Şampiy10
Magazin
Gündem

Düğümler

Geçen kendi halinde, akıllı ve hüzünlü bir adamla tanıştım. ‘Delireceğim’ diyor. ‘Belki de delirmişimdir...’ Bir yıldır oğlunu göremiyormuş. Neden diye ne siz sorun ne ben söyleyeyim. ‘Kendimi işime verdim ama hanım, bizim hatun, oğlanın annesi perişan’ diyor.

Sonra ‘dünyanın çivisi çıkmış’ diyerek etrafındaki insan ilişkileriyle ilgili son derece isabetli bir şeyler söylüyor. ‘Birine kibar kibar anlatırsın sana kükrer, sonra onun dilinden anlatırsın, başını önüne eğip çeker gider, bu haldeyiz işte’ diyor. ‘Bu insanlar, ah bu insanlar’ diye iç geçiriyor, ‘güce taparlar aşağılandıklarını bile bile...’ Dahasını da anlatıyor.

Onlar da aşağı yukarı şöyle:

Kendime saygı duymuyorum

Bana saygı duyan birine saygı duyamam

ancak bana saygı duymayan birine saygı duyabilirim.

‘Allah Allah’ diyorum ‘ben bu satırları bir yerden hatırlıyorum.’ Nedense aklıma gazeteler ve gazetelerin sayfalarını kaplayan bu türden haberler geliyor; bereket evlilik programları tatilde! Eve varınca bir çay demliyorum, akşama doğru cevabı buluyorum. Açıyorum R. D. Laing’in ‘Düğümler’ kitabını. Hatta fazla karıştırmama da gerek kalmıyor. Kitabın hemen arkasındaki satırlar bunlar:

Jack’e saygı duyuyorum

Çünkü o bana saygı duymuyor

Tom’u aşağılıyorum

Çünkü o beni aşağılamıyor

Ancak aşağılık biri

Benim gibi aşağılık birine saygı duyabilir

Aşağıladığım birini sevemem

Jack’i sevdiğime göre

Onun beni sevdiğine inanamam...

Yok, yine de kesmiyor. ‘Allah Allah’ diyorum ‘ben bu satırları bir yerden biliyorum. Neden bu haldeyiz, ne zaman bu kadar dibe vurduk bilmiyorum...’ Sonrası mı? Sonra yine R. D. Laing devreye giriyor:

Bilmediğimi bilmiyorsam

Bildiğimi sanıyorum!

Bildiğimi biliyorsam

Bilmediğimi sanıyorum...

Dünyanın çıkan çivisi ne zamandır bu denklem üzerinde gidiyor işte.

‘Düğümler’i okuyun. Çeviren Nesrin Demiryontan. Metis. Uzun yıllar akıl hastanesinde çalışmış bir psikiyatrist olan Laing’in birikimleriyle yazılmış bu duru ve derin satırlar, onun hastaların sınıflandırılmasına ve geleneksel psikiyatriye karşı çıkışının da bir manifestosu olarak okunabilir. Bugünkü insan ilişkilerinin düğümlendiği ‘saçma’ ama kimilerine göre ‘çok doğru çok önemli çok çok çok neyse o artık o yeri’ seçmeniz için de bire bir.

Yazının devamı...

Sayılar

‘Ormandan ancak ormanın içindeyken, dışını hayal ederek çıkabileceğimi düşündüm.’

Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz

Toptaş’ın ifadesiyle kahramanını ve hikayesini arayan bir kurgudur Bin Hüzünlü Haz. Aramanın öyküsüdür. Bulma umudunu içinde barındırarak, peşinden sürüklendiğimiz eşsiz bir anlatıdır. Belki de edebiyatın yaşam için elimize tutuşturduğu en büyük sınav da budur.

Bulma umudu

Bulmaya dair bu umut, sadece düşünmek değil, düşünmenin açacağı kapılardan geçebilme tutkusu ve cesaretidir de. O tutku ve cesaretin beslendiği damarsa insanın hakikatle kurduğu ipek kozasının hikayesidir. O hikayede yalapşap yalanlar duvara vurur ve en savunmasız halimizin mırıltısı kalır geriye. İnsanın kendi olabildiğince duyduğu o sesle birlikte çıktığı yolculuk, bu yüzden eşsizdir işte.

Bulma umudu dediğimiz biraz gerçek biraz gerçeküstü bir arayıştır aslında. Bu kavramı, bugüne, Türkiye’ye taşıdığımızda ise insan gibi yaşamak temelinde odaklanan bir umut kendini gösterir. İnsanca ve bu topraklara özgü bir ahenkle yaşamak, yaşatmak, devam etmek, aramak ve bulma umudunu hiç yitirmemek... Delice bir telaşın peşinde oradan oraya savrulmak yerine, dingin, zamanı duyumsayarak sakinleşebilmek ve o umudun peşi sıra yıllarla yarenlik edebilmek. Kıyaslamaktan kurtulup, bulma umudunun peşinden gitmek. Ve bulmak.

Sayılar, sayılar

Geçen haftaki Maltepe Adalet Mitingi sayıların savaşı haline geldi.

Oysa orada iktidarı, hatta iktidarı destekleyenleri de ilgilendiren, kısacası Türkiye’nin tümünü kapsayan ve nereye gidersek gidelim, hangi kuma kafamızı sokarsak sokalım kaçamayacağımız çok önemli bir gerçeğin altı çizildi ve altı çizilen bu gerçek sayılarla ifade edilemeyecek kadar önde, hakiki ve elzemdi.

Türkiye’de adalet sorunumuz var.

Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü sorunumuz var.

Var da var.

İş sadece sayılarsa, şu an hepimizin içini titretmesi gereken gerçek bir sayı var. 130. Bu, şu an tutuklu bulunan ve işlerini geri istedikleri için açlık grevine giden iki eğitimcimizin açlık grevi gününün toplamı.

Bu sayı ve bu sayının ifade ettikleri hepimizin düşünmesi gereken üç basamaklı o gerçekte toplanmış durumda. Ötesi ve berisiyle...

‘Bulma umudumuz tam da burada nedir?’ sorusu ise ‘ışıktır’ biçiminde kendine özgü bir yer açabilir. Birlikte, ezbersiz, yalansız, korkusuz yaşamaya dair bir ışık.

Nobel edebiyat ödüllü Doris Lessing, insanları yarıştırma toplumundan çıkan beyinlerin (başta edebiyat eleştirmenlerini kasteder) en az o toplum kadar geri olduğunu ifade ederken, sistemin topyekun yanlışlarından bahseder bize. Kıyas toplumunun yarattığı sığlıklardan da. Bu sığlıklardan yaratıcı hiçbir şeyin çıkamayacağını da söyler durur. Haklıdır. Kıyas toplumu kıyaslamaktan öteye gidemeyen, umudun peşinde gitmek yerine ıvır zıvırlarla uğraşan bir toplumdur olsa olsa. Lessing’in ıvır zıvırlardan neyi kastettiğini de tahmin etmek güç değil. Türkiye keşke ıvır zıvır toplumu olmaktan vazgeçse ve sadede gelebilse diyeyim ve şimdilik burada noktalayayım.

Bu arada Maltepe Mitingi, gerçekten başarılıydı. Sayıları katsak da katmasak da.

***

Okay Gönensin’i kaybetmiş olmanın hüznünü taşıyorum. Okay Abi, mekanın cennet olsun.

Yazının devamı...

Saraylar Yaptırdım Gelip Geçmeye

Geçen bir arkadaşımla konuşuyorum. Dünya çapında bir üroloji profesörü olan arkadaşımın bana hatırlattığı o ünlü öyküyü, gündelik dille harmanlayarak sizinle paylaşmak isterim. Lafın neden bu öyküye vardığı ise arkadaşımla benim aramızdaki bir sır olarak kalsın.

***

Bir varmış bir yokmuş, bir Prusya Kralı varmış. Büyük Friedrich’miş adı... Bir gün Potsdam Ormanları’nda hava almayı bahane ederek bir gezintiye çıkmış Kral. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş derken derenin kenarındaki o tepenin kenarında durmuş. Gözlerine inanamamış. Tepede bir değirmen varmış ve Kral ona uzun uzun büyük büyük bakmış. Niyeti belliymiş; değirmeni yerle bir edip yerine bir saray yaptırmak! Burası krallara layık bir tepeymiş. Aynı bizim Boğaz’da talan edilen tepelere benziyormuş. ‘Nihayetinde bir tepecik. Neyse parası verelim yahu!’ demiş Kral; ‘Büyük Friedrick ister de olmaz mı!’ diye de düşünmüş elbette.

Saray ahalisi hemen değirmenin sahibini bulmuş ve böyle böyle demişler. Araziyi de değirmeni de Prusya Kralı, yüce şahsiyetimiz almak ister ona göre demişler. O böyle buyurdu demişler. O buyurursa dünya tersinden döner demişler. Bir sürü şey demişler anlayacağınız. Ama o da ne! Bizim tıfıl değirmenci bu ‘parlak’ teklifi kabul etmemiş. Ve bütün masallarda isyankâr ahaliye hep olduğu gibi, derhal Büyük Prusya Kralı’nın huzuruna çıkarılmış.

Kral, değirmenciye, lafı fazla dolaştırmadan, değirmenin yerine büyük bir saray yaptırmak istediğini söylemiş. ‘Gel sana bir sürü para vereyim, abad ol’ demiş.

Fakat bizim değirmenci, Nuh demiş peygamber dememiş, zulüm ile abad olunmaz diyerek teklifi yine kabul etmemiş!

Eee, bunun üzerine Büyük Prusya Kralı zıvanadan çıkar gibi olmuş. ‘Bana bak bana’ demiş! ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben, Prusya Kralı Büyük Friedrich’im. Sen bunun ne demek olduğunu anlıyor musun ha? Neyine güveniyorsun da bu hallerdesin birader?’

Değirmenci, biraz tırsmış bir halde ‘Biliyorum’ demiş, ‘Biliyorum senin kral olduğunu biliyorum. Ama ben de bu değirmenin sahibi Sans-Souci’yim.’ (Sans-souchi Fransızca ‘gamsız’ anlamına geliyor)

Kral’ın yüzü gittikçe kızarmaya başlamış, yanaklarında kızıl erikler belirmiş ‘Sen’ demiş, ‘Madem’ demiş, öksürmüş, ‘Benim kim olduğumu biliyorsun, o halde, o halde...’ Burada biraz soluklanmış Büyük Prusya Kralı. Bir pencere açıp derin derin nefes almış...’ O halde orayı da zorla alabileceğimi de biliyorsun değil mi? Bana bak adam, benim bir sürü askerim var. Sen de kimsin? Senin kimin var be?” diye kükremiş ve yumruğunu pencerenin oymalı çerçevesine geçirmiş. (O ara sakinleştirici bitki çayları içiyormuş Büyük Prusya Kralı ama yine de sinirleniyormuş zaman zaman, böyle.)

O zaman değirmenci, içi hop ede ede şunları söylemiş:

‘Berlin’de hakimler var Kral Bey. Ben de onlara güveniyorum.’

***

Yukarıdaki yarı final, hikayenin en önemli bölümü. Hikâyenin bu bölümü ise en anlamlı yeri:

Prusya Kralı eli hâlâ acırken, içtiği bitki çaylarının etkisini yeniden hatırlayarak (belki başka şeyleri de) o zaman şu sözleri söylemiş bizim değirmenciye:

‘Hımmm... Hiçbir iktidar, kral dahi olsan adaletten daha üstün değildir be kardeşim... Valla haklısın Sans-Souci.’

Kral Friedrich dahasını da yapmış. Kimilerinin şaşkın bakışları arasında değirmeninin Prusya Krallığı devam ettikçe korunması emrini vermiş. Yine de inat adamın teki olduğu için sarayını yaptırmış. Değirmenin altındaki tepenin hemen oraya! Sarayın adını da, ibretlik olsun diye bilin bakalım ne koymuş? Sans-Souci Sarayı...

Yazının devamı...

Deliliğe de bel bağlayamayacaksak ne yapacağız?

En karmaşık trafik saatinde gıcır bir araba öndeki bir diğer gıcır arabanın tamponuna bindiriyor. Al sana dert. Zaten kırılgan olan trafik o dakikada kilitleniyor.

O esnada olayı üst köprüde izleyen gençten bir kadın, yanındaki arkadaşlarına ‘oo şenlik var aşağıya baksanıza!’ diye el ediyor ve bir panayır yerini ‘dışardan’ seyretme ‘lüksünü’ tepe tepe sonuna kadar kullanıyor. En son ne zaman bu kadar ‘delicesine’ mutlu olmuştu sorusu evrene saçılmış bir soru olarak bir sonraki yüzyılı bekleyecek .

***

Şu aralar delilik (aramızdaki deliler de diyebiliriz) üzerine düşünmek durumunda kalıyorsanız size, teorik kitaplar yerine, ilk olarak Aziz Nesin’in ‘Deliler Boşandı’ kitabını önereceğim. Bir arkadaşım yaşanan toplumsal gerginlikten ‘delirmek üzereyken’ bu kitabı tekrar okumuş ve delirmekten sıyırmış. Bunu söylerken abartmadığını özellikle vurguladı . Gerçi hep o gündemdeki soru (Foucault’yu çağrıştıran soru) baki kalmış: ‘Kimdir deli?’

Çevremde zaman zaman tanık olduklarım, bu sorunun cevabının ne kadar almaşık olduğunu ortaya çıkarıyor. Özellikle şu aralar, belki yaz mevsiminin getirdiği rehavet ve bu rehavetin toplumsal tansiyonu dindirmek yerine, tırmandıracak kıvamda olması kişisel ilişkilerimize yansıyor; zihnimizin gelgitlerini ve elektrik kaçaklarını daha çok ele veriyor.

Gerçi, ‘Yaza sır verme tutmaz’ diyor küçük iskender ‘Yara ve Yaz’ şiirinde. Yazın geçişkenliğine, yara tutmazlığına ‘der ve biter’liğine, çabukluğuna, kısalığına vurgu yaparak.

Diyeceksiniz ki sözünü ettiğin bu delilik zamanla geçecek bir yara mı? Bu uzmanların vereceği cevaptan rol çalmak olmasın. İşe biraz su katarak şöyle diyebilirim: Kişisel ‘deliliklerimizin’ kaynağına baktığımızda, örneğin Metin Akpınar ve rahmetli Zeki Alasya’nın esaslı skeçlerinde gezinen ‘deli insan’ hallerimizin artık kangrenleşmiş boyutu (lütfen fırsat bulursanız Deliler’i tekrar seyredin!) , bu işin zamanla geçemediğini ortaya koyuyor. Kısacası, pek de yaz mevsiminin geçişkenliği, ya da bir sonraki yaza devredeceğimiz duygularla ölçüşebilecek bir delilik değil, aramızda gezinen. Kısacası biz daha bu ‘delilikten’ mustarip olmaya devam edeceğiz.

Bana öyle geliyor ki, böyle gidecek olursak çağımızda ‘açıkta gezinen’ delilik tanımı, önceki çağlara göre bir mertebe kaybına denk düşecek. Neredeyse, birbirini kırmak, birbirini incitmek, karşısındakini acıtmak, karşısındakinin acısıyla oyalanmak ve bundan ayan beyan keyif alır hale gelmek noktasında yeniden tanımlanmaya açık bir ‘zifiri karanlık’ hali. ‘Ben haklıyım, ben en mağdurum, ben neler çekiyorum, şimdi sıra sizde’ cümleleri de cabası... Bu yüzyıldaki ‘serbest’ delilik, Antik Çağ’dan ta buraya ışık ve karanlığın takip ettiği yolda, hem olumlu hem de olumsuz anlamda aklın ışığının geçirdiği tüm evrelerde, insana umut veren gölgenin, artık ‘ben yaptım oldu’ noktasındaki haline denk düşüyor. Ancak burada gölge mi suçludur sorusu elbette çok önemli... Toplum şeffaflaştıkça (kısaca daha aydınlanacağımızı düşündükçe) gerçeğin de daha netleşeceği yolundaki hayallerimizin ağaca çıkması, aklın karşısındaki bütün yolları da aynı ölçüde etkiledi. Kısacası artık hakikat dediğimiz ‘şeyin’ karneye bağlanması, bütün ‘zeminlerin’ varlığını da yerle bir etti.

Peki deliliğe de bel bağlayamayacaksak ne yapacağız?

Aynı durumda ben olsaydım ne yapardım sorusuyla başlayabileceğimiz o vicdanı arayacağız elbette.

Elbette adaleti de!

Yazının devamı...

Milletin iştahını kabartmak

Kendisine sözlü olarak tacizde bulunan adama en güzel cevabı veriyor Canan Kaymakçı.

Eminönü’nde, İstanbul’un göbeğinde başına gelenlerse bugün Türkiye’nin her yerinde her görüşten her yaşta kadının başına gelebilecek bir durum.

‘Kadınlar susmayın’, diyor Canan Kaymakçı ‘Kendinize tacizde bulunanı ele verin, bizler birer et yığını değiliz. İster kapanırız ister açılırız. Bu bizi ilgilendirir.’

Kısacası ‘benim kararım, benim seçimim’ diyor.

Hiç kuşku yok ki meselenin ‘kırmızı’ alarm verdiğinin altını bir kez daha çiziyor Kaymakçı. Ama aynı zamanda da bu kırmızı alarma verilebilecek yanıtın formülünü bir kez daha çok net bir biçimde sunuyor bizlere. Kadınlar susmamalı! Suçlu konumuna düşürülmeyi kabul etmemeli. Kimileri için neden tehdit olduğumuzu çok iyi tahlil etmeliyiz. Ki, hiç değilse torunlarımız artık bu taciz belasından kurtulabilsin, özgür yaşayabilsinler...

Dediğim gibi, tecrübe ettiğimiz bu cayır cayır yüzyılda, direniş biçimlerinin ne olması konusunda bize sunulmuş bir ipucu var burada. Biz kadınlar olarak bunu çok iyi değerlendirmeli ve susmamalıyız.

***

Öte yandan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yol boyunca altını çizdiği de başka bir direniş biçimi aslında: Ne olursa olsun yürümeye devam! Kendisine yöneltilen hakaretlerin artması, protestoların sınırını aşması ise aslında, bu yürüyüşle ne kadar ‘doğru’ bir muhalefet yaptığının göstergesi. Yıllardır görmek istediğimiz, kendi yolunu ve iradesini çizen, yılmayan, korkmayan, sivil itaatsizliği işaret eden bu yol, belki geç kalmış bir adım. Ama artık bunun hiçbir önemi yok. Yol yoldur ve bu yol, hiç umulmadık bir zaman diliminde Türkiye’de birbirinden farklı hakları gasp edilen birçok grubu ve demokrasiye inanan insanı bünyesinde toplayabilir. Zira adalete muhtaç bir ülkeyiz. Bu ülkede hep sorunluydu bu kavram ama işin aslı ona bu kadar muhtaç bir dönemden geçmemiştik.

Sayın Genel Başkan ‘bu maratondan’ lütfen vazgeçmeyin.

Yazının devamı...

Buluşmalar

Çok sıcak. Çınarın altındaki yolda gölgeleriz. Derken o geliyor karşıdan. Üzerinde bir tişört.

I have a dream.

Bir düşüm var. Genç bir çocuk bu. Sallapati yürüyen, baharında, buna karşın kendisinden ummadığım bir olgunlukla taşıdığı tişörtüyle, çınar altında kendi halinde ilerlerken, beklemediğim bir ikindi direnişinin adı oluveriyor. ‘Bir düşüm var’ tişörtlü çocuk, nefes aldıran bir rüzgâr... En azından bugünkü yazımın kahramanı. O ise bunu poz kesmek için yapmıyor. Çok belli bu. Bu yüzden de ayrıca güzel ya. Tam da bu nedenle bütün güzel sürprizlerdeki o esrarengiz neşe oluveriyor zihnimde, deli sıcağa rağmen. Deli sıcak, evet bir de bu var... En azından o da insanı terbiye eden Satürnvari yol göstericilerden biri olsun bu yazıda! Bir taksi şoförüne ‘bu sıcak, şu göğü delen binalar, ormanı talan eden manevralar yüzünden’ dediğimde, onun, ateş püskürten ejderha rolünde ‘her şeyi de ağaçlara bağlar sizin gibiler’ demesi aklıma düşüyor.

Sizin gibiler! Biz kimsek artık. Onlar kimse... Yaşam böyle bir ayrımı kaldırmıyor oysa. Sıcak, hepimizi kavuruyor. Saçmalıklar hepimizi. Mantıksızlık hepimizi. Savaş hepimizi. Adaletsizlik-hepimizi...

‘Adalet için yürüyenlerin arkasında başka planlar var’ gibisinden laflar eden milletvekiline bir gün bu ettiğiniz cümlenin bozkırında kendi adaletinizi ararken, adaletin sizin-bizim adaletimiz olamayacak kadar ‘gerçek bir çınar’ olduğunu anlayacaksınız demek geçiyor içimden. Ama ondan da vazgeçiyorum. Şoför gibi o da aynı plakta aynı şarkının aynı nakaratını, inanmasa dahi, söylüyor olacak nasılsa. ‘Sizin gibiler.’

Sizin gibiler şöyle.

Sizin gibiler böyle.

Bu sıcakta kokmuş bir yemek nasılsa öyle bir laf ve bu yüzden de bütün kokuşmuşluğuyla geride kalmalı...

Sonsuza bakmalı... Sonsuza hitap eden cümlelere. ‘Bir düşüm var’, Martin Luther King’in o güzel sözü, sizi bizi değil, yaşamı işaret etmiş ve bu gökkubbe altındaki her türlü ayrımcılığa son verilmesini istemişti. Dahasını da istemişti elbette. O cümle, kimsenin kimseyi dışlamayacağı bir dünyayı özlemişti. Kayıtsız şartsız bir biçimde. Şimdi gençten bir oğlanın üstünde, sıcak bir günde, o sıcak yüzüyle bunu bir kez daha söylüyor: Bir düşüm var! Genç bir insanın kalbi ve hayalleriyle, bu sıcak ikindide, bir kez daha...

Bir düşüm var.

BİR DÜŞÜM VAR.

Ne diyelim... İnsan ilerler ve nihayet bir gün özgür olur. En çok da kendi tabularını, ezberlerini, korkularını, yaralarını geride bırakarak.

Yazının devamı...

Solucan Delikleri

Hiçbir şey bariz gerçeğin kendisinden daha anlaşılmaz değildir.

Sherlock Holmes

Elimde ilginç bir kitap var. TomMcCarthy’nin Saten Ada’sı (Notos Kitap, çev. Esra Birkan), dünyamızı, on dört bölümde, birbirinin içine girmiş başlıklarla sergiliyor. Hal böyle olunca, 21. yüzyıl dünyası, biz istesek de istemesek de gözlerimizin önünden salına salına, bedbaht bir biçimde geçiyor. McCarthy’nin kahramanı S.’nin şaşırtıcı gözlemlerinin kaynağı için birçok neden gösterilebilir. Şu hemen her dakika içinde yaşadığımız sığlıklar, tehlike ve tehditler... Dünyayı sınırlarla çevreleyen bakış açısının bu kitabı ne kadar seveceğini tahmin edebiliyorum! Yine de söylemeden edemeyeceğim: Birbirinden bağımsız birçok konu, tıpkı yaşadıklarımız gibi, birbirine çarpıp çarpıp uzaklaşırken, aslında aynı gemide olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor, aynı gemide ama değilmişiz gibi hallerimizi pek güzel özetliyor. Modernden, postmoderne, postmodernden ‘yav şimdi ne yapacağız’ hallerimizi... (Elbette tüm bunlar hiç yokmuş, hiç yaşanmıyormuş gibi davrananlarla da aynı gemideyiz!)

Kitabın dördüncü bölümünde ünlü Fransız antropolog ClaudeLevi-Strauss’dan bahsediyor bize S. Diyor ki:

‘O benim kahramanımdı. Dünyanın etrafını iki kez dolaşmıştı. Önce fiziksel olarak yavaş yavaş, tekne, tren ve eşekle; sonra yeniden ve hızlıca bulgularını yazarak, kıtadan kıtaya, kültürden kültüre atladı; yerkürenin tamamını tekrarlanan renkle, kokular ve biçimlerden oluşan bir kolaj haline getirene dek çağrışımın solucan deliklerinden (uzaydaki iki noktayı birbirine bağlayan alternatif tünel geçişleri diyebiliyoruz biz onlara) geçerek seyahat etti... Sonra topladıklarının hepsini (bu benim yorumum) sadece tek bir kabileye değil bütün insanlığı kapsayan daha büyük bir sistemin parçası olarak ele aldı.... Kısacası her şey bütünün bir parçasıydı...’

Peki sonra ne oldu dersiniz? S.’yi bahane ederek aktarmaya çalışayım:

Sonra suçun ne olduğu, suç mahallinin neresi olduğu, hangi kanser türünün hangisine göre daha iyi olduğunun görecelik hesaplarına karıştığı bir yüzyıla aktık hep birlikte, ne olacak! Solucan delikleri iki noktayı birbirine bağlayan değil birbirinin önünü kesen uçurumlar haline geldi. Mekanda yolculuk ışınlanma boyutuna erdi ama bizler birbirimizle buluşamaz hale geldik. İki insanın, iki düşüncenin, iki duygunun buluşması kıtalararası yolculuktan daha zorlaştı. Kot pantolon patronu LeviStrauss, antropolog Levi-Strauss’u yendi. Dünya değişti.

Dünya değişti ama...

Yine de, bir raporun peşindeki antropoloğumuz S. dünyayı yeniden bir çoğulluk olarak görmeyi hatırlatır bize. Dünyada yaşanmakta olan gerçeği. Karabasanı. Elinden kayıp gideni. Anlamı. Hiç değilse onu anlamayı. Onca veriye rağmen bariz olan yalın bir gerçeği. Ah onu şimdi bir bulsak; belki onun içinde yeniden kaybolmayı...

TomMcCarthy’nin bize çizdiği dünya, yazıma başladığım alıntının altını çizen bir dünya. Başka bir deyişle bir dedektif titizliğiyle dünyayı arayan bir seyyahın notları olarak da okunabilir...

Dünyayı niye ararız sorusu ise tamamen meraklısını ilgilendiriyor elbette. Benim cevabımı soruyorsanız: Belki de kendimizi aradığımız içindir!

Yazının devamı...

İyi Bayramlar

Bir masaya oturursun. Önünde boş bir limonata bardağı, Türk kahvesi izli boş bir fincan, az ötedeki kül tablasında içilmiş sigaraların izmaritleri. Her şey geride kalmıştır. Öğleden beri esmeyen rüzgâr buna şahittir. Tepedeki güneş, dışardaki hengâme. Kendini, sana ait olmayan bir yerde, masadaki öte beri toplanana kadar başka bir insanın özel alanında gezinen bir hırsız gibi hissedersin. Bu duyguyu üzerinden atmak istercesine garsona el edersin. Nafile! Günün o saatinde, kendine sayısız dert anlatan konuğun eline düşmüştür bir kere genç garson. ‘Elbette efendim, tabii efendim’ diye diye o masadan o masaya koşturmakta, elinde limonata tepsisiyle kalabalık bahçenin girişinde beliren arkadaşına çarpmamak için geliştirdiği anlık taktiklerle yaşamaktadır. Bu yüzden ‘bakar mısınız garson bey!’ dediğinde o bahçede bir kere daha kaybolacağını bilirsin. Yalancıktan öksürmen de boşunadır sanki. Belki bayılsam diye düşünürsün. Bahçede öyle bir hal vardır ki, bunun bile arada kaynayıp gitmeyeceği meçhuldür.

Seslenmekten vazgeçersin.

Vazgeçtin.

Çağımızın neredeyse en büyük iletişimsizlik aleti olan cep telefonunu çıkarır mesajlarını kontrol edersin. (Birçok yalnız masadaşın da aynı şeyi yapmaktadır o sırada) Normalde hiç tanımadığın insanlardan gelen sevimli elektronik kartlarla oyalanır, bir iki tanesine cevap yazmaya yeltenirsin. Ve yaparsın da bunu. ‘Güzel dilekleriniz için çok teşekkürler, nice güzel bayramlara...’ Ya da ona yakın bir şeyler yazarsın. İnanmadığından değil; öteden beri bayramların insanları yaklaştırmak için bahaneler değil, hayati gerçekler olduğunu bilirsin. Kanser hücrelerinin en çok şekeri sevdiğini anlayacak yaşta olsan bile, şekerin almaşık rengine, tada, tatlıya inanır, sözünüzü balla kestim lafını zihninde dolandırırsın. Bu neye benzer? Mandela’nın rugby oyununu öne sürerek koca bir Güney Afrika’yı yakınlaştırmasına, Martin Luther King’in dev adımlı yürüyüşünde yakaladığı tınıya. Ortak bir paydadır aradığın. Bayramlar, istenirse insanları birleştirebilir ve o zaman gelsin cennet diye düşünürsün.

Düşünürsün düşünür... Lakin vakit geçmektedir! Ve ufukta garson falan gözükmemektedir.

Cep telefonundan vazgeçip eskiye, sığındığın masada geride kalana bakarken (bir limonata bardağı, boş bir fincan, bir de sigara izmaritleri) masanın kuytusuna öylesine bırakılan bir kırmızıyla o sırada karşılaşıverirsin. Gözlerine inanamazsın. Kuytudakini alır meydana çıkarırsın. Gördüğün kalp şeklinde bir çikolatadır. O da diğerleri gibi geride kalmıştır kalmasına ama ‘canlıdır’! Bu, olsa olsa, deminki masanın insanın zihninde bıraktığı ‘boşluğa’ verilmiş olan bir cevaptır. ‘Sana da iyi bayramlar şekerim!’

Bir müddet bakışırsınız. Bilmediğin bir insandan geriye kalan kırmızıya sarılmış lezzeti ne yapacağını bilemezsin. Kimden kalmıştır, neden bırakılmıştır, kahvenin yanında neden yenilmemiştir gibi sorular geride kalır. Kırmızı jelatini açar ağır ağır yemeye başlarsın. Orhan Kemal’in Çikolata öyküsündeki o kız çocuğu gibi. Kağıdı da yalasam mı, jelatini düzleyip hayalle harmanlasam mı... Pastanedeki pervaneler çalışmakta, sesler seslere karışmakta, önündeki eski (limonata bardağı, boş fincan ve izmaritler) sana artık o kadar da eski gelmemekte ve yediğin çikolata tanışık olduğun bir dünyaya seni bırakmak üzeredir.

Yalan değil. O sırada el sallayarak kapının oradan sana doğru geleni görürsün. (Hayır, garson değil!)

Gelen Karin’dir. Yirmi yıllık arkadaşın Karin Karakaşlı. Bilmeden oturduğun masa, onun hesabı ödemek için bıraktığı masa; iyi kalpli garsonu beklemekle geçirdiğin zaman, onun hesabı ödemek için hesap kuyruğunda geçirdiği zaman; yediğin çikolata onun aslında sana bıraktığı çikolatadır.

Hayatın mucizevi yanlarından birine daha tosladığını işte o zaman anlarsın!

***

Masanız, zamanınız, tadınız bu bayramda ve bu hayatta eksik olmasın. Hele dostsuz... Hiç kalmayın!

İyi bayramlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.