Şampiy10
Magazin
Gündem

Bütçede tasarruf

‘Filoya alınan bir uçağa ayrılan kaynakla kaç yeni oyun sahneye konulabilir?’

Bağımsız Ankara milletvekili Aylin Nazlıaka’nın, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün bütçesinin azalması nedeniyle yıl sonuna kadar eser sahneleyemeyecek olmasından ötürü sorduğu soru.

***

Caddeler boyu kapanan küçük dükkanlar, yaşadığımız ekonomik krizin en belirgin göstergeleri. Küçük esnaf kan ağlıyor. Anlaşılan bu durum Devlet Opera ve Balesi için de geçerli! Yaşanan büyük ekonomik kriz, tasarruf tedbirleriyle ilgili kararları da gerektiriyor elbette. Öyle ki, artık sahneye yeni eserler konulamayacağı, turnelerin yapılamayacağı, festivallerden oyunların çekileceği ifade ediliyor. La Boheme ve Aida adlı eserler şimdiden programdan çıkarılmış durumda.

Peki.

Kısacası kemer sıkma zamanı....

Kemeri neden sadece belli bir çevre sıkmak durumundadır sorusu da bugünün sorusu olsun o zaman. Eğitim, kültür ve sanat alanında bu kemer sıkılıyor da, neden diğer alanlarda böyle bir uygulamaya gidilmiyor sorusu yani...

Sırası gelmişken bu noktada Aylin Nazlıaka’nın sorularına referandum öncesi pankartlara akıtılan bütçeyi de eklemek isterim. O pankartlara harcanan parayla kaç okulun eksiği tamamlanırdı sorusunu sormayı da. Enkaza dönmüş şehirlerdeki inşaat faaliyetlerine (yeni adıyla proje) ise hiç girmiyorum. Yani, Yağma Hasan’ın Böreği hallerinin hafriyat kamyonu ile delik deşik ettiği ruhlarımıza. Bu ruhları sanatsız bırakmaksa, yapılabilecek en büyük yanlışlardan biri.

Neden mi?

Aida Operası’nın konusuyla açıklamaya çalışayım: Paranın gücüne tapma, kazanma hırsı ve kıskançlığın temel teşkil ettiği ve elbette savaşın, o nemrut savaşın bütün felaketleri çağrıştıran yüzünün sergilendiği bu eseri seyrettiğimizde neyi öğreniriz biliyor musunuz? Hafriyat kamyonlarından ve inşaat (proje!) gürültüsünden öğrenemeyeceğimiz bir şeyi. Hırsın, iktidar tutkusunun, öfke ve kıskançlığın nelere yol açabileceğini ve insana nasıl kötülükler yaptırabileceğini.

Ve sanatın temel işlevselliğinden kaynaklı olarak çok daha ötesini: Böyle olmamamız gerektiğini! Görkemli aryalar eşliğinde yaşamda işlerin böyle yürütülemeyeceğini... Sanatla tütsülenmiş ruhların intikamla işinin olamayacağını...

Çok mu lüks geldi?

Ama bizim zaten çoook lüks hayatlarımız var.

Yazının devamı...

Plase

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kadın Voleybol Takımı’nın ‘sporcular tayt giydi’ gerekçesiyle kapatıldığı öne sürüldü.

Umarım gerekçe bu değildir!

Ve umarım en kısa zamanda bu yanlıştan geri dönülür....

Yetkililer mali nedenlerden ötürü bu işin gerçekleştiğini söyliyedursunlar, o zaman diğer soruyu ne yapacağız? Aynı bünyede Erkek Voleybol Takımı’nın çalışmalarına devam etmesi, bu mali yükümlülüğün neresine denk düşüyor kardeş?

Kafaları karıştıran bu açıklamaları bir yana bırakarak bugünkü yazımı biraz da bu yüzden voleybola ayırdım. Başlığım ise ‘plase’, yani voleyboldaki özel bir terim. Biraz açıklayalım. Bu vuruş biçimleri sert değildir; doğru zamanda, doğru yeri hedef aldığında yüzde yüz başarıdır. Top, filenin yakınında karşı taraftaki defansın boşluğuna bırakıldığında, o yumuşak yere vuruş sesiyle insanda uyandırdığı duygu ise tarifsizdir.

Şimdi biraz hayal gücüne başvuralım. Maçta son set başlamıştır. Oyuncular saat yönünde dönmüştür. Kıran kıran bir maç derler ya öyle bir maç devam etmektedir. Bizim cephedeki kızlardan Leyla, Nazlı’nın topu ona doğru havalandırmasını beklemektedir. Avantajdadırlar ve bu topu çıkarabilirlerse sayı olacaktır. Hadi göreyim sizi kızlar hali budur.

Zaman ve hayal gücü dedik ya; zaman delinesi ve içine akılası bir kavramdır. Orada iki kızın arasındaki top ve topun yükselerek ulaştığı nokta, kısacık bir andır ama aynı zamanda, yani biraz zorlarsak kendimizi, içine asırları da sığdırabileceğimiz o dehlizin de adıdır.

Nedir o derseniz, dikkatle takip etmenizi rica ediyorum:

Top, Nazlı’nın elinden çıktığında, Fatma Aliye Hanım’ın elinde bitmemiş bir roman vardı. Öyle ki, bu romanı kendi adıyla basabilecek bir ortam bile yoktu. Takvimler 19. yüzyılı gösteriyordu. Kadınlar, Osmanlı kadınları, hak ve özgürlükleri için yola revan olmanın zamanının geldiğini biliyordu.

Nazlı’nın elinden ilk top çıktığında, bu Osmanlı kadınları, toplum içindeki hak ve özgürlükleri için çıkardıkları dergilerde, müstear da olsa, bu kazanımların uzun yolunu işaret edecek yazılar yazmaya başlamışlardı bile. Tartıştıkları hemen her konuda, içinde bulundukları toplumu cayır cayır eleştirdiler. Aileyi, eğitim hakkını, yurttaşlık fikrini masayı yatırdılar ve toplumda erkeklerle, onca sansüre rağmen, eşit olma taleplerini dile getirdiler. Derin su...

Ve top havada falsolu falsolu dönerken, cumhuriyet yurdunda, 1930’larda elde edilen haklar, bu derin suyun yarattığı dalgalanmayla buluştu kadınla. Bu topraklarda, Avrupa’nın birçok ülkesinde olmayan bir hak, oy verme hakkı ona sunulduğunda, alıp başını yürüyecek işte o kadındı. Hangi kadın mı? Ortadoğu’nun çilekeş kadınına biçilen rolün üstüne çıkan kadın, okuma yazma bilmeme halinden üniversite kürsülerine çıkacak o kadın, kaderine meydan okuyacak, kendi adını saklamadan yazı yazacak olan o kadın! Milletvekili, öğretmen, mühendis, doktor, ressam olacak, diller öğrenecek o kadın...

Yanlışlar doğruları, doğrular yanlışları götürdü götürmedi, ama bu topraklardaki kadın, eşi benzeri görülmemiş bir şans, ama aynı zamanda hiç de tesadüf olmayan bir arka planla yürümeye başlarken, şunu da biliyordu elbette: Hemen her sefer engellenebilir! Her seferinde durdurulabilir. Her seferinde yeniden başlamak zorunda kalabilir.

İşte bu yüzden, top fileye doğru eğimlendiğinde, kısaca Leyla, Nazlı’nın elinden çıkan topun hızını beyninden kaslarına yürüyen ince bir hesapla dünyalara böldüğünde, yerden yükseldi, yükseldi ve eli topa değdi. Nazlı’nın eli bu temasla haşır neşirken, 1980’li yılların ülkesinde kadınlar mor iğneyle yürüyor ve hukuk karşındaki eşitsizlikleri sorguluyorlardı. Her türlü ayrımcılığa karşıydılar. Ve bu kez bir hukuk devletinde eksik olan ne varsa, tek tek sorgulamaya başladılar. Kadının adı vardı ve hep olacaktı.

Top, Leyla’nın ayası ile tam manasıyla buluştuğunda ve işte o zaman bazı özel şeyler hayata geçti. Nasıl derler, topun defanstaki bir açığa yollanması hasıl oldu. Aşırtma gerçekleşti ve top karşı kıyının zeminine hafifçe dokundu. İnce bir tık sesi.

Sayı!

Bir sonraki sayının ise yaradana sığınılmış bir smaçla olmayacağının hiçbir garantisi yoktu.

Yazının devamı...

İktidardakiler

Montsuzlar, bir öğretmenin kaleminden çıkmış, Türkiye’deki eğitim anlayışını sorgulayan önemli bir kitap. Ömer Açık, Montsuzlar adlı kitabında, eğitim algısını yaratan nedenleri kahramanı Veysel aracılığıyla bizlere sunarken ders çıkarabileceğimiz elzem bir gerçeği dile getiriyor. Yunus Emre Lisesi’nde bir zamanlar öğrenci olan İbrahim’in, yıllar sonra, yine aynı lisede müdür olduğu zaman, kısaca İbrahim’den İbrahim Bey’e terfi ettiğinde nelerin değişebileceğini, başlangıçta her şeyin ne olduğunu, zamanla ne olabileceğini tartışıyor bizlerle.

Değişen nedir sorusu ise, cevap olarak ‘iktidar olmanın sağladığı sarhoş edici, doymak bilmeyen güç’ biçiminde özetlenebilir.

Kitapta öğrencilerin İbrahim Bey’e ve sisteme karşı geliştirdikleri (sistem deyince biraz açalım; okuldaki mont dağıtımı sırasında alfabetik sıralama yüzünden Veysel ve V gibi sona kalan diğer harflerin mağdurlarından Yelda montsuz kalır, bu da başta alfabetik sıralama olmak üzere birçok şeyin sorgulanmasına yol açar, kısaca öğrenciler kazan kaldırır) protesto, zamanla okula yayılır ve özellikle de çok hoşgörülü olduğunu savlayan, öğrencinin yanında ve iyilik timsali olduğunu iddia eden İbrahim Bey’i ‘vayyy bunu bana nasıl yaparsınız alçaklar, utanmıyor musunuz’ biçiminde zıvanadan çıkarır! Veysel’in yazdığı ‘Alfabetik Diktatörlüğe Son’ başlığıyla öğrencilerle ve okul idaresiyle buluşan bildiri, alfabeden yola çıkarak yaşamda konulmuş kuralları sorgulaması anlamında kıymetlidir:

‘Daha dünyaya gelir gelmez, adımız konar konmaz, biz farkında bile olmadan daha, bizi bir yerlerde sıraya sokan mantıksız bir kural var. Hayatımızı düzene koymakla görevlendirilmiş (ama kim görevlendirmiş onu, belli değil) bir sıralama yöntemi. Okula başlamadan ezberlediğimiz ama neden öyle diye asla sormadığımız bir baş belası... Şimdi sormak istediğim şey şu: Bir liste, her şeyden önce, adaletli olmak zorunda değil mi sizce de? Alfabetik sıra, sözüm ona bilinen en eski ve en doğru sıralama yöntemi. Kullanışlı filan. Peki ya adaletli olmak?... Herhangi bir mantıktan yoksun olan bu sistemi her yerde kullanıyoruz. Daha fena olan bir şey var: Neden böyle diye sormuyoruz. Nedenini bilmeden onu doğru saymak ve kullanmak akıllıca mı?’

Yaşamımızda birçok alana uygulanabilecek bu cümleler, suyun başını tutan İbrahim Bey’i ve onun destekçilerini gerçekten delirtiyor. Neden derseniz, ee zaten cevabı biliyorsunuz! İbrahim Bey ve onun gibilerin sorgulamayı sevmemelerinin nedeni, kendi kurdukları iktidarlarına yönelik hemen her şeyi bir tehdit olarak algılamaları. İktidarı insanlar neden bu kadar seviyor sorusu ise bir başka bildiri konusu olabilir ve nicelerini kızdırabilir. Türkiye’de eğitim sistemimizde gördüğümüz, sonrasında yaşamda uyguladığımız da budur. Kendi gölgesinden korkan insanlar haline dönüşmek, şu meşhur ‘acaba fazla mı ileri gittim?’ sorusunun altında ezilenler olmak. Veysel gibilere ise ne olur, onu da çok iyi öğrenmişizdir! Bu arada Veysel’in okul armalı yeni mont düşkünü bir çocuk olduğunu düşünmenizi istemem. Veysel, eskiyi, tutumlu olmayı seven bir çocuk. Sorguladığı ise işlerin niye böyle yürüdüğü, insanların neden hemen her şeyi soru sormadan kabullendiği yönünde. Daha da ilginci inatla adaleti arıyor!

Ömer Açık’ın kitabında işte bu Veysel pes etmiyor. Araştırma inadından vazgeçmeyip İbrahim Bey’in İbrahim günlerinde kaleme aldığı bir protesto metnini açığa çıkarıyor. ‘Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz’ başlığı taşıyan bu bildiri metni, yıllara yenilmemiş ama kendine yenilmiş İbrahim Bey’in bugün geldiği yerin de paradoksal özeti oluyor sanki. Etrafımızın onun gibi insanlarla dolup taştığını bir kez daha hatırlıyoruz bu sayede. Hak aradığını iddia ederek yola çıkanların, içlerindeki firelere yenilerek sonunda nasıl canavarlaştığını, büyük tiranlara dönüştüğünü ve o gücü korumak için nasıl hem de nasıl daha da fazla otoriterleştiklerini...

Bereket İbrahim Bey, kurgu gereği daha insaflı çıkıyor ve sonu, hemen her kulun çok ama çok ders alması gereken Kral Macbeth gibi olmuyor!

(Montsuzlar, Günışığı Kitaplığı, Ömer Açık - Macbeth, Remzi Kitabevi, çev. Bülent Bozkurt, W. Shakespeare)

***

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı yararına 24 Mayıs 2017 Çarşamba günü, saat 13.00-19.00 arasında kütüphane amfisinde Komşu Kapısı Maçka Dayanışma Derneği ‘Kadınlar Matinesi’ mezat grubu işbirliği ve desteği ile gerçekleşecek, giysi, aksesuar, ev objeleri, ev tekstili, küçük ev eşyası, takı, ayakkabı, çanta, eşarp, şapka vb. olmak üzere çeşitli eşyaların yer alacağı mezada gitmeyi unutmayın!

Yazının devamı...

Sevgili öğretmenim

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için

Sizinle bu Anneler Günü sabahında erkenden kalkalım. Dün geceden şekere yatırdığımız çilekleri, şekeri sindirmiş bir halde bulduğumuzda, ağır ateşin kerametini bilen eski ve ‘alaylı’ tenceremizi rafın en arkasından alıp, çilekleri dosdoğru içine koyalım. Duamız zaten belli: Bu, yeni bir çilek masalının da önsözü için bir adım sayılsın!

Tenceremizin hasılatı bol olsun; içine sadece çilekleri değil, üzerimizdeki yükleri, dermansız bildiğimiz dertleri, engebeli topraklara engel teşkil eden bütün umutsuzlukları, vurdumduymazlığı, sağır duymaz uydururluğu, gözyaşlarını, kaçışları, hüznü koyalım.

Bir ülke düşününüz ki ‘az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, arkasına baktığında bi de ne görsün, gittiği yer bir arpa boyu yol imiş’ masalındaki en yorgun kahramanları da koyalım tenceremizin içine. Ama bunun yetmeyeceğini de bilelim: Ve gölgeleri de koyalım tencereye. Bu da yetmesin. Kahramanın üzerinde gezinen kara bulutların, en bedbaht günlerin habercisi ve sorumlusu düşmanları da koyalım. İyi kalpli ama etkisiz yol göstericileri, yorgun ve bitkin akıl hocalarını, ferman dinlemeyen paragöz soytarıları da. Yetmesin. Fettanlığıyla nam salmış kaderi de koyalım içine.

Tencere salınırken, içine koyduğumuz reçelin muhtevası, usul usul dalgalanmalara ve kabarmalara yol açarken, buruşturulmuş kağıtlar gibi köşelere fırlatılmış vicdanlardan, telveli kırık kalplerden, arapsaçına dönmüş beyinlerden yontulma değirmi bir kaşıkla, her şeye rağmen, sıyıra sıyıra alalım fazlalıkları. Sonra onları bırakalım Terkos suyu ve onun gibiler halletsin.

Çilekler utangaç pembeden şarabi renge dönerkense, son taşımlık kaynamada, limon suyunu turp gibi bir ruhla sıkalım içine reçelin. Ama burada bırakmayalım. İlle de iyiliği koyalım içine bu alaşımın. Hoşgörüyü, anlayışı, ve evet sevgiyi de! Ki o buruk tat, ümitle helmelensin.

Ve sonra bekleyelim biraz daha erisin her şey birbirinin içinde, kötüler zerreciğe dönüşsün, pıhtılar açılsın, ön yargılar hücrelere bölünsün. Ağırlaşsın reçel zamanın içinde, koyulaşsın, anlasın. Yavaşladıkça, anlasın. Birbirine karıştıkça, anlasın.

Bu reçel, tadı biraz kekre olsa da, bir sonraki reçeller için bir başlangıç olsun.

***

Sevgili öğretmenim!

Bir Anneler Günü’nde, 67 gündür açsınız. Onurla taşıdığınız mesleğinizin size iade edilmesi için sesinizi duyurmanın sadece böyle mümkün olduğuna inandığınız bir ülkede, kimileri için ekmeğin aslanın ağzında, kimileri için midesinde, kimileri içinse dakikalık manevralarda hasıl olduğu, gerçeklerin küskünlüğünün hüküm sürdüğü bir ülkede, 67 gündür açsınız.

Açlık grevindesiniz. İşiniz için. Onurunuz için.

Sevgili öğretmenim sizinle bu Anneler Günü sabahında erkenden kalkalım. Dün geceden şekere yatırdığımız çilekleri, şekeri sindirmiş bir halde bulduğumuzda, her şeye yeniden umutla bakıyor olalım, olalım, olalım.

Yazının devamı...

Çocukları Kurtaramamak-2

Yani bu kadar mı

Bitti mi şimdi

Elimdeki her şey

Gitti mi şimdi

Sezen Aksu

Küçükçekmece’de, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin operasyonunda 18 yaşındaki bir genç kız öldürüldü.

Dünkü yazımda geçen, pastanede, tesadüfen karşımda oturan kadın, şunu derdi bu cümleye mutlaka: ‘Ee, ama o terörist!’

O zaman sorulacak soru da bellidir. 18 yaşında bir insan neden bu yolun yolcusudur?

Bugünkü yazımın konusu 21. yüzyılda herkes için adaleti savunabilmek...

***

Çark bir kez dönmeye görsün... İlerici olduğu savlanan neoliberal dünyanın en iyimser yaklaşımla ‘ne o?’ diye baktığı yitik insan öyküleri ve bu öykülerin düşünmekle unutmak arasında takip ettiği kısacık yolculuğun arasına sığışan ünlemler (ah ah gibi), dünyamızı giderek, her zamankinden daha çok ırkçı ve çekilmez kılıyor. Bir hafriyat kamyonunun vınnnn diye yanınızdan geçişi gibi bir dünya görüşü bu. Elbette işitebilen için.

Bu cümlelerin bir de gerici popülizm kanadında karşılık bulan anlamları var elbette. Onlar çok daha kıyıcı, öfkeli ve kendine benzemeyeni en baştan yok sayıcı. Irkçılığı ve ortaya saçtığı şiddetle kendini sürekli aklayan bu üslup, nereden bakarsak bakalım, nerede olursak olalım bir helikopter takatakıyla ensemizde boza pişiren bir kıvama sahip. Elbette işitebilen için.

İşitmeyen içinse dünya çok güzel. Dünkü yazımda bahsetmiştim, astrologların dediği de doğru çıkarsa ülkemiz 2020 yılında müthiş bir yere gelecek-miş. Derin televizyon programlarının derin analiz bölümlerinde ya da çok çok derin açık oturum programlarında ifade edildiği üzere 2020 yılını beklememize bile gerek yok. Oralardan aldığı esinle, insanın, yol ortalarındaki ihraç çiçeklerle bezeli çayır çimende yuvarlanası geliyor!

Biraz kafamızı tereddüde sevk eden evlilik programları içinse söyleyecek söz bile bulamıyorum. Devam demek geçiyor içimden, devam Türkiye!

Bir şey daha var elbette. Malum yaz kapıda: Tatil!

Bu noktada, yitik insan öykülerinin hikayesi, kredi kartına 6 ila 12 aya varan taksitlerle tatile çıkmak ve her şeyi unutmak biçiminde daha da hatırlanamaz hale gelebiliyor (kardeşim sen zaten her şeyi o dakka unutuyorsun bunun için tatili bahane etmene gerek yok diyen birisi yok mu? YOK; çünkü yeni dünyamızda paranın hızla dönmesi esas). Üstelik bu tatil reklamlarında yer alan insanların temsil ettiklerini hem düşünerek hem de, evet evet, hiç düşünmeyerek çıkılacak yolculuklarda bonus gibi seçenekler de mümkün... Hemen her şey yeter ki çok çok unutalım, yeter ki derin derin hayatı (sürekli unutmaya programlandığımız hayatı) içimize çekelim, ohhh, soluk alalım diye yahu! (Ben de nankör müyüm neyim!)

Şimdi diyeceksiniz ki hani bugünkü yazının konusu herkes için adaleti savunmaktı? Sen kalkmış tatillerden bahsediyorsun... Bütün bunlardan bahsetmemin nedeni, 21. yüzyılda hepimizi kuşatacak bir adalet arayışının, iki cepheden birini seçerek, yeni kurbanlar yaratma yolunu açmak değil, toplumsal tepkileri akılda tutup, yoksulluğu ve yoksunluğu düşünerek (tekrar tekrar düşünerek) yeni bir vicdan paydası oluşturabileceğimiz bir dünya görüşünü işaret etmek için. Eğer herkes için adalet istiyorsak ‘duymamız’ şart. Daha az unutmamız da, elbette. Ön koşullar bunlar. Kısacası, anahtar bir kez dönmeye görsün...

Aksi takdirde, uçurum büyümesini sürdürecek, yeni düşmanlıklar, yeni savrulmalar, yeni kayıplar, yeni çocuk ölümleri, karşılıklı yeni şiddetler, yeni umursamazlıklar ve yeni unutuşlar bu vurdumduymaz ve toz içindeki günlerin dünyasına damgasını vurmaya devam edecek.

Yazının devamı...

Çocukları kurtaramamak

Şırnak’ın Silopi ilçesinde zırhlı polis panzeri bir eve çarpar. Duvarı yıkar. Ve içeri girer. Yataklarında uyuyan 2 kardeş, orada biter.

2017 Mayıs’ı. Türkiye’de yaşadıklarımız.

Bir ikindi zamanı bir pastanede, kalabalığın tesadüfen bizi aynı masaya bıraktığı bir kadınla karşılıklı çay içiyoruz. Eskiden sosyal demokrasiye inandığını söyleyen kadının, yüzüme bakarken içtenlikle, ‘aaah, çok talihsiz günlerden geçiyoruz ama şükürler olsun ki güzel şeyler de oluyor’ cümlesine biraz yutkunarak da olsa şu cümleyi ekleyebiliyorum:

‘Haklısınız, bütün dünyada otoriter sağ popülizm tavan yapıyor. Bundan daha güzel ne olabilir.’

‘Ah vah etmeyelim’ diyor kadın. ‘İleriye bakalım. Gelecek güzel günlere.’

Geçmişe baktığım zaman gördüklerim, en azından yakın çevremden, kimi öğretmenlerimden gördüğüm ırkçılık karşıtı bir dünya özlemiydi demeye çalışıyorum. Bir asır uzakta gibi gözüken bu yaşam diskurunun kim bilir kaçıncı kez ayaklar altına alındığı bu son olay hayata olan bütün bağlarımı yeniden sorgulatıyor bana gibisinden cümleler kuruyorum.

Söylediklerim kadında, bu sene yaz nasıl da birdenbire geldi şeklinde bir tını yaratıyor. Sonra kendiyle çelişmeyi göze alarak ‘Bu şiddet her zaman vardı’ diyor kadın. İkimizi de rahatlatmak istercesine.

Kadının ‘geçmişte de çocuklar ölmüyor muydu’ sorusuna, ikimizin de çok fena yenildiğini, ikimiz de gayet iyi biliyoruz aslında. Bir ülkenin çocuklarının ölmesinin, açlıktan, yokluktan kıvranmasının bir ‘gelenek’ sayılamayacağını da. Bunun olsa olsa tek bir adının olduğunu da.

Dahası iktidarın her zaman iç ettiklerinin de bir gelenek olamayacağını. Nereden itibaren mi? Çok eskiden itibaren elbette. Şimdi sokak, hastane, üniversite binalarının adlarını değiştirerek pek geleneksel, pek duygusal göründüğümüz günlerden geçerken kısacası; bunun ta oralardan beslendiğini. Adlarla ve lalelerle olacak iş değil, bunun farkındayız, evet. Masadaki komşumla biliyoruz, biliyoruz, ikimiz de. Sonra yapılacak en iyi şeyi yapıp, çaresizce havadan sudan konuşuyoruz. Ünlü astrolog demiş ki 2020’de Türkiye dünyanın en önde gelen ikinci ülkesi olacakmış, vb.

***

Tüm bunlardan azade, bu yeni dünyada ‘geleneği’ ayakta tutma şansımız var mı sorusu ise önemsediğim bir soru olmaya devam ediyor.

Hızla değişen yaşlı yeni dünyamızın gelenekselin hiçbir yanını özlemiyor oluşu ise en temel gerçeklerimizden biri. Dahası da var: Bu yeni dünya en ufak bir zayıflığı kabul etmiyor. Bir sürü şans varmış gibi gözükse de ancak ve ancak ‘hızla’ rekabet edebilenleri (örneğin twitter formu) kendi bağrında büyütmeye izin veriyor. O da çok kısa bir süreliğine. Eskimeye yüz tuttuğunuzda, kısacası ‘geleneksel’ gibi gözükmeye başladığınızda hemen sizi saf dışı bırakıyor. Eskiden ünlü müydünüz? Bittiniz. Bu da bir başka son demek oluyor. Şikayet etmeyeceksiniz, arzulu olacaksınız ve değişme potansiyelini hep görünür kılacaksınız... Artık ‘değişme potansiyelinden’ ne anlıyorsanız...

Bu arada çocuklar ölmüş... Kimin umurunda. Eskiden de böyleydi diye düşünenleri mi ararsınız, en özlü sözü twitter’da saçanları mı, diğerkâmlığı fırsatlarla dolu bir yaşamın sözcüsü olmak olarak sayanı mı, yarına hızla adapte olabileni mi...

O halde gelsin laleler, gitsin panzerler, yaşasın iki dakika sonra unutulacak özlü sözler, yaşasın usulsüzlük.

Yazının devamı...

İçinden geçtiğimiz fetret dönemi

İki günlük İzmir, yine güzel ve umut vericiydi. En önemli gerçek ortadaydı. Kültür yaşamımızın vazgeçilmez geleneklerinden biri haline gelmiş olan TÜYAP’ın organize ettiği kitap fuarları, İzmir’de, yine gençlik aşısı gibiydi. Fuarın önünde uzayıp giden kuyruk, barındırdığı genç nüfus da düşünüldüğünde, gelecek günler için bir ışıktı. Nasıl bir ışıktı sorusu ise uzun uzun tartışmaya açık, hiç kuşku yok ki... Türkiye’nin böylesine savrulduğu bir dönemden geçerken, bu ışığı olumlu ve gelecek günlere dair umut veren bir ışık olarak okumak isteyenlerdenim. Yani vurduğumuz çorak kıyı düşünüldüğünde, bu insanlar kitap okusunlar da ne olursa olsun noktası elzem bir cümle gibi geliyor bana. (Bu insanlar neyi nasıl okuyorlar sorusundan). Zira bu bunalım sürecini atlatabilmemiz için kitapların rehberliğine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Metis’ten çıkan önemli bir kitap var: ‘Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üzerine Uluslararası Bir Tartışma’. İçinde çağdaş, çağı anlamak isteyen nice önemli düşünürün çağa dair, farklı açılardan bakarak dile getirdikleri fikirler insana bambaşka ufuklar sunuyor. Kısaca söylemek gerekirse, kitap, içinde bulunduğumuz mevcut durumu çok daha net görebilmemize yardımcı olmaya aday. Tam da burada New Left Review’un yazarlarından sosyolog Wolfgang Streeck’in yaşadığımız dönemi anarken 20. yüzyıla damga vuranlardan ünlü düşünür Antonio Gramsci’nin dile getirdiği ‘fetret dönemi’ne referans vermesinin tesadüf olmadığını anmak durumundayız. Gerçekten de yaşadığımız süreç, tüm olup bitenleriyle, Türkiye ve dünyada böylesi bir savrulma dönemini işaret ediyor. Yeni bir evreye doğru akıyoruz. Streeck’in aktardığı biçimde yani:

‘Ne beklemeliyiz? Clinton makinesinin Trump’la sökülmesi, Brexit, Holland ve Renzi’nin başarısızlıkları, hepsinin aynı yıl olması neoliberal dönüşüm geçiren kapitalist devlet sistemlerinin krizinde yeni bir evreyi işaret ediyor... Eski düzenin çoktandır dağıldığı ama yenisinin henüz oluşamadığı süresi belirsiz dönem.’

İşte burada Gramsci’nin fetret dönemine işaret ediyor Streeck. Devam edelim:

‘Küreselleşmiş kapitalizmin 2016’da popülist barbarların taarruzuyla dağılan dünyası eski düzendi. Bu dünyanın hükümetleri kapitalizmin küresel gelişmesine eklenme fırsatını kaçırmamak için ulusal demokrasilerini gelecekteki bir küresel demokrasiye ertelemişti. Henüz kurulmakta olan yeni düzenin neye benzeyeceği, fetret döneminden bekleneceği gibi, belirsiz. Yeni düzen ortaya çıkıncaya kadar binbir çeşit patolojik fenomen beklemeliyiz.’

Bu noktada Gramsci’nin fetret döneminden ne anladığını da aktaralım: Alışılagelenin hükümsüzleştiği, her an olağandışı tehlikeli bir şeylerin olabileceği, sürekli bir istikrarsızlığın mümkün olduğu, kısaca ‘hesaplanabilir yapıların yerini beklenmedik olaylar zincirinin aldığı aşırı belirsizlik dönemi... Her şey mümkün ama hiçbir şey sonuç vermiyor. Hele istenen hiçbir şey olmuyor, çünkü neoliberal devrimde toplum gene bir çuval patatese döndü.’

Fetret dönemi insanları olarak, bekliyoruz.

Yazının devamı...

Ani kararlar ani karamsarlıklar

Karamsardı kadın. Geçen gün, saçları tepemizde dolanan bulutlara karışarak ‘gelecek beş yılı düşünebiliyor musun?’ diye sorduğunda bütün ömrümüzün bu tip cümlelerle dolu olduğunu fark ettik ikimiz de. ‘Ben karar verdim’ diye başlayan cümlesini, balla keserek başımı bir sağa bir sola salladım.

Sonra ona bir şeyler anlatmaya çalıştım. Sözüm bittiğinde kendini daha iyi hissediyordu sanki. Öyle ki yaya geçidinde önünde durmayan bir arabanın içindeki adama epey söylendi. Bu da onun gibi birisinin yaşamla yeniden, kısa süreliğine de olsa bir bağ kurduğu anlamına gelebilirdi.

Anlattığım, bir kitaptan öğrendiğim bir öyküydü, dilim döndüğünce sizlerle de paylaşayım:

Yaşlı ve çok yoksul bir adam varmış; etrafındakileri çabuk karar verdikleri için eleştirirmiş. Adam ilginç bir adammış. Hayatının sadeliği yaşadığı toprakların kralını bile kıskandırırmış. Bir gün kral bu adamın sahip olduğu tek tük şeylerden biri olan atını satın almak istemiş. Yoksul adam ise o benim dostum diyerek buna yanaşmamış. Üç-beş gün sonra adamın atı çalınmış. Bunun üzerine etrafındakiler onu tiye almış ve ‘artık hem atın yok hem de beş parasızsın’ demişler. Bunun üzerine yaşlı adam onlara dönmüş ve demiş ki ‘atımın kaybolması bir talihsizlik mi yoksa şans mı bunu henüz bilmiyoruz; çünkü bu olay bir başlangıç, arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.’ Etrafındakiler bunun üzerine yaşlı adamın söylediklerine kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve o da ne! At tıngır mıngır geri gelmiş. Meğer at çalınmamış. Bunu da bir şekilde öğrenmiş yaşlı adam. Atın derdi dağlarmış. Dağlara kaçıp gitmek... At gitmiş gitmesine ama dönerken yanında 15 tane vahşi atla dönmüş adama! Bunun üzerine etrafındakiler yaşlı adama gitmiş ve ondan özür dilemişler. ‘Sen haklıydın, bak başına devlet kuşu kondu’ demişler, ‘artık bir at sürün var.’ Yaşlı adam ‘karar vermek için yine acele ediyorsunuz’ demiş. ‘Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Onun ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz!’

Etrafındakiler bu kez adamla dalga geçmemiş, sadece onu çok saf bulmuşlar. Bir hafta geçmiş geçmemiş, yaşlı adamın vahşi atları terbiye etmeyen çalışan oğlu, attan düşmüş ve bacağını kırmış! Artık evin geçimini sağlayamayacakmış oğul...

Etrafındakiler yine toplanmış yaşlı adamın etrafına ve ‘bir kez daha haklı çıktın’ demişler. ‘Şimdi eskisinden daha fakir ve yoksul olacaksın...’

Yaşlı adam bunun üzerine onlara dönüp ‘siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz’ demiş.

(Öykü böyle uzayıp gidiyor... )

Velhasıl oğlanın ve yaşlı adamın başına bir sürü şey gelmiş. Etrafındakiler ise sürekli olarak karar verip duruyormuş. Yaşlı adamsa her seferinde onlara ‘erken karar vermeyin’ diyormuş.

Öyküden çıkan kıssadan hisse ise acele karar vermemek üzerine kurulu: ‘Acele karar vermeyin, hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının; karar, aklın durması halidir,’ vb. Elbette şu nokta da önemli: Karar verdiniz mi bir nevi durursunuz. Bu zaman zaman iyi olabilir. Oysa yol devam ediyordur... (Bu öyküyü Hürriyet Uğurcan’ın ‘Karakter’ adlı ilginç mi ilginç kitabından öğrendim.)

***

Yol devam ediyor. Karamsarlığa ayıracak zamanımız yok. Bütünü görmeye çalışmak her zaman en sağlıklısı... Lütfen bunu unutmayalım. Diyeceksiniz ki bu da bir karar değil mi? Ben de o zaman diyeceğim ki nihayetinde aklın yaptığı hep budur. Hiç değilse bizlere adım attıracak olanlarını tercih edelim!

Bu arada çağa yönelik ilginç bir dosya bu ayın Varlık dergisinde mevcut. Post-gerçek: Yeni bir kavram, yeni bir dünya... Kaçırmayın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.