Şampiy10
Magazin
Gündem

Adasız

Bundan asırlarca önce bugün Robinson Crusoe ilk baskısıyla okurlarla buluştu. Bir çocuk kitabı gibi okunabilirliği, içinde taşıdığı mesajları zaman zaman gizlemiş olsa da Robinson’un öyküsü, hemen her tür okura ulaşabilmesi anlamında kayda değerdi. Aslında yazarı Daniel Defoe’nun özellikle Cuma’sını takip ederek 18. yüzyıldaki İngiliz toplumunu ve kendine benzemeyen bu ‘insanı’ nasıl ‘eğittiğini’ görmek açısından da çok kıymetli bir kitaptı Robinson Crusoe.

20. yüzyılda ünlü Fransız yazar Michel Tournier, Robinson Crusoe’u tümden başaşağı çevirerek modernizmin yalnız insanını ve bu yalnızlık içerisindeki hâlini gözler önüne serdi (Cuma ya da Pasifik Arafı adlı kitaba bir ara bakın derim). Elbette Cuma’nın konumu da değişmişti. 18. yüzyıldaki efendisi Robinson Crusoe’la bu efendi arasında dağlar kadar fark vardı. Dahası Cuma’nın kendisi de değişmişti. Dile kolay 200 yıl boyunca kendisine ne söylendiyse yapmış ve ‘medeniyeti’ öğrenmişti! Gelin görün ki 20. yüzyılın asap bozan yanı gerçeğin kaygan anlamı karşısında Robinson kadar onu da eğretileştirmişti. Bilen ama yalnız bir çift, tuhaf bir ‘efendiyle kölesi’ efsanesiydiler artık. Üstelik Cuma’ya tam manasıyla köle de denemezdi, siyasi doğruluk adına başka başka isimlerle anılıyordu. Tournier’nin kitabı, Robinson’un hazin sonunu aktarırken Cuma’nın yaşama direnişinin seri üretime nasıl dönüştürülebileceğinin ve bu dönüşümün sermayeye nasıl katılabileceğinin de ipuçlarını taşıyordu.

Sakin hoyratlık

Robinson’u düşünürken zihnim beni yine İngiliz edebiyatının görkemine götürdü elbette. Sonrasında ise fuarı hatırladım! Geçen hafta Londra Kitap Fuarı’nın standları arasında dolanırken bizim TÜYAP’ta (ve TÜYAP’ın illere yayılmış kitap fuarlarında) şimdilik hissetmediğim bir duyguya kapıldım. Her şey çok ama çok sakindi. Ortalıkta kitap alma telaşı içinde olan kimse yoktu. Yayınevlerinin ferah masalarında yazarlarla sözleşmeler yapılıyor, uğultu adına en ufak bir işaret ortada dolaşmıyordu. Kısacası 21. yüzyılın kitapla kurduğu ilişki de, diğer birçok ilişkide olduğu gibi pazar ilişkisinin gözle görülebilen ‘sakin, makul, anlaşılabilir, hoş ve olabildiğince yüzeysel’ yanını temsil ediyordu.

Dahası bu ilginç pazarın içine girebilmek için İngiliz vb. yayıncıların yurt dışında baktıkları en temel özelliğin kitabın edebi yanından çok kendi ülkesinde ‘ne kadar sattığı’ olduğunu hatırlayınca da biraz hüzünlendim. 21. yüzyıl Robinson’unun ve elbette Cuma’sının, adalarını çoktan terk etmiş, o ya da bu şekilde paraya endeksli karasal iklimli yaşamlarını düşündüm. Böylesi bir ‘sakin’ hoyratlığı devreye sokabilmek için ‘anlamı’ nasıl bu kadar dışarda bırakmış olduklarını, dahası bunu ‘anlamak’ için bile para dökmek gerektiğini mırıldanıp durdum kendi kendime.

Yazının devamı...

Bir kenti anlatmak

British Council Londra Kitap Fuarı’ndaki konukluğumuzun en önemli destekçilerinden biriydi. Türkiye’nin odak ülke olarak seçilmesinin hemen ardından hazırlanan kültür programında Londra da dâhil olmak üzere dört kente yayılan 15 farklı mekânda 40’a yakın etkinlik düzenlendi. Fuarın hemen arkasından Londra dışında gerçekleşen etkinliklere de katıldık. Ayfer Tunç ve Hakan Günday Cardiff’e, Ahmet Ümit ve Murat Menteş Edinburgh’a gitti. Bizlerse Liverpool’a geçtik. Murat Gülsoy’la eşi akademisyen Nazlı Ökten Gülsoy, İstanbul ve Londra British Council’dan Cansu Ataman ve Sophie Wardell ile birlikte Liverpool’a vardığımızda bizi neredeyse bir İzmir ikindisi karşıladı!

Unutturan şehir

Gün ışığında utangaç ve mazbut, akşamsa ateşli bu Beatles diyarında sanata ve edebiyata gönül vermiş Gül Turner ve Jim Hinks’in organize ettiği toplantının adı Şehri Yazmak-İstanbul’da Bir Gece başlığını taşıyordu. Comma Press yayınevinin de desteklediği okumalar sırasında Murat Gülsoy’un İstanbul’la ilgili sunduğu slaytlar eşliğinde anlattıkları Liverpool’lu edebiyatseverlerde ilgi uyandırdı. Gülsoy, ‘unutmak’ la özdeşleştirdiği bir şehir olarak sundu İstanbul’u; ‘şimdilik’ en son ve kolay kolay unutulamayacak olan değişimi ise gökdelenlerin varlığıyla andı.

Değişim kaçınılmazdı galiba! Tersaneleri ve özellikle II. Dünya Savaşı esnasındaki kilit liman rolüyle geçmişin ilginç diyarlarından biri olan Liverpool da, şimdilerde geçmişin izlerini müzelere, kafelere ve dükkânlara taşıyan mazisi olan bir kentti. Buna karşın değişmeyen bir husus vardı: Nüfusun kozmopolitliği! Kentin hareketliliği biraz da bu yüzdendi.

O akşam bizlerle aynı toplantıda yer alan Liverpool’lu yazar Helen Walsh bir kentin yazardaki belleğine vurgu yaptı. Hemen hepimiz yaşadığımız kenti bir biçimde aktarıveriyorduk yazdıklarımıza ve yazdıklarımız kurgu kentler olsa bile orada soluk alıp veren başka bir gölgenin üzerimize düştüğünü biliyorduk. Kentler, kültürler hızla değişse (ya da değişime dirense) bile böyle olacaktı bu.

Güneşin altında

Gökdelenler, unutulanlar, unutulamayanlar derken geceyi Beatles’ın 60’lı yılların başında ünlü oldukları The Cavern’da tamamlar gibi olduk. Hatta kardeş kulübe daldık; müziğin bu kadar yüksek sesle çalınıyor olmasına şaşıp, bu şaşkınlığımıza yaşlılık adını bile verdik!

Sabah trenle Londra’ya dönerken bir tatil sabahına uyanmış İngilizleri ve onların güneş altındaki sakin gibi görünen yaşamlarını seyrettim. Geride bıraktığımız bu yoğun haftada aklımda kalanların başında bu ‘Akdeniz’ güneşli günler gelecekti. Sonrasında ise üzerinde kafa patlatmak istediğim birçok konu...

Yazının devamı...

Uzun bir yol

Yaklaşık bir yıllık geniş bir süreye yayılsa da geçtiğimiz pazar akşamı Londra Büyükelçimiz Ahmet Ünal Çeviköz’ün verdiği görkemli resepsiyonla aktif olarak başladı Londra Kitap Fuarı konukluğumuz. Ertesi gün Elif Şafak’ın yaptığı açılış konuşması ise edebiyatın işlevini işaret etmesi bakımından son derece isabetliydi. Şafak, dünyadaki seslere olduğu kadar sessizliğe de kulak kabartmamızı söylerken aslında sadece edebiyatın değil besbelli yaşam dinamiklerinin tümünün bu konudaki hassasiyetine de vurgu yapıyordu.

Fuarın kapanış konuşmasını ise çağdaş edebiyatımızın yetkin ustası Murathan Mungan yaptı. Mungan’ın ‘uzun bir yoldan geliyorum’ cümlesini duyduğumda Londra’da bulunuşumuzun biz yazarlar için ne anlama gelebileceğini bir kez daha keşfetme şansına eriştim. O kadar çok yazarı ve onların çektiklerini yüklenip yanımızda getirmiştik ki aslında... Maya tutmuştu tutmasına ve besbelli gelecekte daha da farklı bir biçim alacaktı ama bugün varılan noktanın sırrı çok eskilerde, özellikle de o eskinin içinde söylenememiş cümlelerde saklı olmalıydı.

Eskinin Babil Kulesi’nde

Mungan’ın cümlesiyle dört duvar arasında kalmış, sürülmüş, yok sayılmış onca sesin kırık hüznü düşüverdi aklıma. Sistemin evirip çevirip yamulttuğu ya da yamulttuğunu sandığı onca ses... Kadın, erkek onca ses. Birbirinden farklı geçmişlerin içerisinden birbirine benzeyen sessizliklerin ortak dilli yalnızlıklarındaki insanlar.

Mungan konuşmasında Babil Kulesi’ne de referans verdi. Babil Kulesi Babil Kulesi’yken insanların tek bir dilde anlaşıyor olmalarından bahsetti. Tek bir dilden kastedilen elbette duygudaşlık da demekti; yani aynı duygu dilinde konuşup birbirini anlamak... Günümüzün kitap fuarlarını ise eskinin Babil Kulesi’ne benzetmesinin nedeni biraz da buydu. Edebiyat, insanların o unuttukları ‘insan dilinin’ yeniden hayat bulması demekti. Kendimizi tanımak, ötekini anlamak sanatı.

Sanırım bunun için sınırların, önyargıların, hatta hiyerarşilerin sistemi korumak adına var olduğunu anlamakla başlayabilirdik. Herkesin kendine göre bir doğusu ve doğrusu olduğunu ve bunun bir algı biçimi ya da kayması olduğunu fark edebilirdik, örneğin. Peki bunları fark edince ne olurdu?

Ne mi olurdu?

Önce biz değişirdik. Sonrasında ise dünya.



n Herkesin elinden geleni yaptığı bu çaplı etkinlikte özellikle teşekkür etmek istediğim bir kişi var. Bu kişi, Türkiye Uluslararası Kitap Fuarları Organizasyon Komitesi Eşbaşkanı Ümit Yaşar Gözüm. Çalışkanlığı ve alçakgönüllülüğü ile bu ülkeye sağladıklarını dile getirmeden olmazdı...

Yazının devamı...

Şu kimlik dediğimiz

Londra Kitap Fuarı’nın en ilginç oturumlarından biri Lisa Appignanesi’nin yönettiğiydi. Oturumda yer alan yazarlardan biri olan Mario Levi yıllar önce kendisini bir erkek Şehrazat olarak gören okurundan bahsetti. Okurunun bu yorumuna ‘Şehrazat ölmemek için anlatıyordu’ diye cevap vermiş yazar. Okuru da ona ‘Ben de zaten bunu söylemek istiyordum’ demiş.

Bu noktada Türkiye gibi çok kimlikli bir ülkede farklı kimliklerle yazmanın ne anlama gelebileceğini de dile getirdi Levi. Elbette son derece önemli bir konunun da altını çizdi: ‘Türkiye’de bugün birçok konuyu konuşabiliyoruz, birçok konuyu da konuşamıyoruz; bazı soruları sorabiliyoruz, bazılarını soramıyoruz.’

‘Çok yolumuz var’

Yazar, yaşadığı farklılığın üç anadilli bir büyüme sürecine denk düştüğünü söylerken, bunun üç farklı kök, aynı zamanda üç farklı insan demek olduğunu da belirtti. Bu noktadaysa vatandaşlık tanımlamasına hiç girmediğini, bunun edebiyatın sınırlarını aşacak bir boyut olduğunun altını çizdi.

Ona göre yeni bir vatandaşlık tanımına ihtiyacımız vardı, şu an sadece bir şeyler soruyorduk ve önümüzdeki yol çok uzundu.

“Anneannem” kitabı ile tanıdığımız avukat Fethiye Çetin ise insanları tek bir kimliğin içine hapseden bir ulus devlet fikrinden bahsetti. İnsanları Türk olmak, Müslüman, üstelik de Hanefi Müslüman olmak gibi bir kalıbın içine sokan bu yapıdan bahsederken bunun kendi ailesinin kıyılarına nasıl vurduğunu anlattı. Anneannesinin geçmişte Müslüman değil Hristiyan olduğunu çok geç öğrendiğini, bu yüzden o güne kadar avukat olarak yazdığı dilekçeleri bir yana bırakıp bu öyküyü yazmaya karar verdiğini söyledi. Anneannesininkine benzeyen o kadar çok büyükanne, dede ve nene hikâyesi vardı ki... ‘Sonunda hatırlamaya başladık’ dedi. ‘Hatırlayarak kimlikleri keşfetmeye.’

İçimizdeki denge

Buna karşın kimlik sorununun böyle bitemeyeceğini, kitabını yazdıktan sonra kendisiyle röportaj yapanların ‘bu gerçeği öğrendikten sonra aslında mutlaka bir kimlik bunalımı yaşamışsınızdır’ diyerek onu yine farklı bir kimliğin içine itmeye çalıştığını da içtenlikle paylaştı bizlerle. Ve yine aynı içtenlikle ‘hayır’ dedi. ‘Böyle bir bunalım yaşadığımı hatırlamıyorum.’

Ona göre kültürlerimiz melezdi ve bunu küreselleşen dünyanın fark etmesi hâlinde bir dengeye ulaşmak mümkün olacaktı. O, içindeki dengeyi böyle bulmuştu çünkü. Ayrıca ona göre bu keşfin varacağı yer bambaşka bir düzlem olacaktı. Belki barıştı bunun adı, belki çok daha ötesi...

Kimliklerin yeni kimlikler ve kimlik bunalımları yaratmayacağı bir dünyanın özlemini çekerken edebiyat, dil ve kültürün bu eşiği aşmadaki katkısı, etkisi ya da etkisizliğini gelecek günler gösterecek elbette. Ama biz yine de buradan insanları tutsak kalıplardan çıkarırken yeni kalıplar içersine sokmaya eğilimli küresel dinamiklere dikkat çekmiş olalım ve insan olmanın özümüzde en temel payda olduğunu yineleyelim.

Bunu hatırlayabilirsek geçmiş ve geçmişin içindeki birçok şeyle barışabilmek ve yolumuza farklı bir tatla devam edebilmek umduğumuzdan da kolay olabilir. Ve Türkiye bunu çoktan hak etmiş bir ülke!

Yazının devamı...

Londra Kitap Fuarı

Sizler bu satırları okuduğunuz sırada bizler yaklaşık 150 yazar, sanatçı, çevirmen ve akademisyen 15-17 nisan günleri arasında gerçekleşecek bu yılki Londra Kitap Fuarı’na ‘konuk ülke’ olarak katılmanın koşuşturması içinde olacağız.

‘2013 Londra Kitap Fuarı, Konuk Ülke Türkiye’ etkinlikleri bu şubat ayından beri devam ediyor. Fuar süresince de sözünü ettiğimiz ekibin katılımıyla yaklaşık 80 etkinlik gerçekleşecek. Etkinliklerde Türkiye’nin kültürel haritasını, bu kültürel haritanın içindeki dinamikleri ve Türkiye’nin ekonomik olarak son yıllardaki gelişmesinin aynı süreç çerçevesinde kültürel olarak nereye denk düştüğünü tartışmak farklı açılımları da yanında getirebilir. Ekonomik olarak dikkati çeken bir ülke oluşumuzun kültürel olarak da dikkat çekmesi, ülkemizdeki potansiyeli daha çok gözler önüne serebilir. Kuşkusuz bunun başında da Türkçe metinlerin İngilizceye kazandırılması ve İngilizce okuyan okurlar tarafından keşfedilmesi geliyor.

‘Şarkiyatçılık’

Kişisel görüşüm, çağdaş edebiyatımızın böyle keşfedilmeyi çoktan hak ettiği yönünde. Ancak gelin görün ki İngilizce olarak bu alana girmek deveye henden atlatmaktan bile zor-du. Edebiyatın genelgeçer ölçütlerinin değil coğrafi dokunun ve onun içerdiklerinin öne çıkartılması, edebiyatı esas almış yazarlar için bir engeldi. Kısacası Doğu’nun egzotizmini içinde barındırmayan metinler yazmadığınız sürece bu eşikten geçme şansınız neredeyse yoktu. Belki bu buluşma sonrasında Türkiye’deki yazarların hiç de hak etmedikleri ama bir biçimde maruz kaldıkları ‘Şarkiyatçılık’ perspektifi de biraz gevşer. Ancak bunun için de bu Şarkiyatçılığı besleyecek metinlere karşı dikkatli olmak gerekiyor. Zira ülkemiz edebiyatı bu noktalara sıkıştırılamayacak evrensellikte ve kendine özgü bir anlatım düzeyini her şeye rağmen yakalamış bir edebiyattır.

Buradaki ‘her şeye rağmen’i Türkiye’nin ekonomik karnesi kadar şanslı olmayan demokratikleşme karnesine referans vererek kullanıyorum. Basına ve yazara uygulanan sansürlerin bitip tükenmediği, ifade özgürlüğünün sürekli baltalandığı bir sürecin içinden geçmeye devam ediyoruz. Ancak biliyoruz ki bu bizim kaderimiz değil. Değişebilir. Değişmelidir de.

Buluşma...

Bu yüzden Türkiye’nin ekonomi karnesinde kaydetmiş olduğu başarıların demokratik haklar çerçevesinde de kaydedileceği umudunu yineleyerek yapacağız konuşmalarımızı.

Ancak böyle bir zeminde içimizde taşıdığımız potansiyeli gerçek anlamda yaşama ve sonrasında kurguya taşıyabileceğimizi vurgulayarak. En azından bu konuşmalardan birini ben yapacağım. (Bir gün bu konuları konuşmayı geride bıraktığımızı hayal ederek!)

Yazar ve sanatçıların dışında Türkiye Yazarlar Birliği, PEN Türkiye Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Avrasya yazarlar Birliği gibi yazar örgütleri, yayıncı meslek birlikleri ve derneklerinin yöneticilerinin de katıldığı bu buluşmalar, ülkemizin yayın hayatını İngiliz kültür hayatına taşıyacak. Hiç kuşkusuz İngiliz kültür hayatı da bize hatırlattıklarıyla başka anlara ve zeminlere duyduğumuz özlemin somutlaşabileceği ipuçlarını verecek.

Bir hafta boyunca bu buluşmanın esinlerini sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

Yazının devamı...

Çay molası

Dün öğle vakitlerinde zamansız bir çay içerken 20’li yaşlarındaki bir gençle karşılaştım. Yan yana oturduğumuz koltuklarda, dükkânın önündeki kargaşa ikimizin de dikkatini çekti.

Trafik polisleri flaşörlerini yakmış bir arabayı anlam veremediğim yersiz bir şiddetle ‘taşıma’ telaşı içindeydi.

Çay tezgâhının arkasında, kasanın yanında duran beyaz önlüklü adam ‘götürün götürün’ dedi. ‘Başka da bir şey yaptığınız yok zaten!’ Bu yüzden arabasını trafiğe çıkarmıyormuş. Ekip otolarının araba avından bezmiş, yorulmuş.

‘Bizim oralarda böyle şeyler olmaz işte!’ dedi yanımdaki genç. Kasanın orada duran adamla ikimiz de, neredeyse o diyara göçmek arzusu içinde aynı anda heyecanlanarak sorduk sorumuzu: ‘Sizin oralar nereler?’

Batmanlıymış.

Kasadaki adam hafif dudak büktü. ‘Zaten sizin oralar bambaşka memleketler!’ deyip trafik polislerine verip veriştirmeye devam etmeyi daha uygun buldu.

Benim içinse bir çay sohbeti demek oluyordu bu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir öyküsüne bodoslamadan dalmış gibiydim. Zamanın tuhaf bir biçimde, kendine has usullerle aktığı bu çay molasında Batmanlı bu genç insanla sohbete başladık.

İşin aslı

Onun en büyük hayallerinden birisi bu kez barışın gerçekten hayata geçmesiydi. Hiç değilse bu kez! Ancak barışın tek başına hiçbir şey ifade etmeyeceğini de biliyordu. Bana üniversite sonuçlarından bahsetti. Batı’daki büyük başarıların tesadüf olmadığından. Anadille eğitim görememe sorunun böylesi bir başarısızlıkta ne kadar etkili olduğunun altını çizip durdu.

‘Batman’da delik deşik olmamış doğru dürüst bir cadde bulamazsınız’ dedi.

‘Batman’da doğru dürüst bir kütüphane bulamazsınız.’

İş Batman’daki kadın intiharlarına gelip dayandığında yine aynı şeyleri tekrarladı. ‘İnsanlara yaşam yerine başka şeyler sunarsanız yaşamın şansı olmaz’ dercesine.

‘İşin aslı kadınlar evde durmak istemiyorlar artık’ dedi. ‘Bunu ise erkeklere anlatmak çok zor.’

İnsanların yoksulluğundan, işsizlikten bahsetti sonra. Roboski’de yaşananları bir türlü hazmedemediğini, bu konuda verilen cevapların hemen hepsinin samimiyetsiz olduğunu söyledi. Bir ara ‘Geçmişi unutmak zor, ama yolumuza devam etmek için geçmişi unutmaktan da başka çaremiz yok’ dedi. Sözün oraya geleceğini biliyorduk ikimiz de: ‘Bu barış olursa Türkiye uçar gider.’

Edep...

‘Umarım, ‘ dedim. Gözüm dışardaki trafik polislerinin hummalı çalışmasına takıldı yine. Deminki o tuhaf şiddet hâlâ hüküm sürmekteydi orada. Trafik kuralları elbette olacak, uymayanlara birileri bunu hatırlatacaktı. Ancak buradaki ‘bir hatırlatma’ değil daha çok nispet vermek üzerine kurgulanmış bir tavırdı. Bu yüzden de caydırıcı olmak yerine alabildiğine itici ve insanda yaptığını yeniden yapma duygusunu uyandıracak bir kıvamdaydı.

Şiddetsizlik dilini keşfedebilmek için her anımızdan sorumlu olduğumuzu düşündüm. İnsan olabilmenin sorumluluğunu, bu sorumlulukla yaşama edebini.

Zor iş.

Yazının devamı...

Başbakan Thatcher

Margaret Thatcher’ın hayatını canlandırdığı filminde (The Iron Lady-Demir Lady) Merly Streep döktürmüştü. Öyle ki dünyayı tozu dumana katmış bir liderin insan yanını da görmüş ve bunu takip ederek ‘beşer şaşar’ demiştik.

Bayan Thatcher, benim için karikatürize edilebilecek bir öykü kahramanı gibiydi. Çerçeveleri, sınırları belli bir karakter. Diyeceksiniz ki uzaktan baktığın için öyle geliyor sana. Filmi izledikten sonra ise bu düşüncem daha da güçlendi.

Streep’in takıntılı Thatcher’ı aslında neden böyle bir iktidar saplantısına sahip olduğunun çok bariz nedenlerini tek tek anlatıyordu bize. Elbette daha fazlasını da! Ezik bir çocukluk, mutsuz bir ergenlik, kenara itilmiş bir kadınlığın ardından gelen demirliği gördüğümüzde ‘hah, tamam, şimdi her şey yerine oturdu’ diyebiliyorduk.

İktidar dili ve kadın

Kadınların dünyaya barış getirmeye daha muktedir canlılar olduğunu düşünürken, iktidar dilinin azmanlığının bir kadına nasıl bulaştığına tanık olduğumuzdaysa şunu bir kez daha fark ettik: ‘Kadınlar iktidar diliyle konuştuklarında erkeklerden bin beter olabiliyorlar!’ Vahşi kapitalizm gereği başvurulan özelleştirme politikalarının binlerce insanı işsiz bırakması o döneme damga vuran gerçeklerdendi ve bu gerçeğin mimarlarından biri de Muhafazakâr Thatcher’dı. Açıkçası Thatcher örneğinin ve kullandığı iktidar dilinin bizlere anımsatması gereken en önemli noktalarından birisi budur.

Hastalıklı bir hâl

Diğeri ise Falkland Adası başta olmak üzere, İngiltere gibi bir ülkenin ‘romantik geçmiş’ takıntısının bir ülkeye neler kaybettirebileceği olsa gerek. Büyük Britanya nostaljisinin Arjantin’de küçük bir adada sulara nasıl gömüldüğünü hatırlamak bugün birçok lidere pusula olabilmeli diye düşünüyorum. Hırs küpü liderlerin geçmişe takılı kalmış hâlleri, yönettikleri ülkelerin şimdiki zamana ait genleriyle oynama hakkını onlara vermemeli. Bu genlerle oynamaları, başta o ülkenin halkı olmak üzere dünyadaki birçok insana zarar verdi, hâlâ da veriyor. Teslim etmek gerekiyor ki geçmişi bu tür ihtişamlarla geri getirmeye çalışan zihinlerin hemen hepsinde hastalıklı bir hâl mevcut. Romantik geçmiş olsa olsa, bugünü dünün üzerinden inşa etme hastalığı olabilir. Sanırım bu ülkeden ülkeye, liderden lidere, bir sınırdan başka bir sınıra sirayet eden ve modası asla geçmeyecek olan bir illet.

Barışabilseydi...

Thatcher’ın bu dünyadan göç ettiğini duyduğumda ‘umarım artık huzura ermiştir’ diyesim geldi. Belki de son yıllarda yaşlılığıyla bilenen yalnızlığı esnasında iyi kötü bu huzuru elde etmişti. En azından ‘yaşama nasıl bakarsak yaşam aslında odur’ noktasında bir şeyleri fark etmiş olmasını diledim.

Hiç kuşku yok ki güçlü bir liderdi Thatcher; yetişkinliğinde örselenmiş bir çocukluğun izlerini içinde bu denli yoğun biçimde taşımasa, en azından onlarla barışabilse eminim ki bambaşka bir lider de olabilirdi.

Yazının devamı...

Derin devlet işleri

İki aylık edebiyat dergisi Notos, son sayısını Sabahattin Ali’ye ayırdı. Bugüne kadar yolunuz tam olarak onun edebiyatıyla kesişmediyse, özellikle genç okurlarımızdan bu edebiyat insanının yazdıklarına yoğunlaşmalarını öneririm. Bunun içinse pekâlâ Notos’un bu son sayısından başlanabilir.

Sabahattin Ali’nin edebiyatından bize uzanan köprü, hem çağdaş edebiyatımızın vardığı yer açısından çok kıymetli, hem de bu ülkede farklı düşünenlerin, etrafına mavi boncuk dağıtarak yol almayı tercih etmeyenlerin başına neler gelebileceğinin de ibretlik bir kanıtı.

Dosyada Hülya Soyşekerci’nin dediklerine kulak kesilelim: ‘Sabahattin Ali güçlü bir muhalifti; hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmeyen, çağının ülke ve dünya düzenini eleştiren, haksızlıklara karşı gelen bir tavrı vardı daima. O sürekli olarak ezilenin, hor görülenin, aşağılanın, suskun kitlelerin sesi olmaya gayret etti yaşamı boyunca. Bunun için her şeyi göze aldı; görevden alınmayı, işini kaybetmeyi, soruşturmaları, mahkemeleri, hapse girmeyi, polisçe izlenmeyi, suçlanmayı, mimlenmeyi, kaçışı ve en sonunda-ne yazık ki ölümü...’

‘Acele mektup yaz!’

Asıl eleştirisi sisteme ve onun işleyiş biçimine yönelik olduğu için toplumda hemen her kesimin hücumuna uğramış, buna karşın ülkesine adaletin ‘gerçekten’ gelmesini istemeye devam etmiş bir yazardı Sabahattin Ali. Bugün altını çizmeye çalışıp durduğumuz vicdanın; yani eşitsizlikten nemalanan her ne varsa onun karşısında durmasını bilen, insani duygularla yaşamanın insanı insan kılan en değerli hazine olduğuna inanan bir sanatçıydı.

Gencecik yaşında, faili meçhul bir cinayetin kurbanı olarak bizlerden ayrıldığında birbirinden anlamlı kitaplar bıraktı geride: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna... Ve çok sayıda mektup. Deniz Gündoğan’ın satırlarıyla aktaracak olursak, bu mektuplar onun çektiklerinin ipuçlarını taşıması açısından da ayrı bir değere sahiptir:

Yıllarca sevdiklerinden ayrı düşen Sabahattin Ali, özlemlerini, hüznünü, zaman zaman kırılganlığını, sitemini bu mektuplarla dile getirir; özellikle eşi Aliye Hanım’a şöyle yazar: “Bana uzun mektup yaz... Bana her hususta mufassal mektup yaz... Acele mektup yaz.”

Sabahattin Ali 1948 yılında bir yazısı yüzünden yine cezaevine girer. Üç aylık bir dönemden sonra salıverildiğinde çok zor günler yaşamaya başlar. İşsizdir, yazacak hiçbir yer bulamaz. Bu yüzden yurt dışına çıkmaya karar verir. Pasaport almak ister, alamaz. Kaçmaktan başka çaresi yoktur. 31 Mart günü kaçarken vurulur. Cesedi, 16 Haziran’da Kırklareli’nin Sazara Köyü yakınlarında bulunur. Katil olduğunu açıklayan kişi dört yıl ceza alır ve aynı yıl çıkan af yasasıyla salıverilir!

‘Sır’ hâlâ kuytularda

Ne yazık ki bu büyük edebiyatçının cinayeti bugüne kadar tam olarak aydınlanmamış biçimde tarihin önünde durmaya devam ediyor.

Mezarı kayıp, otopsi raporu kayıp, o dönemin tanıkları sırra kadem basmış durumda. Devlet arşivlerinin belgeleri ise hâlâ kuytularda, ışığa çıkacakları günü bekliyor!

Ne kadar tanıdık, bezdirici ve ‘gelenekselleşmiş’ bir öykü, öyle değil mi?

Biz iyisi mi onun ölümsüzleşmiş kurmaca öykülerine dönelim; oradaki dile, varlık ve hakikat kaygısına bırakalım kendimizi. Her türlü adaletsizliğe, sıradanlığa, ahlak bekçiliğine, sömürüye ve sömürü şakşakçılığına karşı duran, ne olursa olsun kaygan zeminde devam edebilmeyi işaret eden o edebi tutum karşısında ise şapkamızı çıkarmaya devam edelim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.