Çay molası
.
Dün öğle vakitlerinde zamansız bir çay içerken 20’li yaşlarındaki bir gençle karşılaştım. Yan yana oturduğumuz koltuklarda, dükkânın önündeki kargaşa ikimizin de dikkatini çekti.
Trafik polisleri flaşörlerini yakmış bir arabayı anlam veremediğim yersiz bir şiddetle ‘taşıma’ telaşı içindeydi.
Çay tezgâhının arkasında, kasanın yanında duran beyaz önlüklü adam ‘götürün götürün’ dedi. ‘Başka da bir şey yaptığınız yok zaten!’ Bu yüzden arabasını trafiğe çıkarmıyormuş. Ekip otolarının araba avından bezmiş, yorulmuş.
‘Bizim oralarda böyle şeyler olmaz işte!’ dedi yanımdaki genç. Kasanın orada duran adamla ikimiz de, neredeyse o diyara göçmek arzusu içinde aynı anda heyecanlanarak sorduk sorumuzu: ‘Sizin oralar nereler?’
Batmanlıymış.
Kasadaki adam hafif dudak büktü. ‘Zaten sizin oralar bambaşka memleketler!’ deyip trafik polislerine verip veriştirmeye devam etmeyi daha uygun buldu.
Benim içinse bir çay sohbeti demek oluyordu bu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir öyküsüne bodoslamadan dalmış gibiydim. Zamanın tuhaf bir biçimde, kendine has usullerle aktığı bu çay molasında Batmanlı bu genç insanla sohbete başladık.
İşin aslı
Onun en büyük hayallerinden birisi bu kez barışın gerçekten hayata geçmesiydi. Hiç değilse bu kez! Ancak barışın tek başına hiçbir şey ifade etmeyeceğini de biliyordu. Bana üniversite sonuçlarından bahsetti. Batı’daki büyük başarıların tesadüf olmadığından. Anadille eğitim görememe sorunun böylesi bir başarısızlıkta ne kadar etkili olduğunun altını çizip durdu.
‘Batman’da delik deşik olmamış doğru dürüst bir cadde bulamazsınız’ dedi.
‘Batman’da doğru dürüst bir kütüphane bulamazsınız.’
İş Batman’daki kadın intiharlarına gelip dayandığında yine aynı şeyleri tekrarladı. ‘İnsanlara yaşam yerine başka şeyler sunarsanız yaşamın şansı olmaz’ dercesine.
‘İşin aslı kadınlar evde durmak istemiyorlar artık’ dedi. ‘Bunu ise erkeklere anlatmak çok zor.’
İnsanların yoksulluğundan, işsizlikten bahsetti sonra. Roboski’de yaşananları bir türlü hazmedemediğini, bu konuda verilen cevapların hemen hepsinin samimiyetsiz olduğunu söyledi. Bir ara ‘Geçmişi unutmak zor, ama yolumuza devam etmek için geçmişi unutmaktan da başka çaremiz yok’ dedi. Sözün oraya geleceğini biliyorduk ikimiz de: ‘Bu barış olursa Türkiye uçar gider.’
Edep...
‘Umarım, ‘ dedim. Gözüm dışardaki trafik polislerinin hummalı çalışmasına takıldı yine. Deminki o tuhaf şiddet hâlâ hüküm sürmekteydi orada. Trafik kuralları elbette olacak, uymayanlara birileri bunu hatırlatacaktı. Ancak buradaki ‘bir hatırlatma’ değil daha çok nispet vermek üzerine kurgulanmış bir tavırdı. Bu yüzden de caydırıcı olmak yerine alabildiğine itici ve insanda yaptığını yeniden yapma duygusunu uyandıracak bir kıvamdaydı.
Şiddetsizlik dilini keşfedebilmek için her anımızdan sorumlu olduğumuzu düşündüm. İnsan olabilmenin sorumluluğunu, bu sorumlulukla yaşama edebini.
Zor iş.