Şampiy10
Magazin
Gündem

Olimpiyat halkaları

2020 Olimpiyatları’nın Tokyo’ya gitmesine kimi sevindi kimi üzüldü. Her işte bir hayır vardır diyerek bundan sonrasını düşünmeye çalışalım...

‘Hıh! Japonya kendine baksın’ diye hemen zeytinyağı gibi suyun üzerine çıkacaklara ‘kardeşim bundan sonrasında konu Japonya değil, böylesi bir kıyas zalim bir tırpandır, asıl buradan çıkartacak derslere bakalım’ diyebilirim.

Ülkemizdeki spor anlayışı genel olarak nasıl bir tablo çiziyor, bir onu düşünelim.

Bir kere şu doping illetinden kurtulmamız şart. Özellikle atletizm alanında yaşadığımız tecrübeler bu konuda çok ciddi önlemlerin alınmasını şart koşuyor. Doping bu anlamda büyük bir prestij kaybı. Ne yazık ki yakın zamanda bunu yine yaşadık ve içimiz yandı.

Şike ve ırkçılık

Dahası, şikelerden kafasını kaldıramayan bir ülke olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemiz de elzem. Şikenin her şeyin önüne geçtiği bir spor ahlakı (ya da ahlaksızlığı), bizi bu anlamda katedilecek çok uzun bir yolun beklediğini gösteriyor.

İşi biraz siyasi boyuta çekerek düşünelim şimdi. Özellikle futboldaki ırkçı yaklaşımlardan ortalığı arındırmamız gerekiyor. Hem tribünlerde hem de sahada bunun beter bir yaklaşım olduğunu bıkıp usanmadan dillendirmek şart. Bu konuda spor yazarlarına ve ekrandaki spor yorumcularına çok iş düşüyor. Sonrasında ırkçı kimselere bayrak, flama filan taşıttırarak bunu pekiştirmemek de gerekiyor. Siz ırkçı, şoven kişilere bayrak, flama taşıtırsanız daha ilk elden verdiğiniz mesajın altında ezilmeye de mahkûm kalırsınız.

Gezi’nin rolü...

İşi başka bir kulvara taşıyıp ‘Olimpiyatları kaybedersek Gezi yüzünden kaybedeceğiz’ diyenlere, bu yaklaşımı fazla dramatik bulsam da ‘bu kez’ hak vereceğim. Ancak onların perspektifinden değil. Eğer oy potansiyelini etkilemişse, bunun nedeni olsa olsa, yüzünü geleceğe çevirdiğini iddia eden bir ülkenin şiddeti bu kadar yoğun bir biçimde kendi insanına uygulamış olmasıdır. ‘İleri demokrasilerde’ halkın üzerine askeri darbe günlerini aratmayacak biçimde TOMA’larla yürünmez, Terkos Gölü’nü boşaltma hırsıyla tazyikli su sıkılmaz, üzerlerine kolonya saçar gibi biber gazı saçılmaz ve bu şiddet ‘içe dönük yaşamayı’ aşmak isteyen bir ülkenin ne olursa olsun asla tercih etmemesi gereken bir tavır olmak durumundadır.

Neyse. Yine her işte bir hayır vardır diyerek sözümü tamamlayayım. Olimpiyatların yapıldığı ülkeler ekonomik yönden çok savruldu. Belki bu da bir kazançtır diye noktalayalım ve olimpiyata savrulacak paralarla, hayal bu ya, AVM’ler ve ucube binalar yerine hilesiz hurdasız yeni parklar, kültür festivalleri ve kütüphaneler yapılacağını hayal edelim.

Yazının devamı...

Kalimera Fener, Şalom Balat

Mustafa Yoker, ‘Kalimera Fener, Şalom Balat’ adlı kitabında renkli çocukluğunun izini sürmüş. İstanbul’un azınlık kültürünün azınlıkların tasfiyesiyle nasıl değişmiş olduğunu tasvir ediyor ve çoğulluktan beslenen mahalle kültürünün coşkusunu bizlerle paylaşıyor. Kalaycılar, hallaçlar, bileyciler, zerzevatçılar arasındaki çokkültürlülüğün keyfi bu! Sinagoglar, meyhaneler, şekerci dükkanları, eski eczanelerden yansıyan. Yazar mahalle düğünlerinin keyfini, Alaska ve Frigolu yazlık sinemaları, mahalle bekçilerini, arsalarda oynadıkları kukalı saklambaç, uzuneşek ve çelik çomağın keyfini, gazoz kapaklı oyunları, arapsabununun rahiyasını anlatıyor bize. Tek yapraklı sarı saman kağıtlara zamanın ünlü şarkı sözlerini yazan şarkı sözü satıcılarını gözümüzde canlandırmamıza vesile oluyor, o hay huy içerisinde mahalle yoğurtçusunun sesini, sevgililerin aşk mektuplarını gizlice taşıyan bohçacı kadınların mırıltılarını duyuveriyoruz. Fıstıkdibi Aile Gazinosu’nda semaver eşliğinde demlenen Haliç manzarasına bakarkense başka bir sesle irkiliyoruz.

6-7 Eylül olaylarında çok ağır bir şok yaşamış olan semtteki gayrimüslimlerden söz ediyor bizlere Yoker. Sonrasında işin bununla bitmediğinden, 1970’li yıllarda Kıbrıs’ta yaşananların bu insanlar üzerinde yarattığı korku ve tedirginlikten bahsediyor. Semte yeni yerleşen Anadolu ailelerinin çocuklarının, basın ve radyo aracılılığıyla nasıl dolduruşa geldiğinden, sokakta tek başına yakaladıkları Rum çocuklarını sıkıştırıp dövdüklerini aktarıyor. Korkunun egemenliğinden, mahalleyi sarmaya meyilli tek sesten. Tanıdık geliyor elbette! Linç kültürünün kültür, zaman ve yer tanımazlığı bu.

Şu linç kültürü

Hatırlayabileceğiniz gibi 6-7 Eylül olayları sonrasında onca can kaybı yaşandı. Talan edilen yerler de cabası. Bir utanç sayfası olarak yazıldı tarihimize 6-7 Eylül. Kadınlara tecavüz edildi, insanların onuruyla oynandı. Rumları hedef alan bir saldırı gibi gözükse de bu talandan Ermeni ve Yahudiler de nasiplendi.

Toplumumuzdaki linç kültürü refleksini anlamak için bu yüzden çok uzaklara gitmeye gerek yok; geçmişin üzerimizdeki tozlarını birazcık silkelediğimizde neyin ne olduğunu çok net anlıyoruz.

Geçmişle bu anlamda yüzleşmek neden önemli?

Bu gerçekleştiğinde toplumumuzun katmanlarına nüfuz etmiş ırkçılığın en dip noktasına erişebilir, sekter milliyetçiliğin bir gurur kaynağı değil herkesin başına bela olan karanlık bir kuyu olduğunu da anlayabiliriz. Şovenizm kadar bir toplumu içten içe yiyen bir kurt olmadığını, örneğin. Dahası kendi gibi olanların dışında kimseye tahammül edememenin de buralardan ürediğine dikkat kesilebiliriz. O nefret dilinin tohumlarının buralarda atıldığına... Çok sesliliğin, renkliliğin, insani dokunun ve yaşamın katmanlılığının böyle talan edildiğine.

Bugün mü? Bugün İstanbul’da bir avuç Rum kaldı. Şunu anlayabildiğimizde hepimiz feraha ereceğiz: Sadece Rumlar eksilmedi; hepimiz eksildik. Sesler, renkler, geçmiş, mahalle, hepimiz.

Yazının devamı...

Hatırla Temel hatırla!

Bazen oluyor. Televizyondaki açık oturumlara denk düşüyorum. Orada olup bitenlere baktığım zaman büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum. Umutsuzluk derken gelecek ya da hayat için değil; karşımda duran o çerçeveli, camlı, dipsiz ekranın can güvenliği için duyduğum bir endişe bu. Hepi topu bir sandalyelik ömrü var garibimin!

Aynı ekranda koca koca insanlar savaşı destekleyen konuşmalar yapıyor. Çok değil iki üç ay öncesinde yaşananları ‘dış mihraklar, kötü güçlerin parmağı!’ diye tarif edenler bugün aynı güçlerin peşine takılmayı insanlık, yaşamın edebi, masum çocuklar söylemleriyle ayakta tutmaya çalışıyor. Üstelik öyle bir mantık yürütüyorlar ki, asırlardan taşan Aristo bile mezarında ters dönüyordur.

Çocuklar, insanlar elbette ölmemeli... Ama böyle bir söylemle nicesinin katledilmeye gebe olduğunu bu şahsiyetler neden anlamaz, anlamadı ve anlamak istemiyor? Dahası, ortada yaşanan kargaşada ülkemizin sütten çıkmış ak kaşık edebiyatının sınıfta kalmaya mahkûm olduğunu nasıl görmezden gelebiliyorlar? Aylardır sınırlarda yaşanan gerilimleri, bizzat oradaki insanların ağzından duymamış olabilirler mi? Belki... Peki. O halde Reyhanlı’nın yaşanmasının arkasında gerçekte ne vardı diye sormak isterim onlara. Sahi, Temel, Reyhanlı gibi bir felaket niye yaşandı kuzum?

‘Altın vuruş dönemi’

Dış mihraklar konusuna gelecek olursak... Biraz geriye dönelim. Meclis’in hayır dediği Irak için, tezkereye rağmen (o zamanki savaş çığırtkanlığı yapanları hatırla ey Temel!) CIA uçakları semalarımızdan vızır vızır geçmiş, ülkemizdeki Amerikan üsleri 24 saat kullanılmıştı. O zamanlar buna izin verenler kimlerdi acaba? Suriye cephesinde de bugün hemen hemen aynı durum yaşanıyor. Esad’ın Esed’e yönlendirildiği metamorfoz sürecinde yeniden hatırlatmak boynumuzun borcudur. Camilerde birlikte kılınan namazlardan, yan yana çekilen fotoğraflardan ‘hazırız-vururuz-ABD ile koalisyon yaparız’a gelmiş bir hâldeyiz. Temel sorarım sana, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu Allah aşkına?

Öte yandan ana akım medyanın her şekilde üstüne düşen görevi (yine) sonuna kadar yaptığını görüyoruz. Yıllar sonra medya etiğinin ne olduğunu (o zamana kadar medya etiği diye bir şey kalırsa elbette) öğrencilerine anlatan hocalar için bu dönem olsa olsa ‘altın vuruş dönemi’ diye adlandırılabilir. Hani bundan daha beteri yok anlamında söylüyorum. Tek ses, tek renk, tek hüküm ve infaz medyası...

Düşmemeye çalışıyoruz da...

Bu yüzden aynı hocaların bu dönemdeki medya çalışanlarını ‘Atları da Vururlar’ filmine referans vererek anlatması da kaçınılmaz gibi gözüküyor. Sesliliği sessizliğe ya da tek sesliliğe indirgenen bir platformda, düşünsel anlamda sıkıştırılmış bir hâlde gerçeğin nasıl ihlal edildiğine tanıklık ediyor ve düşmemeye çalışıyoruz. Çalışıyoruz da... Bu nereye kadar gidecek, kestirmesi zor. Onurumuzla irademiz arasına sıkışıp kalmış durumdayız. Bakmayın siz, Temel hafızasına erip huşu içinde günü yaşayanlara diyecek hiçbir sözüm yok. Ama gelin görün ki aramızda hatırlayanlar da var. Ve onlar, en fesadımızdan en dürüstümüze, en ulusalcımızdan en İslamcımıza, en liberalimizden en tutucumuza kadar biliyorlar ki bu düşüş hepimizin düşüşüdür aslında.



Sevgili okurlarımızdan Ekin ve Diğdem (böyle yazılıyormuş) bugün evleniyor. Akkol çiftine beni nikâhlarına davet ettikleri için içtenlikle teşekkür ediyor, laf olsun diye değil gerçekten ömür boyu mutluluklar diliyorum.

Oldu olacak bu yazıyı Ekin’in güzel bir cümlesiyle bitirelim: ‘Yaşamın diyalektiğinden hareketle kötülüğün var olması için iyiliğe her zaman ihtiyaç olacak ve biz kendimizi iyilikle sınırlandıracağız.’

Yazının devamı...

Savaş ve Barış

Sahi nasılsınız yazışmayalı?
Tolstoy’un o eskimeyen eserini bugüne kadar okumadıysanız, tam sırası deyip okumanızı önererek başlamak istiyorum söze. Neden mi? Arka planda bir savaşı anlatsa da, kitabın yazarı, o büyük üstat bize hemen her satırında insan olarak kalbimizin sesini dinlemeyi önerir de o yüzden. ‘Büyük savaşları böyle durdurabilir miyiz?’ sorusu, ‘aslında her savaş içimizdeki küçük kötücül tohumlardan ürer’ cevabıyla birleştiği için belki de, bu mesajı yeniden ve yeniden okumak gerekir.

Dahası, savaşı üreten o ‘büyük’ adamların gözlerinin içine bakıp korkmuş bir çocuk gördüğümüzde, hatta buna hiç şaşırmamaya başladığımızda barış ve yaşam için bir umut olduğunu da düşünmeye başlarız. Elbette bu büyümemiş olma hâlinin cephelere taşındığını gördüğümüzde çaresizlik duygusuna kapılmak kaçınılmazdır ancak umut ederek felekten çalınacaklar da hemen her zaman mümkündür!

Her adımın sonrası

Böyle bir giriş yaptığıma bakmayın, keyfim kaçık. İki hafta soluklanmak istedim ama dünya, başta Suriye’de yaşananlar olmak üzere peşimi bırakmadı. Sanırım sizlerin de. Zor bir dünya sınavından geçiyoruz. En beteri de şiddeti şiddetle bozguna uğratma eğiliminin hâlâ bir çözüm olarak algılanması. Hiç kuşku yok ki bundan böyle dünyaya, çocuklara ve gençlere karşı sorumluluklarımızın daha akılcı ve yaratıcı olması gerekiyor... Ki onlar bizim kuşaklarımızın yaptıklarını yapmasınlar, savaş türküsü söylemek şeklindeki abes işlerle iştigal etmesinler. Ya da kimilerinin kervan yolda dizilir şeklindeki kafa karışıklığını yaşamasınlar. Unutmayalım ki özellikle insan yaşamı söz konusu olduğunda atılan her adımın bir sonrasını bilmek iyidir. Hepimiz için. ‘Dünyanın buna zamanı yok’ diyecek kimileriniz. Ben de diyeceğim ki ‘buna zaman yaratılmalı.’

Dünyanın refleksi

Bu durumu çağrıştıracak ilginç bir karşılaşma yaşadım. İstanbul’da geride bıraktığımız hafta sonu çok önemli bir kongre yapıldı: 2013 FDI Dünya Diş Hekimliği Kongresi. Üniversite yıllarından tanıdığım, şimdilerde ABD’de profesörlüğünü bekleyen sevgili arkadaşım Binnaz Leblebicioğlu da bu kongredeki konuşmacılardan biriydi. Onunla eski günleri yâd ederken iş geldi dayandı implanta. Yani diş ekmeye! Binnaz Hoca’nın özellikle implant tekniğine yönelik ilginç bir yaklaşımı var. Brezilya’da, Meksika’da, Çin’de, Türkiye’de vb. büyük bir yaygınlık kazanan bu çağımıza özgü tekniğin sonuçlarına bakılmadan, hızla hayata geçirildiğine dikkat çekiyor. ‘Ancak şimdilerde bu işin sonuçlarını düşünmeye başladık’ diyor, dünyanın modernizmle kurduğu genelgeçer refleksine her zamanki bilimsel titizliğiyle işaret edercesine...

Haklı. Dünyanın böylesi bir titizliğe çok ihtiyacı var. Dünya yaptığı işlerin sonuçlarını yaptıktan sonra değil yapmadan düşünmeye başladığında düşleri, dişleri, umudu, barışı, yaşamı ekip yeşertmenin keyfi gerçekten anlam kazanacak.

Kısacası, asıl ihtiyacımız olan insan vicdanıdır diyorum başka da bir şey demiyorum.

Yazının devamı...

Yaşam Bir Sahnedir!

Gezi Parkı direnişi yaşamlarımızı etkilemeye devam ediyor. Kim ne derse desin onu ve etkilerini uzun yıllar tartışmaya devam edeceğiz. Bugün size Gezerken adlı bir oyundan bahsedeceğim. Dört oyun yazarının dört ayrı oyunla kotardığı bir buluşma bu. Özen Yula, Yiğit Sertdemir, Cem Uslu ve Mirza Metin’in yazdığı bu oyunlar parklarda sahnelendi ve insanlarla buluştu. Boşluk’u Doldurmak adlı oyunun yazarı, kıymetli arkadaşım Özen Yula beni kırmayıp sorularımı yanıtladı:

‘Gezerken’ nasıl yazıldı?

Yula: Gezi olayları sürecinde heyecanlı ve çok dinamik bir dönem yaşandığını görüyorduk sanırım. Bu dönemin de bir biçimde sahne üzerine gelmesi gerekiyordu. Ama her şey çok tazeydi. Bu sırada twitter’da renklisahne diye sahnelerden haberler veren bir arkadaş ‘Neden bu dönemin oyunu yazılmıyor?’ gibisinden bir soru sordu. Biz dört yazar da birbirimizle yazışırken aynı soruyu sorduk. Ve Kumbaracı50’de bir araya gelip bir gece içinde karşılıklı sohbet arasında oyunlarımızı yazdık. Dört yazar dört oyuncu seçsin ve dört bakış açısından anlatsın diye bir konsept kuruldu. Biri olaylarla alakası olmayan bir gencin Gezi sürecinde yaşadıkları, biri bir sokak köpeğinin yaşadıkları, biri eski 1 Mayıs’ta donup kalmış bir ruhun, sonuncusu da bir TOMA’nın yaşadıkları ve hisleri.

Sen üçüncü oyunu yazdın: ‘Boşluk’u Doldurmak’. Neyi anlatıyorsun orada?

Yula: Boşluğu Doldurmak’taki oyun kişisi 1 Mayıs 1977’de Zeytinburnu’ndan dolmuşla Taksim’e gelmiş, o günü en sert biçimde yaşamış ve acısını dondurmuş bir biçimde halen Taksim’in ara sokaklarında geziniyor. O zamanlar kaybettiği aşkı Aysel’i arıyor hâlâ. O dönemde takılı kaldığı kendi yaşsızlığında ve gençliğinde bugünün gençlerini değerlendiriyor. O gün olanlar çok can yaktı. Bugün olanlar da öyle. Ama can yakanlar aynı, canı yananlar aynı, ne garip değil mi!

Bu ülkenin ‘devlet’ anlayışı ve algısının gençleriyle alıp veremediği nedir sence? Bu makus kader hiç değişmeyecek mi?

Yula: Dünyada halen var olan devlet anlayışı yerleşik olma ve var olan yapıyı her ne pahasına olursa olsun devam ettirme üzerine kurulu. Gençlik ise her ne pahasına olursa olsun özgürlük isteme çağıdır. Özgürlüğün karşısında gördüğü yapıya başkaldırma özelliği gençliğin cevherinde vardır. Boyun eğme, biat etme yaşlılık çağlarına vergidir. Zira ‘Gayri Resmi Hürrem’de söylediğim gibi zamanla insanın kaybedecekleri çoğaldıkça başkaldırıları azalır. Yapacak bir şey yok. Bu sebepten biri ben varım diyecek, diğeri ben var olmalıyım. Beraberce en düzgün biçimde nasıl var olunur, bugünün koşullarında buna bakmak gerek belki de.

Gezi Parkı’nın sanata nasıl yansıyacağını düşünüyorsun?

Yula: Gezi sayesinde insanlar herkesin sanat yapabileceğini gördüler. Uzun zamandır reddedilen ve yerini kurnazlığa bırakmış olan zekânın halen önemli ve saygın olduğunu anladılar. Enstalasyonlardan graffitiye, müzikten sinemaya her alanda insanlar kendilerini daha yeni bir dille ve mizahi unsurları da ağır basarak ifade ettiler. Son yıllarda sanat bienallerinde fazlaca yaygınlaştırıldığı üzere altı boş felsefi zorlamalarla yüklü, kelime oyunlarıyla zorunlu paralellikler kurulmaya çalışılan yapılar yerine, temelini gerçek hayattan ve onun sadeliğinden alan yapılar kurulmaya başlandı. İleride ortalık daha da durulunca yapılanlar ve bunları yapanlar daha da farklı estetik arayışlarla anlatılacak muhakkak. Yeni kuşak sesini bu sanatla daha net ve dolaysız duyuracak sanırım. Ya da dilerim! Bu iyi.



Sevgili okurlar yazılarıma kısa bir ara veriyorum. Eylül başında görüşmek üzere!


Yazının devamı...

Yaşam Kalitemiz

34 ülkeyi kapsayan bir araştırma sonucunda (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin araştırması bu) ülkemiz ‘Yaşam Kalitesi Endeksi’nde son sırada yer aldı. ‘Nasıl olur?’ diyeceksiniz şimdi... Hani AVM’lerimiz vardı. Gökdelenlerimiz? Metrolarımız? Hızlı otobüslerimiz!

Hatta bir kısmınız herkesin bizi kıskandığını, hemen her şeyin dış mihrakların işi olduğunu söylemeye devam edecek, dudaklarına asılı kalan dipsiz öfkeyi sinirli sinirli gülerek kinayeli laflarla gidermeye çalışacak... Oysa sırf bu öfkeyle birbirimizi tüketiş eğilimimiz, ‘beni mutlaka birisi aldatıyordur!’ biçimindeki takıntılı reflekslerimiz bile (bilesi fazla) yaşam kalitemizi düşüren nedenlerin başında geliyor.

Bereket araştırmada bu yok! Bu araştırmada yaşam kalitesinden kastedilen çevre, eğitim, sivil katılım, iş, çalışma saatleri, yıllık gelir, sağlık gibi hususlar.

Araştırmada temel olarak en çok dikkatimi çekense gündelik yaşamda mutlulukla kurduğumuz ilişki. Ne yazık ki bu hususta diğer ülkelerin gerisinde kalmış bulunuyoruz. Anlayacağınız gündelik yaşamda mutluluk bize haram! Yıllık gelir bakımından diğer ülkelerin gerisine düşmemiz bunun nedenlerden biri olabilir. Yani ekonominin parmağı azımsanamayacak bir güç. Ancak bunun ötesinde, yeşil alana erişim, eğitimden yararlanabilme ve bunu hayata geçirebilme, adaletli iş saatleri, sivil katılım ve örgütlenme gibi konularda da çok net sorunlar yaşadığımız ortada. Dolayısıyla, umulanın aksine parayla saadet de bir yere kadar! İnsanca yaşamak, sıradan anların keyfini çıkarabilmek ve yaşam sevincine erişebilmek için başka noktalarda da yaşamı devşirmek gerekiyor...



Ne zamandır yazacaktım, ancak fırsat bulabildim: Doğuş Derya’nın KKTC Cumhuriyet Meclisi’ne seçilmesini son derece önemli buluyorum. Kadın temsil oranının yüzde 8 olduğu bir mecliste böyle parlak bir milletvekilinin olması sadece KKTC için değil dünya için de kıymetli. Hatırlayacağınız gibi 12 Ağustos 2013 tarihinde Doğuş Derya’nın Meclis’te ettiği vicdani yemin sonradan birtakım odakları harekete geçirmiş ve Derya’ya yönelik çirkin saldırılarda bulunulmuştu. Siyasi yaşama farklı, yeni ve eşitlikçi bir bakış açısı getirmeye kararlı milletvekilini içtenlikle kutluyor ve ne olursa olsun yılmamasını diliyorum.



Terk edilmiş hayvanlarla ilgili yazıma okurumuz Ahmet Kemal Şenpolat, HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu’nun ‘Terk edilmek Tüm Canlılara Aynı Acıyı Verir’ başlıklı tanıtım filmini yollamış. Şuradan izleyebilirsiniz:

http://www.haytap.tv/index.php/videos/haytap/haytap-beni-terk-etme-terkedilmek-tum-canlilara-ayni-aciyi-verir



Şenpolat, daha fazlasını yapabilmek için sponsor ve yönetmen aradıklarını da belirtmiş.

Yazının devamı...

Hayvanlarınıza kıymayın efendiler!

Heyecanla içeri girdim. Dükkanın diplerinde oturan İran kedilerine benzeyen kadında tok satıcı bir hal vardı. Bir türlü gözleriyle buluşamadım. İçerinin kokusu dışarıdaki sıcağın etkisiyle daha da keskinleşmişti sanki.

Epey sonra ‘Buyurun’ deme nezaketini gösterdi. Bu sorusunun nezaket sorusu olduğuna da emin değildim ya, o da ayrı bir konu.

Söyleyecek bir şey bulamadım. Tekrar dükkanın içine, duvarlardan sarkan aksesuarlara, yerdeki oyuncaklara baktım .

‘Ne vardı?’

Aksiydi bu kadın, aksi.

Hiçbir şey olmamış gibi kaçıp gitse miydim dükkandan? Arkamı dönüp gidecekken, daha doğrusu buna hamle yapacakken, beni ve hamlemi yakalarcasına:

‘Al işte bir kararsız daha!’ dedi. ‘Bayılırım sizin gibi kararsızlara!’

O zaman durdum. Dahası kadının yüzüne dik dik bakıp ‘Kararsız olduğumu da nereden çıkardınız?’ diye sordum .

‘Ne istiyorsunuz?’ dedi. ‘Bir hayvan mı? Evcil yumuşak bir hayvan? Ne için istiyorsunuz onu? Yoksa birine mi hediye alacaksınız?’

Ee, pes !

‘Şey’ deyip kaldım .

‘Sadık bir köpeğe ne dersiniz?’ diye sordu. ‘Terliklerinizi Fizan’a attığınızda tutup size getirirdi!’

Bu sıcak günde aramızdaki tansiyon giderek yükseldi kadınla. Ama kadın duracak gibi değildi.

‘İsterseniz çocuğunuza alın. Hatta alırken hediyenin boynuna bir de kurdele bağlayın. İki ay sonra da ondan bir güzel bıkın, olur mu? Adalar’a bir tekne gezisinde onu salıverin gitsin! Adalar sahiplerini bekleyen, bir süre sonra da beklemekten vazgeçen mutsuz hayvanlarla dolu! Sadece Adalar olsa iyi, bütün sahil şeritlerimiz...’

Bir dakika! O an kadının gerçekten bir şeyler söylemek istediğini anladım. O hoyratlığın altında tuhaf bir hüzün vardı. Galiba hayvanları kendinden daha çok seven birine rastlamıştım! Onunsa attığı adımdan yana ödün vereceği falan yoktu.

‘Atın o yüzünüzdeki şaşkın ifadeyi’ dedi. ‘Sizler hayvansever falan değilsiniz. Sanıyorsunuz ki bu kediler köpekler sizlerin süsü, gününüzün eğlencesidir. Bunlar canlı, anlıyor musunuz? Canlılardan bahsediyoruz burada. ’

‘Bakın!’ diye araya girmeye çalıştım .

Beni duyacağı yoktu .

‘Bakalım onlar sizi istiyorlar mı?’ diye kızgın bir soru daha sordu ve sonra hiçbir şey olmamış gibi kedilere özgü eski sessizliğine gömüldü.

Bir müddet o anı kurtaracak, aramızı yumuşatacak bir cümle aradım. Çıka çıka vasat bir cümle çıktı: ‘Hassasiyetinizi anlıyorum’ dedim.

Elbette bu ezber cümleye cevap alamadım. O sıcak dükkandan çıkmaktan başka çarem de kalmamıştı. Yine de bir sürü gözün üzerimde gezindiğini hissettim: Hava alsınlar diye dükkanın en havadar yerine bıraktığı hayvanlar umursamaz bir edayla beni seyrediyordu. İçten içe benimle dalga geçer bir halleri vardı sanki.

‘Bir hayvan sahiplenmeyi düşünüyorsanız, onu eve gelen bir bebek gibi sahipleneceksiniz’ dedi bir ses arkamdan. Bu bizim kedi kadındı.

Ve sonuna kadar haklıydı.

(Bu yazıyı facebook’ta dolaşan hüzünlü bir haber için paylaştım sizlerle. Sahiplerini, terk edildiği rıhtımda gözyaşlarıyla bekleyen bir köpek için yazdım. Sayıları o kadar fazla ki bu hayvanların... Oysa onlar bizlerin oyuncağı değil. Lütfen bu zalimliği onlara yapmayalım. )

Yazının devamı...

Korkunun kara deliğe dönüşmesi

Bugün 17 Ağustos.

Ben bugün sözü, depreme Gölcük’te yakalanmış genç bir insana, Evrim Zeytinoğlu’na bıraktım. Hem ziraat mühendisi hem de yarı profesyonel tiyatro oyuncusu olan Evrim’in korkuyla girdiği yaşam sınavına dikkatinizi çekmek istedim. Bu korkunun temel nedeninin doğanın kendisi değil, çarpık kentleşme ve buna bağlı olarak inşaat sektörünün düştüğü ‘rant’ halleri olduğunu lütfen unutmayalım.

‘Ben bu depremi yaşayan şanslı kişilerdendim. Her ne kadar 21 akraba, 2 yakın arkadaş, 1 platonik aşk ve sayısız tanıdık ve evimi kaybetmiş olsam da fiziksel ezikler ve yaralar dışında bir sağlık sorunu yaşamadım. Birinci derece akrabalarıma hiçbir şey olmadı. Tekrar belimizi doğrultacak gücümüz ve desteğimiz vardı.

Benim 17 Ağustos gecesinden kalan en büyük yaram korku hissinin bıraktığı o kara deliktir. Derinliğini ve genişliğini bilemediğim o kara delik. Bence insanı çocukluktan çıkaran en temel durum ‘korku’ hissinin yürekteki ziyaretinin büyüklüğü ve sıklığı. Yaş ilerledikçe gerçeklerle yüzleşmek, tehlikeleri görmek, yaşanılan acılara bir şekilde dahil ve şahit olmak insanı olgunlaştırıyor. Ben 17 Ağustos gecesi en uç örneğiyle bunları 45 saniyede yaşadım. Çocukken ölmeyi düşünmezdim. Sadece sevdiklerimi kaybetmeyi düşününce üzülürdüm. Evsiz barksız kalmayı aklıma bile getirmezdim. Hele tanıdıklarımızdan oluşan bir topluluğun bir anda ölebileceğini tasavvur bile edemezdim. Ama o gece aynı zaman diliminde bunlara dair birçok korku yüreğimde derin bir yara açtı. Ölme korkusu, sevdiklerimin ölmesi korkusu, acı çeke çeke ölme korkusu, neler olduğunu bilememe korkusu, hatta dünyanın sonunun gelmesi korkusu, çektiğiniz fiziksel bir acının verdiği korku... Çaresizlik, savunmasızlık, yalnızlık...

İtiraf etmeliyim ki benim yaram iyileşmedi. Neden mi? O şiddette bir hissin panzehiri olacak bir his bu yüreği daha ziyaret etmedi.

Ya evlerimiz?

Biz Gölcüklüler aslında depreme yabancı değiliz. Gölcük, 1960’lı yıllarda Adapazarı Depremi’nden ciddi anlamda etkilenmiş. Bu sebepten mi bilmiyorum Gölcüklüler olarak bina korkumuzu yenmişe benziyoruz. Biri gelir, biri gider hesabı... Sadece arada sırada sallandığımızda verdiğimiz aşırı tepkilerin dışında depremi unutmuş gibiyiz. 1999’da yerle bir olmuş Kıyı Şeridi’nde şimdilerde oturan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Mimari değişikliklerin dışında eski coşkumuzu çoktan kazandık! Buna karşın sosyal konutların eskiye oranla daha yüksek bölgelere ve az katlı yapılıyor olması deprem korkusunu ortadan kaldırıyor diyebilirim. İnşaatlarda kullanılan malzemeler konusuna gelecek olursak... Özellikle deniz kumunun inşaatlarda kullanılmamış olduğuna olan inancımızı kaybetmek istemiyoruz! Fakat gelin görün ki manevi ve psikolojik kayıp ve izlere bir şey yapılabileceğini sanmıyorum...’

1999 Depremi nice insanın yaşam harcına kattığı korkuyla, belleklerimizin alacakaranlıklarında gezinmeye devam ediyor. Ya binalar? Onların harcında gerçekten değişen bir şeyler var mı sizce? Tam da burada Evrim ‘candan değerli neyimiz var ki?’ diye soruyor ve bu gerçeği yaşayarak anlamış biri olarak diyor ki: ‘Ülkemiz depremi öğrenmek ve önlemini almak zorunda.’

Bunun içinse düzenli, yasal, insandan yana, doğayı koruyan ve dürüst bir kentleşme planına (daha doğrusu politikasına) ülke olarak çok ama çok ihtiyacımız var.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.