Şampiy10
Magazin
Gündem

Kendine gel

Yönetmen Hande Çayır ilginç bir belgesel film çekmiş. Film evlendikten ya da boşandıktan sonra soyadları değişen kadınları ve yaşadıklarını anlatıyor. Bu ilginç belgeselin adı “Yok Anasının Soyadı/Mrs. His Name”.

Kısa filminde çoğunlukla erkeklerle konuşmuş Çayır. Film başlar başlamaz erkekler ona ‘daha dişe dokunur şeyler’ yapmasını öğütlüyor. Bir başka erkekse ‘bizler nasıl ki askere gidiyor, sünnet oluyorsak kadınlar da eşlerinin soyadını almak durumunda’ diyor. Gerekçe olarak da ‘kuralların böyle işlediğini’ söylüyor.

Kimileri de eşlerinin bunları düşünmeye zamanı olmadığını, onların çocuk bakmak ve ev işlerini yoluna koymakla haşır neşir olduğunu belirtiyor. Aslında içten içe onların da verdiği mesaj belli: Suyu bulandırmayın! Herkes kendi rolünü ve işini bilsin.

Bu tür yorumlara genç bir erkekten bambaşka bir yanıt geliyor. ‘Farklı, değişik işler yapmak istediğinizde, başta aileniz, sonra devlet size kendine gel’ der. ‘Kendine gelmek ise kendinden başka herkes olmak demektir.’

Düğüm noktası

Kendinden başka herkes olmak... İçselleştirilmiş kadınlık rolleri kadar içselleştirilmiş erkeklik rollerini de içeren bu cümlenin yaşamlarımızı nasıl da belirlediğini fark ettiğimiz zaman sarıldığımız bütün kurumların gerçek içerikleri de tek tek ortaya çıkmaya başlıyor galiba. Filmin düğümü de burada atılmış zaten.

Hande Çayır kendisiyle yapılan bir röportajda neden böyle bir film çektiğinin hikâyesini bizlere şöyle anlatıyor;

‘Kendi soyadım da değişti evlenince. Yasal olarak, evlenmeden önceki soyadını kullanmaya devam etme seçeneği yok Türkiye’de. Dolayısıyla iki ayrı diplomada iki ayrı soyadım var. İki insan var. Bireyi bölen, parçalayan bir yanı var. Bu örnekler arttı yıllar geçtikçe. Rahatsız oldum, konunun görünür olup konuşulmasını istedim.’

Filmde kadınlarla da konuşulmuş. Bunlardan bir kısmı kendi yasal kimlik bölünme serüvenini anlatırken, bir kısmı iki soyadını kullanan kadınların gönüllü 2. sınıf vatandaşlığı kabul ettiğini söylüyor. Bu arada kendi kimliğini koruyabilmek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuran kadınlar bile var.

‘Gereksiz detaylar’

Benimse aklıma Çayır’ın dikkatimizi çektiği zil üstü yazılarına eklenen kendi deneyimlerim düşüyor. Konu komşuyu, akrabayı ziyaret ettiğinizde zillerin üzerine iyi bakın. Oralarda kimin adı ne şekilde yazılmışsa evler o biçimde döşeniyor galiba. Ne gereksiz detaylar değil mi? Ancak ‘toplum’ dediğimiz o her neyse aslında ‘bu gereksiz gibi görünen detaylar’ üzerinde yükseliyor. Alın size bir ‘gereksiz detay’ daha: Biz kadınlar ya kocalarımızın ya da babalarımızın soyadlarını taşıyoruz. Sizce annelerimizin soyadlarını taşısaydık, bu toplumsal doku nasıl değişirdi dersiniz?

Film şu ana kadar çeşitli festivallerde gösterilmiş. Meraklıları için gelecek gösterimlerini de yazalım:

18 Mart 13.00 Akbank Sanat, İstanbul (9. Akbank Sanat Kısa Film Festivali)

20 Mart 12.30 Goethe Enstitüsü, İstanbul (11. Uluslararası Filmmor Kadın Filmleri Festivali) 23 Mart 12.30 Fransız Kültür Merkezi, İstanbul (11. Uluslararası Filmmor Kadın Filmleri Festivali) 23 Mart 20.30 Akbank Sanat, İstanbul (9. Akbank Sanat Kısa Film Festivali)

Yazının devamı...

Kadına yönelik şiddetin deşifresi

2-3 yıl önce Mor Çatı Kadın Sığınağı’nın bir projesine dâhil olmuştum. Şiddete uğrayan kadınların hayatından yola çıkarak, hem onları anlatan hem de ‘anlatmayan’ öyküler yazacaktık. Her birimiz projeyi onaylamış, yani kendi yaşamını bizlerle paylaşmakta sorun yaşamayan kadınlarla görüştük. Buna rağmen adlarını bilmeden, onların o tedirgin hâlleriyle anlattıkları öykülerden başka başka, edebiyata uzanan öyküler yazdık. Sanırım hemen hepimizin kaygısı ortaktı: Bu kadınları bir de biz yazdıklarımızla deşifre etmeyelim! Süreçte onlar çok hassas bir yerde duruyordu, sanırım yazarlar olarak bizler de.

Bu denge çok hassas bir denge ve o yüzden özel ihtimam gerektiriyor.

Ayrı bir dil, ayrı bir tutumdan bahsediyorum. Bu tür buluşmalarda şiddetin yeniden üretilmemesine özen göstermek şart. Aksi takdirde istemeden de olsa o şiddetin bir parçası da siz oluveriyorsunuz.

Bunu neden mi yazdım?

Adı verilmiyor ama...

Türkiye’de kadına yönelik şiddet önlenemiyor. Hürriyet’in en son haberi bunu kanıtlar nitelikte. Bu habere göre liseyi bitirmiş bir insanın dramı söz konusu. Üniversite giriş sınavından, sığınma evlerine, oradan kimlik bilgilerinin değiştirilmesine kadar varan bir süreç söz konusu.

Alışık olduğumuz ama alışmamamız gereken hazin bir öykü daha...

Şimdi asıl soru şu: Bu haber ya da buna benzer haberlerle, kısacası şiddetin bu biçimde ifşa edilmesiyle kadınlara uygulanan şiddeti sonlandırabilir miyiz sonlandıramaz mıyız?

Kaldı ki koruma altındaki bir kadının öyküsünün bu biçimde deşifre edilmesi bundan böyle o kadına nasıl bir yaşam alanı sağlayabilir? Korumadan kastedilen herkese kapalı ama basına açık bir soyut örtü müdür? Koruma altındaki bir kadının adını vermeyip hayatıyla ilgili hemen her şeyi habere sığdırmak o kişiye yapılan iyilik midir kötülük müdür? Sonrasında bu kadının ya da bu kadınınkine benzer yaşamların tehdit edilmeyeceğinin garantisini verebiliyor muyuz? Veremiyorsak bu haberi başka bir formatta, başka bir dilde vermek durumundayız.

Diyeceksiniz ki habercilik böyle bir şey.

Ben de ısrarla haberciliğin ilk etapta ‘insanlığı’ gözetmesi gerektiğini, insanlığı gözetirkense en başta insanı önemsemesi gerektiğini söyleyeceğim.

Yazının devamı...

Buluşmalar

Bu 8 Mart benim açımdan ilginç buluşmalar demekti. Sabah CHP’nin basın ve STK’lı kadınlar için verdiği kahvaltıya katıldım. Birçok soru soruldu. En başta gelenlerse kadına uygulanan şiddete karşı geliştirilecek olan politik tavır arayışına yönelikti. CHP’nin bu konularda hassas olduğunu biliyoruz, umarım yakın zamanda Sayın Başkan’ın da toplantının başında ifade ettiği biçimde ‘demokratik bir ülkede kadının başına bunlar gelmez’ noktasındaki vurgu hayata geçer. Dilerim artık kadınların öldürülmediği, tacize uğramadığı bir ülkede yaşarız! CHP’nin bu konudaki politik tavırları kadar, bu tavırları sergileyebileceği, kadın ve insan sorunlarına vakıf, yetkin milletvekilleriyle ortaya koyabileceği ‘çoğulcu’ dilin de çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Aklımda ortak ve çoğulcu bir dil konusu mevcutken aynı günün öğleden sonrasında Küçükçekmece Belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından ortak gerçekleştirilen önemli bir sempozyuma katıldım: Günümüz Türk Öyküsünde Kadının Sesi. Böylesi bir sese bir toplumun ne kadar çok ihtiyacı olduğunu ifade eden birçok bildiri sunuldu sempozyumda. Çok sayıda akademisyen ve yazarı bir araya getiren bu anlamlı maratonda bir de imzalı bir kitabım oldu! Aynı oturumda konuşmacı olduğumuz değerli meslektaşım Yıldız Ramazanoğlu son kitabı olan ‘İşgal Kadınları’nı imzaladı bana.


‘Emperyalist feminizm’

O yorgun günün akşamında genel olarak savaşları, şiddeti, yalnız bırakılan insanları düşünürken bir yandan da onun kitabını karıştırma fırsatını yakaladım. Özellikle ‘Emperyalist Feminizm’ konusunda söyledikleri dikkate değer. Bu terim ‘öteki kadınlara ve farklı olan insanlara karşı yürütülen kurtarma politikalarının içindeki sınır tanımaz şiddeti, kibri ve acımasızlığı’ dile getiriyor. Aslında bu merkezi tavır, çok iyi tanıdığımız ve erkek egemen yapıya uygun bir refleks ancak iş, kadının kadına ‘el uzatma’ noktasında kendini gösterdiği zaman daha da vahimleşiyor. ‘Biz sizi kurtamaya geldik ey kadınlar!’ derken kendilerine biçtikleri bir tavır var bu tür kadınların: Batılı ya da Batıcı olmak.

Teslim etmek gerekiyor ki hemen herkesin kendine göre bir batısı ve doğusu var. Dolayısıyla üstü ‘medeniyet’ ve ‘iyi niyet taşlarıyla’ örtülü böylesi bir şiddetin nereden, ne zaman ve kimlerden geleceği pek de belli olmuyor. Ne hazindir ki Ramazanoğlu’nun işaret ettiği bu hususu hem kadın hareketi hem de insan hakları örgütleri için düşünmek durumundayız. Bu cilalanmış dilin ‘her şey size statü ve değer yaratmaya çalışmak için’ noktasında kendini aklamaya çalışması ise çağımızın en önemli açmazlarından biri. Kim ne derse desin bu dilin yeniden ve farklı koşullarda üretilmemesine çok dikkat etmek gerekiyor.

Belki bu geride bıraktığımız 8 Mart adalet ve hak arayışlarında siyasi söylemlerin ve ezberlerin değil vicdanımızın batısı ve doğusuyla, ötesi ve berisiyle buluşmak için bir fırsat, bir eşik yaratmıştır... En azından bundan sonrasında hep birlikte bunu yaratmaya çaba harcamamız gerekiyor.

Yazının devamı...

‘Biraz da bizi kollayın!’

Bir erkek okurumuz isyan ediyor: ‘Biraz da bizi kollayın!’ O zaman sorumuz hazır: ‘Eşiniz ya da sevgilinizin sizi yol ortasında bıçaklama riski var mı? Sokak ortasında ondan eşek sudan gelinceye kadar dayak yeme endişeniz? Aynı kişi tarafından yaşamınıza kastedilme durumu mevcut mu?’

Cevap hayırsa, o zaman 8 Mart Haftası için özellikle kadınlara yönelik şiddetin eleştirilmesini haklı görmek ve bu anlamda şiddet uygulayanlara sonuna kadar karşı çıkmak gerekiyor.

Ancak iş bununla da sınırlı kalmıyor. Sitemler devam ediyor. Aslında sorun insanlık sorunuymuş. Olay ekonomikmiş.

Doğrudur. Bunlar önemli hususlar. Ekonominin de etkisi var. Ancak biliyoruz ki ekonomik darboğazın içinde olmayan erkekler de eş ya da sevgililerine şiddet uygulayabiliyor. Üstelik bunu sadece dayak ve tokatla değil, sözlü tacizle de yapabiliyorlar. Kısacası 3 kadından biri dayak yiyor ama 3 kadından neredeyse 3’ünün eşi, sevgilisi, patronu, arkadaşı, babası ya da abisi tarafından şu ya da bu şekilde tacize uğradığı, yok sayıldığı, aşağılandığı bir ülkede yaşıyoruz.

Tam da burada aynı sitemkâr tavır, ‘ama bazı kadınlar bildiğiniz gibi değil’ diye dipnot bilgilere başvuruyor.

Bu tip dipnot bilgilerini, onlar her neyse, tüm bunları şiddetin makul gösterilmeye çalışılması ve ‘8 Mart’a karşı geliştirilmiş bir refleks olarak görüyorum.

Öyle değiliz anacığım...

‘Nedir bu basının 8 Mart merakı, her şey ne kadar da medyatik!’ diyenlere ise:

Aslında basının sadece 8 Mart ve o haftaya yönelik özeninin çok da yetersiz olduğunu, bu haftaya göstermiş oldukları titizliği 52 haftaya yaymaları gerektiğini söylemek istiyorum. Kullanılan dil ve görsel malzemeyle şiddeti pekiştiren, onaylayan bir politikayı benimsememelerini ve buna karşı tavırlarını net bir dille yansıtmalarını da arzuluyorum.

Belki o zaman şiddeti makul göstermenin yollarına başvuran zihinlerin şiddetsiz bir toplum için ilk etapta bahane olarak gösterdikleri ‘demokratik bir toplumda bunlar olmaz işte!’ hayalini gerçekle sınama şansımız artar.

Efendim, ah ah, işte toplumumuz demokratik olsaydı, eğitim şöyle olsaydı, insanlık böyle olsaydı diyenlere sözümüz belli: Öyle değiliz anacığım. Son derece şiddete açık, maço, erkek egemen, öncelikle sözün erkekte bittiğine inandığımız, tutucu, kadını dolaylı bir varlık olarak gören, onun bedenini sağa sola çekiştiren, onun bedeni üzerinden politikalar üreten, yaşam ya da ölümü biçen bir toplumuz. Bunların önüne geçmek için de acilen almamız gereken önlemler var.

Ancak ve ancak kadını özgürleştirebilecek, birey olmasına katkı sağlayacak önlemler alınırsa Türkiye’de eşit bir toplum hayali hayata geçebilir. İşte o zaman kadın erkek eşitliğini konuşabiliriz.

Yazının devamı...

Savaşta kadının sesi

İçinde bulunduğumuz hafta 8 Mart Haftası, yani Dünya Kadınlar Günü’nün kutlandığı ve kadın sorununun yoğun olarak ele alındığı bir hafta. 8 ünlü kadının şiddete uğramış ve yaşamlarını kaybetmiş kadınları temsil eden fotoğrafları gündeme damgasını vururken şiddetin katmanlılığını ve savaşa yansıyan boyutunu da düşünmek istedim.

Geçen hafta Şanlıurfa Ceylanpınar’daki sığınmacı kadınlarla ilgili çıkan haberler kadınların göç ve mültecilik konusunda nasıl derin bir yarığın içine düşmüş olduklarını yansıtıyordu. Kelimenin tam anlamıyla çaresizler! Sorumuz ise belli: Onların ‘Ne Esad ne de Özgür Suriye Ordusu’ çığlıklarını kim ne kadar duyacak; bu ses duyulsa bile savaş naraları atmaya meyilli erkek egemen sistem bunu umursayacak mı?

Umursamayacak. Bu kadar karamsar ve bu kadar netim bu konuda.

Ceylanpınar’daki sığınmacı kadınlar bana ABD’nin Irak’a müdahale ettiği sırada ülkelerinden kaçıp Suriye’ye sığınan kadınların dramını çağrıştırdı. O dönemde New York Times’da çıkan haberlerde, savaş sonrasında 19 milyon nüfuslu Suriye’ye 1.2 milyon Iraklı’nın akın ettiği yazıyordu. Büyük bir kısmı, savaşta eşini, babasını ve kardeşini kaybetmiş çaresiz kadınlardı. Kadınlar bu yeni ülkede yaşadıkları göç travması yetmezmiş gibi yaşamlarını bir kez daha tehdit edecek bir belayla daha yüz yüze gelmişlerdi: İşsizlik. Ülkelerinde diplomaları olan kadınlar bile bir süre sonra işsizlik canavarına karşı pes etmek zorunda kalacaklardı. Bir bölümünün hayatlarını idame ettirmek için fuhuş ağına sürüklendiği bile ileri sürülüyordu.


O kadınları dinleseydik

Gelelim Suriye’den Ceylanpınar’a sığınan kadınlara. Bugün Ceylanpınar’daki sığınmacı kadınların yaşadığı en büyük açmazlardan birinin, tıpkı Irak’tan Suriye’ye göç eden kadınlar gibi işsizlik olduğunu biliyoruz. Taciz ve tecavüz kapılarında kol geziyor. Göç eden nüfusun ağırlıkla Kürt olması da ayrı bir ayrıştırma politikası anlamına geliyor. Dahası, savaşın iktidardaki erkekler için bir tür oyun, bu oyunda kocalarını, babalarını, kardeşlerini ve oğullarını yitirmiş kadınlar içinse bir ölüm kalım meselesi olduğunu da biliyoruz. Savaşın en acımasız yüzüne tanık olanlar onlar, kadınlar! Bu hep böyleydi. Belki dünyadaki insanlar, ülkeleri yönetenleri değil bu kadınları dinlese, onların yaşadıklarına gerçekten kulak kesilse dünyadaki savaşların dibine de darı ekmek mümkün olabilir-di.

Ama ne mümkün! Dünyadaki insanlar olarak tank ve tüfekleri, hangi ülkenin hangi ülkeye nasıl ültimatomlar verdiğini izlemek daha çok ilgimizi çekiyor.

Dedim ya pek umutlu değilim...

Dün Iraklı kadınlardı, bugün Suriyeli kadınlar; yarın kim bilir hangi ülkenin hangi kadınları, yaşanan çaresizliklerin hem tam merkezinde olup hem de sesleri en az duyulanlar olmaya devam edecek...

Ve bizler... Bizler de ekranlarda görünen muzaffer ülke liderlerinin, ‘barış için’ yapılan askeri müdahalelere dair şairane cümleleriyle oyalanmaya devam edeceğiz.

Yazının devamı...

Aşk olsun Müslüm Baba

Müzik dünyasının en kendine has seyirci kitlesi onundu. Yıllarca konserlerinde kendilerini jiletleyen yalnız ve kenara itilmiş insanın sesi oldu Müslüm Gürses. Yaşamı, en başından kırık başlayan insanların kadere isyan edişi ve bu isyanla birlikte kendine yer açma umudunun adıydı. O hâliyle dönemin merkezinde yer alan her ne varsa Gürses’i kendilerinden görmüyor, onu dışlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. O ise kendi bildiği yolda kadere olan itirazını dillendirmeye devam edecekti.

Babası annesini öldürmüş biriydi Gürses. Belki sadece bu açıdan bakıldığında bile sesindeki hüzün zerrelere ayrıştırılmayı ta en başından hak ediyordu. Ancak bu hiç de kolay olmadı. Merkezin, marjinal insanların Müslüm Babası’nı Müslüm Gürses olarak kabul etmesi ya da merkezin ‘ona’ gitmesi için köprülerin altından epey suların akması gerekecekti.

Yalnızlığın sesi

Belki bunun için de burnundan kıl aldırmayan merkezin, arabesk ve arabeskin temsil ettiklerini daha detaylı bir biçimde keşfetmesi iyi olacaktı. Göç eden insanı ve onun ruhunu anlamak... Bu insanların yaşadıklarıyla hissettikleri arasındaki uyumsuzluğun, dışlanmışlığın, hor görülmenin kültürel ve ekonomik yönden yaşadığı yabancılaşmanın açık adresiydi arabesk ve bu ‘açıklığı’ anlamak için merkezin algılarının da açık olması gerekiyordu. Ne var ki o algının açılması çok zaman aldı. Bu esnada büyük kente göçün, o göçün yarattığı yarığın içine düşen insanın yalnızlığı büyümeye devam etti ve kadere olan isyanı da katmerlendi.

Merkezdekinin sesinden, dünyasından, yaşamından tamamen farklı, çaresizliklerle örülü farklı bir kültürün sesiydi bu. Kente alışkın insanın sesinden, kurallarından ve hatta isyanlarından çok farklı bir ses ve bir isyan.

Sevdanın izi...

İşte Müslüm Gürses’in başarısı bu sese katmayı başardığı kendi sesidir. O sesteki içtenlik, sahicilik ve aykırılık bugün onu çok farklı bir noktada görmemize yardımcı oluyor.

Ancak ne yalan söyleyeyim, ben onu yitirdiğimizin haberini ilk aldığım zaman hemen bunları düşünmedim. İlk aklıma gelen Muhterem Nur’la olan aşklarıydı. Onların Malatya’da bir kavgayla başlayan ve sonrasında yıllarca sürecek olan o büyük aşkı.

Müslüm Baba’nın şarkılarında bizlere anlattığı sevdanın izi olsa olsa Muhterem Nur’un gözlerinden geçen aşkın iziydi. Tek farkla: Kız oğlanı sevmişti, oğlan da kızı. Ve ‘onlar ermişti muradına biz de çıkmıştık kerevetine.’

Ölüm mü? Onlarınki gibi yaşamın küllerinden doğmuş bir aşkta ölüm olsa olsa bir teferruattır yalnızca.

Güle güle Müslüm Baba.

Yazının devamı...

Gezi Parkı’na yağmur yağıyordu

Gezi Parkı’nın yok edilmemesi için tam 70 bin imza toplandı. Yaratılan kamuoyu desteği ile olayın ivmesi yavaşladı. Biraz ‘oh’ dedik. Şimdi ise adına Koruma Yüksek Kurulu denen bir kurul parkta yükselecek kışla inşaatını onaylamış bulunuyor. İçinde ‘koruma’ sözcüğü geçtiği için bu kurulun kimi, neyi, nasıl koruduğunu merak ediyor ve el mahkûm, bu yazımı Koruma Yüksek Kurulu’nun o seçkin üyelerine ithaf ediyorum:

Kalender’in işleri

Haldun Taner’in ‘Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’ adlı bir öyküsü vardır. Hatta aynı adla bir kitap olarak da basılmıştır. Orada yaşlı bir beygir olan Kalender hikâyeyi alır götürür.

Olay yağmurlu bir günde İstanbul’da, ikindi saatlerinde, Kalender’in her günkü güzergâhı Şişhane’de geçer. Fakat o da ne! Kalender bir hamalın sırtındaki aynada kendini, daha doğrusu yansımasını görür ve ürker. Olan olur, gemi azıya alır. Geri geri gider ve çöp arabasıyla birlikte kaldırıma çıkar. Kaldırıma çıkar çıkmasına da bununla da kalmaz. O hızla gider ve bir dükkân vitrinini şangur şungur aşağıya indirir. İndirmekle de kalmaz, çıkardığı gürültüden o kadar ürker ki bu kez arabayı dört nala sürer ve buyurunuz, bir kazaya neden olur. Tramvaydı, otomobildi derken kaza büyür ve yol trafiğe kapanır. Yol trafiğe kapanmakla kalmaz otomobilin sahibi olan bir iş adamını epey oyalar; otomobilin sahibi karakola götürülür ve ifade vermek durumunda kalır. Bu yüzden çok zaman kaybetmiştir çok! Orada savrulan bu zaman yüzünden iflas eder çünkü aynı gün Brezilya’da Sao Paulo’da bir firma ondan o saatlerde haber beklemektedir. Bizimkisi doğal olarak Brezilya’daki firmanın beklediği telgrafı çekemez ve çekemeyince iş yatar, başka birine verilir.

Brezilya şaşkın ama...

Kalender’in o yağmurlu gündeki kişnemesi, Şişhane’deki karışıklıktan dalga dalga Brezilya’ya kadar yayılmış ve paracıklar heba olmuştur. Kalender’in ürkmesi yüzünden işler durmuş, paraya kayıtlı projeler iflas etmiştir. Durum çok vahimdir çok! Ama bir de işin başka bir boyutu vardır: İş adamları, bu yaşanan Kalender Vakası yüzünden paralarına para katamazken, yoksul kesime, kısacası Şişhane halkına eğlence çıkmış ve insanlar mutlu olmuşlardır.

(‘Yüksek’ koruma kurullarının bürokrasiyi ve onun kollarını değil, koruması gerekenleri, yani insanları, ağaçları ve tüm canlılarıyla yaşamı ‘koruması’ umuduyla.. Malum, Gezi Parkı hepimizin parkı!)

Yazının devamı...

Üç noktalar

Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adlı kitabında şöyle bir diyalog vardır:

Hâkim ona sorar ‘Ne iş yaparsın?’

Sevgi Soysal cevap verir: ‘Yazarım.’

Hâkim filmlerden fırlamış o edayla: ‘Yaz kızım’ der, ‘Ev hanımı!’

Böylece biz yazarlara, özelliklere de kadın yazarlara sistemin verdiği ayar ortaya çıkmış olur. Sait Faik’in ‘işsiz’ olarak tanımlanması da bu ayardan nasiplenmiştir elbette. Sistemin ‘ev hanımı’ ya da ‘işsizler’le ifade ettiği ise olsa olsa kayıtlara düşemeyen emek ve etkisizliğe yapılan vurgudur.

Belki bu yüzden şimdilerde okullarda okutulan edebiyat ‘ders’ kitaplarından da yazdığımız sözcükler, en ufak bir rahatsızlık duyulmadan hoyratça, tek tek cımbızla çekilip alınıyor. Mantıksa hemen hemen aynı: ‘Kayıtsız onlar kayıtsız!’

Muhalefet ne diyor?

Bir yazar için tek bir sözcüğün peşine düşmek, onunla halleşmek, ortaya koyduğu eserinde sözcüklerle bir dünya yaratmak diye bir gerçek vardır oysa. Yazarın dünyası sözcüklerdir. Tek tek inşa edilen, biri diğerini besleyen sözcükler... Birini çekip aldığınızda kıvamı bozulan bir dünyadır orası. Nicedir, bu gerçek üç noktalarla bölünüyor. İçinde sistemin öngörmediği, kendine ve icraatına katık edemeyeceği ne kadar sözcük varsa kimilerince züccaciye dükkânına giren fil gibi tarumar ediliyor ve buna doğru dürüst kimse ‘bir dakika neler oluyor, bu sansürün dik âlâsıdır’ demiyor.

Arka planda, zamanında çok çekmiş muhalif yazarlara sahip çıktığını o ya da bu şekilde ifade etmeye çalışan iktidar dili, bu olup bitenler karşısında neden sessiz kalıyor? Bir yazarın mezar taşına sahip çıkmak başka bir yazarın yazdıklarına sahip çıkmaktan daha mı kolay yoksa? Bilmiyorlar mı: Bir yazarın yazdıklarına konan üç nokta, başka bir yazarın mezar taşına düşen bir gölgedir de. Bilmiyorlar mı o üç nokta zamanla büyür ve hepimizi yutan bir abise dönüşür...

Peki ya muhalefet? Kitaplardan çalınan sözcüklerin buhar olup havaya karışması karşısında ne diyor?

Yazar örgütleri, bu konuda neler yapıyorsunuz?

Dünya yazarlar evi

Ordulular geçtiğimiz yıl bir ilki gerçekleştirdi ve Dünya Yazarlar Evi’ni açtı. Şimdi Ordu’daki Dünya Yazarlar Evi’nin kütüphanesi kitap bekliyor! Ordu Dünya Yazarlar Evi Yönetim Kurulu Üyesi Şinasi Tepe, yayıncılardan, yazarlardan ve okurlardan destek beklediklerini belirtiyor. Ordu’yu bu muhteşem girişimiyle bir kez daha kutluyor ve onlara sahip çıkmamız gerektiğine inanıyorum.

Destekleriniz için: Ordu Dünya Yazarlar Evi Taşbaşı Mahallesi, Menekşe Sokak ORDU

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.