bir dildir ki bütün bir ülkeye örnek olması gereken yerlerden bütün şuursuzluğu ve arsızlığıyla her fırsatta bilinçaltının magma tabakasından yeryüzüne pörtlüyor? Dahası, kendisini her koşulda haklı görebilen bir savrulmuşlukla yeniden ve yeniden nasıl böyle üreyebiliyor?

Bu nasıl bir dildir ki aklı fikri hep aynı yerlerde, iktidar dilinin şiddetiyle ortalıkta kol gezinebiliyor?

Sahi bu nasıl bir dildir ki her seferinde bu uğurda yazılıp çizilmiş bütün o sözcükleri hınçla, öfkeyle, zıvanadan çıkmış bir hâlde yerle bir edebiliyor?

Bu nasıl bir dildir ki hoyratlığı karşısında bir süre diliniz tutuluyor ve kendinizi dilsiz hissediyorsunuz!

Akıllara ziyan söz sahibi olduğunu düşünen bu karanlık dil sürekli olarak sözümüzü ağzımıza tıkmayı bir iş sanıyor. Ve o bunu misyon bellemişçesine hep yapıyor.

Allah aşkına yeter artık... Sorumluluklarınızı gözden geçirip o Meclis koltuklarını bu dille işgal etmekten vazgeçiniz!

Yine de söylemek boynumuzun borcu olsun: Kadınların iki bacağı arasında umulanın tersine bir talan alanı değil bir yaşam alanı vardır.

Ruhu talanın her türlüsüne kilitlenmiş olanlara özenle duyurulur.

Yazının devamı...

Mutluluk

Karşılıklı uzun ve hararetli bir konuşmadan sonra Gezi Direnişi için söylenebilecek en güzel cümlelerden birini söyledi genç bir arkadaşım:

“Orada insanlar gerçekten mutluydu.”

Mutluluğun tanımının 21. yüzyıldaki karşılığını epeydir düşünmekteyim.

Öyle ki sonunda şu noktaya vardım: ‘Mutlu musun?’ diye sorduklarında ‘Evet mutluyum’ diyor ve bunun ötesini pek de tanımlama gereğini duymuyorsanız bana göre gerçekten mutlusunuz demektir.

Neden derseniz, çağımız öteye beriye, şuraya buraya çekilme çağı. ‘Hangi çağ değildi ki?’ diye soracaksınız şimdi ve ben de size hak vereceğim. Ancak yaşadığımız yüzyılın en temel özelliklerinden biri sağ gösterip sol vurmak olduğundan, kısacası dinamikler hayli muğlak ve değişken, zeminse sürekli kaygan kaldığından işler biraz daha karışmış durumda. Bir de buna eklenen refleksler var. En başında da sözle kurduğumuz ilişki geliyor. Nedense hemen her söz kendi ideolojisini yaratma derdinde ya da böylesi bir şartlanma içinde. Hâl böyle olunca, duygulardan çok sözün iktidarı esas hâle geliyor ve o meşum ‘sözün’ üretilir olduğu hemen her noktada yan yana durabilmenin erdemini değil, bir merkez ve merkezin çeperini yaratma derdinin gerilimine düşülüyor. Yağma yok: Hemen hepimiz onun yarattığı dalgalanmaya kapılıp gidiyoruz zaman zaman.

Yeni zaman müritleri

Bundan daha da beter olan bir husus var.

Aslında hemen hiçbirimiz mutluluğa pek de inanmıyoruz artık. Onu naif bulanlarımız var. Bazen de gereksiz.

Belki bu yüzden onun etrafında dolanan ama gerçek anlamda mutluluğu hesaba katamayan sıkı (hatta zaman zaman can sıkıcı) sözler ve bu sözlerden oluşan projeler üretip duruyoruz. Örneğin karşı olduğumuz durumlarda bile bir süre sonra karşı olduğumuz yapının tıpkısının aynısı söylemler üretmenin tuzağına çabucak düşebiliyoruz. Bu da iki ileri bir geri noktasında oyalanmamıza yol açabiliyor. Dahası, bu hiyerarşiler yaratmaya eğilimli dil, orada sabitlenmemize (hatta bir tür felçlilik hâli yaşamamıza) ve kendi küçük iktidarımızı yaratmamıza da teşne olabiliyor. Sonrası malum. Gelsin yeni zaman müritleri, gitsin yeni kullar, köleler.

Genç arkadaşımın Gezi Parkı’ndaki ‘esas duygu’ tespitine sonuna kadar katılıyorum.

Gezi Parkı’nda insanlar mutluydular. Kanımca mutluluklarının asıl nedeni o anı yaşamaları, birbirleriyle çatışmamaları, yaşamı ve yaşamın anlamını kendi tekellerindeki bir şeymişçesine sağa sola dayatmamalarıydı.

“Gidebilseydik...”

Bu yeni direniş biçiminin ayırdına varabilmek için mutluluğun tanımını da belki biraz daha düşünmemiz gerekebilir. Yıllar geçse, yaşamlar değişse bile insanı farklı eşiklere çağıran, dahası insanı insan kılan en önemli duygulardır mutluluk ve sevinç. Azımsamamalı, ertelememeli ve kaçmamalı derim.

Hadi Abidin Dino’yla bitirelim bu yazıyı:

“Gidebilseydik Meserret Kahvesine/ İlk karşılaştığımız yere/ Ve bir acı kahvemi içseydin/ Anlatsaydık o günlerden, geçmişten, gelecekten, ne günler biterdi, ne geceler.../ Dinerdi tüm acılar seninle./ Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan/ Ve dolaşsaydık Türkiye’yi bir baştan bir başa./ Yattığımız yerler müze olmuş/ Sürgün şehirler cennet/ İşte o zaman Nâzım, yapardım mutluluğun resmini.../ Buna da ne tual yeterdi; ne boya...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.