Şampiy10
Magazin
Gündem

Görev ve itaat

“Görevlerini yapıyorlar. Ya da görev sandıkları şeyi.”

Siegfried Lenz’in doğrudan savaş ya da şiddetle değil, görev kavramıyla, görev kavramının yarattığı şiddetle okuru yüzleştirdiği bir kitaptır “Almanca Dersi”. Nazi Almanyası’nı, kitabın kahramanı Siggi Jepsen’in gözünden, farklı bir bakış açısıyla anlatır. Çağdaş Alman edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan Lenz’in 1968’de çıkan ve yazar arkadaşımız Ayşe Sarısayın’ın duru Türkçesiyle (2012-Everest) dilimize yeni kazandırdığı bu kitap bugün Gezi olayları esnasında yaşadığımız polis şiddetine (aslında devlet şiddetine) de ışık tutabilecek ipuçlarıyla dolu. Biliyoruz ki ülkemizde ve dünyada ‘totaliter’ ya da totaliter olmaya meyleden iktidar mekanizmalarının bireyi biçimlendiriş halinde bir milim değişme gerçekleşmemiştir. İnsani tüm değerlerin kapı dışarı bırakıldığı, varsa yoksa giyilen ‘üniformanın’ ön planda tutulduğu yaşamlar ve bu yaşamların oluşturduğu yasaklar ve şiddet vardır karşımızda.

Ancak işin daha da vahim bir boyutu vardır.

‘Görev’in sınırları

Lenz ‘yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir’ der. Bunu derken aslında saadet zincirinin de hangi algı üzerinden yeniden üretildiğine dikkat çeker. Emir vermenin temelinde zamanında itaat etmeyi bilmek yatmaktadır! Kısacası bugün ‘görev’ algısıyla kendisine dayatılmış olan şiddeti üretmeyi meşru kılanların yarın aldıkları terfilerle varabilecekleri nokta da bellidir. Bu yüzden ‘şiddet’ adına düğmeye basmış olanları bu gerçekle yeniden düşünmemiz gerekiyor galiba.

Sırası gelmişken hem polis teşkilatımıza hem de onlara bu ölçüsüz şiddeti ‘emir vermiş’ olanlara görevin sınırlarının ne olduğunu sormak elzem. Kimsenin ettiği yanına kalmaz demekle geçiştirilemeyecek kadar önemli ve hayati. Görevin tutkuya dönüştüğü, hırs ve öfke bulutundan beslenmeye başladığı noktayı da atlamamak gerekiyor. Bir TOMA’nın içinden insanlara delicesine su fışkırtan ve onları yerlerde savuran polise sormak isterim bunu; silahlarını havaya zafer kazanmış gibi sallayanlara, insanlara plastik mermi atanlara: Bu zafer neyin zaferidir sahi? Kendi insanınıza yönelttiğiniz bu şiddet, insani değerleri erteleyerek, bizim vergilerimizle satın alınmış olan bu mermilerle sağladığınızı düşündüğünüz bu ‘güvenlik’ neyin nesidir?

‘İtaat’le yüzleşmek

Kitabın çevirmeni Ayşe Sarısayın, önsözde Lenz’in sözlerini şöyle değiştirmiş: ‘Emir vermek istemeyenler koşulsuz itaat beklemezler’. Başka bir deyişle şöyle de okuyabiliriz bunu: Emir-itaat üzerinden yürüyen bir sistemin çatlayabilmesinin önkoşulu itaatle, itaatin ne olduğuyla yüzleşmektir... Malum, makamlar, iktidarlar geçer ama iktidar budalalığının mayası değişmediği müddetçe aynı sularda yüzmeye devam etme riski(miz) her zaman mevcuttur. Bunun için ülkemizdeki güvenlik güçlerinin yıllardır değişmeyen şiddet ve bu şiddetle pekişen görev algısına bakmak yeterli olacaktır.

Yazının devamı...

Özgürlüğümüze çoğunluk karar veremez

Kadir İnanır’ın ses tonu ve mimikleriyle yeniden üretilmiş olan Yaban düştü aklıma. Ve o meşhur replik çınladı kulaklarımda:

‘Yalan söylüyorsun!’

Ne zaman mı?

‘Resmi dille’ söyleyecek olursak Gezi Parkı ‘dış mihraklar’ ve ‘marjinal gruplar’dan temizlenirken elbette... İnsanların üzerine aleni şiddet uygulayan güvenlik güçlerimizi izlerken... Bu olaylar esnasında ve sonrasında yapılan açıklamaları dinlerken.

Medya sansürü polis şiddeti

Gençlerle sohbet ederken, onların deneyimlerini ve bu deneyimlerden neler öğrendiklerini soruyorum. Bana Gezi Parkı deneyimlerinden -yani şimdilik- iki temel hususun kafalarında netleştiğini söylüyorlar. Şunu da belirteyim ki hükümetin ekonomi politikalarına sıcak bakmış olanlar da var içlerinde. Ancak şiddet dendiğinde akan sular durmuş!

İki temel husustan birincisi medyanın uyguladığı sansür, diğeri ise polisin ortaya saçtığı orantısız güç. Bu iki gerçeğin neredeyse Türkiye siyasi tarihinin gerçeği olduğunu söylediğimdeyse olup bitenlere yaklaşımları daha da ilginç oluyor.

‘Yıllardır Güneydoğu’da yaşanan devlet politikalarının neler olduğunu şimdi daha da net anlıyoruz...’

Kanaatim odur ki hiçbir şey boşuna yaşanmaz. Bir kapı kapanırken, başka bir kapı açılır. Gezi direnişi, bu ülkedeki temel yaramızı görmek isteyenlere, görebilenlere ve zaman içerisinde bunu görmek durumunda kalacaklara çok önemli bir mesaj vermiştir: Özgürlüğüme, özel hayatıma dokunma mesajıdır bu. Her zaman yinelediğimiz gibi demokratik bir toplumda böylesi bir talep ve bu talebin makul bir biçimde algılanışı, o toplumdaki demokrasi anlayışının sağlamlığını gösterir. Aksi olduğu zamansa, tüm bu yaşananlar gerçekleşir.

Uzun vadede kimseye hayrı dokunmayacak

Tahmin etmek güç değil: 15 Haziran gecesini hemen hiçbirimiz, hangi görüşe sahip olursak olalım unutmayacağız. Önemli olan buradan gereken dersleri çıkarabilmektir. Bu ülkenin insanları şiddete doymuştur. Buna rağmen şiddetin her zaman şiddeti doğuracağının unutulmasının, kamuoyunu yanlış bilgilendirmenin, insanlara yalan söylemenin, başta bu söz yığınlarını tercih edenler olmak üzere, uzun vadede kimseye hayrının dokunmayacağı da aşikârdır.

Ertesi gün üniversite sınavlarının olduğu 15 haziran gecesi, olaylar çığırından çıkmışken bana ileti gönderen bir okurumuz bakın ne diyor: ‘Çoğunluğun başka her şeye karar verebilse dahi, asla karar veremeyeceği şey, parçası olduğu topluluğun özgür ve demokratik bir toplum olup olmadığı konusudur, bu kararı ancak sayıca azınlık olanlar verebilir.’

Dileriz Gezi Parkı’nda yaşananları eğip bükenler bu gerçeği yakın zamanda fark eder ve sözünü ettikleri ‘hukuk devleti ve adalet’in, miting meydanlarındaki kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı, şiddeti tırmandırıcı söylemde değil aslında bu yalın gerçek üzerinde ışıldadığını er ya da geç anlayabilirler.

Yazının devamı...

Nazar etme ne olur, çalış senin de olur!

‘Sistem görünmezdi, bu da onu daha etkileyici, uğraşmaya değmeyecek kadar yıldırıcı kılıyordu.’

Ünlü Amerikalı yazar Don DeLillo’nun ‘Beyaz Gürültü’ adlı kitabından bu satırlar. Günlük yaşamımıza dolmuş ve bizleri gizliden gizliye tüketenlerden bahseder DeLillo bu kitabında. Ve bingo! Alışveriş merkezlerine de el atar; oraların insan ruhunu nasıl ele geçirdiğini anlatır. Sonrasında televizyon karşısındaki putperestliğimize uzanır. Öylece onun karşısında lök gibi kalakalmışlığımıza değinir... Hâliyle kitaptaki karakterler cansız, yaşarken buz tutmuş gibidirler. Bu arada sistem, kültür vb. aygıtlarıyla makul makul, sinsice ruhumuza işler, kaşıkla yediriyormuş gibi yapıp sapıyla gözümüzü çıkarır, kanımızı emer ve bizler bunun farkında bile ol(a)mayız! Belki de bu yüzden yazar, çağdaş ‘birey’in endişe ve kuşkularını dile getirirken, biraz kendimize gelebilelim diye biz okurlara hiç acımaz.

Günümüz insanını araştırmayan, sormayan, önüne ne konursa olduğu gibi kabul eden, yüzeyselliği en nitelikli yaşam diskuru seçmiş ve düşünsel tembelliği arşa ermiş biri olarak betimler. Ve bu arada sistemin asıl yıldırıcılığını ve meşruiyetini görünmezliğine bağlar. Bir şeyler olmakta, zemin ayağımızın altından kaymaktadır ama biz bunu somut olarak bir türlü göremeyiz; bu yüzden de elimiz böğrümüzde bir sonraki hayatlara bırakırız mücadeleyi...

Kendi iradeleriyle

Tahmin ettiğiniz gibi işi Gezi Parkı’na getireceğim. ‘İki-üç ağaç için neler oldu, dünyaya rezil olduk’ diye demeçler verenlere bu sözüm. Tüm bu yaşadıklarımız iki-üç ağaçlık bir hikâye değildir. Bunca insanın ayağa kalkmasına yol açanı görmezden gelebilmek için mangal gibi bir yüreğe ya da yürek şeklindeki bir mangala sahip olmak gerekiyor. (Hangisi daha işlevsel bilemiyorum.)

Kim ne derse desin, bugün toplumsal ekoloji denilen, kimsenin kimseye tahakküm etmediği, düşünce ve çoğul aklın ön plana çıkabileceği olasılıkların yeryüzüne göz kırptığı bir Türkiye görüyoruz. Hem insanlığa hem de doğaya ortak bir ses ve etik sunabilecek bir hareketin ön varlığını. Sistemin insan ve doğa üzerindeki sessiz tahakkümünü gözler önüne seren bir hareket bu. İnsanları konforlu evlerinden meydanlara taşıyan, televizyondaki bayık programlardan canlı bir konserin enerjisine eklemleyebilen bambaşka bir oluşum. İnsanlar günlerdir biber gazı ve tazyikli suya rağmen meydanları dolduruyor. Üstelik kendi iradeleriyle! Devletin sesi ‘çocuklarınıza sahip çıkın’ derken annelerin canlı kalkan olduğu, kendi ivmesiyle hız kazanmış bir hareketten bahsediyoruz. Çok görünür bir hareketten, gelecek için umut besleyebileceğimiz bir başlangıçtan.

Nazara gelen...

‘Türkiye’ye nazar değdi’ diyenlere küçük bir sözüm var. Nazara gelmiş olan bir şey varsa o da sistemin işleyişidir!

Doğayı dilsizliğe mahkûm etmiş, aklı etrafta olup bitenlerden yalıtmaya programlanmış, kıymeti sıfırlamış, sıfırdan tuhaf tuhaf değerler üretmiş, hiyerarşik ilişkilerden ur gibi büyümüş, rantla üremeyi kendine şiar edinmiş şu ‘mağrur’ sistemdir göze gelmiş olan. Özgürlük ve öznellikten dudağı uçuklayan, yaşam damarlarını ve düşünceyi iğdiş etmeyi pek seven şu ‘mağrur’ sistem. Biberli ve tazyikli sistem.

(Taksim’deki direnişçilere, gösterdikleri çelik irade için kişisel teşekkürümdür bu yazı. Yaşamlarımızdaki bir takım görünmez hususları görünür kıldıkları ve gelecek umutlarımızı dirilttikleri için.)

Yazının devamı...

Amca, size baba diyebilir miyim?

Türk filmlerinin yıllarca dilimizde dolanmış repliğidir bu. İyi amca, o kadar iyidir ki, babasız küçük çocuk, hayatın sillesini yemiş ruhundan yükselen o cümleyle hepimizi başka bir noktaya çeker: ‘Amca, size baba diyebilir miyim?’

Bir anda amca hepimizin babası olmuştur. Hele amcanın ‘yavrum’ diye çocuğa sarılması, birkaç dakika sonra aslında çocuğun gerçekten de babası olduğunu öğrenmesiyle her şey yoluna girer, seyirciler olarak bir arınma yaşarız. ‘Ben senin aslında babanım’ diyen amcaya sanki biz de aynı soruyu sormak isteriz:

Amca?

Esasen toplumumuzdaki baba arayışı eğiliminin de bir yansımasıdır bu. Boynumuz bükük, hayatta yaşadığımız eksikliklerin kendisiyle biteceğine inandığımız ‘baba’ figürünü pek severiz.

O ‘şefkatli’ yumruk!..

Siyasi tarihimizin özeti de biraz budur. Babasız ve kanadı kırık bir toplum olduğumuza dair inancımız o kadar güçlüdür ki, bir yanımız sanki hep eksiktir ve siyasi arenada, demokrasiyle yönetilen bir toplumda yaşıyor olsak bile seçtiğimiz, oy verdiğimiz kişilerde bunu ararız.

Siyasi lider, yaşamlarımızı güzelleştirmek için idarede değildir. O aslında bir amca, hatta babadır. Yaşamda tökezlediğimiz her yerde arkamızda, yanımızdadır; sesi sesimizdir, gücü gücümüz, gölgesi bedenimizdir. Varlığı sanki bizi tarif etmektedir. Yaşamın bütün eksiklikleri, geçmişin bütün zaafları onunla silinmiştir. O güçlü, tatlı sert, diyaloğa girilemez babada aradığımız zaten diyalog falan da değildir. Biz onun bizi korumasını isteriz. O bizim için her şeyin en iyisini düşünen, duygusal ama duygularını belli etmeyen, değişimi zayıflık kabul eden, zaten gücünü de bundan alan, iradesini tavizsizliğinden, babalığını şefkatli yumruğundan, otoritesini ‘en son sözü ben söylerim o kadar!’ mantığından üreten bir figürdür zihnimizde.

Bu figürü severiz. Farkına varamadığımız çok önemli bir nokta vardır burada: Esasen o figürü o hâliyle sevdiğimiz için ‘yaratmışızdır’. Türkiye’nin siyasi tarihi böylesi babalarla doludur.

Babalığın kuralları bellidir: Babalarımız, zaman zaman dış mihrakların tehdidi altındaki benliğimizi ve ülkemizi, yeri geldiğinde ‘bizden’ bile koruyarak yaşamlarımızı güvence altına almanın garantisi hâline gelmişlerdir... Bu yüzden ‘seni ne idüğü belirsiz komşunun kızı dolduruyor değil mi?’ sorusuyla ‘seni dış mihraklar ayartıyor değil mi?’ soruları arasında pek bir fark yoktur. Esasen biz iyi, uyumlu evlatlarızdır ama kafamızı hep ‘onlar’ karıştırmaktadır...

Tehdit değil talep

Peki... Babalar Günü’nün yaklaştığı bu günlerde baba mevzusuyla fazla canınızı sıkmayayım.

Ancak artık bu ülkede siyasetçisini ‘baba’ olarak görmek yerine sadece ‘yönetici’ olarak görmek isteyen, ifade özgürlüğünün yeşermesinin önemli olduğuna inanan, herkesin eşit ve demokratik haklarla yaşamasını arzu eden bir kesim olduğunun fark edilmesi gerekiyor. Bu son derece insani talebin günlerdir sağa sola çekiştirilmesi, biber gazına ve tazyikli suya maruz bırakılması bu talebin bir tehdit olarak algılandığını gösteriyor. Oysa bir tehdit değil. Bu, demokrasiyle yönetilen toplumlarda son derece doğal bir taleptir. İnsanların evet demeye hakkı olduğu gibi ‘hayır’ demeye de hakkı vardır. Baştan itibaren bu ‘hayır’ın panikle, öfkeyle, alınganlıkla, şiddetle çözülemeyeceğini hep birlikte gördük.

Şu aşamada Türkiye’nin baba otoritesine ve o otoriteyi üretip duranlara değil sağduyuya, akla ve yüzleşmeye ihtiyacı var. Türkiye’nin siyasi tarihi artık bunun bilincine varmış siyasetçilerin tarihi olmak durumundadır.

Yazının devamı...

Bakış

Taksim Gezi Parkı’nda çadırların arasında bir dolap aynasına rastladım. Birçok değişkenin içinde en çok ilgimi çeken cisim o oldu.

Bir müddet, Gezi Parkı’nın ortasındaki o dolap aynasındaki yansımama baktım. Orta yaşlı yüzüme. Sanki o aynanın yarattığı bir boşluk vardı da, o boşluğun yerini almıştı bu ayna. Sanki o boşluğu cümlelerle doldurmamı, doldurmamızı istiyordu.

Dersim’i, Maraş’ı, Sivas’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, Çorum’u, Uludere’yi... Ülkemizdeki ve dünyadaki tüm yoksunlukları, direnişleri, bu direnişlerden insanlığa kalanları ve bunların ardından insanlıktan çalınanları saklamıştı sanki ayna. İçimizdekileri tek tek oraya bırakmamızı ve artık olup biteni görmemizi istiyordu sanki o eski dolap aynası. Her birindeki kurbanlığımızı ve bu kurbanlıkta saklı olanı, ertelenemeyecek gerçeği görmemizi. Yeni bir başlangıç yapabilme şansı ve riskini. Kurbanlığımızın en gerçek hikâyesini hatırlayabilmemizi.

Bunu derken Süreyyya Evren ve Rahmi Öğdül’ün Bağbozumları adlı kitaplarında bize işaret ettikleri ‘Aynanın Kırılmasıyla Düğümü Çözülen Laura Mars’ın Hikâyesine’ göz atmak istedim.

Katilin gözünden

Laura Mars’ın gözleri; filmi hatırlayanlar olacaktır. Ünlü fotoğrafçı Laura Mars (Faye Dunaway) bir sergi açılışında ekibindekilerin birinin öldürüldüğünü öğrenir. Bunu başka başka cinayetler izler. Tuhaf olan cinayetlerin işlenişini kendi gözleriyle görüyor olmasıdır. Katilin bakışıyla, tamamen çaresiz bir hâlde arkadaşlarının öldürülüşünü görmektedir tek tek. Katil sivri uçlu cisimleri kurbanlarının gözlerine saplamaktadır. Bir anlamda onların bakışlarını kurban etmektedir. Mars, polis dedektifi Neville’e bunu anlatır. Aralarında başlayan aşk hem her şeyi kolaylaştıracak hem de zorlaştıracaktır.

Dedektif, Laura Mars’ın çalışmalarıyla basına verilmemiş fotoğrafları karşılaştırır. Derken bunların hemen hemen aynı fotoğraflar olduğu ortaya çıkar. Şüpheye düşeriz. Yoksa katil Laura Mars mıdır? Yine de gerçeğin ortaya çıkması için biraz daha beklemek gerekecektir.

Nihayet, Laura Mars, katilin bakışını son kez hisseder. Öldürüleceğini anladığı bir ‘arkadaşını’ kurtarmak için koşarken bulur kendini. Fakat o da ne? Birden kendi kendisini arkadan görüverir. Yani hem kurban konumundadır artık hem de katilin bakışına sahiptir. Kısacası kendini katilinin bakışından seyretmektedir. Sonunda asıl katilin Laura Mars’ı kurtarmaya çalışan dedektif Neville olduğunu anlarız. Dedektif içinde hem âşığı hem de katili taşımaktadır (hem de polisi). Fakat burada asıl husus çift kişilik taşıyan poliste değil kendini hem kurban olarak hem de katilin bakışıyla görebilmeyi başarabilmiş Laura Mars’ta kilitlenmektedir.

Kurbanlığını anlamak

Cinayeti görebilen, katili bilen o gözlerdir Laura Mars’ın gözleri. Ama asıl gerçeği fark edebilmesi için kendi kurbanlığını anlaması gerekecektir. Oysa o ana kadar her şeyi görmüştür görmesine ama ‘anlaması’ kendi kurbanlığını keşfetmesiyle mümkün olmuştur.

Gezi Parkı’nın ortasındaki o eski aynaya bakarken bunları düşündüm.

O gençlere destek vermemizin en temel koşulunun o fark ediş anında kilitlendiğini - kurbana, bakışını geri kazandırabilme anında kilitlendiğini... Sonrasında ise bu ülkenin tüm kurbanlarına yönelik o kırılgan gerçeği kavramak gerekiyordu. Hemen her mağduriyetteki kurbanlığımızı hatırlamak ve kurbanlığımızın gerçek hikâyesi nedir diye sorabilmek.

Yazının devamı...

Gençlerimiz

Bi başına çoraplarını bile giyemez, eksantirik kitaplar dışında kitap, dergi okumaz; etliye, sütlüye, dertliye, asgari ücrete, evin ekmeğine karışmaz, yanında bomba patlasa umurunda olmaz denilen velakin herkese çalımını atıp röveşatasını yapan gençliğimize...’

Çarşı’nın Gezi Parkı’ndaki olaylar için kaleme aldığı teşekkür mektubundaki en çarpıcı bölümle başlamak istedim bugünkü yazıma.

Onların bizlere gösterdiği yol, ne zamandır özlemini çektiğimiz yoldu. Sürekli olarak ‘şiddetsizlik’e vurgu yapmamı ‘ne şiş yansın ne kebap, öyle mi?’ biçiminde algılayan bir okurumuza ‘şiddetsizlik’ bunların çok ötesinde bir alana işaret eder demek boynumun borcudur. Daha önce defalarca yazdığım gibi şiddetsizlik yaratıcılığı, hayal gücünü, mizahı ve zekâyı işaret eder. Gülebilmeyi ve neşeyi... O neşeye eşlik eden şöleni... O şölene eşlik eden coşkuyu... Kısacası uzun bir yol. Alışık olmamamız, alışmayacağımız anlamına gelmemeli.

Yeni bir demokrasi

Gençlerimiz Gezi Parkı’nda bu mesajı bize vermişlerdir zaten. İşaret ettikleri de Türkiye’nin ihtiyacı olan ‘yeni bir yaşam anlayışı’dır. İçinde ‘yeni bir demokrasi’ fikrine; dünyaya bakış açısına dar gelen bir giysiyi değiştirebilmek arzusuna işaret eden bir anlayış.

Bu ‘yeni’ fikri çok net okumak durumundayız. İçinde geçmişin ‘direniş’ fikirlerini barındıran, ama onların ötesinde, kendi küllerinden doğmuş farklı bir dinamik bu. Dolayısıyla, diyelim ki baş örtülü kadınlara tahakküm eden, ezber sloganlara yaslanmış ve sadece sistemin azgın şiddetini kaşımakta olan bir şiddeti aralarda estirmek isteyenlerden, bunları insanlara ve yaşam alanlarına dayatmaya çalışan reflekslerden çok farklı. Lokomotifi, yüzlerindeki rahatlık ve huzur olan gençlerin oluşturduğu bu tren, o ya da bu şekilde yoluna devam edecek. Güzel ve anlamlı olan bu. Farklı bir yerlere doğru gidebilmek.

Yeni bir şimdiki zaman

Bilebildiğim, bu yeni yolda kutuplaştırılmış, sadece kendi dertlerinden, duruşundan, bakış açısından yaşamaya şartlandırılmış, ciddiyeti çatık kaşta ve tek boyutlulukta arayan tek sesli bir Türkiye’nin hiçbirimize faydası olmayacağıdır. Birbirimize bakabilir, seslenebilir, korkularımızdan arınabilir -ya da arınmaya çalışabilirsek- öfkenin ve hiddetin Türkiye’sinden, dünyayı ve yaşamı kucaklayabilen bir Türkiye’ye geçebilir, eşitliğin ve en önemlisi mutluluğun dolaştığı bir ülkeyi soluyabiliriz.

Bu ülke bunu sonuna kadar hak etmiş bir ülkedir. Yaralarımız, mağduriyetlerimiz boldur bol olmasına ama yeni bir ‘şimdiki zamana’ her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Hem siyasi olarak hem de toplumsal olarak.

Çok şükür elimizdeki veriler artık bunun değişeceğinin işaretlerini veriyor.

Kısacası gençlerden öğrenecek daha çok şey var!

Yazının devamı...

Sağduyulu cesaret

Gençlerin ilgisizliğinden, apolitikliğinden şikâyet edip duranlar için yazıyorum bu yazımı.

Gençleri günah keçisi yapmaktan vazgeçin! Bence bundan sonraki ‘apolitiklik’ şikâyetlerinizi medyaya çevirin!

Bildiğiniz gibi Gezi Parkı’nın medya için sembolü penguenler oldu! Uluslararası medya olayları anbean verirken bizdeki penguenlerin belgesel hâlleri medyamızın nasıl bir yerde durduğunun en güzel kanıtıydı. Dahası, insanlar bir ateş hattındayken güzellik yarışmasına da tanık olduk. Diyeceksiniz ki bunlar olmayacak mı? Elbette olabilir. Güzellik yarışmalarına ya da penguenlere karşı değiliz ki!

Sözümüz kendisine haber kanalı diyen kanalların yemek tariflerine vb. gömülmüş hâline. ‘Ne yapalım üzerimizde baskı var’ diyen medya yöneticilerine yanıtımız da belli: Sizin işiniz patron ikna etmek değil. İş, üzerinizde ağır bir yük varken görevinizi yapabilmektir.

İfade özgürlüğünü, ifade özgürlüğü olan bir ülkede savunmak değildir habercilik. ‘Ah ah her şey güllük gülistanlık olsaydı ne güzel haberler yapardık’ diye kendine acıyıp durmak da değildir.

Dönem iş yapma dönemidir.

Gezi Parkı bize bunu öğretti. Gezi Parkı’nın genç, yaratıcı, güçlü ve farklı sesinden alınacak feyz budur ve gelecek günlerde de bu olmalı. Sansürü aşmanın yolu sağduyulu cesaretten geçiyor. Bu iş medyanın aldığı rolle (ya da rolünü hatırlamasıyla) çok iyi bir biçimde ivmelenebilir.

Twitter için uyarılar

Gezi eylemlerinde en büyük iletişim ağı olan Twitter için mesajlar yağıyor. Bu mesajlarda özellikle dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanmış:

Polis/Provokatör hesaplarını spam’leyin: Direnişin büyümesiyle birlikte çok sayıda Twitter hesabı açıldığı biliniyor. Bunların ortak özelliği profil fotosunda yumurta resimlerinin olması, direnişçilere yardım etmeye çalışan kişilere telefon numaraları ya da adresler verip bunun yayılması için destek istemeleri ve takipçi sayılarının 0 ya da 2 kişi olması. Bu hesapları spam’leyin. Tanımadığınız kişilerin tweet’lerini RT’lemeyin, verdikleri bilgileri paylaşmayın.

Teyit edilmeyen bilgilere dikkat edin.

Telefon ya da açık adres paylaşmayın.

Eylemcilerin yüzlerinin seçilebildiği fotoları paylaşmayın.

Bir diğer haber Harvard ve MIT (Massachusetts Institute Of Technology)’de okuyan öğrencilerimiz ve akademisyenlerimizden: Türkiye’de yaşanan polis şiddetinin boyutunun ve yayılımının insan haklarına aykırı yönlerini tüm dünyaya göstermek için ‘Şiddet Haritası’ hazırlıyorlar: http://istanbulviolence.crowdmap.com

Haritada paylaşılan bilgiler insana verilen zararın derecesi ve saldırı tipini kapsamakta. Bu çalışma, uygulanan polis şiddetini değerlendirmeyi, yasa dışı müdahaleleri tespit etmeyi ve gerekli şikâyetlere delil ile destek olmayı hedefliyor. Katkıda bulunmak isteyenler orantısız güç kullanımını tespit eden fotoğraf ve videoları:

1. siddetharitasi@gmail.com’a yollayabilirler.

2. Yer ve zamanı olabildiğince detaylı belirterek #siddetharitasi hashtag’ini kullanarak tweet’leyebilirler.

Devam Türkiye! Çok iyi gidiyorsun. Lütfen ‘şiddetsizlik’e özel özen...

Yazının devamı...

Gezi Parkı

Gezi Parkı olayları esnasında ‘Yazarlar Okullarda’ projesi için Eskişehir’deydim. Porsuk Çayı’na bakarken bir yandan da yaşananları ve ülkeye nasıl yayıldığını takip etmeye çalışıyordum.

Bunun sivil bir ‘hayır’ olduğunu anlamak için özel bir çaba gerekmiyor. Bu, kim ne derse desin, içlerinde Müslüman gençlerin de olduğu ‘çok farklı kesimlerden’ ateşlenmiş bir fişektir ve verdiği mesaj da bellidir. ‘O kadar kolay değil’ mesajıdır bu. Arkasından büyük hareketler gelir mi gelmez mi sorusu ise bence hareketin kendisi düşünüldüğünde önemsizdir. Şu açık ki insanların, kendilerine uygulanan feci şiddete karşı hemen hemen pasifist bir barış tavrıyla sergilediği bu ‘ses’ten doğru mesajı çıkaranlar kazanacaktır. Halkın oyunu sabit bir pusula gibi görme yanılgısından vazgeçmelidir kimileri. ‘Ben dedim oldu’ şeklindeki neo-liberalist ‘ılımlı İslam’ mantığının insanların sınırlarını zorladığını fark etmeli ve kendilerine çekidüzen vermelidirler.

Nereden çıktı?!

Ana akım medyanın kendisine düşeni fersah fersah yaptığı süreçte, ‘Bu isyan da nereden çıktı? Bu kesim olsa olsa bastırıldığı için yollara dökülmüş insanlar topluluğudur’ şeklindeki hükümet yanlısı demeçler bu gerçekleri gölgeleyemez. Bazen ‘güneşi gerçekten de balçıkla sıvayamazsınız.’

Diğer yandan bu direnişi büyük bir dönüşüm olarak görme aceleciliğine de kapılmamalı. Bu direniş gücüne gerçekten saygı duymalıyız ama işin devamını, kısacası demokratik ve çoğulluğa inanan bir Türkiye’nin ruh bulması hâlini daha geniş ve serinkanlı bir sürece taşımak durumundayız.

İnsanların ‘şiddetsiz’ protestosunun öneminin altını bir kez daha çizerek şu noktalara değinmek istiyorum:

- Kazanılan önemli ancak önceki deneyimler hatırlandığında Gezi’deki ağaçlar hâlâ kurtulmuş değil. Olaylar yatıştıktan sonra, başka nedenler ileri sürülerek usul usul o ağaçlar yerinden kaldırılabilir.

- Bu esnada Suriye ile olup bitenlerin gerçekten de bir ‘oldubittiye’ getirilmesi ihtimali çok güçlüdür.

- Yine bu esnada yüzlerce ağacın kesilmesine yol açacak 3. Boğaz Köprüsü’ne start verildi. Bizler köprünün adıyla oyalanırken ormanlık araziye rant ayarlı greyderlerin sokulması ihtimali çok yüksektir...

Önce şiddetsizlik!

Bu işin devamını gerçekten getirmek istiyorsak ilk etapta ülkece çatışma ihtimalini sıfırlamak tercih edilebilecek bir yol olabilir. Ama bunun için biber gazı stoklarımızı bitirmemiz ve polis dostlarımıza meslekleriyle ilgili formasyon derslerini zorunlu kılmamız gerekiyor.

Diyelim ki bu mümkün olmadı (ki olmuyor çünkü kolluk güçlerimiz ve onların üzerindeki yetkili güçler iktidar totaliterliğini çok seviyor) o zaman şiddetsizlik konusu yeniden düşünülmeli. Şiddetsizlik, derin bir zekâ, ufuk çizgisi engin bir hayal gücü ve direnmeyi gerçekten bilmek demek. Organize olabilmek, zamandan ve çıkarlardan ödün vermemek... İnanmak... Ve demokratik haklar ve özgürlükler anlamında çok kararlı olmak...

Gerçekten istenenler buysa, hedef her yönüyle tartılıp biçilmeli. Her şeyi kırıp dökerek, ezber sloganlara yaslanarak hareket etmek, karşı olduğunuz her neyse onu uzun vadede beslemekten öte pek de bir şeyi değiştiremiyor günümüzde. Sistem bunu deşifre etmiş durumda. Bu arada durumdan vazife çıkartanlara karşı da dikkatli olmak gerekiyor...

Gezi Parkı’ndaki ağaçlara vicdanlarıyla sahip çıkan bütün yürekli insanlara içtenlikle teşekkür ediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.