Şampiy10
Magazin
Gündem

Şirin Tekeli için

Sevgi Uçan Çubukçu’nun T24’teki Şirin Tekeli yazısına ithafen.

‘Sevgi’nin yazısını gördün mü?’ diye soruyor ortak arkadaşımız Berna.

‘Gördüm ama henüz okuyamadım’ diyorum. Sonra o ortak bir geçmişin, Beyazıt’ın, 80’li yılların üzerimizdeki etkisini hatırlayarak ağır ağır, birçok şeyi yeniden düşünerek üniversiteli bir öğrenci heyecanıyla okuyorum Sevgi’nin yazısını.

O acelacele geçen yılların içersinden bakıldığında, 80’li yılların çiçeği burnunda insanları olarak Türkiye’deki kadın hareketinin aktifliğinden, feminizmin işaret ettiği özgürlük duygusundan büyülenmemek mümkün değildi. Çınaraltı’nın karbonatlı çaylarının tepsilerle gidip geldiği, öğrenci kimliğini darmaduman eden bir darbenin o dev çınarın gölgesine karıştığı zamanlarda hemen hepimizin içini ferahlatan bir vaatti Türkiye’deki bu yeni dalga. Ve çok gerçekti. Bugün bizleri hâlâ bu konularda yazdıracak, mücadele gücünü kamçılayacak biçimde gerçek...

Bu gerçeğin en önemli mimarlarından biriydi Şirin Tekeli. Ardında sayısız kitap, dost ve umut bırakarak gitti. Tam da bu yüzden buna ‘gitmek’ denilir mi, emin değilim...

Uzun yıllar sonra onunla tanışma ve konuşma fırsatını yakaladığımda, onca kitabın, birikimin, donanımın, başarının, çabanın ve eylemin arkasındaki bu kadının güleç, alçakgönüllü ve samimi yüzü beni hem şaşırtmış hem de çok mutlu etmişti. Yanlış hatırlamıyorsam Amargi ve PEN Kadın Yazarlar Komitesi’nin ortak bir etkinliğiydi bu. Ve Şirin Hoca, bizleri kırmamış, aramıza katılmış ve o buluşmada kadının yan yana durmasının ne kadar önemli olduğuna dair bir konuşma yapmıştı. Konuşmasını da yüzünde gezinen o samimi bilgelikle bizlere yansıtmış ve bizler ona bir kez daha hayran kalmıştık. Bu tarih 2007 olmalı... Oldukça eski. Onu kaybettiğimiz haberini aldığım zamansa, gözlerindeki ışıltıyı ve zaman tanımazlığı hatırladım hemen. ‘Sanki dün gibi’ diyerek.

Sevgi ise onunla son buluşmalarını aktarmış yazısında. 2016 Şubat’ında Kadın Eserleri Kütüphanesi Olağan Genel Kurul Toplantısı’na ta Bodrum’dan kalkıp gelmiş Şirin Tekeli. Yani Sevgi’nin on gün önce, İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları ve Araştırmaları Merkez Müdürlüğü görevinden alındığı sıralar... Şirin Hoca onu görür görmez, durumdan haberdar, ona sarılmış ve gülümseyen bir ifadeyle, ‘Çok gurur duyduğumu bilmeni istiyorum’ demiş Sevgi’ye. Hemen belirtelim 80’li yıllarda YÖK’ün merkeziyetçi ve tırpanlayıcı tavrına hayır demiş akademisyenlerden de biriydi Şirin Tekeli. Bilimin, sadece ve sadece özgür bir ortamda yapılabileceğine inanan gerçek bir akademisyen.

Onu bugüne kadar tanıma, okuma fırsatını yakalayamayanlar için ‘1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar’ derlemesini bir başlangıç olarak önerebilirim. Dürüst bir siyasetbilimcinin bugün yaşadığımız kadınlararası kutuplaşmanın nerelerden beslendiğini bize nasıl da gösterdiğini göreceksiniz. Ta o günlerden bugüne ne değişti sorusunu sormanız da çok mümkün olacaktır. Bugün hâlâ aşamadığımız sorunlara onunla birlikte bakmak, o sorunları aşabilmiş olsaydık bugün nerelerde olabilirdik hayali de cabası...

Yazının devamı...

Mektuplar

‘Boş yüceliklerin en devasasının devlet olduğu öğrenildi.’

Dilimizin en yetkin yazarlarından biri olan sevgili meslektaşım Behçet Çelik ‘Kaldığımız Yer’ adlı kitabındaki bir öyküde (Alavüsata) bir mektuptan bahseder bize. Zamanında komünistlikten içeriye düşmüş bir yüzbaşının üç aylık bir mahpus öyküsünden yola çıkarak iki buçuk yıldır içerdeki genç bir insana yazdığı bir mektuptur bu. Dünden bugüne, neredeyse Vüs’at O. Bener’den şimdiki zamana bir mektup!

‘Anlam aramanın, anlam bulduğunu sanmanın en çok yanılgı ya da avuntu olduğunu her geçen anda daha derinden duyup anlayarak sürdüğüm bir ömrün ardından’ diyerek yazılmaya başlar satırlar.

Mektupçumuz (ona böyle demek istedim) on iki yıl süren levazım subaylığının ardından bürokraside dirsek çürütmüş, istatistik çeteleleri tutmuş, ardından avukatlıkta karar kırmış hayat vurgunu biridir.

Bu vurgun hali devam ederken, mahkemeleri bir müsamere olarak görür, onlara ‘temsil’ der. Sadece üç aylık mahkeme sürecinden sonra çıktığı duruşma için de ifade etmez bunu. ‘Yıllarca avukatlık yaptım, ordudan ayrıldıktan sonra, çıktığım her duruşmada bu kanaatim perçinlendi. Yargılama dedikleri bir müsamere’ demekte ısrarcıdır.

Kendini ele verenle yıllar sonra Ankara’da bir meyhanede karşılaşırlar. O anı yıllarca belleğinde özel bir hanede tutmuştur bizim mektupçu. Tutmuştur tutmasına ama zaman denilen engebeli arazi, beklentilerini savurmuş, yıllara yayılan rüzgarlar öfke ve kinini törpülemiştir. Hesaplaşma dediği ise, o kişiyle karşılaştığı bu anda eriyip gitmiş, içler acısı bir buluşmaya temas etmiş, karşısındakinin ‘zavallılığı’, ortak ‘zavallılıklarına’ dönüşen bir buruklukla meyhanenin sergüzeştliğine hakim olmuştur.

‘Geçmişte kalmış acıların hayaletleriyle boğuşmak, yaşanırken bitmez sandığın sıkıntıların kâbuslarıyla didişip durmak yerine, onları yaşandıkları anda bırakma cesaretini gösterdiğinden eminim -ben de yapabilseydim bunu, bir şeyler değişir miydi?’ diye sorar mektupçumuz. Hayatın engebeli yolları arasında kaybettiklerini bulma çabasını hissettirir, hatta yazmanın en temel kanunlarından biri olanı da itiraf eder: ‘Sana mı kendime mi bir şeyler söylemeye çalışıyorum?’

Yine de şundan emindir -kendisi için geç kalmış olsa da:

‘Canım kızım, yaşamasızlığın tek çaresi yaşamak oysa, ötesi yok. Yaşamana bak. Seni yaşamasızlığa mahkum etmeye çalışanlara inat, koru muannitliğini yaşamada.’

Ve bir şey daha (ki bu yaşanmamışlıklara, yok sayılmışlıklara dair olan yüzleşmelerin en önemlisidir):

‘Senin gibi olmayanların ateşlerine, acılarına uzattığın elin, canım gülüşüne sinmiş bitimsiz umudun yalnızca yaşayanlara, yanında yörendekilere, dokunduklarına değil, ölmüş gitmiş olanlara da ışık tuttuğunu asla aklından çıkarma.’

Behçet Çelik’in kitaptaki ‘Lori... Lori...’ ve ‘Estağfurullah Asker’ öykülerini de benzer bir tatla okuyacağınıza eminim. Elbette Can’dan geçtiğimiz ay yayımlanan kitabı Yolun Gölgesi’ni de.

Şeffaf olanın sadece ve sadece birer boşluktan ibaret olduğu günümüzde, böylesi ‘mektupların’ karşılığının, edebiyatta yer buluyor olması günümüz edebiyatının bambaşka bir tespite gebe olduğunu haber veriyor bize. Bir şeylerin durmadığının, durmayacağının, durdurulamayacağının.

Kılıçdaroğlu’nu adalet yürüyüşünden ötürü içtenlikle tebrik ediyorum. Aradığımız muhalefet budur Sayın Genel Başkan. Yollar... Yürümekle aşınır; ve neler neler aşılır.

Yazının devamı...

Haydarpaşa’dan düşünceye bakmak

Haydarpaşa Kitap Fuarı’nda 10 Haziran Cumartesi günü, gün batımında, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın çağrısıyla toplandık. Haydarpaşa Vapur İskelesi’nin Kadıköy’e bakan cephesinde, tutuklu gazeteci-yazarlar ile açlık grevindeki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için ‘karanlığa doğru’ mumlar yaktık.

Haydarpaşa’nın görkemiyle (ve yakın gelecekteki bilinmeziyle) birlikte yinelenense benzer cümlelerin ruhumuzdaki benzer ağırlıkları oldu.

Gerçekten de durum alarm veriyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün zor bir sınavdan geçtiği bugünlerde yapılması gerekenlerin başında ise bunu kamuoyuna net bir biçimde aktarmak ve durumun vahameti konusunda hangi görüşten olurlarsa olsunlar, vicdan sahibi insanları net bir biçimde bilgilendirmek geliyor.

Dahası, bugün hiçbir şey olmamış gibi yaşayan, yaşananları yok sayan sayısız insanın, gerçekte farkına varması gereken çok önemli bir gerçek var: Düşünce ve ifade özgürlüğü yoksa ‘aslında hiçbirimiz yokuz’. Düşünce ve ifade özgürlüğü yoksa kişisel özgürlüklerimiz de yok. Bu yoksa ilerleme de yok...

Sadece Türkiye Yazarlar Sendikası’(nın değil, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin de bu konuda dikkat çektiği bir husus var. Son ortaya koydukları raporda (Yayınlama Özgürlüğü Raporu, Haziran 2016-Haziran 2017) aktarılanlardan bir bölümünü paylaşmak istiyorum:

Rapora göre 20 Nisan 2017 tarihine kadar hapisteki yazar ve yayıncıların sayısı 34.

Bugüne kadar kapatılan yayınevi sayısı ise 30. Binlerce yayıncı işsiz durumda. Kitap toplatmalar konusunda ülke olarak dünyada sayılı bir yere sahibiz. Öte yandan rapora göre sosyal medya paylaşımlarından 1656 kişi tutuklu durumda; twitter konusundaki yasaklar anlamında da dünya standardını zorluyoruz. Facebook’ta da durum farklı değil. Wikipedia zaten malum.

Rapor, ülkemizin asırlara yayılan makus kaderini bir kez daha hatırlatan, ancak hiçbir biçimde Türkiye’ye yakışmayan sonuçlarla, yaşadıklarımızı çok berrak bir biçimde gözler önüne seriyor. Açık ve net... Yaşananların ve yaşanacakların boyutu ise hemen herkes için farklı olabilir ama değişmeyen bir gerçek var: Hepimiz aynı gemideyiz! Bu yüzden yakın geçmişteki bir olayı da anmak isterim (Bu da raporda yer alıyor): Hatırlayacaksınız, İzmir’de çiftçilik yapan bir çiftin evleri basıldı. Evde bulunan kitap ve dergiler gerekçe gösterilerek ve ‘kaçma şüphesi var’ denilerek çift tutuklandı. Çiftlerden birinin okuma yazma bilmiyor oluşu da durumu değiştirmedi. Köyde yaşayan ve geçimlerini tarımdan sağlayan aile hakkındaki soruşturma 17 yaşındaki kızlarının attığı tweetin ihbar edilmesi ile başlamıştı. Çiftin itirazlar sonucunda serbest bırakılması mümkün oldu ama gelin görün ki soruşturma sürüyor. Böylelikle okuma yazma bilmeyen insanlar için bile kitaptan ötürü tutuklanmak mümkün hale gelebiliyor ülkemizde.... Aynı gemide olmak işte tam da böyle bir şey.

Peki buradan vardığımız yer neresi?

Basın, düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki ‘o yer’ elbette... Haydarpaşa’dan ufka bakıp yutkunduğumuz o yer...

Yazının devamı...

Yolculuklar teşekkürler

Dana Al Farda’nın ‘The Beginning’ parçası, Katar’ın uluslararası havalimanında çalınıyordu. Katar Filarmoni Orkestrası döktürmüştü. Dana Al Farda, parçadan hareketle her yolculuğun bir başlangıç olduğunu belirtiyordu.

***

Her yolculuk bir başlangıçtır.

Peki. Öyle olsun.

Yine metrodayım. İçimde çalınan müzikse Tokat Yolları Taşlı, Erkan Oğur’un perdesiz gitarından. Bu topraklarda ‘bitmeyeni’ anlatıyor. Cepheye gidişi.

Genç liseli çocuk, elinde bir teşekkür belgesi ile yanımda oturuyor. Ona bir şeyler söyleyesim var. Sadece, gülerek, başımı sallamakla yetiniyorum. Teşekkür ederim diyerek o da bana başını sallıyor. Aramızdaki bu sessiz merhaba orada kalıyor. Devamı ise hayat dediğimiz diğer duraklara. O büyüyecek, ben yaşlanacağım. Dünya ise yalanlarla bezeli hep o aynı kavanoz dipli dünya olarak kalacak.

Yaz mı sonbahar mı belli olmayan, buruşuk, isli bir gündeyiz. Oğlanın karnesine eklenmiş teşekkür belgesinin, dışardaki sonbahardan bozma güne ve o günün nedeni olan isli buluta takılmış hali de bu. 15, bilemedin 16 yaşında olmalı. Şimdiye kadar eğitim sistemimizde atlattığı badireleri düşünüyorum. Ve daha atlatacaklarını. Karşısına çıkacak sınav sorularını. Ah bir tane daha yapsan genç adam bilmem nereye atardın kapağı!

Sonra debeleneceği hayat sınavlarını düşünüyorum. Atamayacağı kapakları, kapaklanacağı eşikleri, o eşikleri geçerken, geçemezken yaşayacaklarını... Ama nasıl başladık? Her yolculuk bir başlangıçtır diyerek. Başlarsın ve gidersin, diyerek. Gidersin evet. Arada eline teşekkür belgeleri de verirler. Çok başarılısın, tebrik ederiz diyerek.

Teşekkür ederiz genç adam! Yeni bir sayfa anlamına gelen bu belgeyi iyi sakla, aman, iyi kullan.

Yarınki üniversite sınavında işine yarar mı bilemem.

Ertesi günkü hayat seçimlerinde.

Sandık seçimlerinde.

Vicdani seçimlerde.

Sen bana bakma yeni sayfaları yine de iyi kullan.

Teşekkür ki ne teşekkür! As odanın duvarlarına as. As her yeri kaplasın belgelerin, diploman.

Teşekkür ederiz sana, başarılarına; gelecek günlerde, bir hiç uğruna, uykusuz, bitap, yaralı, bizi koruyacaksın unutma.

Nerede mi?

İsli, puslu bir bulutun altında. Orada burada. Tozda, çukurda, havada, karada. Geçmişte, şimdide ve gelecekte.

Teşekkür ederiz sana. Çok teşekkür ederiz.

Teşekkürlü karnen sana ve ulusumuza hayırlı uğurlu olsun evlat. Yeni eşikler, yeni bilinmezler, o bilinmezlerin içindeki oyunlar için...

Varlığın için çok teşekkür ederiz sana genç adam.

Hey on beşli on beşli!

Temennimiz: Bu yolculukta ‘sonsuz’ başarılarının devam etmesi...

Yazının devamı...

Gelecek günler

‘Gelecek nesillere iyi bir çevre bırakmak için tabiatın maruz kalabileceği her türlü önlemi mutlaka almak zorundayız. Ekolojik dengenin korunması adına bitki ve hayvan türlerini koruyup, çoğaltmak mecburiyetindeyiz, vb.’

Bir şehrimizin valisi.

***

Bugün Dünya Çevre Günü. Söz konusu olansa geleceğimiz. Daha da net söylemek gerekirse çocuklarımızın geleceği. Aslında, sözlerin tutulmayacağı, buna karşın büyük büyük lafların edildiği gün de diyebiliriz buna. Yukarıdaki örnekteki gibi yani: Çocuklarımızın geleceği, ekolojik denge, efendim soyu tükenecek olan hayvan türleri vb. Bir de fotoğraflar çekilsin, tamam. (İklim değişikliğinin bir aldatmaca olduğunu söyleyen ABD Başkanı içinse söyleyecek sözüm yok elbette.)

Ama şu soruları ve benzerlerini sorduğunuz zaman tepki toplarsınız:

Peki ya zeytin ağaçları?

Peki ya 3. köprü için kesilen ağaçlar?

Peki ya nükleer santraller?

Peki ya savaş için alınan savaş uçakları? O savaş uçaklarından toprağa dökülen ve bitki örtüsünü yüzyıllarca kısırlaştıracak olan lav tohumları?

Peki ya atmosfere salınan gaz? Bundan sorumlu olan şu 55 ülke?

Peki... Küresel bir iklim felaketi gerçeğiyle burun buruna olduğumuzu biliyor musunuz?

Dedim ya bu yaman bir çelişkidir. Siyasetle hakikat arasındaki yaman bir çelişki. Düzelir mi? Umarım dünya dümdüz olmadan düzelir... En son tanık olduğumuz Londra saldırıları, dünyadaki adaletsizlik ve eşitsizliğin, ne ekersen onu biçersin mantıksızlığının açtığı yaraların bitmeyeceği, dünya barışına dair öngörünün gerçekleşemeyeceği yolunda bir kez daha bizi uyarıyor. Şiddetin şiddetle, aptallığın aptallıkla, budalalığın budalalıkla çözülemeyeceği gerçeğinin altını bir kez daha çiziyor. Böyle olduğunda da iklim değişikliğinin bir aldatmaca olduğunu söyleyen tarihi yanılgıların nesnesi olmaya devam edeceğe benziyoruz. İklim değişikliğinin bir aldatmaca, terörün bir kader, cehaletinse coğrafi bir yazgı olarak yaşanacağı (ve buna inandırılmaya devam ettiğimiz) zamanların nesneleri olarak daha çok acı çekeceğe benziyoruz ...

***

Ama... Umutsuz bitirmeyelim bu yazıyı.

Gençler var... Gençlerin umutlarının sahiciliği var ya, işte bu her şeye değiyor.

Futbol sahasını bomboş gördüğüm zaman futbol delisi Ayaz’ın yanına gidip neden maç yapmadıklarını soruyorum. ‘Sahamızda karınca yuvaları var baksana!’ diyor. ‘Orada şimdi futbol oynarsak karıncalara ayıp olmaz mı?’

Bu yüzden ben de bu yazıyı, ‘Sadece Dünya Çevre Günü’nü değil, hemen her günü karıncayı dahi incitmeyecek bir dünya görüşüyle kucaklayacağımız gelecek güzel günlere’ diyerek bitiriyorum.

Yazının devamı...

Haydarpaşa Garı’nda kitap sevdası

İstanbul Kadıköy’ün en alımlı yapılarından biri olan Haydarpaşa Garı, bünyesine çok yakışan bir olaya bir kez daha tanıklık ediyor. 9. Kitap Günleri, bu sene onur konuğu olan Füruzan’la, yaza merhaba dediğimiz bu zaman diliminde 3-11 Haziran tarihleri arasında sayısız yazarı ve Türkiye’nin önde gelen yayınevlerini Gar’a taşıyor.

Kadıköy Belediyesi Başkanı Aykurt Nuhoğlu’nun kitap okuyan billboardlarını gördüğümüz zaman billboardların gerçek işlevinin böylesi mesajlar için ne kadar anlamlı olduğunu düşünüyoruz. (Biz kim miyiz? Haydarpaşa aşıkları, kitap aşıkları, çevre dostları, bu kentin eşsiz tarihi dokusuna aşık olanlar vb.)

Araştırmacı mimar Arif Atılgan’ın kaleminden okuduğumuzdaysa, Haydarpaşa Garı ve çevresi, sadece Kadıköy’ün değil, İstanbul’un, hatta Türkiye’nin geçirdiği evreleri anlatan devasa bir anlatıya dönüşüyor. Kent hafızası dediğimiz şeyin en önemli yapı taşlarından biri olan Haydarpaşa Garı hemen hepimizin anılarının buluştuğu bir yer. Bu yüzden de onun üzerine titrememiz gerekiyor. Bunun karşılığı ‘ev’ ise, evimiz gibi bakmalıyız ona!

Ev deyince...

Yine Arif Atılgan’ın notlarına dönmek istiyorum burada: 1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar 20 yıldan fazla Haydarpaşa Gar binasındaki lojmanda büyümüş olan Ülfet Taylı, Atılgan’a bir dosya göndermiş. Ülfet Taylı, o zamanlarda Cer Servis Müdürü Makine Mühendisi Mustafa Taylı’nın kızı olarak uzun yıllar yaşamış Gar’da.

Hatta Ülfet Taylı iç mimarlık okuduğu zamanlardaki bir anısını da paylaşmış. Okuldaki hocası ‘evinizin planını çizin’ diyerek bir ev ödevi vermiş. Taylı da, Haydarpaşa Garı’ndaki lojmanlarını çizmiş. Hocası onun ödevine baktığında ‘Bu kadar kalın duvar olur mu?’ diyerek azarlamış onu ve projeyi bir kenara atmış. Sonradan Ülfet Taylı Haydarpaşa Garı’nda yaşadığını söyleyince hocası çok şaşırmış, gülmüş, özür dilemiş ondan.

Bugün bana evini anlatan bir kent çiz deseler, tüm beceriksizliğime rağmen ben de Haydarpaşa Garı’nı çizmeye çabalardım... Ülfet Taylı gibi şanslı ve çizgisi kuvvetli biri olmadığımdan bir sürü yanlış yapardım herhalde. Ama bunun bir yerden sonra ne önemi var? Hepimizin bir parçası orada kilitlenmiş... Öyle değil mi? Zihnimdeki hatıralar arasında Haydarpaşa-Pendik hattındaki elektrikli trenlere biner çocukluğuma ve hayallere takılır, ağır ağır (burası önemli ve elbette hızlı trene nazlı bir tenkit) uçar giderdim.

Unutmadan: Bu seneki Kitap Günleri’nde ‘Yayıncılık Onur Ödülü’ Turhan Günay’a verilecek. 25 yıldır Cumhuriyet Kitap Eki’nin yayın yönetmenliğini sürdüren Günay, unutanlar için hatırlatmakta fayda var, tam yedi aydır cezaevinde...

Yazının devamı...

Panoptik

Bankacı bir adamla tanışır kadın. Her şey güzeldir ilk başta. Sözlerin tükendiği bir dönemeçten geçerlerken bankacı adam, kadının gözlerinin içine bakarak der ki, ‘bilmem ne bankasındaki hesabınızı takip ettim, hayli yüklü bir paranız var, valla zenginsiniz siz, bunu bizim bankaya şu kadar yüzdeyle vadeli yatırmaya ne dersiniz? O zaman yeni aldığınız evin taksitlerini de daha rahat öder, küçük kızınızın okul taksitleri konusunda boşanmış kocanızın darboğazdaki haline muhtaç kalmazsınız! ’

Konuşmanın nereye varabileceğini az çok tahmin edersiniz... Panoptik çağın getirdiği tuhaf ilişkilerden sadece birisidir bu enstantane. En zararsız gibi gözükeni!

***

Yaşadığımız zamanı, kısacası kontrol toplumu haline gelişimizi özetleyen bir sözcüktür panoptik. Yukarda verdiğim örneğin (yaşanmış bir örnek bu) ötesinde, iktidar biçimlerinin 21. yüzyıldaki gözle görülmeyen bakışının adıdır. Ve çok, çok daha ötesi...

Çok çok daha ötesi derken... Elimdeki kitapta bu konuda yazılmış pek hoş bir bölüm var. Kitabın adı ise Şeffaflık Toplumu. Güney Koreli yazar ve kuramcı Byung-Chul Han tarafından yazılmış olan bu ince ve zorlu metin, dilimize Haluk Barışcan tarafından aktarılmış. Yayınevi ise Metis. Çağımızı bir kod çağı haline dönüştüren hemen hemen ne varsa, bunun karşılığını teorik olarak bu ince kitapta bulmanız mümkün. Kısacası ‘şeffaf toplum’ başlığı altında gözetlemenin sınırlarının kaldırılması ve yeni tahakküm halleriyle ilgili durumları.

Gelelim panoptik konusuna.

1978 yılında ünlü Fransız düşünür Jean Baudrillard, henüz dijital ağla tanışmayan dünyamıza bakarak ‘panoptikonun sonunu yaşamaktayız’ diye yazmıştı. Ünlü düşünürün referansı televizyondu ve elbette haklıydı. Ancak dijital çağ dediğimiz çağımız, Byung-Chul Han’ın tabiriyle ‘şu an panoptikonun sonunu değil, tümüyle yeni, perspektifsiz bir panoptikonun başlangıcını yaşayan’ bir çağ. Artık tek bir merkez yok. Tek bir iktidar yok. O yüzden de perspektifsiz... Yani çok daha başa çıkılamaz halde. Kısacası merkez-çevre ayrımı tümden yok olmuş durumda. Dolayısıyla insan her yandan, her açıdan, herkes tarafından izlenebilir konumda. Bu izlenme ise bazı noktalarda ‘verimli’ olduğu kadar tehdit edici bir başka ‘durumu’ ortaya koyuyor. Her yer gözlem altında. Kameralar her yerde. Ancak iş bununla da bitmiyor.

Byung-Chul Han, ‘günümüzde yer kürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor’ diyor. Artık onun dışında kalan kimse yok. ‘Bir topyekunluk söz konusu. İçerisini dışardan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanı olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar.’

Dahasını da söylüyor Güney Koreli kuramcı yazarımız:

‘Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bunuyorlar.’

Peki neden bu gönüllülük sorusu ise, bu yüzyılın temel sorularından biri olacağa benziyor. Dahası da var. Şeffaflığın insanı ‘camlaştırdığı’ bir süreçten geçerken yeni şiddet biçimleriyle karşılaşacağız. Bu besbelli. Bunlara hazırlıklı olmak lazım.

Yazının devamı...

Türkiye hikâyelerini anlatıyor

Yeni bir kitap var elimde. Can Yayınevi’nden çıkan bu seçki Açık Radyo ile Boğaziçi Üniversitesi Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi işbirliği sonucu okurla buluştu. 2015’te Açık Radyo aracılığıyla herkesi kendi hikâyesini anlatmaya davet eden çağrılar sonucunda toplanan hikâyeler, seçici kurul tarafından değerlendirildi ve süreç başladı. Güven Güzeldere, Murat Gülsoy, Ömer Madra ve İlksen Mavituna’dan oluşan seçici kurulun basılmaya değer bulduğu metinler yazar ve akademisyenlerden oluşan bir editör topluluğuna devredildi ve yazılar, 500 sayfalık bir kitapta buluştu. Kitap, Türkiye’nin 2000’li yıllarını, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ biçiminde aktarırken, Açık Radyo’nun kuruluşunun 20. yaşına da bir selam gönderiyor sanki!

Paul Auster’ın Babamın Tanrı Olduğunu Sandım kitabında derlediği ABD’nin her yerinden yazılıp gönderilen yaşam hikâyelerini radyoda seslendirmesinden esinlenerek ortaya çıkan bu kitap, Türkiye’nin şimdiki zamanının öznel sesi biçiminde de okunabilir.

Bu arada seçilen 102 yazarın 116 öyküsünün de Açık Radyo’da seslendirildiğini not düşelim. Aile, Aşk ve Delilik, Yoksulluk, Toplumsal ve Kültürel Kimlik, Hayvanlar, Köy ve Taşra, Ölüm, Şehir Hayatı, Toplumsal ve Siyasal Olaylar, Yardımlaşma ve Dostluk gibi başlıklar altında toplanan bu öyküleri seveceksiniz. Zira Türkiye’nin farklı sesleri var bu öykülerde, bizi bize anlatan...

Kitap, Cuma günü, Nâzım Hikmet’in 54. ölüm yıldönümü vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nde tanıtılacak.

Ben de bu ‘vesileyle’ size, tadımlık olarak, kitaptaki bir öyküden bahsetmek istiyorum.

Öykünün adı: Ölü Bir Öğretmenin Kısa ve Sıradan Hikâyesi. Dilek Karaaslan tarafından yazılmış ve Deniz Altınay tarafından yayına hazırlanmış. Bu topraklardaki idealist öğretmenlere, işine tutkuyla bağlı gencecik insanlara reva görülen buruk bir öyküyü anlatıyor. Küçük bir kızın gözünden, 5 Temmuz 1980’e dönüyoruz.

‘Her gün onlarca gencin ağacından kopan meyveler gibi düşüp kanlarıyla, acılı ana babalarının ise gözyaşlarıyla suladıkları bu topraklar, bu coğrafya, ülkenin, okulların durumu’ küçük kızın babasını, ailesiyle birlikte Konya Ereğlisi’nden Eskişehir’e göç etmek zorunda bırakmış. Bunun için de kızın Adana’da yatılı olarak okuduğu okulundan belgelerinin alınması gerekiyor. İşte Adana’daki okul müdürü Erol Öğretmen burada karşımıza çıkıyor. ‘İyi niyetli, insancıl, kapısı her daim öğrencilere açık, yeni nesil idealist öğretmenlerden’ biri olarak. Bütün belgeleri küçük kız ve babasına teslim edip onları uğurlarken, hem babanın hem de küçük kızın içine düşenin ne olduğunu ise öykünün sonundaki akşam haberlerinde öğreniyoruz. Yani, gerçek bir öğretmeni ‘daha’ kaybeden Türkiye’nin firelerle dolu hikâyesini. Bugün geleceğimiz yerlerin ipuçlarını taşıyan kaybedişlerin işaretlerinden sadece birisini.

Erol Öğretmen’in kısa ve hüzün dolu hikâyesi, faili meçhullerin bitip tükenmediği ülkemizdeki örneklerden. Ama ne ilk ne de son -ne yazık ki. Ölenlerin öldükleriyle kaldığı, ağırlıklı olarak 80’li yıllardan devraldığımız bu feci gerçek, bugün de hayatlarımıza damgasını vurmaya devam ediyor. Ve elbette öğretmenlerin muhatap bırakıldıkları da...

Bugün iki eğitimcimizin mesleklerine duyduğu saygı ve sevgiyi onurlu bir biçimde kamuoyuna ve sağır kulaklara duyurmaya çalışırken maruz kaldıkları bile, bu gerçeği o ya da bu şekilde hâlâ ‘yaşamakta olduğumuzu’ kanıtlıyor. İki eğitimcimizin açlık grevi 80. güne vurdu. Ve başlarına gelenler, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 21. yüzyıldaki halini bir kez daha düşünmemize yol açıyor.

Tüm bunlara rağmen, umutsuz muyuz? Hayır; çünkü umutsuz olma lüksümüz yok.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.