Şampiy10
Magazin
Gündem

Yol

Türkiye’de yaşayan kadınların makus kaderine uzaklardan gelip ortak olan Sarai Sierra... Bu kaderin bir parçası da yalnız kadınların her zaman tehdit altında olduklarında saklıdır. ‘Bilinmezden uzak dur’ çağrısıdır bu.

Biz bu topraklarda ‘yalnız bir kadının başına her türlü felaket gelir, cesaretini sakın sınamaya kalkma’ cümlesiyle büyürüz, bacaklarımızı sürekli bitiştirerek. Cesaret... Her daim esarete göz kırpabilen o pırıltılı sözcük! Elimizden kaçıp gider her seferinde. Cesaretini sınamak yetişkin, yaşam sorumluluğunu üstlenebilen bir kadın olmaktır aslında. Kendi sesinden korkmamak, gölgenle buluşabilmek, düşlerini kendin için gerçekleştirebilmek...

Ne var ki durum hiç de parlak değildir. ‘Kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerek’ diyen bir atasözünün çıktığı topraklardır burası. Hâlâ yaşadığına ve dolaşımda olduğuna göre, karşılığı da var demektir fazla fazla.

Kadının sırtını sopasız bırakmayan bir toplumuz biz. Karnını sıpasız bırakmamak yolunda da alınan bir sürü ‘yeni, çağdaş ve demokrat’ olduğu savlanan kararlarımız var. Başka bir deyişle kadınlarını damızlık olarak gören ve esasen kadınlardan korkan bir toplumuz.

Ne tuhaftır ki bu ülkede tarihsel olarak bize bizi anlattığı sanılan iki kadın tipi vardır: İffetli kadınlar ve iffetsiz olanlar! O kadar eski bir hikayedir ki bu, o kadar eski. Bir o kadar da eskimeyecek bir hikaye! Koca koca edebiyatçılarımız zamanında bu uğurda eserler bile vermişler; daha da ötesine varıp oylarını iffetli kadınlardan yana kullanmışlardır. İffetsiz kadınlarsa en baştan cezalandırılmaya yazgılıdırlar.

İffetsizlikten ne anlaşıldığı ise gerçek bir muammadır; o şeffaf sınır, hoyrat ama görünmez bir erkek eli tarafından çizilmiştir. Anlaşılan tek şey vardır: İffetli kadınlar ‘bilinen’ bir ev içi hapsine, iffetsizler ise kanıksatılmış bir ‘bilinmeze’ mahkum bırakılmışlardır. Bu bilinmezin içinde şiddetin her türlüsü mevcuttur. Ama hemen belirtelim ki iffetli kadınların maruz bırakıldıkları şiddet de az değildir.

Bu hoyrat şeffaf sınırı zorlamaya çalışanların başına neler gelir neler... Böylesi bir yola çıktığımız zaman keşfetmenin gururuyla, sırtımız sıvazlanarak değil ‘her cesaretin bir bedeli vardır’ cümlesiyle uğurlanırız.

Ne diyeyim...

Cesaretin cesaretimiz, bu yoldaki gerçek esaretin esaretimizdir Sarai Sierra.

Yazının devamı...

Kocalara dayak hakkı!

‘Kendisinden kaçarak mahalle bakkalına sığınan eşini yumruklayıp, saçından tutarak yerde sürükleyen koca, güvenlik kameralarına yansıdı. Görüntüde, yanına sığınan kadını döven kocaya müdahale etmeyip, yerinden kalkmayan ve televizyon izleyen işyeri sahibi dikkat çekti.’

Bu paragrafı 2012 yılındaki bir gazete haberinden aldım. Böyle bir haberi ne kadar düşünüyorsunuz okuduktan sonra? 10 dakika? 1 saat? 1 gün?

Sonra unutuyorsunuz değil mi?

‘Ya o kadın, şimdi ne yapıyordur?’ dediğiniz oluyor mu hiç? Aklınıza düşüyor mu onun onuru? Yaşamdan beklentileri? Ya onun kaderini paylaşan niceleri? Onların kum fırtınasına tutulup giden hikâyeleri?



6411 Sayılı Yasa’nın önemli bir açmazı var. Yasaya göre yaklaşık 15 bin hükümlünün, koşullu salıverilme tarihlerinden daha önce dışarı çıkmalarının önü açılıyor. Bu noktada Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın uyarısı çok önemli. Onların dileği TBMM’de kabul edilip kanunlaşan bu yasanın Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi. Neden mi? Bu yasa çerçevesinde kadına karşı şiddet kapsamında suç işleyen erkeklerin tahliyeleri de başlayacak, o yüzden.

Mor Çatı, haklı olarak bu vetoyu isterken kadına yönelik şiddet kapsamında işlenen suçlara verilen cezalara dikkat çekiyor, bu suçların aldığı cezaların hafifliğine değiniyor. Dolayısıyla, 6411 Sayılı Yasa bu suçları işlemiş erkeklerin hemen hepsinin tahliyesine olanak sağlayacak!

Peki bu ne demek?

Bu gelişmelerden habersiz kadınlar kendilerine karşı suç işlemiş erkekleri yine karşılarında bulacaklar ve muhtemelen senaryo hiç değişmemiş olacak! Onca deneyimin ardından şunu söylüyor Mor Çatı: ‘Bizler çok iyi biliyoruz ki, ceza evlerinden izin verilerek ödüllendirilen erkeklerin ilk işi, şiddet uyguladıkları kadınların kapısına dayanmak oluyor. Şimdi ise, bu kişilerin tahliye edilmeleri ile bu risk daha da büyük.’

Elbette asıl soru şu: ‘Bu yaralama, öldürme tehdidi bir kadın cinayetini beraberinde getirirse bunun sorumluluğunu kim üstlenecek?’

Kadın cinayetleri... Ah ve vahların dışında, en fazla bir günlüğüne gazetelere haber olma gerçeğinin ötesinde bu kadınların hayatını kim savunacak, sahi?

Bu kadınların neler yaşayabilecekleri konusunda gerçekten bir fikrimiz var mı?

Yoksa hâlâ ‘aile içinde her şey olur’ gibi dipsiz ezberlerin içinde miyiz?

Mor Çatı’nın yasanın yürürlüğe girmemesi konusunda yaptığı uyarıyı acilen dikkate almak gerekiyor. Ülkemizde kocasından en az bir kere dayak yemiş kadın oranın yüzde 35 olduğunu düşünerek... 100 kadından 35’inin fiziksel şiddete maruz kaldığını hatırlayarak! Her 3 kadından birisinin aile içinde şiddete uğradığını hiç ama hiç unutmayarak.

Yazının devamı...

Karne günü

Karnelerin verildiği gün küçük bir kız el etti minibüse. Başında renkli yün beresiyle bu yaşama ait değil gibiydi. Onu ürkütmemek istercesine usulca yanaştı şoför kaldırıma. Kız atladı, bir damla su kadardı; sonra aynı minibüs, bu özel konuk yüzünden olsa gerek nezaketle devam etti yoluna.

Ederken:

Minibüstekiler meraklandı, karneye bakmak istedi. Neymiş? Nasılmış? Kız biraz nazlı, biraz da gururlu biçimde karneyi uzattı onlara.

Hepsi pekiyi’ymiş...

Koridor böyle çalkalandı, kendince çırpındı.

O ses şoföre kadar vardı, dikiz aynası oldu sonra.

‘Aferin bıdık’ dedi şoför ama hızını alamamıştı: ‘Sen nereye gidiyorsun bu yaşta böyle kurtların, ejderhaların arasına bakimmm?’

‘İskele’ye’ dedi kız. Bu arada cebinden çıkardığı yol parasını hazır etmişti.

‘Yok’ dedi şoför ‘Yok, karnesi iyi olandan bugün para almıyoruz.’

‘Teşekkür ederim amca’ dedi kız. Sesinde gezinen o amcada, Ayşecik’le karışık, muziplikle barışık şımarıklığa yanaşık bir hal yoktu. Kendi halinde mahcup bir çocuktu.

‘Ee, anlat bakalım şimdi’ dedi şoför ‘nereye böyle kızım?’

‘İskele’ dedi tekrar kız. Kendince anlatacak bir şey yoktu; hatta sıkılmaya başlamıştı. Alt dudağını ısırdı, öylece kaldı.

Minibüsteki hemen herkes için karnesi iyi olan ama anne ve babasının pek de umursamadığı bir vah vah olmak üzereydi sanki.

Gittikçe çekingenleşen oldu kız; bunun nedeni onu kabuğuna ısrarla çeken bir minibüs dolusu ahalinin tutumuydu. Öylesine küçüldü ki kız görünmez olmaya yaklaşmıştı. Bunu hemen hemen her dem yaşadığını ispat eder gibiydi görünmezliği.

Tam sırra kadem basacaktı ki tekrar devreye girdi dikiz aynasındaki göz. Kız minibüsün direklerinden birine sıkıca yaslanırken yakalanıvermişti.

‘Evladım’ dedi şoför. ‘Seni, Allah korusun kaparlar. Senin kimin kimsen yok mu?’

‘Var’ dedi gölge. Kendinden daha çok detay bekleyenlere ise ‘oraya gitmem gerekiyor’ dedi en fazla.

Ama bu kalabalığa yetmedi. Görmüş geçirmiş olduğunu iddia edenlerin başını çeken minibüs şoförü ısrarla ‘ortalıkta neler ver neler’ demeye devam ediyor, koca arabayı soldan sıkıştıran cıstaklıyı bile umursamıyordu.

Daha sonra iş, sanırım bu kızı rahatlatacak bir konuydu, dünyadaki savaşlara geldi dayandı. Ve ardından memleketin elden gittiğine... Memleketin elden gittiğine küçük bir kızın karnesinden nasıl geldiğimiz sorusu ise hiç sorulmadı, zaten bu sorunun yeri değildi, savaş savaştı, her zaman tetikte olunmalıydı.

‘Önemli olan’ dedi minibüsün şoförü, ‘Savaşılması gereken düşmanlar ve atılması gereken bombalardır.’

‘Yalanım varsa namerdim’ der gibi bir hali vardı.

Minibüsün ağlamakla gülmek arasında buğulanmış pencerelerinin arasından dengesiz bir kış günü akıp gidiyordu. Sabah sıcak, akşam donduran karasal iklimdi bu tuhaf mevsim.

Ve minibüs şoförü o arada hepimizi sefere çağırdı meşum dikiz aynasından.

Her şey çok netti:

Bütün düşmanları alt etme zamanıydı!

Adamlar gelip kapımıza kadar dayanmıştı. Bombalar tepemizde uçuyordu. Bizlerinse bir şeyler yapma zamanı gelmiş çatmıştı. Zaman onlara günlerini gösterme zamanıydı.

Birleşmeli ve düşmana gününü göstermeliydik!

Artık küçük kız kimsenin umurunda değildi. Zaten yeterince dünyalı kılınmış bir hali vardı artık. İki dakikada büyümüş müydü ne? Onun da istediği buydu zaten. Alt dudağını ısırmaktan vazgeçmiş, karnesini çantasına sıkıştırmış, saçlarını tutturan bereyi de kafasından çekip almıştı. Rahatlamıştı sanki. Dışardaki ejderhaların sadece onu beklemediği tescil edilmişti nasılsa.



O küçük kız çocuğunun kendi halinde kahkahalarının paltoma yapışıp kaldığını hissederek atladım minibüsten.

Bu ülkedeki biz yetişkinlerin karnelerini düşünerek. Milletvekilinin, yolcusunun, satıcısının, şoförünün vb. karnelerini.

Yazının devamı...

Umut

Milli Eğitim Bakanı’na yönelik yazdığım yazıya güzel mektuplar geldi sizlerden. Kimi yurtiçi kimi yurtdışından geldi bunların. Örneğin öğretmenliğe sadece iki yıl dayanabilmiş sonra ABD’ye gitmiş bir okurumuz ‘Ne zaman demokratikleşecek bu ülkenin eğitim sistemi?’ diye soruyor.

‘Eğitimde demokratikleşmenin yaşamda demokratikleşmeyi hızlandıracağını, belki de sihirli anahtarın orada olduğunu gerçekten anladığımız zaman’ demek istiyorum ona. O zaman birlikte yaşamanın düşmanlıktan değil, insanlıktan geçtiğini kavrayabileceğiz belki. Belki de düşmanları denize dökmekle yazılmış bir resmi tarih anlayışının yerine daha insancıl konuları işleyen bir tarih anlayışıyla buluşacağız. Dünyayı değiştirebilmenin silahla değil, sanat ya da bilimle de mümkün olabileceğini, üstelik bunların insan ruhuna bir lâv silahından daha büyük katkı sağlayabileceğini anlatan metinlere ihtiyacımız var. Korumak dediğimizde ilk olarak vicdanımızın sesini korumayı işaret eden metinlerden, zihinlerden, ufuklardan bahsediyorum; kendine ve dolayısıyla karşısındakine saygılı, özgüveni olan insanlar yetiştirmekten korkmamaktan.

Eğitime demokrasiyi getiremezsek, tıpkı bugün çoğunluk fikri üzerinde işleyen ve bu usulde kendine yön bulmaya çalışan her ne varsa, korkarım aynısını bir 50 yıl sonra yine yaşıyor olacağız. Muhtemelen aktörler değişmiş olacak; ancak bir sınıfın bir başka sınıfa dayattığı kendi ‘öncelikleri’ gerçeği değişmeyecek. Kısacası iktidarda olan bir grubun bir başka gruba dayattıkları fikri. Altta kalanın kendine ait sesinin sürekli olarak boğulması ve bunun zamanla bir intikam malzemesi haline dönüşmesi.

Her zaman yazdık, bir kez daha yazalım: Yaşam bir çoğunluk fikri değil bir çoğulluk fikrinden beslendiği zaman insana umut verir. Umutsa hemen her şeyin icadıdır, düşleri aralar, yaşamı ferahlatır. Yaşam ferahlarsa kaderlere çizildiği sanılan gelecek de ferahlar, yerini şimdiki ana bırakır. Hep elimizin altından kaçıp giden bir geleceği yaşamak yerine anlamlı bir şimdiki zamanı yaşamak hasıl olur.

Yaşam... İçten içe bunun böyle olduğunu biliriz hepimiz. Biliriz bilmesine ama okul sıralarında bize öğretilen bu değildir! Sentetik bir yaşam öğretilir bize o sıralarda, ardından da bu sentetikliği aynı kıvamda üreten kişiler olmamız beklenilir bizlerden. Bu uğurda sertifikalar, diplomalar, ödüller de verilir bize. ‘Biz bize’, tıkış tıkış suni bir yaşamdır bu.

İçten içe bu yaşamın suni olduğunu da biliriz ama o sırada yapılması gereken daha önemli işlerimiz vardır. Başarılı olmak, kendini etrafa kanıtlamak falan gibi. ‘Başarı’nın da bu suniliğin bir uzantısını olduğunu bir türlü fark edemeyiz. Etsek bile buna zamanımızın olmadığı ezberletilmiştir bizlere. Sonra bir bakmışız ölüm gelir; yaşamı bir nebze anlamadan çekip gideriz bu dünyadan.

Nereden nereye! Ama ben eğitimin rolünün biraz da bu olduğuna inanıyorum. Genç insanlara yalan söylemeyen, onlarla yaşam arasında gümüş iplerle örülü köprüler kurabilen bir enerji olarak görüyorum eğitimi. Onlara hayal kurmasını efsunlayabilecek, ruhlarındaki sihri fısıldayabilecek ve gerçeği bir umut olarak yaşatabilecek dantel bir köprü olarak. Sonrasında gönüllerince uçabilsinler ve yaşamı sürekli olarak birilerini suçlamak olarak algılamasınlar diye...

Çok mu uçuşan bir hayal olarak geldi size? Affedin. Ayaklarından gri beton bloklarla yere çakılmış insanlarla dolu bir ülkede yaşamak gerçeği bana çok ağır geliyor artık.

Yazının devamı...

Yeni Milli Eğitim Bakanı’na

Nabi Hocam,

Yıllarca önce bir yüksek lisans tezi yüzünden nefessiz kaldığım bir ara kesitte sizi tanıma şansım olmuş, nezaketinize ve desteğinize minnettar kalmıştım.

Bakanlığa geldiğiniz haberini duyar duymaz gerçekten sevindim çünkü entelektüel bir insan olduğunuzu, dahası bu donanımınızı insana taşıma konusundaki alçakgönüllülüğünüzü de az çok biliyorum.

Bunun sevincini twitter aracılığıyla paylaştığım bir arkadaşımdan, haklı olarak 4+4+ 4 konusunda dostane bir uyarı aldığımda bu mektubu size yazmaya karar verdim. Biliyorum her şey daha çok yeni ama Milli Eğitim’in sorunları o kadar eski ve derin ki sanıyorum gelir gelmez çalışmaya başladınız. Dolayısıyla ben de buradan bir-iki şey sormak istiyorum size.

Öncelikle arkadaşımın bana ‘ama’ diyerek başladığı cümleyi çok önemseyerek şunu öğrenmek istiyorum:

4+4+4’ün, gelecek için bu kadar önem taşıyan bir projenin kamuoyunda tartışılmasına neden izin verilmedi? Diyeceksiniz ki ‘Ben o zaman Milli Eğitim Bakanı değil, komisyon başkanıydım.’ Ben de o zaman size ‘Ama şu an artık bakansınız ve bunu cevaplayabilecek en yetkin kişi sizsiniz’ diyeceğim. Sizin makullüğünüzü gözlemlemiş biri olarak, bu projenin bu kadar çabuk, bu kadar hazırlıksız, bu kadar insanların düşüncesini umursamadan topluma dayatılmasını çok şaşırtıcı bulduğumu söylemek isterim. AKP iktidarı anlamında değil. Bunu da hemen belirteyim.

Bunu bir türlü dillendirmeye fırsatım olmamıştı. Niyetim suçlamak değil, anlamak.

Sayın bakan, bu proje resmen topluma dayatıldı ve çok ciddi arızalar çıktı, hâlâ çıkmakta.

Bu tuhaf dayatmacı dalga esnasında normal ilköğretim okullarının, kimseye sorulmadan İmam Hatip Okulları’na dönüştürüldüğünü biliyoruz. Üstelik bu karar yeni öğretim yılının açılmasına 1-2 ay kala uygulamaya koyuldu. Sorun İmam Hatipler’e karşı olmak değil burada. Sorun dayatmacı yapı ve bu yapının her anlamda kendini meşru kılma sarsaklığını sürekli olarak ‘demokrasi’ fantezileriyle süsleme yanılgısı. Bu gerçek, sürekli olarak sumen altı ediliyor. Bunun demokrasi olmadığını hepimiz biliyoruz ve bu oldubittilerden çok rahatsızız. (En azından eğitimi eğitim olarak görenler diyeyim)

Bunları yazdığımız zaman, bunun solculuk üzerinden yürüyen bir tartışma olduğunu düşünen kimileri hemen saldırıya geçiyor ve ‘yenildiniz, çok fena yenildiniz!’ diye atıp tutuyor. Sizin de çok iyi bilebileceğiniz gibi eğitim konusu ne sağın ne de solun, ne muhafazakârlığın ne de liberalliğin (ne de muhafazakâr liberalliğin) sorunu değil hepimizin sorunudur. Eğitimin önemini kadrolaşmak olarak algılama yanılgısı bu ülkeyi eğitim yönünden hep savurdu ve savurmaya devam ediyor.

Eğitimde kadrolaşmaya değil, ‘ben, benim bildiklerim ve benim gibi düşünen tayfa’ ruhunun ortadan kaldırılmasına ihtiyacımız var.

Eğitimimiz hantal. Ancak bunun ortadan kaldırılması için oldubittilere değil, eğitime kafa patlatmış herkesin katkı sağlayabileceği dönüşümlere ihtiyacımız var.

Buna çok ihtiyacımız var hocam. Tanımlamak gerekiyorsa, ayaklarının üzerinde duran insanları yetiştirmeyi amaç edinen yetkin bir eğitim sistemine.

Bakanlığınızla ilgili konularda atılacak her adımı kamuoyuyla adil bir biçimde paylaşmanızı, kadrolarınızı ‘biz-siz’ biçiminde ayrıştıran o zehirli zihniyetten arındırmanızı önemle rica ediyorum.

Yazının devamı...

Yas

Yıllar önce Radikal Kitap için bir yazı kaleme almıştım. Joan Didion ‘The Year of Magical Thinking’ adlı kitabında kırk yıllık hayat arkadaşı yazar John Gregory Dunne’a sesleniyordu. Kitap bir canlının, sevdiğinin ölümü ardından tanık olduğu yası, yaşam ve ölüm arasındaki o gergin hesaplaşmayı, kısacası ölümün canlı kıyısını sunuyordu okura.

Didion, ‘yas’ın hatırlamayla gün ışığına çıkan prizmalarında gezdiriyordu bizi -hem ölümü hem de yaşamı düşündürerek. Çifti ayıran bir kalp kriziydi, kısacık bir an. Az önce ve biraz sonrası vardı. Bir bakmışsın yaşam, sonrasında, bir anda son bulan bir hareket. Hazırlıksız bir ölümün birazdan yenilecek akşam yemeğine düşen sessizliği, bir tarafın belleğini, diğer tarafın anı hanesine aktarışı -bu ölümdü. Bu aktarımın karşılığı ise olsa olsa yas.

Yazar bu yasla birlikte, yoğun bir geçmiş ve bugün arasında yaşanan muhasebenin geride kalanlar üzerinde biriken tortusunu denizdeki dalgaların kıyıya vurmasına benzetmişti. Çok sevmiştim bu benzetmeyi. Dalga halinde gelen o yoğunlukla birlikte, vücudun direniş noktalarının tek tek nasıl iflas ettiğini, geçmişin sıradan anılarının nasıl merkezileştiklerini sade, soğukkanlı ama edebi bir dille anlatıyordu. Sonrasında yas üzerinden geliştirdiği yaşam tanımı alabildiğine yalın bir çıkarsamaya ulaştırıyordu bizleri: Sadece travmaları, kutlama günlerini, aşkları, kısacası mim konulacak olay ve olguları hafızada depolamak değildi yasla gelen yeni yaşam; gündelik yaşamın içindeki küçük, önemsiz ayrıntıları da çekip çıkarabilmekti gün ışığına. Bir gün içersinde kaç fincan kahve içilmiş olduğu, o fincanda asılı kalan dudak izleri; çağla yeşili koltuğun gölge alan tarafına gelişigüzel atılan bir ceket; günü devirirken CD’sini dinlemeye başladığınız bir ses, o sesle birlikte yeniden canlanan anılar. Tüm bunları sevdiği bir insanın cansız gölgesine saklanmış ve habire kendi kıyısını döven o yas dalgasıyla yakalıyordu Didion. Yası yaşam gibi yaşıyordu ve farklı bir bileşende iki kişi arasında devam eden farklı bir ilişki biçiminde sunuyordu bizlere...

Bu kitabı tekrar düşünmemin nedeni bu ay içinde yaşadığımız kayıplar ve özellikle sosyal medyada bu kayıpların ardından sarf edilen sözler oldu. Bir ölümün ardından insanların aldıkları tavır; taraf olma ve olmama gibisinden yaşananlar, oraya buraya saçılan cümleler...Evet bu yüzden Didion’un yas konusunda bizlerle paylaştıklarını yeniden hatırladım. Ölenin ardında bıraktığı sessizliğe ve onun yasını tutana saygı duymanın insani bir sorumluluk olduğunu da.

Ölümlerin ardından akıl almaz cümleler sarf edenlerin bu cümleleri gerçekten düşünerek yazdıkları konusunda endişem var. Bu endişem, yaşadığımız toplumun ölümle kurduğu ilişkisinden çok yaşamla kurduğu ilişkisi anlamında düşündürüyor beni. Kızabilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, umursamayabilirsiniz... Ama küfürleşmeyi, hele giden yaşama bu biçimde fatura kesmeyi anlamam mümkün değil! ‘Zaten bilmem kimle fotoğraf çektirmişti; zaten bilmem kimle röportaj yapmıştı;

vatansever değildi, vatan hainiydi, dönekti...’

Nedir bunlar?

Yasın anlamını anlayamayan bir toplum yaşamın anlamını da çözememiş demektir. Belki bu yüzden endişem... Yaşamın sırrını aralayamayan ölümün sırrını ne yapsın!



İsmet Kür’ü kaybetmenin burukluğunu yaşıyorum.

Yıllarca birlikte çalıştığımız sevgili hocam Pınar Kür’e başsağlığı diliyorum.



Bugün Pınar Selek üç kez beraat ettiği davadan yeniden yargılanıyor. Bu hukuksal zaafın artık düzeltilmesini umuyoruz.

Yazının devamı...

Barışı ararken

‘Güvercinin barışı mıdır barış?’ diye sorar Pablo Neruda.

Sonra şiir akar gider:

‘Leopar mı sürdürür savaşı?

Niçin öğretir öğretmen ölümün coğrafyasını?

Okula geç gelen kırlangıçlara ne olur acaba?

Doğru mudur gökyüzü boyunca Berrak mektuplar taşıdıkları?’

Barışı ararken yaya kalmayalım diye bir kez, bir kez daha okudum Neruda’nın satırlarını. Okudukça içimdeki o endişe büyüdü. Barışı isterken istediği barışın arka planını dolduramayan zihinler geldi aklıma. Örneğin sokaklarda barışı isterken evdeki karısını, sevgilisini döven, dövmese bile sözlerle taciz eden, sözlerle taciz etmese bile onları yok sayan erkekleri düşündüm. Demokrasi savunucusu öğretmenlerin okulda estirebilecekleri zehir zemberek havayı, en büyük hiyerarşiyi öğrencilerinin üzerinde kurdukları zaman bunu ‘eğitimin gereği olarak’ soluduklarını hatırladım. Eşitlik sözcüğünü sarf edip duran insanların, diyelim ki sıradan bir anda, örneğin trafikte önüne geçen bir arabanın sürücüsüne olmadık küfürler edişini, hak arayışını kendine şiar edindiğini söyleyen bir entellektüelin en ufak bir çıkar çatışmasında kendi alanına hırsla abanmasını, samimiyet diye ısrar eden zihinlerin yaşamlarını kibir yumakları ile örmelerini, adalet arayan bir düşünürün adaleti kendi egosunda bulma gayretkeşliğini, gücü protesto eden bir tavrın aslında arka planda aradığının kendi iktidar gücü olması ‘gerçeğini’, özgünlük arıyorum diyen bir sesin aslında sadece kendi içindeki sesi seslendiren düşüncelere yatkın durmasını, kısacası insanların söylediklerindeki kadar söylemediklerinde yatan sözcüklerin anlamını düşündüm. O anlam ki bazen sesli cümlelerden, sözcüklerden çok daha ötede farklı şeyler fısıldar bizlere.

Onlara dikkat kesilmeli.

Neden mi?

İnsanlar söyledikleri kadar söylemediklerinde de samimi olduklarında birbirleriyle gerçekten buluşma şansları artar, belki bu yüzden. Bana öyle geliyor ki insanlar asıl söylemediklerinde istemelidirler barışı, kardeşliği, dostluğu ve iyiliği. Asıl oralardaki önyargılardan, hoşgörüsüzlüklerden, tahammülsüzlüklerden arınabilmelidirler. Kıskançlık, haset, nefret ve çıkar kavgası, sessizliğin ardına saklandığında, farklı kılıflara sokulup cümlelere, sese ve toplumlara taşındığında, leoparlar hep suçlanan olacaktır kırlangıçlarsa hep masum.

Sadece söz mü? Söz kadar eylemde de geçerlidir bu. İnsanların atfettikleri ya da insanlığın genelgeçer biçimde atfettiği anlamdan çok, tek tek bireylerin samimiyetle ne yaptığıdır önemli olan. Elbette bu yapılanların nelere yol açabileceğini fark edebilmek de. İyilik istiyorum derken cehennem yolunun taşları döşenmemelidir yollara.

Neruda’nın ‘güvercinin barışı barış mıdır’ diye sorarken bana düşündürdükleri bunlar oldu işte. Sadece güvercinin temsil ettiği yetim barışın barışa yetmeyeceğini, berraklığın ne olduğunu bir kez daha hatırlayalım ve mümkünse unutmayalım diye... Barış gelecekse böylesi bir berraklığın içinden, içtenlikle gelsin bulsun bizi diye.



Toktamış Ateş’i kaybettiğimiz bir haftadan geçiyoruz. Yıllar önce bir edebiyat öğrencisiyken İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler’de okuyan arkadaşlarımın ısrarıyla bir iki dersine girmiş ve onu dinlemiştim. Öğrencileri tarafından sevilen ve sayılan bir hocaydı. Bilgi Üniversitesi’nde aynı çatı altında da çalıştık onunla. Engin bilgisi bir yana farklı düşüncelere duyduğu hoşgörüsü hep aklımızda olacak.

Yazının devamı...

Külle Yazmak

Bir önceki yazımda kağıdın yanmasından bahsetmiştim. Bir okurum ‘Sadece okurlar için mi yanar kağıt, peki ya yazarlar için de yandığı görülmüş müdür?’ diye sormuş.

Elbette! Bu tuhaf kültürel döngüyü düşündüğümüzde yazarlar için de kağıdın yanmış olduğunu çok net bir şekilde teslim edebiliriz. Üstelik sadece Türkiye’de değil, hemen hemen bütün dünyada kağıdın düşünceyle kurduğu bağ sorunludur artık.

Nasıl mı diyecek olursanız anlatmayı deneyeyim.

Perşembe günkü yazımda değinmiştim: Ray Bradbury’nin kitabında işaret ettiği insan tipi, televizyonun onlara sunduğu ‘algıyla’ yaşayan insandı. Hiç kuşku yok ki Bradbury bunu bir metafor olarak kullanmıştı. Yani televizyon insan zihnini ‘oyalayan’ bir simgeydi bu kitapta. Bugünün kültürel dinamiklerine baktığımızda ise bunun çok çeşitli katmanlarını görebiliriz. Okullar, değişen müfredata rağmen değişmeyen kafa yapısıyla kurgulanan gelecek fikri, siyasetin eğitime düşen rengi, medyanın sağduyusuzluğu, ezberciliği körükleyen yanı, tarihin resmi dili vb. Kısacası, algının ‘aynılaştırılmasına’ yönelik adımlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, ‘algının aynılaştırılması’nın ne türden tehlikeleri olabilir? Ne olur ‘aynı’ ya da ‘benzer’ şeyleri düşünsek ve bir an önce huzura ersek? Korkarım, ‘huzur’ bu şekilde biz insanları bulacak bir kavram değil. Sistem için ideal, insan içinse hazin bir ‘sondur’ bu. Neden derseniz ‘algının aynılaştırılması’nın gerçekleştirildiği bir dünyada hayal ve hayal gücünün davet edebileceği bütün alanlar tutsaklaşır ve ‘yanlış’, ‘kötü’, ‘eski’, ‘işe yaramaz’, ‘beyhude’ olarak algılanabilir.

Sanatın parayla ilişkilendirilmesinin had safhaya ulaştığı bu zamanlarda okurumuzun sorduğu soruyu düşünmek önemlidir; yani olup bitenleri bir de yazarın ya da sanatçının durduğu yerden anlamaya çalışmak. Başta kitap olmak üzere hayal gücünü fişeklemesi beklenen sanat ürünlerinin artık neyi fişeklemekle ‘yükümlü’ olduğu sorusudur bu. Bu ‘sorumluluğu’ kimin nasıl üstlendiği, kimlerin ‘miş’ gibi yaptığı, kimlerin yapmak durumunda kaldığı, kimlerin kendi yöntemleriyle hâlâ direnmeye çalıştığı, kimlerin direnmediği halde direniyormuş gibi gözüktüğü... Doğrusu beni burada tek ilgilendiren, bu savrulmaya direnmeye çalışan insanlar ve bu insanların yapıtlarıyla bize anlatmaya çalıştıklarıdır. Kısacası artık kağıtla değil onun külleriyle yazanlar!

‘Bu ne umutsuzluk böyle, küller sadece ah vah edebiyatı yapmak için değil midir?’ diye soranlara ise ‘ne umutsuzluğu yahu!’ deyip külün bir başka işlevini hatırlatmak isterim: Kül ‘temizler’ ve ‘arındırır.’

Bugün okurdan yazarına, gazetecisinden şirket patronuna, çalışanından emeklisine ‘her şey paraya dönüşmeli’ mantığı hemen hepimizi esir almış durumda olsa da hayal gücünün kendisine yol bulma olasılığının ve bu olasılığın yaratabileceği ‘külden yapılma umut’un bana bu satırları yazdırdığını bilmenizi isterim. Umut yok diyen karamsar arkadaşlarıma ise ‘umut her zaman vardı ve hep olacak’ demek konusunda ısrarcıyım. Yeter ki içimizdeki ışığın çekip gitmesine izin vermeyelim, çocukluğumuzdaki o ışığın masumiyetle kurduğu telkari ipin koparılmasına göz yummayalım!

‘Barış, barış’ diyoruz ya asıl barış o zaman gelecek işte. O ışık bizimle buluştuğunda.



Neredeyse onunla büyüdük... 32. Gün’ün muzip mimarı Mehmet Ali Birand çalışırken, sevdiği işi yaparken aramızdan uçup gitti. Bir insan bundan başka ne isteyebilir ki? Başımız sağolsun.



Hrant Dink için de bir cümlem var: Bir gün bu topraklarda özlediğin barış gelip bizi bulacak! Kim ne derse desin akan su yolunu bulacak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.