Şampiy10
Magazin
Gündem

Oprah Winfrey’in başına gelenler

Avrupa’nın göbeğinde, İsviçre’nin en büyük kenti Zürih’te, dünyanın en çok kazanan televizyon yıldızının başına çok ilginç bir olay geldi. Amerikalı siyah televizyoncu Oprah Winfrey, bir mağazaya girdi ve bir çanta beğendi. Kendisini tanımayan bir tezgâhtar ise çantanın onun için çok pahalı olduğunu belirtti ve muhtemelen gününe kaldığı yerden devam etti.

Peki. Bir senaryo ya da bir öykü yazacak olsaydınız bu olayda ‘kahraman’ diye kimi seçerdiniz?

Benim cephemden bakıldığında bu ‘kahraman’ ne Oprah ne de ondan özür dileyip duran İsviçre Turizm Bürosu’dur. Benim söz konusu öyküdeki ‘kahramanım’ tezgâhtarın ta kendisidir! Böyle bir cümleyi karşısındaki müşteriye sarf eden tezgâhtarın hâli, yaşam algısı ve bunu karşısına yansıtış biçimidir. Oprah Winfrey’i tanımış ya da tanımamış olması da çok önem taşımıyor. Asıl dikkat çeken nokta mağdur durumuna düşmüş olan Oprah ile 35 bin dolarlık o çanta arasındaki ilişki değil, tezgâhtarla o çanta arasındaki ilişkidir ve çağımızın hikâyesi de orada başlar zaten.

Sadece ırkçılık değil

Tezgâhtarın Zürih’in ortasındaki lüks bir mağazada Oprah Winfrey’e böyle bir yaklaşımda bulunması ırkçı bir tutum olarak algılanabilir elbette. Azımsanacak bir tutum da değil hani. Ama bu tür olayların İstanbul’un, Paris’in, Londra’nın göbeğinde de yaşanabileceğine, üstelik o tavrın sadece genelgeçer bir ırkçılıkla açıklanamayacağına da inanıyorum. Bu, yaşadığımız çağın başka bir tanımına da denk düşüyor. Parası olan ve bunu karşısındakine en görkemlisinden en vasatına hissettirenle (ah o tanımsız güç ve o güçle gelen iktidar), hissettirmeyen ya da gerçekten parası olmayan arasındaki farka.

Tezgâhtarın bu hissi çok gelişmiş olmalı. Ya da bu his ona çok iyi öğretilmiş! Zaten mağaza sahibi de elemanına sonuna kadar sahip çıkıp ‘Bizim eleman doğru yaptı’ gibi bir şeyler demiş. Tanımsız sınırların ne olduğunu bir kez daha anlatmış bize mağaza sahibi. Belli ki elemanlarını çok iyi yetiştirmişler!

Farkında mısın?

Tekrar kraldan çok kralcı olan bizim tezgâhtara dönecek olursak, yaklaşımı üzerinde düşünürken şunları da sorabilir miyiz acaba kendisine?

Kardeşim gerçekten 35 bin dolarlık çanta hakkında ne düşünüyorsun? Ona ulaşılabilirlik ölçütün, bizzat senin ölçütün nedir? Bu çantayı hak edenlerle hak etmeyenler arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Sana göre hak etmek nedir? Diyelim ki asgari ücretli, dul, yetim, işçi, öğrenci birinin bu çantaya bakma hakkı yok mudur? Sen sahi hangi cephedesin ve bulunduğun o cepheden dünyayı, insanları, yaşamı nasıl görüyorsun?

Daha da ilginci, bu paragöz rezil sistemin sen ve senin gibilerin üzerinden işlediğinin, etlenip butlandığının farkında mısın?

Yazının devamı...

Türkiye’nin Rojava sınavı

Savaş istiyoruz!

En önce vuruldu bunu yazan.

Bertolt Brecht (çev: A. Kadir-A. Bezirci)

‘Duvara Tebeşirle Yazılan’ şiirinde böyle der Brecht. Bu satırların ışığında, Rojava olarak adlandırılan Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde sivil Kürt halkına yönelik baskılar gittikçe hız kazanır, akıl almaz insanlık suçları işlenirken kafamızda beliren en temel sorulardan biri de şu:

Türkiye Rojava’da nasıl bir sınav veriyor?

Doğrusu, sürecin en başından beri Türkiye’nin bu konuda pek iyi bir sınav verdiği söylenemez. Her ne kadar son dönemde bölgenin önde gelen Kürt partilerinden PYD’nin lideri Salih Müslim ile görüşülse de, daha önceki süreçte verilen mesaj hiç de parlak değildi. Geçen yıl sonbaharda başlayan ve geçtiğimiz temmuz ayında giderek hız kazanan saldırılarda Ankara’nın kimlere, nasıl destek verdiğine baktığımızda Türkiye’de umulan, beklenilen ve özlenen ‘Kürt açılımı’ için kafaları bir kez daha karıştıran bir tabloyla karşı karşıya kalmıştık. Hâlihazırda bu durum pek de farklı bir yol izlemiyor. Birçok uzmanın belirttiğini yinelemekte fayda var: Kürtlerin varlığını sürdürdüğü bir diyar olan Rojava’da El Kaide’ye bağlı grupların kuracakları ‘İslam devleti’ fikrine mesafesiz bakmak ya da mesafenin rengini saydam tutmak Türkiye’nin hiçbir biçimde uzun vadede kendini ‘iyi hissedebileceği’ bir durum değildir.

Tehdit mi bölge gerçeği mi?

Her ne kadar Türkiye, El Nusra Cephesi ve El Kaide ile bağlantılı diğer grupları desteklediğini resmi olarak kabul etmese de sınırlarımızda aylardır yaşananlar içimizi acıtmaya devam ediyor. Türkiye üzerinden Suriye’ye militanların girdikleri konusunda çeşitli kaynaklardan bilgiler akıyor.

Türkiye hükümeti açılımı takip ederek kendi içinde yok edemediği kimi Kürt karşıtı düşüncelerle yüzleşemez ve buna bağlı olarak Kürtlerin Rojava’da elde edebilecekleri konumu bir tehdit olarak görmekten vazgeçebilirse hem bölgede hem de Türkiye’de farklı bir eşiğe varabilmemiz mümkün olabilir. Ama bunu gerçekten istemek gerekiyor. Hem şimdi, hem de yakın gelecekte bölgenin olmazsa olmaz gerçeği budur.

Ne yazık ki tüm bu yaşanılanlar, yine her zaman olduğu gibi bu arbedede en fazla kadın, çocuk, genç ve yaşlıların zarar gördüğü bir yıkımı karşımıza çıkarıyor. Bölgedeki Kürt oluşumunun dünyaya gösterdiği önemli ‘direnç’in eşiğinde (bile) yine en çok kadınlar, çocuklar, yaşlılar...

Ya savaşı isteyen, körükleyen, onu her türlü çıkarı için isteyen koca koca adamlar? Onlar ‘şimdilik’ hiçbir şey olmamış gibi suçu sağa sola atarak yaşamlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Yazının devamı...

Şu adalet dediğimiz...

Üzerinden 1-2 gün geçsin istedim. En azından bayramın ilk gününde böyle bir yazı yazarak kasılmış bir hâldeki toplumumuzu daha da kasmak işime gelmedi.

Geçtiğimiz pazartesi (5 Ağustos) zor bir gündü Türkiye için. Zorluğu, bir türlü demokrasiyi sindirmeyi başaramamış bir ülkenin vermek zorunda olduğu ve tam manasıyla veremediği beter bir sınavdan kaynaklanıyordu.

O gün Ergenekon Davası’nın son duruşması yapıldı ve bizler, ömürleri faili meçhul cinayetlere tanıklık etmiş, derin devletin derinliğinde kaybolmaya mahkûm bırakılmış kuşaklar olarak Çorum, Sivas, Maraş, Susurluk vb. yerlerde cereyan etmiş birçok melun olay için ‘bilinmezliğin’ hâlâ devam ettiğine kanaat getirmiş bir hâlde kalakaldık, tuhaf bir şaşkınlıkla perdenin ‘kimileri için’ kapanışını izledik.

İster istemez ‘bu muydu?’ diye sorduk.

Heba olan fırsat

Koca bir ülkenin bilinmezler girdabına düştüğü o tanımsız kaderde, örneğin ömürleri JİTEM’in karanlık yüzüyle soluk alıp vermiş insanlar için nasıl bir son ve sonuçtu bu?

Onca gazetecinin, bilim insanının, genç insanın katline verilen yanıt konusunda gerçekten içimiz ve vicdanımız artık rahat mı?

Derin devletin derin sulardaki gerçek izlerine sizce ulaşılabildi mi? O izler bir daha karşımıza çıkmamak üzere tarihin tozlu sayfaları arasına karıştı mı? Geçmişte yaşanan o kıyımla, ‘intikam’ kodunun dışında sahici bir biçimde yüzleşildi mi?

Doğrusu benim içim, bu konuda hiç ama hiç rahat değil!

Tekrar hatırlayacak olursak: Kimileri için Ergenekon diye bir örgüt yoktu, hiç de olmamıştı; kimileri ise bu davada yargılanan ve müebbet ceza alanların arkasından helva kavurmayı yeğledi, kına yaktı, şiddet dilini şirretçe üretmeyi tercih etti. Bana göreyse, bu davaya asıl damgasını vuran, bu ülkedeki insanların can suyunu tüketmiş o ‘derinlik’e gerçek anlamda inilememiş olması, bu kadar önemli bir fırsatın heba edilmesiydi.

Perdenin kimileri için kapanışını izledik derken biraz da bunu ifade etmeye çalıştım. Yaşamlarımızı tüketen bir örgütlülük, çok daha nesnel ve serinkanlı bir biçimde, bir intikam refleksiyle değil gerçek bir adalet mantığıyla ele alınabilseydi bugün Türkiye için ‘gerçekten temiz bir sayfa’dan söz etmeye başlayabilirdik.

Oysa biliyoruz ki kimilerinin elleri hâlâ çok kirli ve bu davada onların kıta sahanlığına bile girilemedi... Bu da demek oluyor ki ‘daha görecek günlerimiz var, kafamızı taşlara vuracak zamanlarımız var, var da var!’

Bir kez daha düşünmeli

İster Ergenekon, ister Gladyo, ister başka bir şey, adı önemli değil; ama devletin içinde ve devlet tarafından kullanılan çeteleşmiş yapıların varlığını, Ergenekon’un da onlardan biri olduğunu kabul etmek istemeyenler bir kez daha düşünmelidir. Bence bu davada itiraz etmemiz gereken örgütün varlığı değil davanın yürütülüş biçimi, hedefinden saptırılması, hukuk ihlalleri, adil yargılama boşlukları, bir torbaya doldurulmuş sanıklar, siyasi hasımların tasfiyesi görünümü veren zihniyet yargılamasıdır. Tam da bu yüzden yakın tarihimizin bu en önemli ve kilit davası, en azından bu aşamada, derin devletin çözülmesini ve demokratik hukuk devletine doğru yol alınmasını isteyenlerde buruk bir tat ve keşkeler bırakmıştır. Derin çeteleri ve onları kullanarak demokratik işleyişe müdahaleye heveslenenleri geriletmiş, caydırmış olmakla birlikte -ki bu da büyük bir kazanımdır- derin devletin derinine ulaşılamamış olması, önümüzde demokratik bilincin gelişmesine doğru katedilecek epeyce yol olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır bize.

Yazının devamı...

Köbete

Hayatımda tanıdığım en yetenekli aşçılardan biriydi anneannem. Tatar’dı ve nasıl desem Tatar böreklerinin ustasıydı. Bunların içinde en çok çiböreği (arada ‘ğ’ yok!) severdim elbette ama şölen niteliğindeki köbetesi bambaşka bir yer tutardı.

Geçen gün Sapanca Kırkpınar pazarında Necmiye Hanım’a rastladım. Yıllardır ablasıyla tek başına sürdürdüğü ağır pazar işleri esnasında omuzları çökse, yüzü erkenden kırışıklarla dolsa da hayatla barışık kalmış o kadına. Hemen her ağustosta yapmaya çalıştığım gibi kışlık salçalarımı ondan aldım. Onları alırken ‘anacım bayram geliyor, kap bir tane baklavalarımdan, vallahi özene özene kendi ellerimle açtım’ dedi. Onun gibi insanlar kırılmaz. Yumuşak huylu ama hayatın ne olduğunu bilen, direncini hayat esprisinden ve ‘an’dan alan o insanlardandır. ‘Peki’ dedim.

Mutfakta, Necmiye Hanım’ın elime tutuşturduğu tepsiyi açar açmaz şerbetsiz hamurdan çok tanıdık bir koku yükseldi. Yağlı hamurun o ‘kutsal’ kokusu...

Tepsinin dörtte biri!

Bu anneannemdi! Anneannemin kendi mutfağında arasına yağlar katarak kıvamlandırdığı köbete hamuru ve elbette çocukluğuma asılı kalmış o akide şekeri kıvamındaki geçmiş.

Mutfağın ortasında duruverdim. (Böyle anlarda durmak gerekir, çeşitli tecrübelerimden biliyorum!)

Ve sanırım yapılabilecek en doğru işi yaptım. Necmiye Hanım’ın nasırlı ellerinden çıkmış şerbetsiz baklava parçalarını tek tek tatmaya başladım. Tepsideki koca bir parça böylece bitti diyebilirim. Neredeyse tepsinin dörtte biri! Ama ne tuhaf, sanki ben o sırada anneannemle buluştum, morlu elbisesi içindeki ‘canlı’ bedenine sarıldım, onun o çok gülen şişko torunu hâline dönüverdim.

Beklemek, sabretmek...

Köbeteyi en çok bayramlarda yapardı diye aklımda kalmış. Hamur açılır, araları yağlanır, üç kat tepsiye dizilir, üçüncü ve dördüncü katın arasına haşlanmış soslu tavuk etleri konulur ve sonra ‘özenle’ fırına verilirdi.

Özen önemliydi. Hamura verilen emek. Beklemek, sabretmek. Sofraya gelene, oturana saygı göstermek. Hele bayramlarda. Hele bayramların ilk gününde.

Sonrasında ise kalabalık sofralarda yenilirdi o yemekler. Baharatlı soslu köbeteler, zeytinyağlılar, tatlılar, derken onlarla birlikte gelen soslu, şerbetli, lezzetli sohbetler.

O insani sohbetlerin kıymetini yeniden düşünmemiz gereken tuhaf, sert, acımasız, kin dolu, hayat ayarı kaçmış günlerden geçerken hepinizin bayramını kutlarım.

Ferah bayram sofralarınız olsun. O sofralarda aşınız, dostunuz, bereketiniz eksik olmasın.

Yazının devamı...

‘Göğe Yakın Topraklar’

Bora Ercan’ın dilimizde yazılmış ilk Tibet kitabı olan ‘Göğe Yakın Topraklar’ını okuyorum. Tibet deyince zihnimde öncelikle yükseklik duygusu beliriyor. Sonra da sonsuzluk... Ercan’ın ‘rengini arayan tanrıların ülkesi’ Tibet konusunda hoş bir hatırlatması var. Ülkemizde ad ve soyadlara sinen Tibet adından bahsediyor Ercan. İlk olarak aklıma Tibetlerin Tibet’i Kartal Tibet geliyor elbette. Sonra başkaları da... Bu eğilim, bir biçimde bu topraklardaki insanın sonsuzla ilişkilendirilebileceğinin ipucunu da verebilir mi? Öfkeleri, kızgınlıkları, parlamaları, kinle bezenmiş korkuları -ah o eğri büğrü yamulmuş korkuları- bir kenara atıp, böylesi bir sonsuzluk ihtimaline soyunan bir toplum hayalini ‘göze alarak’ başlıyorum yazmaya.

İç sesleri yok mu?

Açıkçası günümüzde her şeye ulaşabilen ya da ulaşabildiğine inanan insanın mutsuzluğuna bir derman olabileceğine inandığım için bu böyle. Hepimize öngörülen sınır buyken, buna karşın sonsuzu görebilen neden korkar ki sorusunun peşine düştüğüm için. Şu aralar bu soruları nedense çokça soruyorum. Sonsuzu görebilmek varken çamur rengi sığ suların içerisinde hayat bulmaya çalışan düşüncelere çokça tanık olduğumdan belki de. Bu düşünceleri üretenler kendilerine nasıl tahammül edebiliyor sorusu sıklıkla kurcalıyor kafamı. Dünya onlara da, düşüncelerine de tahammül edebiliyor, hatta bu düşüncelere sahip çıkabiliyorken üstelik; iyi de onlar kendilerine nasıl dayanabiliyor sorusu yüzünden. ‘Kardeşim resmen saçmalıyorsun!’ demiyor mu iç sesleri onlara? Akşam kafalarını yastığa koyduklarında ‘ya ben amma da zırvalıyorum, ne olacak benim bu kötücül zırva hâllerim’ diye mırıldanmıyorlar mı mesela?

Parçayla bütün

Ercan bu sırada imdadıma yetişiyor. Fotoğraflarla bezeli kitabının arasından insanların ikiye ayrıldığını söylüyor. Beynim aktif bir biçimde, öğretilmiş bir refleksle sıralayıveriyor ikilikleri hemen: Laikçiler, İslamcılar? İnananlar inanmayanlar? Sağcılar solcular? Türkler Kürtler?

Hayır. Ercan farklı bir şey söylüyor:

‘Sonsuzluğunun sınırı olanlar ve olmayanlar.’

Ve diyor ki:

‘Sonsuzluğun içinde ne kadarsan sonsuzluk da senin içinde o kadar olur. Bütünle parçanın arasındaki ayrımın kalktığı yerdir sonsuzluk.’



‘Oyunu oynayalım ama güzel oynayalım. Temiz olsun. Daha ilk başta birbirimizin kaval kemiğine girişmeyelim. O kadar uzlaşma noktamız varken hem de’ demiş bu yaz yitirdiklerimiz arasına giren değerli şair Ahmet Erhan, 2007 yılında Radikal’de Teoman’la konuşurken.

Son yıllarda şiire küsmüştü. Galiba insanlara da, az biraz. Aynı röportajda kimseye yaranamadığından bahsediyor. Sahi niye bu kadar acımasız bir toplumuz biz? Neden başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmaya üşenip duruyoruz?

Çok erken gitti Ahmet Erhan. Başımız sağ olsun.

Yazının devamı...

Hemen her yerde

Ben, bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları hâlde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı; ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır. Ne olursa olsun, hatırlayabildiğim kadarını aktarmayı deneyeceğim: Basamağın arka kısmında, sağa doğru, neredeyse dayanılmaz bir parlaklıkta, gökkuşağının tüm renklerini içeren bir çember gördüm.”

‘Yer’ politikası...

Ünlü Arjantinli yazar Borges 1949 yılında yayınlanan ‘Aleph’ (Elif) adlı öyküsünde kahramanının bir evde rastgeldiği bir sonsuzdan bahseder bize. Ben nedense bu öyküyü ve anlattıklarını içimizdeki evrene eş düşen o büyük denklik olarak hatırlardım. Aslında sonsuzun içimizde olduğunu vb. En azından Edward Soja’yı okuyuncaya kadar... Ve böylece işin daha ötede bir anlam ifade ettiğini fark ettim.

Soja’nın ‘Third Space-Üçüncü Yer’ diye tanımladığı hususa denk düşen tanımlardır Borges’in öyküsünde anlatılanlar. Soja ağırlıklı olarak 1992 yılında Los Angeles’ta Afrika kökenli bir Amerikalı’nın dört polis tarafından darp edilmesiyle meydana gelen olaylardan yola çıkarak yazmıştır kitabını. Borges’in öyküsünde anlatılanlara referans verir ve yeni bir ‘yer’, yeni bir kamusal alandan bahseder bize. Mahkemede suçsuz bulunan polislerin salıverilmesi kenti galeyana getirmiş, yer yerinden oynamış ve insanların altı gün boyunca bu kararı protesto etmeleri yeni bir ‘yer’ politikasını ortaya çıkarmıştır. Soja, Borges’in öyküsünü bu ‘yeni yer’ algısıyla bir kez daha düşünmemizi ister. Algılanan, algılandığı ölçüde yaşanan, tektipleştirilemeyecek, yaratıcı, düşle gerçek arasında inşa edilmiş farklı yeni yaşam yerleridir buralar ve hemen herkesi, her şeyi, her an ve sonsuzca içerirler.

Beklemeye devam

Bu yeni hayat algısını yekpare bir alışkanlığa yaslanarak başlangıç ve son noktası biçiminde görmekse en büyük yanılgılardan biridir galiba. Bir kere başlamayagörsün bu ‘yeni kamusal alan ruhu’, bir biçimde, farklı dinamizmlerle, farklı çehreler ve çıkış noktalarıyla devam eder. Sistemin şiddet uygulayarak bastırmaya çalıştığı, sarıldığı vasat dilin daha da vasatlaştığı ve bu surette susturmaya, baskılamaya, sansürlemeye çalıştığı bu yeni yer ruhu artık hemen her şeye sirayet etmiştir. Bu direniş biçimi adaletsizliklere, aymazlıklara, eşitsizliklere karşı direnebilmenin sonsuzca tekrarlanması riskini taşır.

Her an, her yerde, her şey olabilir!

Hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır artık.

Geçtiğimiz şubat ayındaki Trayvon Martin olayını hatırlamamız buna ilginç bir örnek olsa gerek. Bizlerse, ülkemizde, Gezi Direnişi esnasında yaşamlarını yitirmiş insanlarımız için adalet beklemeye ‘şimdilik’ devam ediyoruz.

Yazının devamı...

Hakikat mi?

Deniz Feneri’nde Ressam Lily Briscoe, ‘Demek uzaklık her şeyi böyle değiştiriyor’ diye düşünerek, lekesiz, adeta yelkenlerle bulutların, maviliği içine oyulup oturtulmuş gibi yumuşacık duran denize doğru baktı. ‘Demek uzaklık her şeyi böylesine değiştiriyor’ diye mırıldandı: ‘Demek her şey insanların yanımızda olmaları ya da bizden uzakta olmalarıyla değişiyor.’

Bazen sorarlar. ‘Yazın ne okuyalım?’ diye. Yaz kitapları diye bir ayrım yapılabilir mi bilemiyorum. Böyle bir tercih yapmam gerekirse diye aklımda ilk tuttuğum kitaplardan birisidir Virginia Woolf’un Deniz Feneri adlı romanı.

Kitap, Ramsay ailesinin ve konuklarının çevresinde gelişir. Olayların içerisinde en önemlisi, karşı adalardan birindeki deniz fenerine yapılacak olan gezidir. Deniz feneri, saçtığı pırıltı ile kitaptaki kişiler için sonsuzluğu çağrıştıran bir hedeftir. Ancak bir türlü oraya gidilemez! Orası insanın hakikatle kurduğu ilişki gibidir. Ressamın söylediği gibi. Durduğunuz yer ve zamana göre farklılıklar kaydedebilen, bazen yakınlaşan, bazense uzaklaşan bir sonsuzluk...

Hem çok uzak hem yakın

Böylesi bir sonsuzluğun hayat (kitaptaki karşılığı Mrs. Ramsay’dir) ile sanat (sanatı temsil eden kişiyse ressam Lily Briscoe’dur) arasındaki tedirgin gidiş gelişini buluşturabilecek yegâne sembol olan deniz fenerine ancak üçüncü bölümde ulaşılmasına izin verir Woolf. Bir nevi kahramanlarına acır! Artık onunkine ne kadar acımak denilirse... Bu gelgitli yolculukta biz okurlara düşense zaman, iç muhasebeler, hızını artırarak büyüyen savaş ve ölümler arasında hayatın izini ve anlamını sürmek olacaktır. Bizlere hem çok uzak hem de çok yakın olan bu kahramanlar aracılığıyla kendi hayatlarımıza yön veren dürtüleri hatırlamak...

Kitabı tekrar gözden geçirirken hakikatin ne olabileceğini, durumlara, zamanlara, bakış açılarına göre değişip değişmediğini, en azından 20. yüzyıl modernizmi çerçevesinde bunun bir yanıp bir sönen bir deniz feneri ile mümkün olup olamayacağını bir kez daha sormadan edemedim.

‘Hakikatin metni’

Bunları hatırlarken ise çağımıza döndüm ve kısa bir süre önce yitirdiğimiz Leyla Erbil’in “Kalan” adlı romanından bir bölümü hatırladım:

Yazarın hakikati

Yazdığı metin mi

Metnin hakikati

Yazarın özü mü

Tözü mü

Hakikatin metni

Yazarınki mi?

Nihayet, insanın hakikatinin bulunabileceğini sanmadığını belirten Erbil’e, modernizmin dinamiklerini düşünerek sonuna kadar hak verdim. Deniz feneri ve ifade ettiği anlamının bile içinin boşaltıldığı bir zaman diliminde ister yaşam ister kurgu, nereye bakıp ne şekilde hakikati görebileceğimiz ve dahası o kıyıya varabileceğimiz fikri karşısında bir umutsuzluğa düştüm.

Derken tuhaf bir his uyandı bende: Galiba 21. yüzyılda hakikate ulaşmak hâlâ mümkündü!

İşin özü de tözü de buydu galiba.

Ama sanırım o hakikat umduğumuz, ummayı beklediğimiz bir yerde durmuyordu artık! Deniz fenerlerine değil belki de hiyerarşileri delik deşik eden verev ve yayılarak büyüyen ayrık otlarının boy verdiği tarlalara ve onlar gibi büyüyen hareketlere, o hareketle çoğullaşabilen hasatlara bakmalıydık artık. Şu kimilerini kızdırtan, kızdırmakta olan ve kızdırtacak hasatlara.

Yazının devamı...

‘Mekân Hikâyeleri’

Bugün size bir mimarın kitabından bahsedeceğim. Gaziantep’te doğan, yaşamının bir bölümünü bu kentte geçiren, sonrasında İzmir’e göç eden Emel Kayın’ın “Mekân Hikâyeleri” (Kanguru Yayınları) adlı kitabında dikkatimi ilk çeken farklı coğrafyaların, kültürlerin ve hatta zamanların ‘ayrıksı’ gibi görünen ortak yanlarıydı. Yazar bunu yaşam çizgisinin farklılıklarına, iniş çıkışlarına, zikzaklarına bağlıyor. Kendisini her yere ait, buna karşın yersiz biri gibi görüyor. Günümüz yaşamının gerçek çoğulluğunun ve zamanımızın ‘gerçek’ algısının bu olduğunu söylercesine. Mekânın ne olduğunu, neye yaradığını düşündürüyor bu öyküler. Yaşamlarımızı ve öykülerimizi yeniden kurarken bizlere nasıl yol göstereceklerinden bahsediyor:

“Zaman bir mekândı. İstenildiğinde zamansızlıktan kaçılıp içine saklanılan. Uzak çocuklardı zaman, annelerin ipeksi yüzleri, babaların kocaman elleri. Gizemli ormanlardı, uçsuz bucaksız kıyılar, unutulmuş tekneler, masmavi yorganlar, düş şatoları. Zaman yitik hikâyeler biriktirirdi.”

Kentlerin dağarcığı

Kitaptan bana yansıyanlarla şunları düşündüm: Zamanın mekâna dönüşmesinin aracıları da vardı elbette... Bunun başını da kentler çekiyordu. Kentlerdeki evler, sokaklar, yokuşlar... Bir kentte ne kadar çok öykü ve geçmiş varsa o kadar bolluk ve bereket de var demekti. İnsanın geniş bir mekâna dönüşebilmesinin şartları da epeyce buna bağlıydı. Onun kentle girebileceği ilişkiye, geçmişini şimdiki zamanla buluşturabileceği evlere, parklara, sokaklara, oyun alanlarına. Kısacası düşlerini geliştirmesi, olgunlaştırması yaşam alanlarının bollaşmasına bağlıydı insanın. Buruk, acı hikâyelerin iyileşebilmesi, yitik hikâyeleri aktarabilmesi için bile -sırf bunun için bile- insanın da genişlemesi, enginleşmesi çok önem taşıyordu.

‘İnsan bir mekândı.’

Böyle olabildiği zaman:

‘İnsan büyütendi, çoğaltan... Derin dostluklardı, iyi arkadaşlıklar, büyük sevgiler, önemseyişler, özleyişler, isteyişler.’

Hiç kuşkum yok ki insana ve yaşama dair hikâyelerin yeniden kurulabilmesi için yaşam alanlarının çoğaltılması şart. Belki bu yüzden Emel Kayın’ın hikâyelerini, geride bırakmış olduğumuz günlerin harareti ve geleceğe yansıyacaklarıyla okudum. İyi de oldu.

‘Gelişme’nin öteki yüzü

Sonra şunları düşündüm: Yaşadığımız ve soluk aldığımız yerler belleğimizdeki geçmişi şimdiki zamanının hikâyeleriyle buluşturabiliyor mu? Yeşil alanlar yerine dikilen gökdelenler, derelerin bedenlerine giydirilen borular, nükleer santral hayalleri, her tarafta biten AVM’ler, adına ‘gelişme’ denilerek kentin bir rant diyarına dönüştürülmesi, 3. Köprü ile kıyılıp gidecek ağaçlar, Kuşdili Çayırı, Haydarpaşa ve tozutmuş diğer projeler, kısaca, zamanın hıza ve paraya kaydırılması... Her şeyin paraya endekslenmesi... Bunları bir de bu gözle yeniden düşünelim istedim. Yeni yerlerin insan belleğiyle kurabileceği ilişkiyi. Bunların yaratıcılığımıza ve düşlerimize neler katabileceğini, bizlerden neler neler götürebileceğini... Hikâyelerimizin rant ve tekseslilik hışmıyla nerelerde kırıldığını fark edebilirsek ve elbette nerelerde dilsizleştiğimizi (ya da dilsizleştirildiğimizi) de, kendi gerçek hikâyelerimize sarılabilmenin ve başkalarının hikâyeleriyle çoğullaşabilme anının ne zaman geleceğini de anlama şansına ve hakkına kısa sürede kavuşabiliriz gibi geldi bana.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.