Şampiy10
Magazin
Gündem

Biber gazı mı edebiyat mı?

Bugün, yaklaşık 2 asır önce İngiltere’de Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından kurulan, gel zaman git zaman İngiltere’nin ve dünyanın en önemli kültür ve edebiyat dergilerinden birisi hâline gelen Granta’dan bahsedeceğim size. Ama bu Granta başka Granta!

Geçmiş yıllarda Granta’ya aklıma estikçe abone olmuşluğum vardı. Bu ‘aklıma esme’ hâllerinden mi yoksa postanın azizliğinden mi nedir, evdeki Granta koleksiyonum eksik dişlerle dolu bir ağzı andırıyordu. Neyi arasam bulamıyordum ama buna karşın elimi attığım her Granta’m içten içe bana şunu söyletiyordu: ‘Neden bizim de dünya çapında böyle bir edebiyat ve kültür dergimiz yok?’

Sanırım ülkemizdeki edebiyat dergilerinin ‘okunma’ potansiyellerini düşünmeden, duygusallıkla söylüyordum bunu. Zarar ettikleri, reklam alamadıkları için çıktıkları gibi yok olan onca güzel dergiyi zihnimden silmiş bir şekilde. Oysa geçenlerde Buket Uzuner’in Gezi Parkı’ndaki yıkım için söyledikleri gibi bir gerçek vardı ortada. Uzuner, ‘Futbolu sevdiği kadar yeşili de sevseydi halkımız bugün Gezi Parkı yıkılmazdı’ demişti. Bunu kültür ve edebiyat dergilerine de uyarlayabilirdik rahatlıkla: Futbolu sevdiğimizin binde biri kadar sanata düşkün olabilseydik bugün bizim de dünya çapında dergilerimiz olur, dünya kamuoyuna sürekli yemek zorunda kaldığımız biber gazıyla değil sanatımız ve kültürümüzle girerdik...

Futbolu günah keçisi yaptığımı düşünmenizi istemem ama gayri ihtiyari o tribünlerdeki insanları ve coşkularını her gördüğümde içimin bir şekilde cız ettiğini de sizden saklayacak değilim.

Granta Türkiye!..

Bereket bugün içinize su serpecek bir haberim var: Esasen bu yazıyı bana asıl yazdıran da bu. Granta artık Türkçe olarak Türkiye’de basılmaya başladı... Everest Yayınevi, edebiyat ve kültür dünyamıza değişik bir pencere açtı.

Sağ olsunlar! Başta Faruk Bayrak, Vedat Bayrak ve Sırma Köksal olmak üzere emeği geçen bütün ekibe teşekkürler.

Dergi altı ayda bir, Granta İngiltere’nin gıptayla hatırladığımız nitelikli arşivinden seçilen öykü ve denemeleri, özgün Türkçe metinlerle bir araya getirmeyi amaçlıyor. Onunla, zamanında çıktığımız yolculukların tematik ve içerik olarak bizim buralara, bizim seslerimizi de içine katarak uğradığını görmekten gerçekten mutlu olacağız.

Granta Türkiye’nin ilk sayısı, yıllardır kafa patlattığımız ve uzun bir süre daha kafa patlatmak durumunda kalacağımız bir başlığı içeriyor: “Kimlik”. Ancak Granta ruhunu kavramış bir edayla buluşuyor biz okurlarla ‘bu kimlik’ derdi. Kimliklerimiz gerçekten hapishanelerimiz mi diye soruyor içten içe ama bunu yaparken yazarların kimliklere hapsolmayan ferah üsluplarıyla aktardıkları öykü ve denemelerle buluşturuyor bizi.

Granta Türkiye’nin bu sayısında birçok yazar var. Ayşe Düzkan kadın meselesi yerine çocukları; Ahmet Tulgar başkalarının kafasındaki kimliklendirmeyi; Yasemin Çongar siyaseti değil dili anlatmış. Karin Karakaşlı ise Türkiye’de Ermeni olmanın bedellerini değil Türkiyeli olmanın zenginliğini paylaşıyor bizlerle. Öykülerini okumaktan keyif aldığımız Yekta Kopan ise yepyeni bir öyküsüyle Granta Türkiye’de yer alıyor.

Ülkemize hayırlı olsun. Okuyalım, okutalım... Ve hayal kurmaya devam edelim: Belki bir gün biz de kendimize ait bir derginin yurt dışında onurlu ev sahipliğini yaparız, kim bilir!

Yazının devamı...

Rahatı Kaçan Ağaç

Geçen gün rahatı kaçan ağaca rast geldim. Tuba ağacına. Bana kafası kıyak bir nesilden bahsetti. ‘Yaşlandım mı ne, onları anlamakta zorlanıyorum’ diye iç geçirdi. Koskocaman gövdesine tünemiş sürgünlerini gökyüzüne sererken ağır ağır esnedi. ‘Yaşama kötü örnek oluyorlar; gözü dönmüş bir biçimde her yere saldırıp duruyorlar’ dedikten sonra bu kez onların taklidini yapmaya çalıştı ama pek beceremedi.

Onun anlattığına göre bu nesil sürekli olarak ve kendinden geçmiş bir hâlde R ile başlayan T ile biten tuhaf bir sözcüğü terennüm edip duruyormuş.

Şifreli konuşuyordu rahatı kaçan ağaç. Roket falan mı demek istiyordu yoksa? Tam olarak anlayamadım...

‘Dedim ya sana’ diye devam etti, ‘Kafası çok ama çok kıyak bu sana sözünü ettiğim neslin! Parklara dalıyorlar, yeşili katlediyorlar, çocuklarına çok kötü örnek oluyorlar. Haydi kendi çocuklarından vazgeçtim ya diğer gençler, onların ne günahı var?’

‘Boş ver’ dedim geçiştirmeye çalışarak, ‘sen rahatına bak.’

‘Yok ya, bizim de başımıza geldi, bunlar çok tuhaf bir ergenlik bunalımı içindeler, iki-üç sivilceyle atlatamadılar, kolay kolay da atlatacağa benzemiyorlar’ dedi.

O zaman ikimiz de sustuk.

Ruhumuzun gölgesi

Bazen susmanın gücü karşı konulmaz bir direnci yanında getirir.

Rahatı kaçan tuba ağacına baktım. ‘Bir İhtimal Daha Var’ şarkısını mırıldanacak bir kıvama gelmişti ama rahatı tümden kaçtığından onu söylemeye bile istekli görünmüyordu. Morali o kadar bozulmuştu ki ters durmaktan da vazgeçmişti.

‘Neden ters durayım ki... Ne anlamı var? Her şey o kadar düz bir mantıkla akıyor ki artık!’ dedikten sonra dallarını hafifçe kıpırdattı.

Bir diğer yandan Melih Cevdet Anday’ın dizelerinin ağacıydı o:

“Tanıdığım bir ağaç var

(...)

Geceyi gündüzü biliyor. Dört mevsim, rüzgârı, karı. Ay ışığına bayılıyor. Ama kötülemiyor karanlığı.”

Neden kötülemiyor karanlığı diye soracak olanlara, belki bu sayede ay ışığının keyfini, gün ve gecenin anlamını anlayabildiği içindir demek istedim.

‘Doğru mudur?’ diye sordum rahatı kaçan tuba ağacına.

Neşelenir gibi oldu. ‘Ay ışığı, gece, gündüz yetmez. Karanlık sayesinde sadece aydınlığı değil, gölgeleri ve grileri de fark ettim’ dedi. ‘Koca bir ağaç olmamı, sıradanlığa direnmemi, kısacası kendi cennetimi, yaşamın bu çok özel sırrına borçluyum!’

Öyle dedi demesine de kadim yaşamının başka izlere, efsanelere, şiirlere, bizden sonrakilere, dünyanın ötesindeki bilinmezlere konu olacak hüznü geçmedi. Dahası, o hüzün benim ruhuma da yürüdü ve orada kalakaldı.

‘Ağacın gölgesi ruhumuzun gölgesidir’ diyerek bu küçük yazıyı gecenin bir vakti Gezi Parkı’na dalan sarı, küçümen ve işkolik buldozerlere, bu buldozerlerin arkasında yatan şantiye ruhlu zihniyete ve de ülkemin yaşama mesafeli, belli bir kesim için para makinesi anlamına gelen bütün AVM’lerine adıyorum.

Yazının devamı...

Evden kaçan çocuk

“Her evde görünmez bir oda var: Hayal-odası / Çocukluğunla döşediğin yuvacık. / Ekvator kelebekleri uçup konsun diye üstü açık. / Bir tek onun kapısıdır seni açığa çıkaran

Ve duvarları ayna kadar saydam.”

Mehmet Yaşın’ın bu yılın nisan ayında YKY’den (Yapı Kredi Yayınları) bir şiir kitabı çıktı: Evden Kaçan Çocuk. Yukarıdaki satırlar kitabın ilk şiiri olan “Hayal-Odası“ndan. Çocukluğun hayalle kurduğu sarsılmaz bağı anlatıyor bize; belki de rüzgâr tanrısının en çok çocukları sevdiğinden... Çocukluk hayallerinin peşine düşülmesininse insanı insan yapan en gerçek ‘hayal’ olduğundan. Koşulsa bellidir:

“Rüzgâr tanrısı kanatlar takar insana / ama yetmez yükseklere çıkmaya / sen ruhunu hazırlamamışsan / uçmaya...”

Evden Kaçan Çocuk, Türkiye’nin şiir okuma (yazma değil!) ‘potansiyeli’ düşünüldüğünde şaşırtıcı bir biçimde yayımlandığı ay ikinci baskıya girdi. Kitap, çocukluk perçemiyle sırlanmış bir aynada gerçeği arama çabasının şiirle kurabileceği en güzel örneklerinden biri. Yer yer ironik bir dille katmanlanan satırlara takılıp kalıyorsunuz. O arada kendi çocukluğunuza dair bir ‘eskiyle’ karşılaşmanız ise çok mümkün! Kitap, hayaletleri ve dünyayı anlatıyor bize. Sıva ise yalnızlık ve bu yalnızlığa eşlik eden hüzün.

Şairliği yanında, romancı ve deneme-eleştiri yazarı olarak da tanıdığımız Yaşın kendi kuşağı içinde en fazla çevrilmiş şairlerden birisi. Lefkoşa’nın son kozmopolit mahallesi Neapolis’te, Kıbrıs’taki İngiliz yönetiminin bitmek üzere olduğu yıl doğmuş. Belki de satırlarında gezinen o cazibeli melez ruhun nedeni bu! Kendi tabiriyle söyleyecek olursak “Türkiye’ye yabancı bir aile ortamında, Kıbrıs’ta doğup büyümüş bir İngiliz vatandaşı olmasına rağmen, çağdaş Türk edebiyatının kabul ettiği ilk dışarıdan şair, romancı ve deneme-eleştiri yazarıdır.”

Kavafis’ten Bolaño’ya

Yaşın’ın kitapları edebiyat geleneğimizin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynadı. Dünyanın farklı üniversitelerinde siyasal bilgiler, tarih ve edebiyat eğitimi almış, yapıtlarında azınlıkların gölge yaşamlarını anlatmayı önemsemiş bir kıymetlimizdir.

Kendisinin şiirlerini tuhaflık bu ya, ilk kez İngilizce olarak okumuş ve çok sevmiştim. ‘Evden Kaçan Çocuk’u ise başka bir sevdim... Sanatsal dokusu güçlü ama aynı oranda insana ve anılarına yakın, içten şiirler bunlar:

“Ya elektrik çarparsa diye / yanan ampulü değiştiremeyen sakarlar gibi / duruyorum zifiri boşlukta...”

İlk şiir kitabıyla ‘1985 Akademi Şiir Ödülü’ ve ‘A.Kadir Şiir Ödülü’nü, ilk romanı ile ‘1995 Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü kazanan Yaşın’ın 3000 yıllık çok dilli Kıbrıslı-Levanten şiiri konusundaki incelemesi ise ‘2005 Memet Fuat Edebiyat Eleştiri ve İnceleme Ödülü’nü kazanmış. Şiirleri, Türkiye, Fransa, Kıbrıs, İngiltere, Lübnan, Letonya, Rusya ve Belçika gibi ülkelerde bestelenmiş, sahneye uyarlanmış ve görsel sanatlarda kullanılmış.Yeni romanı ‘Sarı Kehribar’ Eylül 2013’te bizlerle buluşacak ama onunla daha önce buluşmak istiyorsanız bir ipucu vereyim size:

Mehmet Yaşın 31 Mayıs-2 Haziran arasında Bodrum’da, Gümüşlük Akademisi’nde ‘Şiir, roman, öykü ve anlatı etrafında bir atölye çalışması’ düzenliyor. Başrollerde de Kavafis’in şiirleri ve Bolaño’nun öykü ve romanları var...

İlgilenenler için: www.gumuslukakademisi.org

Yazının devamı...

Manolo Valdés sergisi

Bugün, 1942’de Valencia İspanya’da doğan Manolo Valdés’ten biraz bahsetmek istiyorum size. Velázquez, Matisse, Picasso gibi ustaların başyapıtlarından ve eski uygarlıklardan esinlenmiş bir ‘dünya’ ressamından; bu esinle müthiş bir renk tonlaması ve farklı dokularla çizilmiş bambaşka bir ‘diyarın’ sanatçısından bahsetmek... Bazen heykelle devam eden, tamamlanan ve tanımlanan, o yeniden yaratılmış gezegenden söz etmek...

Çuval bezi ve katmanlı boyanın metal, ahşap ve mermerle buluştuğu bir yer orası. Ve sonucunda apayrı bir dünya dilinin yaratılmasına vesile olan bambaşka bir kâinat.

Eserlerinin çoğunu eski ya da günümüze dair bir tabloyu seçip, öncesinde resmin dili, ardından heykelin bakış açısıyla yorumladığını söylüyor sanatçı. Bu sayede yapıtlarında iki boyutludan üç boyutluluğa geçişin izini sürmek mümkün oluyor. Afrika masklarından, çok eski zamanlara ait bir taşa, Orta Çağ giysilerinden günümüzün gazetelerine doğru heykelimsi bir resim ya da resimsel bir heykel anlayışının göz alıcı, büyük tuvallere yansımış, uzun, heyecan verici yolculuğu bu. İnsanda kolayca ‘oraya zahmetsizce geçebilirim’ duygusu uyandıran bir macera. Kısacası yaşamı yeniden ve farklı bir biçimde üretirken yaşamdan kopmayan bir anlayışın ürünü de bu yapıtlar.

Sokak ve sanat

Sanatın çevresiyle ilişkisine, sokaktaki sanata karşı düşünceleri sorulduğunda sokaktaki insanın müzedeki insana göre aynı sanat yapıtına çok daha teklifsiz yaklaştığını vurgulayan Valdés bunun sokaktaki insan üzerinde yarattığı heyecanı ve o heyecandan doğabilecek çatışmayı önemsiyor. Kimi bu heykelleri ya çok seviyor ya da tümden reddediyor... Böylece sanatla insan arasında koşulsuz, gerçek bir iletişimin doğduğu bile iddia edilebilir! New York Manhattan’da Central Park’ın yakınlarında yaşadığı yerde Alis Harikalar Diyarı’nın ve bir köpeğin heykelinin etrafında hep oynayan çocuklar olduğunu söylüyor sanatçı. “Heykellere bakan ya da varlıklarını etraflarında hisseden kişilerle, dalgın duran heykeller arasında kurulan o sıcak bağa gıpta ettiğini” ifade ediyor. Onun yapıtlarıyla böylesi bir sıcak ilişkiyi kurmaksa her daim mümkün galiba!

Darısı bizim ülkemizdeki tüm heykel ve sanat yapıtlarıyla koşulsuz kurulabilecek ilişkilerin başına diyelim. En ön sıralarda da elbette heykelleri ucube gibi gören siyasi bir zihniyetin yaratmaya çalıştığı darboğaz var. Bu keskinliği aşabilirsek sanatın herkes ve her zaman için son derece yaşamsal olduğunu (ille de beğenmemiz gerekmiyor bu arada) fark etmemiz de kaçınılmaz olacak. Hep birlikte rahatlayacağız ve heykelleri parçalamaktan vazgeçeceğiz...

Pera Müzesi önümüzdeki 3 aylık dönemi İspanya’nın ve elbette dünyanın yaşayan en önemli sanatçılarından biri olan Manolo Valdés’e ayırdı. Ne kadar anlatırsam anlatayım, sanırım hep bir şey eksik kalacak. Belki gidip görmeniz en hayırlısı!

Yazının devamı...

Bir ülkenin kayıpları

Barışın toplumumuz için kaçınılmaz olduğu bu dönemde kadınlar, özellikle onlar soruyor:

‘Kadınlar barışın neresinde olacak?’, ‘Savaşta ana olanlar barışta kadın olabilecek mi?’ diye.

Kadın Yazarlar Derneği’nin çıkardığı F Dergi bahar sayısını ‘Nasıl Bir Barış İstiyoruz?’ sorusuna ayırmış. Bu soruya farklı kesimlerden kadınların verdiği çok güzel cevaplar var.

Örneğin Gülfer Akkaya:

‘Barış masalarına önce ve sadece erkekler oturuyor, antlaşmalar erkekler arasında yapılıyor, kâr-zarar hesabı erkeklerce belirleniyor, ekonomik kalemler erkekler lehine bölüştürülüyor, barış haritaları erkeklerce çiziliyor. Savaşın tarafı sadece erkeklermiş gibi!’ diyor.

Yıllarca kadınları, cinselliği olmayan, savaşan erkeklerin doğuranı, onları savaşa yollayanı, cenazesini karşılayanı olarak erkekliğin yüceltilmiş bir uzantısı olarak gören sisteme soruyor sorularını, bunun kasıtlı, politik bir tutum olduğunun altını çizerek. ‘Şimdi barış sürecine girdik aynı nakarat devam etmekte: Anaların gözyaşları dinecek diyorlar’ diye ekliyor. Peki ‘süreç diye adlandırdığımız bu akışta kadınları, savaşın ve savaşla katmerleşen erkek zulmünün elinden kim kurtaracak?’

Elzem sorular...

Gerçekten de bu süreçte kadınların rolü çok önemli. Sadece barış sürecinin erkeklerden geriye kalan bölümlerini anlamlandırmaya ya da adlandırmaya çalışmak için değil, bundan sonraki ‘gelecek’i kadınların lehine etkileyebilecek ve gerçekten barışı her anlamda inşa edebilecek kadın politikalarının hayata geçirilebilmesi için de.

Dergideki yazılardan derlediğim elzem birkaç soru kafamı kurcaladı. Sizlerle paylaşayım:

* Bu kirli savaş esnasında tutuklanmış kadınların durumu sahiden ne olacak?

* Bu süreçte kadınlara uygulanan cinsel şiddet, tecavüz ve bunlarla birlikte gelen işkencenin zaman aşımı, affı diye bir şeyden söz etmek ne kadar doğrudur?

* Silahını bırakıp gelmiş kadınların yaşamlarına, ailelerine, erkek egemen bir topluma ‘muhtaç’ bir biçimde devam etmemeleri için hangi ekonomik ve siyasi önlemler düşünülmekte?

* Göç etmiş olanların, zorunlu göçe maruz kalmışların geriye dönme arzusu sadece bir arzu olarak mı kalacak? Bunun hayata geçmesi için ne türde önlemler alınacak?

* Savaşta olduğu gibi barış sürecinde de cinsiyet rollerinin sürdürülmemesi için ne yapılacak? Kadının anne olduğu için savaşa karşı olduğu fikrinden öte bu milliyetçi-muhafazakâr yapıdan çıkması ‘umulan’ kadınlara yönelik hukuksal, yaşamsal ve politik yeni (ve sahici) cümleler neler olabilir vs?..

Kadınlar, kendileri olarak, biriktirdikleri deneyimlerle barışın her safhasında ve her zerresinde olmalı. Savaş, silah, şiddet, kadını yok sayma gibi ataerkilliğin temsil ettiklerini açığa çıkarmanın en önemli adımlarından biri bu.

Aksi takdirde barışa rağmen cinsiyet ve sınıflar arasında yeni kopukluklar ve yeni kayıplar kaçınılmaz olacak.

Yazının devamı...

Gençlerle iletişimde okumanın yeri

Geride polemiklerle bıraktığımız bir gençlik bayramının ardından sizlerle ilginç bir kitabı paylaşmak istiyorum. Zehra İpşiroğlu’nun Türkiye ve Almanya’da sürdürdüğü çalışmalarının bir ürünü olan, deneme, inceleme ve söyleşilerden oluşan kitap E Yayınları’ndan çıktı. “Gençlerle Diyalog“ özellikle eğitimle samimi olarak ve dürüstçe ilgilenen eğitimcilerimizin ve eğitim kadrolarımızın okuması gereken kitaplardan biri.

İpşiroğlu’nun “Nasıl Bir Yazın Öğretimi?“ diye paylaştığı bir bölüm var ki onu size aktarmadan duramayacağım. Yazar birkaç yıl önce Türkoloji okuyan bir öğrenciye Türkçe yazan hangi çağdaş yazarları tanıdığını sorunca yanıt alamamış! Öğrenci belleğini zorlayarak Divan Edebiyatı üzerinde aklında kalan tek tük satırları onunla paylaşmaya çalışmış ama bunda da başarılı olamamış. İpşiroğlu’na göre bu ‘ilkokuldan yüksek öğrenime değin yaşanan öğretim çıkmazına ışık tutan bir durum.’ Özellikle edebiyat öğretiminde yıllar yılı sürüp giden bilgi yığmacasına, ezberciliğe, düşünme özürlülüğüne yükseköğretimdeki yaşamdan kopuk soyut bilimsellik eklenince okuduğu bilim dalının ne olduğunun bile ayırdına varamayan öğrencilerle karşılaşmak kaçınılmaz oluyor.

Ve bu hazin durumun yarattığı sonuç: Çok az okuyan, belki de bu yüzden okuduğunu anlamakta zorlanan genç bir kuşakla karşı karşıyayız. Bırakın edebiyatın ve sanatın kendine özgü dilini, bu dille keşfedilecek yeni dünyaları; yaşadığı dünyayı bile tam olarak seçemeyen bir algıyla karşı karşıyayız, evet.

Eleştirel bakış

İpşiroğlu’nun bunun için önerileri var: Özellikle lise ve yükseköğretimde çözümleyici ve yaratıcı düşünmenin, okuma ve yazma becerilerinin geliştirilmesine yönelik derslerin çok yararlı olacağını düşünüyor. Teori ve uygulama bütünlüğünün sağlanabileceği dersler bunlar. Kısacası Elias Canetti’nin söylediği gibi ‘öğrenmenin serüven olacağı’ bir eğitim sisteminden söz ediyor bize.

Ülkemizde öğretim bir serüvenden çok bir tutukluluk gibi algılandığı ve algılatıldığı müddetçe hep aynı yerde kalmaya mahkûmuz. Bu da ölü doğmuş bir öğrenme anlayışı ve algısı demek. Merak uyandırmayan, yaşamdan kopuk, gelişemeyen, sığ ve bunaltıcı programlar silsilesi...

“Örneğin,” diyor İpşiroğlu, “öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarında çocuk ve gençlik yazını gibi bir dersin okutulması, geleceğin öğretmenlerinin çocuklara yönelik yazını inceleme ve eleştirme becerilerini kazanmaları açısından çok önemli.“

Eleştirellik üzerine söylediği sözler de çok anlamlı: “Eleştirel düşünce bizde daha yerleşmemiş olduğundan, öğrencilerin edebiyat ve tiyatro eleştirisi üzerine bilgi edinmeleri, yürürlükteki eleştiri anlayışıyla hesaplaşmaları, dahası eleştiri yazabilme becerisini elde edebilmeleri hem onlarda eleştirel bakışı uyandıracak hem de belki de yeni eleştirmenlerin yetiştirilmesini sağlayarak kültürel yaşamımızdaki büyük bir eksikliği kapayacak...”

Edgü’nün başına gelen

Karşılaştırmalı edebiyat derslerinden, öğrencilerin edebiyattan sinema ve televizyona yapılan uyarlamaları çözebilecekleri, edebiyat sinema ilişkilerini irdeleyen, derslerden bahsediyor Zehra Hoca. Düşüncenin katmanlılığının genç beyinlere sunulmasından...

Ama sanırım onun en önemli vurgusu ‘okumak’ üzerine. Yıllar önce üniversite öğrencileriyle yaptığı bir deneyde Ferit Edgü’nün ince bir alayla kaleme aldığı “Türk Politikacılarının Sanatla ve Kültürle Olan İlişkisi“ yazısını paylaşmış. Sonuç ne olmuş dersiniz?

Öğrenciler o ince alayı kavrayamadıkları için Edgü’nün politikacılara övgüler yağdırdığını sanmışlar. Dahası da gerçekleşmiş: Öğrencilerin çoğu politikacılarımızın gerçekten sanatla ve kültürle çok ilgili olduğuna ikna olmuşlar!

Yorum sizindir.

Yazının devamı...

Çare

Sokrates’i Vatan’ın sayfalarına davet ettiğim yazımdaki hüzne işaret eden mektuplar geldi sizden. Bir okurum ‘yoksa bu ülkeden bu kadar umutsuz musunuz?’ diye yazmış.

Hayır.

Kesinlikle umutsuz değilim.

Tam tersi.

O yazıyı, oyunun gerçek anlamını es geçen ve bu yüzden oyunu savaş gibi gören bir toplum olsak da bunun bir yerde noktalanması gerektiğine inandığım için yazdım. Yeşil sahalardaki oyunu savaş gibi yaşarsak, gerçek yaşamın ne olduğunu asla idrak edemeyiz düşüncesiyle. Oyunun gerçek denklemini çözmek demek yaşamın da gerçek denklemini çözmek anlamına gelebilir, ki buna gerçekten inanıyorum. O zaman Türkiye’nin özellikle son dönem siyasetine damga vuran ‘bütün iğneler ve çuvaldızlar tamamen başkalarına aittir’ şeklindeki ergenlik mantığına taş çıkaran hâlini de aşma şansımız olur.

Belirtmem gerekiyor ki bu ülkede şimdiki zamanda da güzel şeyler oluyor. Örneğin salı günü İzmir’de Konak Belediyesi’nin yazar konuklarından biri olarak ‘Yazarlar İzmir İçin Okuyor’ etkinliğinde İzmirli edebiyatseverlerle buluştum. Daha öncesinde İnci Aral, Ahmet Ümit, Yekta Kopan, Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Nermin Bezmen, Nazlı Eray, Hakan Günday, Tuna Kiremitçi ve Gülten Dayıoğlu’nu konuk eden bir projeydi bu. Konak Belediyesi ve Kalem Kültür Derneği’nin işbirliğiyle geçtiğimiz yıl başlayan ve her ay bir yazarı ağırlayan, önümüzdeki sene de devam etmesi planlanan ve İzmirlilerin ilgiyle takip ettiği başarılı bir etkinlik...

İşe hile katmadan...

Siyasetin gündelik tuzaklarına düşmemeye çalışarak, projenin ‘mimarı’, yazar ve gazeteci genç meslektaşım Gülşah Elikbank’ın moderatörlüğünde bir linç öyküsünü anlattığım Civan adlı kitabımı bahane ederek edebiyatseverlerle edebiyatı, yazının çok katmanlılığını, sözcüklerin kıymetini konuştuk. Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan’ın da bizzat gelip katıldığı bu buluşma, ülkemizdeki belediyelerin kültür yaşamına sağlayacakları katkılarla nerelere ulaşabileceğinin de önemli bir kanıtıydı. Tartan’ın İzmir kültür yaşamını nasıl renklendirdiğini, Konak’ı bir kültür diyarına dönüştürdüğünü öteden beri takip eden biri olarak bu tür faaliyetlerin varlığını ve devamlılığını çok önemsiyorum. Neden derseniz, şu aralar siyasetin hırgürüne ve tek yanlılığına değil sanat, kültür ve felsefenin açtığı pencerelere umulandan çok daha fazla ihtiyacımız var. Olup bitenlerin ötesini keşfetmeye, insani olanı algılamaya, yaşamın derinliğiyle buluşmaya ve sıradanlaştırılmaya yüz tutmuş yaşamlarımızın aslında hiç de öyle olmadığını fark edebilmeye... Bunları bize sağlayacak olan, sözünü ettiğim köprüler. Bu köprülerin oluşturulmasında ise belediyeler gibi kurumlar işin ‘kilit’ noktalarını oluşturuyor. İşin ‘püf ‘noktası ise Konak Belediyesi’nde tanık olduğumuz gibi sanatı sevmekten ve bıkıp usanmadan onu insanlara sevdirmeye çalışmak. Kadroların böyle kişilerden oluşması demek birçok açmazın umulandan çok daha hızlı çözülebileceğinin de kanıtı. Belediyenin kültür sanat danışmanı şair arkadaşımız Namık Kuyumcu’nun emeklerini de burada anmak isterim. Uluslararası boyuttaki kültürel birçok buluşmaya ev sahipliği eden Konak Belediyesi’nin en büyük şanslarından birisi de hiç kuşku yok ki o ve çalışkan ekibi.

Türkiye zaman zaman kaynama noktasını geçen bir kazan dolusu su olsa da inatla, inanarak ve işini severek yapan insanların ülkesi olarak buharlaşmadan yoluna devam edecek.

Etmeli.

Başka çaremiz yok. Bazen iğneyle bazen de çuvaldızla o derin, dibi görünmeyen kuyular, işe hile katmadan kazılacak.

Yazının devamı...

Zidane’ın kafasının felsefi anlamı

Mathias Roux tarafından yazılan Sokrates Yeşil Sahalarda adlı kitap felsefeye sportif bir giriş olma iddiasında. Kitabın başlangıç bölümünde ‘lise’nin 2 tanımı var:

1-Antik dönemde ahlaki ve felsefi konuların konuşulduğu okul

2-Modern zamanlarda futbol muhabbeti yapılan okul!

Antik dönemden bu yana insanlık olarak epey kan kaybettiğimiz ortada! Ülkemize gelecek olursak... Reyhanlı’da yaşananların hemen arkasından gelen tuhaf derbi maçı ve bu maçtan ulusça çıkartacağımız dersler ‘lise ruhunun’ ne olduğunu yeniden hatırlamamıza yardımcı olabilse keşke! Olabilse de bizler oyunun ne demek olduğunu yeniden keşfedebilsek. Hayır hayır, futboldan kopmaktan bahsetmiyorum. Futbol muhabbeti yaparken işin ahlaki ve elbette felsefi yanını da görebilsek diyorum sadece. Oyunun hakiki felsefesini atladığımız için savaşı da bir oyun gibi gören taktik hatalarımıza bir son verebilsek... Oyunu kendi felsefesi için oynasak, böylece oyunun kendine özgü bir dili olduğunu ve bu dilin savaş dili olmadığını, bunun getirebileceği açılımları fark edebilsek!

Fark edemediğimiz için mi oyunu bir savaş, savaşı da bir oyun olarak görüyoruz dersiniz? En azından Reyhanlı’da yaşananlar bu işin gerçek aktörlerinin savaşı bir oyun olarak gördüklerini son derece açık bir biçimde gösteriyor. Öte yandan derbi esnasında sahaya yansıyan görüntüler ve sonrasında gencecik bir cana mal olan nedir sorusu da kafamızı kurcalamalı.

Felsefenin temel soruları

Tekrar kitaba dönelim. Kendisi de bir zamanlar felsefe öğrencisi olan Mathias Roux, 18. Dünya Futbol Kupası’nda Fransa ile İtalya arasındaki final maçına götürüyor bizleri. Maçın değişik anlarındaki pozisyonlara göre felsefenin temel sorularını bizlere soruyor ve tartışıyor. Bunların başında gelenler ise doğruluk ve hakikatin ne olduğu, bilinç ve özne ilişkisi, öteki, adalet, hak ve hukuk kavramlarının neler olabileceği...

Bu arada da Kant’tan Bachelard’a, Spinoza’dan Platon’a, Hegel’den Marx’a kadar zamanın içine yayılmış birçok düşünüre ve onların tartıştıkları hususlara göndermelerde bulunuyor. Ya kahramanlar? Olayın kahramanları da final maçında oynayan futbolcular elbette!

Hatırlayanlar hatırlar. O maçta Zidane, rakibi Materazzi’ye kafa attığı için oyundan atılmıştı. Roux, 107. dakikada gerçekleşen bu olayı iki ayrı bölümde incelemiş. “Kafa Darbesi“ diye adlandırdığı bölümlerde bu darbeyi çok çeşitli yönlerden ele alıp ilginç sorular sormaya devam ediyor: Bunlardan biri, iyi ve kötü kavramlarının yalnızca bir uzlaşmanın ürünü olup olmadığı. Bir diğeri ise insanın her koşulda ilkelerine sadık kalıp kalamayacağı...

Öte yandan taraftarlığı, yani tribünlerin maçını ise çeşitlilik içinde bir birlik ya da aynı anda bir ve çok olabilme sanatı olarak tanımlayan Roux, oyunun ‘esası’ düşünüldüğünde seyircilerin ilkelleşen bir insan yığınına benzetilemeyeceğini, yaşamın mükemmel bir laboratuvarı niteliğine sahip olabileceğini de belirtiyor. Ona göre, bu açıdan bakıldığında tribünler ‘yadsınamaz bir toplumsal boyuta’ da sahip.

Ancak işin rengi bu kadar net ortaya dökülemiyor. “Çok iyi biliyoruz ki taraftarlar bugün taptıkları şeyin köküne bir hafta sonra kibrit suyu dökeceklerdir; gazeteciler birkaç gün önce göklere çıkardıkları futbolcuları yerin dibine sokacaklardır” diyor Roux. Ve sormaya devam ediyor:

“O hâlde neyin peşindeler?”

Ona göre bunu bilemediğimiz, bu sorunun derinine bakamadığımız müddetçe statlar birer sirke dönüşüp anlamsızlık girdabına çekilmeye mahkûm!

Peki ya dışarıdaki yaşamlarımız?

Galiba onlar da.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.