Deliliğe de bel bağlayamayacaksak ne yapacağız?
.
En karmaşık trafik saatinde gıcır bir araba öndeki bir diğer gıcır arabanın tamponuna bindiriyor. Al sana dert. Zaten kırılgan olan trafik o dakikada kilitleniyor.
O esnada olayı üst köprüde izleyen gençten bir kadın, yanındaki arkadaşlarına ‘oo şenlik var aşağıya baksanıza!’ diye el ediyor ve bir panayır yerini ‘dışardan’ seyretme ‘lüksünü’ tepe tepe sonuna kadar kullanıyor. En son ne zaman bu kadar ‘delicesine’ mutlu olmuştu sorusu evrene saçılmış bir soru olarak bir sonraki yüzyılı bekleyecek .
***
Şu aralar delilik (aramızdaki deliler de diyebiliriz) üzerine düşünmek durumunda kalıyorsanız size, teorik kitaplar yerine, ilk olarak Aziz Nesin’in ‘Deliler Boşandı’ kitabını önereceğim. Bir arkadaşım yaşanan toplumsal gerginlikten ‘delirmek üzereyken’ bu kitabı tekrar okumuş ve delirmekten sıyırmış. Bunu söylerken abartmadığını özellikle vurguladı . Gerçi hep o gündemdeki soru (Foucault’yu çağrıştıran soru) baki kalmış: ‘Kimdir deli?’
Çevremde zaman zaman tanık olduklarım, bu sorunun cevabının ne kadar almaşık olduğunu ortaya çıkarıyor. Özellikle şu aralar, belki yaz mevsiminin getirdiği rehavet ve bu rehavetin toplumsal tansiyonu dindirmek yerine, tırmandıracak kıvamda olması kişisel ilişkilerimize yansıyor; zihnimizin gelgitlerini ve elektrik kaçaklarını daha çok ele veriyor.
Gerçi, ‘Yaza sır verme tutmaz’ diyor küçük iskender ‘Yara ve Yaz’ şiirinde. Yazın geçişkenliğine, yara tutmazlığına ‘der ve biter’liğine, çabukluğuna, kısalığına vurgu yaparak.
Diyeceksiniz ki sözünü ettiğin bu delilik zamanla geçecek bir yara mı? Bu uzmanların vereceği cevaptan rol çalmak olmasın. İşe biraz su katarak şöyle diyebilirim: Kişisel ‘deliliklerimizin’ kaynağına baktığımızda, örneğin Metin Akpınar ve rahmetli Zeki Alasya’nın esaslı skeçlerinde gezinen ‘deli insan’ hallerimizin artık kangrenleşmiş boyutu (lütfen fırsat bulursanız Deliler’i tekrar seyredin!) , bu işin zamanla geçemediğini ortaya koyuyor. Kısacası, pek de yaz mevsiminin geçişkenliği, ya da bir sonraki yaza devredeceğimiz duygularla ölçüşebilecek bir delilik değil, aramızda gezinen. Kısacası biz daha bu ‘delilikten’ mustarip olmaya devam edeceğiz.
Bana öyle geliyor ki, böyle gidecek olursak çağımızda ‘açıkta gezinen’ delilik tanımı, önceki çağlara göre bir mertebe kaybına denk düşecek. Neredeyse, birbirini kırmak, birbirini incitmek, karşısındakini acıtmak, karşısındakinin acısıyla oyalanmak ve bundan ayan beyan keyif alır hale gelmek noktasında yeniden tanımlanmaya açık bir ‘zifiri karanlık’ hali. ‘Ben haklıyım, ben en mağdurum, ben neler çekiyorum, şimdi sıra sizde’ cümleleri de cabası... Bu yüzyıldaki ‘serbest’ delilik, Antik Çağ’dan ta buraya ışık ve karanlığın takip ettiği yolda, hem olumlu hem de olumsuz anlamda aklın ışığının geçirdiği tüm evrelerde, insana umut veren gölgenin, artık ‘ben yaptım oldu’ noktasındaki haline denk düşüyor. Ancak burada gölge mi suçludur sorusu elbette çok önemli... Toplum şeffaflaştıkça (kısaca daha aydınlanacağımızı düşündükçe) gerçeğin de daha netleşeceği yolundaki hayallerimizin ağaca çıkması, aklın karşısındaki bütün yolları da aynı ölçüde etkiledi. Kısacası artık hakikat dediğimiz ‘şeyin’ karneye bağlanması, bütün ‘zeminlerin’ varlığını da yerle bir etti.
Peki deliliğe de bel bağlayamayacaksak ne yapacağız?
Aynı durumda ben olsaydım ne yapardım sorusuyla başlayabileceğimiz o vicdanı arayacağız elbette.
Elbette adaleti de!