Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Defne’yi Beklerken’

Kendi hâlinde ikindilerde yaşama abanmak yerine sadece o ikindiye yaslanmayı seven insanlarla sohbet ediyoruz bazen. Söz ne yapıp ne edip geliyor barışa. ‘Yok’ diyor birisi. ‘Bu iş olmaz, herkes o kadar ideolojilerle düşünüyor ki... Barış ideolojilerle yapılacak iş değildir; bildik sularda oyalanmak yerine cesaretle esas olana inmek gerekiyor, yani korkulara.’

Bu korkular öncelikle kendi içimizdeki çatışmalarda, sonra da diğer kişilerle kurduğumuz ilişkilerde kendisini gösteriyor. Umulanın aksine, çok cesur olduğumuz için değil korktuğumuz için duvarlarımız var! Özellikle tekinsiz anlara karşı... Teslim etmek gerekiyor ki ne eğitim sistemimiz ne de hayatın işleyen diğer çarkları bizi bu ‘tekinsiz’ anlar konusunda uyarıyor. Oysa yaşamın en temel ilmeklerinin atıldığı yerler, tam da bu tekinsiz anlar ve bu anlarda göze alabildiğimiz risklerle örülüyor. Bu riskler adım atmanın, korkularla yüzleşmenin de gizilgücünü taşıyor içinde. Yani büyüyecek, korkularımızla yüzleşecek, içimizdeki karanlığı keşfedecek, onunla barışacak, velhasıl yaşamı anlayacaksak ilk etapta bu tekinsiz anları dışlamamamız gerekiyor. Kısacası bildiklerimizle değil, bilmediklerimizle karşılaştığımızda bocalamadan nasıl ayakta durabileceğiz sorusuyla. Tıpkı fantastik bir kurguda kahramanın karşısına çıkan karanlık bir orman gibi düşünelim bunu. Büyümek içinse o ormandan geçmemiz gerekiyor! Kendi içimizdeki barışı bulmanın en ideal yolu bu. Bunu bulursak gerisi de kendiliğinden gelir diye düşünenlerdenim.

Gerçek karşılaşmalar

Defne’yi Beklerken’i bu duygularla okudum. Aslı Der’in Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan, hem gençlerin hem de yetişkinlerin kendi dünyalarına dair pek çok noktayı bulabilecekleri yepyeni kitabını. Öykü, kendi ormanını geçmeyi göze almış bir gencin yalnızlık öyküsünü anlatıyor bize. Büyümenin zorlu yollarını ve kendisi gibi büyümeye çalışan diğer insanların sancılarını yalın bir dille paylaşıyor bizlerle. Bu sancıların şifreleri çözüldüğünde ezberlerle yaşamın devamlılığının mümkün olamayacağını, ezberleri bertaraf etmenin yolununsa gerçek karşılaşmalardan geçtiğini fısıldıyor bizlere yazar.

Gerçek karşılaşmalar ve gerçek buluşmalar... Bunun için savrulmayı göze alıyor kahramanımız. Kendisine sağırlaşmış bir dünyanın onu duymasını ummadan önce, makul bir cesaretle o dünyaya kulak kabartıyor. Peki bunu yaparken yeterince dürüst olabiliyor mu ‘kendine’? Başlangıçta olmasa da zamanla bunun gerçekleşeceğine ve hemen her şeyin özünde yatanın da bu olduğuna karar veriyor. Kendine ve yaşama karşı dürüst olmaya.

Belki bu yüzden kendi karanlık ormanından sağ salim çıkmayı da başarabiliyor bizim Defne Hanım. Darısı akıllı ‘adam’ Barış Bey’in başına diyelim.

Yazının devamı...

Emek

Pazartesi günü yeni Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ‘Londra Kitap Fuarı Konuk Ülke Türkiye’ tanıtımı için SwissOtel’de düzenlenen basın toplantısına katıldım.

Orada Emek Sineması ile ilgili söylediklerini basında çıkan haberlerden takip etmişsinizdir.

Bakan, ‘Emek Sineması yıkılmıyor, bulunduğu yerden bir kaç kat yukarıya taşınıyor’ dedi. Ardından da sürecin sonuçlandığını, tartışma zemininin Kültür Bakanlığı ile ilgili olmadığını, Emek’in dünyada pek çok örneği olan bir sistem uygulanarak birkaç kat yukarıya aynı şekilde taşınacağını söyledi. Bakan’ın daha sonrasında ‘mekân hassasiyeti’ üzerine söyledikleri de ilginçti. Bu ‘hassasiyete saygı duyduğuna, mekânların hafızasına sahip çıkmakla ilgili bu hassasiyetin her zaman kıymetli olduğuna fakat hayatın değişen koşulları içinde de farklı düzenlemelerin ortaya çıkabileceğine’ değindi Bakan.

Çelik, daha sonra yazarlarla yaptığı sohbette de içtenlikle bu konudan söz etti.

Bakan’ın hassasiyet konusunda söylediklerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak ifade ettiği ‘farklı düzenlemeler’ konusunda işlerin göründüğü kadar masum olmadığını da dile getirmek durumunda hissediyorum kendimi.

Gerçek: Rant sistemi

İstanbul’un hemen her tarafının şantiye hâline dönüştürülmesinin tamamen hayatın değişen koşullarından değil esasen rant üzerine kurulmuş bir sistemden kaynaklandığını hemen hepimiz biliyoruz. Kimilerinin cebinin bu şantiye hâli nedeniyle sürekli olarak dolduğunu anlamak içinse büyük bir uzmanlık gerekmiyor. Geçmişte de böyleydi, bugün de böyle. Değişense işlerin iyice hızlanmış olması. Her şey o kadar ‘şantiyeleşti‘ ki en sıradan vatandaşın bile ‘ne oluyoruz yahu?’ sorusu inşaat enkazları arasında dolaşmaya başladı. Ama bir hayalet ses olarak. O sesi ne iş makineleri ne de duyması gerekenler duyuyor.

Asıl sorumuz da bu zaten. Neden ‘farklı düzenlemeler’ bu kadar çok ve neden buna karşı çıkanların sesi ideolojilere tıkıştırılıp dikkate alınmıyor? Ne tuhaf, bu işleyiş bana, velilerin şikâyeti sonucunda hakkında soruşturma açılan bir okul müdürünün icraatini çağrıştırıyor. Bu kişinin konuşurken ‘modern bir okul için onu da yaptık bunu da yaptık, kimseye hayrımız dokunmadı, kimseyi memnun edemedik’ derkenki hâlini; bu ‘harıl harıl iş’ sayesinde nasıl da cebini doldurmuş olduğu gerçeğini. Hakkında açılan soruşturmadan nasıl yırttığını ve vatanı sevme konusunda herkesi geride bırakan o nutuklarını.

Emek neden taşınıyor?

Şantiye diyarı İstanbul’da gece gündüz harıl harıl iş makineleri çalışıyor. Farklı düzenlemeler kentine dönüşen bu diyarda iş gele gele Emek’in bulunduğu yere kadar varıyor. Bakan’ın söylediği çok önemli burada. ‘Emek Sineması yıkılmıyor’ diyor. Çok şükür!

Yine de içimiz ferahlamıyor. Çünkü sorular bitecek gibi değil.

Sahi Emek Sineması neden yukarı taşınıyor? Halkın yaşam koşulları bu noktada iflas ettiği için mi yoksa yeni rant alanlarının açılabilmesi için mi?

Cevabı hepimiz biliyoruz.

Bu yalın soruya vicdanımızla cevap verdiğimizde ise sadece geçmişi ve bugünü değil yarınımızı da kurtarma şansımız var. Üstelik bu iş sadece Emek Sineması ile de sınırlı değil.

Yazının devamı...

Kütüphane Haftası

Kütüphane Haftası’na denk düşen bu günlerde posta kutularımıza bir mesaj düştü: ‘Tekirdağ 1 No’lu F tipi Hapishanesi’nde 15 Mart günü idare hücrelere girdi ve tutsakların kitaplarına el koydu.’

Kitaplar bir bombadır usulüne göre işlemeye maruz bırakılmış reflekslerimizle hemen aklımıza şu düşmemeli: ‘Hımmm kimbilir neyin nesiydi o kitaplar!’

Doğrusu ‘Hımmm!’ diye kitapları anmaya başlayan bir toplumun yaşamın içinde de benzer şüphelerle soluk alıp vereceğine ve giderek tutsaklaşacağına inananlardanım. Dahası, okuma eyleminin bir insanlık hakkı olduğunu hatırlatmayı da elzem buluyorum. Heyhat! Zamanında insanların evlerine de bu şekilde dalmış bir sistemin hep birlikte mağdurları olduğumuzu yâd etme zamanı! Bugün AVM’leri (alışveriş merkezleri) gezmeyi kitap okumaya tercih eden bir ülke olmamızı biraz da o günlerden kalma ‘şu kaba saba, ölçüsüz, kan kusan şiddete’ borçlu değil miyiz? Elbette biraz da, işlevsel kütüphaneler açmak, kitap okumanın ne anlama geldiğini aktarmak yerine anayurdu dört baştan AVM’lerle örmeyi amaçlayan rant tipi sistem karşısındaki tutsaklığımıza da fena hâlde borçlanmış durumdayız. Bu noktada ise kim içeride kim dışarıda gerçekten tartışılır! Ne de olsa tutsaklık çeşit çeşit...

Müebbetin ricası...

Hâl böyleyken, zaman zaman, bildiğimiz o ‘içeriden’ mektuplar gelir.

El yazısıyla yazılmış zarflarda, çok kısa adreslerin olduğu, içli, uzun mektuplardır. Bu adresler, damga içinde bırakılmış zarfın üstünde su üzerinde seken bir taş gibi dururlar. Şu no’lu hapishane, şurası diye bir ibare; o kadar. İçindeki mektuba dolan satırlarda bazen tutsağın orada oluş nedenleri aktarılır. Bazense, müebbet hapse mahkûm olmuş bir tutuklunun kırılgan ricasıyla karşılaşırsınız: Kitap istemektedir. Günün çok az bir kısmında insanlarla birlikte olduğunu, geri kalan zamanını kitap okuyarak geçirmek istediğini anlatır size o satırlar. Cezaevindeki insanın kitaplarla kurduğu bağın, dışarıdaki insanın suyla kurduğu bağ gibi bir şey olduğunu o zaman fark edersiniz. Bu yüzden kitabın bir can simidi olarak görülmesine de bir yerden sonra şaşırmazsınız.

Her şeyin başı ve sonu

Zamanında edebiyat insanlarımızın nicesine de ev sahipliği yapmış olan cezaevleri, o dikdörtgen kitaplarla griden başka renklere dönüşümün adıydı, adıdır. Bir umudun, ışığın, bazense topyekûn mucizelere gebe yaşamın adı.

Çağımızın savrukça asıldığı ‘tozu dumana katan yaşam’ fikri sağ olsun, kitabın insana sunabileceği bu yalın gerçeği unutturdu bize. Kitap bütün tutsaklıkların ve tecridin sonudur; hatırlayabilene, hatırlatabilene...

Kitap yasakları ise her şeyin başı ve aslında sonudur. Hatırlayabilene...

Kütüphane Haftası hepimize kutlu olsun!

Yazının devamı...

4. yargı paketi güçlenirse

‘Ellerinde silahlarıyla yaklaşık 40 polis gece saat 01.00’de evin kapısını kırarak içeri girdi. Ben o sırada kanser hastası olan bir yakınımın yanındaydım. Arama adına ev talan edilirken bizler kafamızdan bastırılarak yere yatırıldık. Ankara siyasi şubeye götürüldük. 4 gün boyunca neyle suçlandığımızı bilmeden tutuklandık. Çıkarıldığım savcılıkta ve mahkemede demokratik hakların kullanımına dair sorular vardı. Füze kalkanına karşı çıkmak, bağımsızlık istemek, parasız eğitim istemek, yasal bir derneğe girip çıkarken görülmek, kitap okumak, hatta yolda yürürken, durakta beklerken, otobüse binerken görülmek... En doğal davranışların suç kabul edildiği mahkemede tutuklandık. Ardından televizyon ve gazetelerde suikast timi tutuklandı şeklinde haberler yapıldığını duyduk.’

Yukardaki satırlar Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi’nde yaklaşık 1 yıldır tutuklu olan bir gence ait. Yasal demokratik hakları bir biçimde suç gösterilerek tutuklanmış ve bir yıldır bu ‘haklar’ yüzünden içerde yatıyor.

Onun gibi çok sayıda tutuklunun olduğunu biliyoruz. Bu insanlık dışı durum demokratik hak ve özgürlükler anlamında Türkiye’nin sürekli olarak kan kaybetmesi anlamına geliyor.

İki önemli nokta

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki bu tür davalarda Türkiye aleyhine alınan ve ülkemizi gerçek adalete davet eden sayısız karar var. Türkiye’nin adalet mekanizmasındaki zayıflıkları gün ışığına çıkaran bu kararlar 20 maddeden oluşan ve yasalarda değişiklik yapılmasını öneren 4. yargı paketinin de temelini teşkil ediyor. Bu paket hâlihazırda TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülüyor. Kısa bir süre sonra ise yasalaşması bekleniyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün bu konuda yaptığı açıklama, içinden geçtiğimiz süreci daha kolay atlatabilmemiz ve daha demokratik bir Türkiye’ye ulaşabilmemiz için çok önem taşıyor. Örgüt, bu paketin işlevselliğini öne çıkarırken aynı zamanda da güçlendirilmesine vurgu yapıyor. Böylesi bir güçlendirme insan hakları yönünden karnesi epey zayıf olan ülkemizi yakın gelecekte gerçekten rahatlatabilir.

Burada iki önemli nokta çok dikkat çekici. Bunlardan biri silahlı örgüte üye olma konusunda yaşanılanlar, diğeri ise davalardaki zamanaşımı. Paketin şu anki hâli bu iki önemli konuya elbette değiniyor ama neredeyse ikisine de teğet geçiyor.

İfade özgürlüğü

Özellikle silahlı örgüte üye olma konusunda ‘kısıtlamaya gidilmesi’ bugün fütursuzca cezaevlerine konulan gazeteci, aktivist, sendikacı, yayıncı ve akademisyenlerin işlerini yapabilir hâle gelmeleri açısından çok kıymetli bir adım demek. Bu duruma elbette öğrenciler de dâhil. Buradaki en önemli konu ise ifade özgürlüğü elbette! İnsan Hakları İzleme Örgütü, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik kanun maddelerinin iyileştirilmesinin ya da bu temel hak ve özgürlüğe tehdit oluşturan maddelerin kaldırılmamasının ‘silahlı örgüte üye olma’ maddesini beslediğine değiniyor. Kısacası, ifade özgürlüğü konusundaki darboğaz, işini yapan, protesto hakkını kullanan kişileri birer terörist olarak yargılama imkânını veriyor. Ne yazık ki kanunların önündeki ifade özgürlüğümüz çok ama çok sorunlu. Bunun sonucunda varılan çıkmaz sokakların ise adaletle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığını hemen hepimiz biliyoruz.

Yazının devamı...

Neden yahu?

İsrail hükümetinin Türk hükümetinden özür dilemesinin ardından bir anekdot düşüverdi aklıma: Mavi Marmara olayının patlak vermesinin hemen ardından yazar arkadaşımız Murat Menteş bir grup yazar çizeri toplamıştı. Bizler de bir basın toplantısı aracılığıyla İsrail hükümetinin Mavi Marmara’ya yaptıklarını elimizden geldiğince ve dilimiz döndüğünce protesto etmiştik. Orada Metin Üstündağ İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun yaptığı o tuhaflığa çok güzel bir soru sormuştu: ‘Neden yahu?’

O günden beri İsrail hükümeti der demez aklıma düşen sorulardan birisidir bu. Ancak, tahmin edebileceğiniz gibi bu sadece İsrail hükümetiyle sınırlı bir soru değil. Aynı soruyu Türk hükümetine de zaman zaman sormak hissiyatına kapılmıyor değilim.

En başta da Suriye ile yaşadığımız çelişik durum geliyor. Örneğin çok değil 3-5 yıl öncesinde, Beşşar Esad ve eşinin Türkiye’yi ziyareti esnasında yaşananlar canlı bir biçimde aklımdayken şimdi gelinen noktaya bakıp o soruyu yinelemek istiyorum: Neden yahu?

‘Yüzleşme...’

Bu soruyla ilgili olarak aklıma düşen bir sürü ek soru daha var elbette. Bunların başında ise ‘hükümetler gerçekten insanları önemsiyor mu?’ sorusu geliyor. Geçen gün yazdığım ve ülkemizdeki çatışma ortamına, genç ölümlere referans verdiğim ‘Sıralı Ölüm’ yazıma bir okurumuz, şu aralar yaşadıklarımız anlamında ilginç bir yorum getirmiş. Farklı bir yüzleşmeden bahsediyor:

“Şu günlerde belki de milyonlarca insanın başka bir platformda kendileri ile yüzleşmesi var. Ne kadar kendimiz olamadığımızla yüzleşme. Ne kadar kolaylıkla yöneticilerimiz, kanaat önderleri ve gazeteciler tarafından oradan oraya sürüklenebildiğimizle yüzleşme. Değerler sistemimizin, alışkanlıklarımızın, hayata bizi bağladığını sandığımız şeylerin aslında ne kadar kırılgan, manipüle edilmeye açık ve kendimizin dışında olduğunu belli belirsiz fark etme sonucuyla yüzleşme. Kendimizle yüzleşmeden ziyade kendimiz sandığımız şeyle yüzleşme... Ne kadar yapay olduğumuzla yüzleşme...”

Değerli okurumuzun ifade ettiği hususlar elbette çok önemli ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken noktalar. Bu yüzden belki de hiç kimseye ‘Neden yahu?’ sorusunu sormamak gerekiyor. Özgürlük ve eşitlik fikrinin bir duvardan öbür duvara kimliklerimizi vurup vurup durduğu ‘beşer şaşar’ sınavlarından geçerken akılda tutulması gereken önemli bir durum bu. Eğer tutulmamış bir aklımız hâlâ mevcutsa!

Gerçek göz kırparken

Okurumuzun da ifade ettiği gibi medyanın, kanaat önderlerinin ve yöneticilerin eleğinden süzülenler gerçekte ne yazık ki sahici bir yüzleşme şansını sunmuyor insanlara. Yakın geçmişte de bu böyleydi, şimdi de böyle, korkarım yakın gelecekte de böyle olacak. Gerçek hep uçuşkan ve tüllerin arkasından bize göz kırpacak ve ona bir türlü erişemiyor olacağız.

Bununla birlikte ‘Sıralı Ölüm’ yazımda da ifade ettiğim gibi bu ülkede genç ölümlerinin önüne geçebilecek her türlü adımı kıymetli ve elzem bulduğumu yinelemekten kendimi alamıyorum. ‘Binlerce genç insan neden öldü, neden yahu?’ sorusuna mantıklı bir cevap bulamasak da ‘bundan böyle binlerce genç insan neden ölsün, neden yahu?’ sorusuna verilecek bir cevap şansımız hâlâ var. Çok şükür ki var.

Bu cevaplardan en yalını ise savaşın kimseciklere hayrı olmadığı, 3-5 egonun çatışması dışında da hiçbir hakikat ihtiva etmediği olsa gerek.

(Not: Bu yazıyı yazdığım saatlerde İsrail’in Suriye’ye saldırdığı haberleri gelmeye başlamıştı bile.)

Yazının devamı...

Sıralı ölüm

Nevruz günü bir arkadaşım hatırlattı bunu bana: Sıralı ölüm... Yaşamın eşiğinde duran, hem ölüme hem yaşama gerçekten saygılı, yaşamdan çok ölümün anlamını çözmüş ne güzel bir temennidir o.

Abdullah Öcalan’ın sözlerinde yatanı da sadece bu vaatle okudum. Umarım bu topraklarda artık ‘sırasız genç ölümlerini görmeyiz’ diyerek.

Arka planda yatan tüm sloganlar, geliştirilecek faaliyetler, egoların çatışması, yeni stratejiler, şunlar bunlar sadece bu sözle noktalandı kafamda. Evlere artık genç insanların ateşi düşmesin dileğiyle; nokta.

Bu tarihi mektubun ardından hop oturup hop kalkanlara ise yine ölümden örnek vermek istedim. Çağımızda ölüm düşüncesinin, umulanın tersine bir inancın değil, neredeyse bir inançsızlığın temsili olduğunu hatırlayarak. Savaşı isteyenlerin ölümü bir araç hâline getiriş biçimleri, şehitler, kanlar, gururumuz derken gerçekten ‘ölüm’ü kendi içlerinde hemen hemen hiç tasarlamadıklarını, daha da beteri onun anlamını gerçekte hiç idrak etmediklerini düşündüm.

Başkalarının ölümü...

Yaşadığımız zaman diliminde ölüm biraz da böyle bir şeydir aslında. Başkaları için tasarlanan, kişinin kendisini yabancılaştırdığı bir düşünceden ibarettir. Bir toprak parçasının ele geçirilmesi ‘projelendirilirken’ orada olup biteceklere nesnel bir mesafede durur savaşa susamışın zihnindeki ölüm. Ne de olsa başkaları ölecektir. Savaşları yönlendiren en feci düşüncenin arkasında da bu fikir vardır zaten: ‘Başkalarının ölümü’ fikri.

Oysa biliyoruz ki insanın kendi ölümlülüğünü fark etmesi yaşamdaki en büyük anlamı ifade eder. Belki de bu anlam o ya da bu şekilde bir son demek olduğundan insanların ölümle kurduğu bağ her zaman bir kaçış ve bir yerlere sığınma fikrini doğurmuştur. Bunun yarattığı gerginliği göze alabilmekse, vatan-millet-Sakarya nutuklarına sığınmaktan bin kat külfetlidir. Kendi ölümünü fark edebilmiş ve bununla yüzleşebilmiş tedirgin insanların, yaşamdan, savaştan, milli gururlardan ve kendinden emin insanlara göre daha az savaş istemesi de belki bu yüzdendir. Kendi ölüm ‘gerçeğiyle’ yüzleşebilmiş ve burada saklı olan anlamı, bu anlamda saklı olan yalınlığı çözebilmiş insan, başkasının kanından mülhem savaşlara kolay kolay evet diyemez.

O yüzden arkadaşımın ‘sıralı ölüm’ sözü, bu kez bende salt hümanist bir düşünceyi değil, çok daha gerçekçi, ayakları yere basan bir düşünceyi, insanın tamamen kendisiyle yüzleşebilmiş olması fikrini çağrıştırdı. Kendi ölümünü ve ölümlülüğünü idrak edebilmiş bir insan başkasının ölümünü kolay kolay isteyemez diye düşündüm.

Yazının devamı...

Umudun baharı

Biri elini uzatıverse ceviz ağacının dalına

Biri elini uzatıverse tavşanın kaygısına

Biri elini uzatıverse...

Yukardaki satırlar 1975 yılında Mardin Kızıltepe’de doğan, Lis Yayınevi’nin Yayın Yönetmeni şair arkadaşım Lâl Laleş’e ait. ‘Katil Dövmeler’ adlı Kürtçe şiir kitabının Türkçesi henüz okurlarla buluşmadı. Buluştuğu zaman Laleş’in bu çalışmasında dilinin içinden geçen hüznü ve yaşam temennisini takip etmek de mümkün olacak. Şiirleri Şener Özmen dilimize kazandırmış. Hemen her şiir bu topraklarda kanın durmasını ve yaşamın çoğalmasını arzu eden kırık umutlara sarılmış ‘dövmelerle’ dolu. Laleş, yukarıdaki satırları ‘Yaşar Kemal’in dövmeleri’ olarak paylaşmış bizimle.

Laleş şekillerle değil sözcüklerle gerçekleştirmiş dövmelerini. Sözcükleri izlerken insan ruhunun derinlerinde gezinenlerin nasıl dışa vurulduğunu da takip ediyorsunuz. Umut umuda, karanlık karanlığa, kader kadere yansıyor. Soyut bir dövme gibi ruh kendini sözcüklerle ele veriyor bu satırlarda. ‘Musa Anter’in dövmesi’ bakın ne diyor:

İnanın bana

Ne dikili bir ağacım oldu ne de heykelim

Bu şehrin orta yerine dikilecek

Bir alınyazım var

Satırları izlerken bir yandan da dövmenin anlamını yeniden düşündüm. Bir sembol olarak karşımıza çıkan bedenlere kazınmış o şekilleri canlandırdım kafamda. Herkesin yaşamdan anladığı, anlamak istediği sembolleri, o sembollerle bütünleşen bedenleri düşündüm sonra. Bir harf, bir rakam, bir hayvan, bir dua. Bedenle düşünce arasına kurulmuş olan bu şekillerin insan tarihi kadar eski olduğunu hatırladım. İnsanın varlığıyla özlediği savaşları, barışları, aşkı ya da özlemi bedeniyle nasıl anlattığı, dahası yine aynı bedenle bu hasretin bedelini o ya da bu şekilde nasıl ödediği geçti içimden.

Bedenle ruhu düşündüm. ‘Bir ceviz ağacını bedeninde taşımayı öğrendiğinde insan, aslında onu ruhunda da taşıyordur’ demek geçti içimden. ‘Bir tavşanın kaygısını bedeninde resmetmeyi göze almış biri için tavşanın kalbi onun kalbi demektir’ diye bir his uyandı bende. Barışın rengini taraf olarak değil, bütün genç insanların ve tüm canlıların yaşamı olarak görebilen bir beden, içinde savaşın gadrini de çözmüş demektir diyesim geldi.

Savaşın zulmünü fark etmiş insan savaşı ne bedeniyle ne de sözleriyle ister demek istedim.

Hazır Nevruz gelmiş çatmış, yaşamakta olduklarımız umudun baharı umutsuzluğun kışı olmuşken bu yazı demek istediklerimin yazısı olsun.

‘Gel artık bahar’ yazısı.

Yazının devamı...

Türkiye’nin çocukları

Yeni İnsan Yayınları‘nın en yeni kitabını Ercüment Erbay kaleme almış. “Çocuk Hakları“ adlı kitap ülkemizin onayladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin pratikte nasıl uygulandığını (daha doğrusu uygulanamadığını) tartışıyor. Oraya buraya atılan imzalar, değişiklikler ve düzenlemeler bulunsa da ülkemizde evrensel standartlarda ‘hak temelli’ ve bütünlüklü bir çocuk politikası ‘hâlâ’ yok. Karşımızda duran tablo yasal düzenlemelerin son derece bölük pörçük ve keyfekeder olduğunu ortaya koyuyor.

Oysa biz şu genç nüfuslu, dahası nüfusunun artması için sürekli ‘yüreklendirilen’ ülkeyiz, öyle değil mi? Ancak elimizdeki veriler ana rahmindeki çocuklara gösterdiğimiz ‘özeni’ yaşamakta olan genç insanlara pek de göstermediğimizi ortaya koyuyor.

Notumuz: ‘Çok zayıf’

Erbay’ın kitabında belirttiği noktalar Göç Vakfı’nın 2012’deki çocuk hak ihlallerine dair hazırladığı raporla birlikte okunduğunda durum bir kez daha tüm yalınlığıyla ortaya çıkıyor. Rapora göre geçtiğimiz yıl yaklaşık 5 bin çocuk hak ihlaline uğramış. Bunlardan en az 500’ü ise yaşam hakkı ihlali sonucu ölüp gitmiş. Bir o kadar da yaralanan çocuk var. Çocuğun korunmasına yönelik ihlallerden yaklaşık 1000 çocuk etkilenmiş. Adalet sisteminin ağına takılan, silahlı çatışma ortamında kurda kuşa yem olan, işkence ve kötü muamele gören çocuklarımızın sayısı da had safhada.

Verilerin gösterdiği tek sonuç var: Çocuk ve gençlerimize davranış notumuz çok zayıf.

Peki bu karne karşısında Türkiye bugüne kadar ne yaptı? Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni resmi olarak 18 yıl önce imzalayan bir ülke olarak, sözleşmedeki hükümleri tam olarak hayata geçiremedi; dahası, çocuk ihlallerine dayalı verileri ve raporları görmezden geldi. Yapılan kısmi iyileştirmeler ya uygulamaya yansımadı ya da uygun etkili mekanizmalar oluşturulamadığı için bu ihlaller önlenmedi. Önlenmediği gibi bu savrukluğa bulunan kulplar da değişmedi.

25 milyon genç insan

Elimizdeki bu veriler Türkiye’de çoğu yetkilinin çocukların özgür ve eşit haklara sahip ‘bireyler’ olduğunu henüz görmek istemediğini ortaya koyuyor. Dahası onların haklarından pek de haberdar olmadıklarını...

Bu yetkililerin çocukları tektipleştirerek onları her konuda yetersiz ve zayıf görme eğilimleri devam ettiği müddetçe bu zayıf karneyle 2013 yılında bir kez daha sınıfta kalmamız kaçınılmaz. Neden derseniz, sorun tahmin edilemeyecek biçimde çok katmanlı ve geniş bir nüfusu ilgilendiriyor. Dile kolay, Türkiye’nin her yerine yayılmış, birbirinden farklı deneyimlerin içinden geçen yaklaşık 25 milyonluk genç bir nüfustan bahsediyoruz. Onlar her gün o ya da bu şekilde ayrımcılığa uğruyor!

Bir sosyal hizmet uzmanı olan Ercüment Erbay kitabında ayrımcılık yapmama, çocuğun yüksek yararı, çocuğun görüşlerine saygı gibi temel ilkelerin hayata geçirilmesi için gerekli önlemlerin bugüne kadar tam olarak alınmadığını söylüyor. Ayrımcılık yapmama ilkesinin özürlü çocuklar, mülteci çocuklar, iç göç yaşayan çocuklar gibi bazı çocuklar için uygulanmadığına değiniyor ve özellikle kırsal kesimdeki çocukların sağlık ve eğitim konusunda yaşadığı zorluklara dikkat çekiyor. Çocuk istismarı ve ihmaliyle ilgili olarak yaşanan şiddet ise üzerinde en çok durmamız gereken hususlardan. Ne yazık ki bu konuda henüz karne almayı bile hak edemiyoruz!

Türkiye’nin çocukları resmi olarak tam 18 yıldır Türkiye’yi bekliyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.