Şampiy10
Magazin
Gündem

Berfo Ana’nın sonsuzluğu

Bir anne düşünün. Tam 33 yıldır oğlunun kemiklerini arıyordu. Onun 33 yıl boyunca aradığı kemikler Türkiye’nin atlattığı ya da atlatamadığı badireleri gözler önüne sermesi anlamında da çok kıymetliydi.

12 Eylül’de evden alınan ve bir daha geri dönmeyen oğlu Cemil Kırbayır için yarım asra yakın mücadele etti bu kadın. Onun mücadelesi Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin aydınlığa çıkartılması için bir umut, bir mihenk taşı oldu.

Umut oldu olmasına ama devamını görmeye ömrü yetmedi Berfo Ana’nın; aramızdan ayrıldı.

Ayrılışı, evladının kemiklerini bulamadan sonsuzluğa uzanan sağlam bir iradenin de adı oldu.

Başta Kırbayır Ailesi ve Cumartesi Anneleri olmak üzere, bu ülkede adaletin bir gün bütün yaşayanlar ve yaşanmışlıklar için tuz değil merhem olacağına inanan herkesin başı sağolsun.

O gencecik insanlara demokrasi borcumuz var

Hiç tesadüf değil: Berfo Ana’yla birlikte evlatlarının kemiklerini arayanların izi, bizleri askeri darbeler ve bu darbeler aracılığıyla ülkede medet umulan sözde barış ortamlarına kadar taşıyor.

O sözde ‘barış’ ortamı uğruna bu ülkede ne kadar çok genç insanın heba edildiğini, yaşamlarına son verildiğini hatırda tutmamız, bugün aynı yanlışların bir kez daha yaşanmaması için insani bir borç, yaşamsal bir sorumluluktur.

Kim ne derse desin, o gencecik insanlara bir demokrasi borcumuz var. Evlerinden alınan ve bir daha geri dönmeyen bu insanlar, bu ülkedeki şiddetin, sertliğin ve umursamazlığın kurbanı oldu.

Onlara bu şiddeti uygulayanların bugün ‘o dönem öyleydi ben sadece işimi yaptım’ demesi ve o işkence ortamına bir biçimde göz yummuş olması, bugün ülkemizin demokrasi konusunda hâlâ yaşamakta olduğu açmazların en önemli nedenlerinden birisidir.

Ne yazık ki bireysel hak ve özgürlükler anlamında ileri demokrasi ülkesi filan değiliz.

Sansürü sever, ifade özgürlüğünü alınacak ihaleler ve dikilen gökdelenlerle karıştırır bir hâldeyiz.

Ülkemizde şiddet hâlâ meşruiyetini sürdürüyor ve iktidar sahipleri için hâlâ o söz geçerliliğini koruyor:

‘Ben sadece işimi yapıyorum.’

Berfo Ana’nın ruhuna kulak verelim

Bu ülkede bunların bir daha yaşanmaması en büyük dileğimizdir. Eğer Türkiye kendine demokrasiyi hedef seçmiş, kimilerine göre ileri demokrasinin beşiği bir ülkeyse, bir daha asla faili meçhullere ev sahipliği yapmaması gerekiyor.

Bunun için de ilk etapta Berfo Ana’nın ruhuna kulak vermeli ve bu anaların evlatları için istediklerini onlara çok görmemeliyiz. Bu insanlar evlatlarının bu coğrafyaya gömülmüş kemiklerini istiyor!

Bunu sahiden anlayabiliyor muyuz?

Berfo Ana, önceki gün seni Karacaahmet’ten uğurlarken bu dünyanın adaleti sana yetmedi diye düşündüm. Umarım öteki dünyada evladına kavuşmuşsundur.

Yazının devamı...

Karadeniz ırkçılığa geçit verme

Bir yanım Trabzonlu benim. Bu yüzden bu başlık daha da anlamlı kılıyor duygularımı. Ancak duygularımı bir yana koyup mantığımı devreye soktuğumda, başta Karadeniz bölgesi olmak üzere ülkemizdeki birçok bölgede ırkçı eğilimin en temel sorunlarımızın başında geldiğini de teslim etmek zorunda kalıyorum.

Irkçıyız ve ırkçılığa kılıf bulmaya bile gerek duymuyoruz artık. Derin analizlere gerek yok; bunu kimi köşe yazılarından, sokaklarda, sağda solda kulağımıza çalınan laflardan, sosyal medyadaki bazı savruk cümlelerden çıkarmak bile mümkün. Son olarak Sinop’ta yaşananlar işin içine tuz biber ekti. Ülkemizdeki genel tansiyonu düşündüğümüzde Sinop’ta yaşananları sadece Karadeniz bölgesine mal edemeyeceğimiz de ortada. Sinop Türkiye’nin genel linç eğilimine yatkınlık gösteren illerimizden sadece biri ama ne ilki ne de sonuncusu olmaya aday.

Somut gerçeği görelim

İşin en vahim yanı ise Sinop’ta ya da sonrasında Samsun’da yaşananların kimilerince olumlu anlamda sahiplenilme eğilimiydi ki, orası insanlık adına sözün bittiği yerdi. Bir yandan da ‘sözün bittiği yerdi’ demek ne kadar doğru olur emin değilim. Aslında sözün başladığı, sonrasında en kirli eyleme dönüşebileceği yerler buralar. Dolayısıyla ‘bir grup çapulcunun işi’ diyerek es geçmemeli bu olup bitenleri. Dikkati oralarda yoğunlaştırmalı ve nerelere doğru sirayet ediyor diyerek peşine düşmeli. Bu eylemlerin kimler tarafından desteklendiğini ve onaylandığını anlamak, bugün Türkiye’nin ırkçı haritasını çıkarmak anlamında çok önemli yollar katettirebilir bizlere. Bu somut ve nahoş gerçeği anlamak ise barışa hasret bir toplumun tıkandığı noktaları açmak açısından isabetli olabilir.

Sinop ve Samsun’da yaşananlar, genel olarak bütün halka mal edilemeyecek olsa da, sözün ırkçılık adına hiç bitmediğini, savaşın insan ruhunu nasıl ele geçirmiş olduğunu da anlatıyor bizlere. Her zaman yinelediğimiz gibi, kendine benzemeyene karşı güdülen ve giderek gemi azıya almış olan bu savrulma ciddi bir tehdittir ve sumen altı edildiği müddetçe başımıza daha çok işler açacaktır.

Zor ama olanaksız değil

İnanıyorum ki ‘Çözüm için Müzakere, Barış için Eşitlik’ kampanyasını bile ‘Çözümsüzlük için Çatışma, Savaş için Gerginlik’ biçiminde algılayabilen bir kitleye dert anlatmak zor. Önyargıları kırmak, önyargılardan beslenen öfkeleri sakinleştirmek zor. Zor olmasına zor ama olanaksız değil.

Bunu yapmak içinse linç kültürünün bizleri hiçbir yere vardırmayacağını teslim etmek gerekiyor. Milliyetçiliğin ırkçılığa kaydığı o noktayı deşifre etmemiz, toplumdaki şiddeti yakından seçebilmemiz için de çok önemli. Nefret söyleminin bir insanlık ayıbı ve suçu olduğunu başta medya olmak üzere örtbas etmek demek yakın gelecekte başımıza yeni çoraplar örülebileceğini de kabul etmek demek. Belki bu tip tavırları deşifre etme cesareti, ifade özgürlüğünü, karşısındakine hakaret ve küfür etme biçiminde algılayan ve şiddetin arkasına saklanmaya meyleden bir toplum olmaktan da kurtarabilir bizi.

Yazının devamı...

Şahin Öner’in bize anlattıkları

Bir okurumuz, terör konusunda CHP’yi eleştireceğime bu konuda benim neler düşündüğümü sormuş.

Şiddet konusunda neler düşündüğüm çok açık ve yalın. Stratejiler, iç tüzükler, raporlar gibi resmi belgeleri içermiyor. Bunlar da olabilir, ama benim inandığım gerçek çok daha yalın bir özden besleniyor. Ne mi? Kendinize yapılmasını istemediğinizi başkasına yapmayacaksınız.

Cümlelere ‘Ama o da...’ diyerek başlamayacaksınız.

Olayları neden ve sonuç ilişkisiyle ilişkilendirmekten kaçınmayacaksınız.

Dahası, ‘ben bunları söylüyorum ama acaba etraftakiler, konu komşu ne der’ telaşına düşerek hareket etmeyeceksiniz.

Örneğin Şahin Öner gerçeği diye bir gerçek varken bunun üzerine gidebileceksiniz. Buradaki insani gerçeği atlamadığınız müddetçe bu gerçeği şu ya da bu şekilde atlayanlardan vicdanen daha temiz olacaksınız. Bu temizlik duygusu içerisinde ana yolda hareket etmek mümkün değilse bunun kestirme, tali, patika yollarını aramaktan vazgeçmeyeceksiniz.

Bu anlamda benim ‘terör‘ konusunda söyleyebileceklerim insanlara bakış açımla bağlantılı. Hangi güç insanı protesto etmeye iter, hangi güçtür ki gencecik insanları yaşamdan çok ölümün yanında tutar, buna bakmaktır asıl olan.

Nerede duruyoruz?

Şahin Öner’in genç ve yaşamla değil, çok erken bir biçimde ölümle sınanmış bedeninde üst üste binmiş aygıtlar, bugün Türkiye olarak Kürt sorununda nerede durduğumuzu net bir biçimde gösteriyor bizlere. İşin içinde yok yok! Medyasından valisine, panzerinden karakoluna her şey orada. Ama insani hiçbir şey yok. İnsana dair hiçbir şey yok ortada. Alıştığımız biçimde bolca inkâr var. Oysa Adli Tıp raporunun söyledikleri, daha önce yazılmış, söylenmiş olan hiçbir şeye uymuyor.

Demokrasinin işlediği varsayılan bir ülkede herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi gereken bir olaydır bu. Ama biliyoruz ki yüreği yanan ailelerin dışında hemen unutulacak bir trajedi saklıdır burada da. O zaman şu soru tekrar gündeme gelir: Adalet kimin için vardır? Adaleti hak edenlerle etmeyenler diye bir ayrım yapılabilir mi? Belki... Ancak bu koşulda bunun adına adalet denemeyeceğini de biliyoruz.

Kim ne derse desin, Türkiye, Kürt sorununu bir terör sorunu olarak değil, bir insanlık sorunu olarak masaya koymayı başardığında hepimiz feraha ereceğiz. Bu gerçeği, bir çoğunluğun bir azınlığa karşı çatışması olarak değil, insanların buluşması olarak görebildiğimizde, kendi içimizdeki karanlık noktalara da ışık tutmuş olacağız. Ve en önemlisi, işin en insani olan yanını atlamamış olacağız: Bu ülkede gençlerin ölmesini engellemiş olabilmeyi, barışı, kısacası varlığımızı varlıklarına ‘onları yaşatarak’ armağan edebilmeyi.

Yazının devamı...

CHP, neden hâlâ buralardasınız?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu ilk günden beri bir umutla izlemeye çalışıyorum. Her defasında ‘belki bir şeyler değişir’ umudum, hemen her seferinde cılızlaşıyor, umutsuzluğa dönüşüyor.

Kendisinin Londra’daki açıklamalarını görünce veryansın ettiği hususların elbette en önemli sorunlarımız olduğunu teslim ettim ancak CHP liderinin bunları ifade ediş biçiminde bile beni fazlasıyla düşündüren bir yan var.

Sayın CHP lideri ortada olup bitenleri Türkiye’nin en önemli ikinci partisinin lideri gibi değil de sanki herhangi bir vatandaşı gibi dile getiriyor. Diyeceksiniz ki sosyal demokrasiye de bu yakışır! Genel olarak doğru. Ancak bir dakika... Karşısında ‘liderlik’ üzerinden gücüne güç katan bir iktidar partisi var. Ve CHP’nin bu ‘geçerken uğradım’ söyleminin iktidar için ne kadar büyük bir koz olduğunu Kılıçdaroğlu ve ekibi nasıl görmüyor?

Kendi sesinizle...

Şimdi ‘bu bir üslup sorunudur, herkes aynı hamurdan çıkma değildir’ diyebilirsiniz. Ancak siz Türkiye gibi bir ülkede en güçlü muhalefete soyunmuş bir partide, üstelik söyleyecek sözü olduğunu savladığınız ve bunu her seferinde yinelediğiniz bir partinin lideri konumundaysanız, sesinizi ve sözünüzü daha güçlü ve daha kendinden emin çıkarmak durumundasınız.

Sürekli iktidardan şikâyet ederek değil, kendinize ait bir ses ve programla, hedefe kilitlenerek yapabilmelisiniz bunu. Üstelik bu hedefte de iktidarın aşmış ya da aşmakta olduğu engelleri çoktan çözmüş olarak yola koyulmalısınız.

CHP’nin planı ne?

Örneğin Kürt meselesine bakalım. Bu konuda partiden kamuoyuna yansıyanlar neler? Üzülerek söylemek durumundayım ki Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunun çözümü konusunda göstermiş olduğu iradeyi, parti genelinde göremiyor olmak, partinin her kafadan bir ses çıkıyor imajını güçlendirmekten öte başka bir işe yaramadı.

Öte yandan sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapabilmek için ülkede uygun bir iklimin olması gerektiğini söylüyor CHP lideri. Çok önemli bu söylediği. Ancak bu uygun iklimin koşullarının yaratılması konusunda somut olarak neler yapılacağına dair ne biliyoruz?

Örneğin ‘medya baskı altında’ diyor. Doğru söylüyor. Peki bu konuda acilen hayata geçirmek istedikleri önlemler neler? Medyada sansürü kaldırabilmek için hangi adımları atıyorlar ya da atmayı planlıyorlar? Hükümetin medya üzerindeki gözetimi ve sindirme politikalarına karşı acilen geliştirdikleri somut adımlar neler?

Örneğin, üniversitelerin özerkliği diyor. Bu özerkliği sağlamak konusunda parti olarak somut biçimde neler yapmayı planlıyorlar? Örneğin, kadın erkek eşitliği derken nasıl bir gündem belirleniyor? Kürtaj yasası geliyor... Kadınlar ne yapacak? Vs. vs. vs.

Bu arada arkadaşlarımız işten atılmaya devam ediyor. Sonuç: Demokrasi gemimiz fena halde su alıyor.

Yazının devamı...

‘Masa da masaymış ha!‘

Milli Eğitim Bakanlığı için yeni bir sınav kapıda... Milli Eğitim’in kitaplarını basan yayınevleri de, en az veliler ve velilerin şikâyetleri ardından oluşturulan ‘yetkin’ komisyonlar kadar sansürcü çıktı! Kitap okunmayan bir ülkede veliler, tuhaf komisyonlar ve okullardaki ders kitaplarını basan yayınevleri harıl harıl kitap karşıtı bir debelenmenin içinde kendilerinden geçmiş durumda başmüfettiş ruhuyla çalışıyor. Söz konusu yayınevi, kitapta Edip Cansever’in şiirini ‘yok yok burası olmamış’ diye sansürlemiş! Dizelerse şunlar: ‘Bir bira içmek istiyordu kaç gündür; Masaya biranın dökülüşünü koydu.’ Bu dizelerin yerine üç nokta konulmuş.

İşin aslı, şiirin bütününde ‘bira’ içilmiyor bile! Satırlara birlikte bakalım:

Anlaşılan yayınevindeki yetkililer şiirde geçen biranın bu satırları okuyan genç beyinleri baştan çıkaracağını düşünüyor! Aslında yayınevi yanlış bir seçim yapmış! Biradan önce ‘uzandı masaya sonsuzu koydu’ cümlesini cımbızlamalıymış asıl. Öyle ya sonsuzluk çok tehlikeli bir sözcüktür. Ya bunları okuyan genç beyinler sonsuzluğun gerçekte ne olduğunu kendi hayallerince merak ederlerse ne olacak? Al başına dert!

Aslında yayınevindekiler sonsuzlukla yetinmeyip ‘Uykusunu koydu uyanıklığını koydu’ satırını da üç noktayla kesmeliymişler. Maazallah, ya bunları okuyan genç beyinler uykuyla uyanmak arasındaki denklemi sorgulamaya başlarlarsa ne olur! Ya uyanmanın hakikatine varırlarsa? Ya yaşadıklarını, yaşanacaklarını sorgulamaya başlarlarsa? Ya milleti uyutmanın vasatlığını keşfeder ve bunun bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu anlarlarsa ne olur? Ya da en kötüsü uyumamaya ve direnmeye karar verirlerse?

Bence yayınevindekiler bununla da yetinmeyip ‘masaya tokluğunu açlığını koydu’ satırını da ortadan kaldırmalıymışlar. Tokluk ve açlık gibi bu ülkenin en temel sorununu fark etmek, bir genç için ne büyük bir farkındalıktır! Sonra her şeyi unutup ülkesindeki tokların ‘tokluk’ gerekçelerine, ‘açların’ ise açlık nedenlerine bakmaya başlarsa ne olur bu gençliğin hâli?

Ama yetmez! Aslında yayınevi ‘pencere yanındaydı, gökyüzü yanında’ cümlesini de çıkartmalıymış. Doğrusu burada da cezaevlerine yönelik bir kışkırtma olmadığından emin olabilir miyiz?

Sonra ‘üç kere üç dokuz ederdi’ ne demek efendim? Sakın burada da gizli bir şifre söz konusu olmasın? Dahası da var. Şiirin tamamı tuhaf özlemlerle dolu. Bir okuyun bana hak vereceksiniz. Aslında şiirin başlığı da aynı tehlikeyi içeriyor. Ne demek masa da masaymış ha! Buradaki adam başa mı gelmek istiyor nedir?

Doğrudur, şiir ve edebiyat baştan çıkarır insanı ama sanıldığı biçimde değil! Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda kadrolarına hatırlatması gerekenlerden biri budur. Diğeri ise her kafadan çıkan sesle çoğulculuğun sağlanamayacağı, bunun demokrasiyle yakından uzaktan hiçbir ilişkisinin olmadığıdır.

Yazının devamı...

Beden beden söyle bana!

Bu başlığı atmamın nedeni yeni tasarlanan THY giysileri. Bu yeni tasarımları görünce dayanamadım!

Her ne kadar bu tasarımlar hostesler kadar stewardlar (erkek kabin görevlileri) için olsa da gözlerimiz kadın giysileri üzerinde odaklandı. Nedeni basit: Kadın uçuş görevlilerindeki giysi değişimi 180 derecelik bir açıdan nasiplenmiş durumda! Tafta kumaşların içinde kaybolmuş mankenleri görünce kafamız karıştı. En azından bu yeni tasarlanmış epey bol giysilerle uçaktaki o küçücük koridorda nasıl yürüyebileceklerini düşündük.

Ama dahasını da düşündük elbette... Ya da düşündüm diyeyim.

Ne zaman bir hostes görsem Virginia Woolf’un o ünlü sözünü hatırlarım: ‘Kadınların hiçbir ülkesi yoktur; kadınların ülkesi bütün dünyadır.’

Dar bir alanda bunu yaşasalar bile bu hissin onlara yakıştığını düşünürüm. Çat orada çat burada olmak hissi vardır ya, belki bu yüzden...

Ancak bunun bir yerden sonra tıkandığını da bilirim elbette. Hostesler de nihayetinde hepimiz gibi bedenleriyle ‘bir ülkeye aittirler’ ve söz konusu bedeni yaşadıkları coğrafyadan çok da farklı bir yere taşıyamazlar.

Bilinen bir teorik gerçektir kadın bedeniyle coğrafyanın paralellikler çizdiği. Tıpkı mekânsallık gibi bedensellik de çok politiktir aslında. Kısacası yaşadığımız coğrafya ne derse kadın bedenleri de tıpatıp onu söyler.

Bunun hostesler üzerinden bizimle buluşması daha da ilgimi çekti. Bu giysiler üzerinden yaratılmaya çalışılan zorlamacı oryantalist romantizmi tuhaf bulsam da aslında pek de şaşırmadım. Eski Osmanlı ruhunun parayla katık edildiği bir romantizmle hareket eden bir ülke konumundayken, sınır ötesi olduğu varsayılan bir uçağın içerisinde bu tafta giysilerle dolaşmaya çalışan hostesleri hayal etmek çok da inanılmaz gelmedi bana.

Ama elbette işi bir adım daha ileri götürdüm ve THY’nin personelini nasıl işten çıkardığını hatırladım. Bu romantizmin içinde gezinen keskin sermaye piyasasının rutini de düşüverdi aklıma; sistemin ‘hakikat’ devreye girdiğinde kadın erkek kimsenin gözünün yaşına bakmayışını düşünüverdim. Hangi perde desenli tafta bunları saklayabilir diye iç geçirdim. Hangi bol giysi saklayabilir, aklayabilir, erteleyebilir tüm bunları? Hangi örtü? Ah şu çağımızın romantize edilen gerçekleri... Kılıflara sokulanları, diz altı eteklerin altına saklananları; tafta giysiler, geniş kıvrımlarla allanıp pullananları.

Türkiyesi, ötesi berisi, bütün dünyanın işi harıl harıl bu hoyrat motifi örmek, bu hoyrat motifte kendine yer açmaya çalışmakken, ah Virginia Woolf ah, kadın bedeninin kendini özgür kıldığı, o kimseye ait olmayacağı yer neresi, sahi?

Yazının devamı...

Nasıl Pop-Yazar Olunur?

Feyza Hepçilingirler ‘Nasıl Pop-Yazar Olunur?’ diye bir kitap yazdı. İçinde yok yok. Özellikle yazma işine yeni başlayanlara ‘rehberlik’ edecek bir kitap.

Bazen yazarlığa yeni adım atan arkadaşlarla konuşma şansım oluyor. Yazmaya aşıklar. Ancak yaşadığımız çağ gereği hem çok iyi bir kitap yazmak hem de bir çırpıda ‘çok ünlü’ olmak istiyorlar. Bence buradaki asıl sorun, onları bu ‘çok ünlü olmak’ fikrine iteleyen neden. ‘Niçin insanlar daha yazdıkları ilk kitapta çok ünlü olmak ister?’ sorusu. Bence içinde küresel bir açmazı barındırıyor bu fikir; bir ölçüde de insanın düşünceleriyle girmiş olduğu derin yalnızlığa ayna tutuyor. Bu ise tuhaf bir çelişki yaratıyor. Düşünsenize: Hem dünyaya söyleyecek çok sözünüz var hem de bunun bir çırpıda onaylanmasını istiyorsunuz.. .

Peki çağımızda onaylanmak fikri nedir, nerelerden beslenir? Kim kimi niçin ve hangi koşullarda onaylamaktadır? Her kafadan bir sesin çıktığı bir toplumda (ya da dünya düzeninde) gerçekten yazılan bir metni ‘anlamak’ hatta ‘görebilmek’ için zaman harcayabilecek bir okur kitlesi var mı? Dahası, yazmaktan önce okumanın da bir sanat olduğunu insanlara fark ettirebilen bir eğitim sistemimiz mevcut mu?

Okulda okutulan kitaplara getirilen son yasaklamaları düşündüğümüzde, bu konuda sürekli ağaca çıktığımız aşikârken ‘ünlü olmak’ fikri de havaya karışmaya mahkum bir buhar gibi geliyor bana. Gerçekleşse bile ‘kim, nerede, ne zaman, nasıl...’ sorularını sorup durduğunuz ve muhtemelen ardından pek de doyurucu yanıtlar alamayacağınız tıkanmış bir yapboz sanki.

Ancak hemen belirteyim: Feyza Hepçilingirler’in kitabını zevkle okudum. Özellikle onun muzip dilinden nasiplenmiş cümleleri karşısında bazen kahkahalar atarken buldum kendimi. Bölüm bölüm ayırmış kitabı yazar. Bölümlerden bir kısmını sizlerle paylaşmak isterim: Şablonlar Hayat Kurtarır, Devrim mi Geçmiş Ola, Başaracaksınız, Tarihsel Roman Yazmanın Püf Noktaları, Ortaya Karışık, Her Türk Şair Doğar, Mürdümeriği Renginde Aşk Romanları... Böyle devam ediyor başlıklar. Hatta bir ara, şaka yollu ‘Bunları uygulamaya kalkarsanız popüler bile olursunuz’ diyor yazar! Ki bence de bu mümkün !

Hemen her şeyin birbirinin parçası haline geldiğini, birbirine bağlı, birbirinin nedeni ya da sonucu olduğunu teslim ediyor Hepçilingirler: ‘Bütün başarıların küçümsenmeyecek bir emek karşılığı olduğunu kabul etmek yerine, zirveye tırmanmanın kolay, kestirme ve zahmetsiz bir yolu olduğuna yürekten inanan, istediği yere henüz ulaşamamış olmasının biricik nedeni olarak o sihirli formülü hâlâ ele geçirmediğini düşünen, böyle düşünmeye alıştırılmış genç kuşaklar var. Bunlar bir anlamda Özal çocukları...’

Peki ya sonraki kuşaklar? Hepçilingirler’e göre ‘Onlar da kendisine benimsetilenlerin dışında doğru tanımayan, kendisi gibi düşünmeyenleri düşman sayan, başka görüşlere tümüyle kapalı, beyni yıkanmış bir kuşak olarak serbest piyasa ekonomisinin içindeler. ’

Tam da bu noktada bu ekonominin çarkları içerisinde bir ürün olarak karşımıza çıkan kitabın da nasıl pazarlandığını; sadece işin fiyatla sınırlanmadığını, kitabın niteliklerinin de (hatta bazen yazarın da) nasıl pazarlandığını, nasıl tanıtıldığını paylaşıyor bizlerle yazar .

Kitabın sonu ise çok hoş. Hâlâ içinde umut barındıran bir öğretmenin duygusallığıyla yazılmış bu satırlar. Şu cümleye bakın: ‘Gerçekten yazar olmak isteyen, sözü kuyumcu terazisinde tartarak söyler.’

Bana göre bir yazar için sözü kuyumcu terazisinde tartmak, ne dediğini gerçekten fark etmiş olmak demektir. Varsın, kimse fark etmesin, varsın fark edilmesi asırlar alsın... Bir yazarın öncelikle kendisine karşı dürüst olabilmesidir bu. Ve ne kadar önemli bir adımdır, ne kadar önemli bir adım.

Yazının devamı...

Bir AVM’ye Kaç Kuşdili Çayırı Sığar?

Kuşdili Çayırı. Onun bir mesire alanı olduğu zamanlara, yani çok eskilere gitmeyeceğim. Daha yakınlarda Salı Pazarı’nın betondan çayırıydı orası. Çayırdan vazgeçeli epey olmuştu, ‘ne yapalım betonsa beton’ deyip bağrımıza basmıştık; çağımızın betona yazılmış hikayelerinin de bir parçasıydı sanki. Yolu nereye düşerse düşsün pusulası kuzey diye hep Kadıköy’ü gösteren bir insan olarak Salı Pazarı’nın taşınmasına isyan etmiştim. Hatta hızımı alamayıp orada saklı çocukluk anılarım yüzünden (aslında sayesinde) hayatımda ilk defa bir çocuk kitabı bile yazmıştım.

Pazarın taşınmasındaki gerekçe trafiğin yarattığı keşmekeşti. Bunu bir yere kadar anladık ve saygı duyduk.

Ancak son gelen haberler işin trafik keşmekeşiyle ilgili olmadığına dair ipuçları taşıyor.

Kuşdili betonunda bir yaşımıza daha gireceğiz arkadaşlar!

Burada yeni bir AVM (Alışveriş Merkezi) kurulması yolunda inatla atılan adımlar olduğunu biliyoruz. Fonda ise İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve onaylanmış yeni bir imar planı var. Bu plana göre, sanki bu konuda çok eksiğimiz varmış gibi, başta Kuşdili olmak üzere sağda solda yeni AVM’lerimiz olacak! Projenin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından da onaylandığını hemen belirtelim...

Doğal olarak Kadıköy halkı bu karara tepkili. Kadıköy Belediyesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bir itiraz dilekçesi hazırladı ve halkı bu tuhaf karara itiraz etmeye davet etti, imzalar toplanmaya başladı.

Güzel... Ancak bunun yeterli olmadığını biliyoruz. Bu tür konularda itirazlar yapılıyor, kampanyalar başlıyor, imzalar toplanıyor, ciddi bir kamuoyu tepkisi ortaya konuluyor, bu uğurda insanlar canla başla çalışıyor. Sonuçta proje durduruluyor. Demokratik bir sürecin işlediğini bile düşünüyorsunuz. Gelin görün ki devamı böyle gelmiyor, sorunlu süreç tam da burada başlıyor. Proje durduruluyor durdurulmasına ancak çok kısa bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi eski proje iki-üç ufak değişiklikle yeniden devreye sokuluyor! Buna örnek teşkil eden o kadar çok yaşanmış olay var ki... Bu projeye itiraz edenlerden biri olarak özellikle buna dikkat etmemizi rica ediyorum. Kısacası sürecin bütün aşamalarına!

Yazının başlığını atarken ‘Bir AVM’ye Kaç Kuşdili Çayırı Sığar?’ diye sordum. Değil bir, bin AVM’ye sığmaz Kuşdili. Dahası yaşanmışlıkla yaşanacak olan arasında oluşturulacak derin çatlak sağcı-solcu dinlemez gün gelir hepimizi yutar.

Kadıköylüler, bu alanın, tıpkı çok eskilerde olduğu gibi yeşillendirilmesini, şu an hizmet veren otoparkın yeraltına çekilmesini ve olası bir depremde sığınabilecekleri doğal sit alanı olan Kuşdili’nin kendilerine geri verilmesini istiyor. Haklılar. Büyükşehir’in bunu politik bir malzeme olarak görmemesini, bu yaşamsal isteğe ve insanların sesine gerçekten kulak vermesini diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.