Şampiy10
Magazin
Gündem

Bana deyimini söyle...

Deyimler ve Öyküleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun derlediği bir kitap. Bilgi Yayınevi’nden çıkan kitaptaki deyimleri, geçirdikleri evrimi ve bugüne dair düşündürdükleriyle okumak hem eğlenceli hem de öğretici .

Alın size bir örnek :

Çömlek hesabı... Çömlek hesabı, bilim dışına çıkmak, gerçeğe ve mantığa aykırı sonuçların doğması söz konusu durumlar için söylenir. Bu deyimin öyküsü ise Nasreddin Hoca’ya dayanıyormuş. Kitaptakini aynen aktarıyorum :

Nasreddin Hoca ramazanda, zamanı, günü, dünü, bugünü ölçmek için kendisine bir çömlek ve bir yığın taş almış. Her akşam taşlardan bir tanesini çömleğe atar, ramazanın kaçı olduğunu öğrenmek isteyince bu taşları sayarmış. Muzibin biri Hoca’nın bu işini öğrenmiş ve bir gün gizlice çömleğe bir kucak taş boşalttıktan sonra ertesi gün Hoca’ya ‘Hocam’ demiş, ‘acaba bugün ramazanın kaçı? ’

Hoca doğruca gidip çömleği boşaltmış ve içindeki taşları saymış. Bir de ne görsün, tam 1084 taş! ‘Yok’ demiş kendi kendine, ‘bu kadarı da fazla! ’

Gitmiş ona soru sorana :

‘Bugün ramazanın 46’sı!’ demiş.

Adam :

‘Aman hocam! Hiç bir ay 46 gün olur mu?’ deyince şu cevabı almış :

‘Sen gene şükret! Çömlek hesabına kalsaydı, bugün ramazanın 1084’üydü! ’

Bu deyimi bana hatırlatansa elbette son seçim sonuçları... Çömlek seçimi diye bir deyim oluşacaksa, onun da hikayesi yazılmış oldu. Kısacası bir başka deyimle söyleyelim: Atı alan Üsküdar’ı geçti. Tokmakçıoğlu’nun aktardığına göre ise bu deyim, umulanın tersine, iş işten geçti, fırsat kaçtı, olan oldu anlamına geliyor. Öyküsü düşünüldüğünde olumsuz anlamlar yüklü bir deyim. Öyküsünü ise meraklısına bırakalım.

Olan olduysa, peki kim kazandı ?

Onun için de Geçti Bor’un pazarı (sür eşeği Niğde’ye) deyimi ile düşünülebilecek başka bir deyimin öyküsünü paylaşacağım sizlerle :

Arapça’da üzerine açılmış küçük deliklerden, erimiş madeni geçirerek tel durumuna getirmeye yarayan çelik levhaya hadde adı verilir. Dolayısıyla haddeden geçirmek düz anlam olarak erimiş madeni tel yapma işlemi anlamına gelir. Oldukça dikkat gerektiren ve ince bir iş olan haddeden geçirmek zamanla en küçük ayrıntısına kadar yoklamak, incelemek, düşünmek (evet düşünmek, lütfen düşünmek!) anlamında bir deyim olarak kullanılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.

Haddeden geçirmek durumunda olduğumuz, ince eleyip sık dokuyacağımız ne kadar çok şey var! Varsın tozdan dumandan ferman okunmasın, varsın kambur kambur üstüne olsun...

Yazının devamı...

Parçalar

Geçenlerde genç arkadaşlarım beni okuma bayramlarına davet etti. Küçük çam ağaçlı davetiyelerine kurşun kalemle ‘bekliyoruz’ diye yazmışlar. 23 Nisan’a ramak kala okumanın, okuyarak anlamanın, anlayarak kavramanın dünyayı da anlamak demek olduğunu alçak gönüllü bir şölenle kutsadılar, kutsattılar. Umarım hayatın dikenli telleri ayaklarına çok az bulaşır. Bulaşsa da edindikleri bu kutsal alışkanlık sayesinde daha az hasarla atlatırlar önlerine çıkan engelleri. Bu da bugüne dair mesajım olsun! Okuyan, okuduğunu anlayan, anladıkça algıları güçlenen insanlar olsun bugünün çocukları... Ki yarınlarda, geçmişin izinin ağır yükünü değil şimdiki zamanın bereketini konuşabilelim.

***

Edward Norton’un yitik bir karakteri canlandırdığı Geçmişin Gölgesinde (American History), 16 Nisan gecesinden sonra izlediğim ilk filmdi. Kim bilir kaçıncı kez seyrediyorum ama bu sefer daha da ‘keyfine’ vararak takip ettim. Irkçılığın ve faşizmin atardamarı haline gelmiş bir hayatın içinde ölerek yaşayan Derek, babası uyuşturucu satıcısı bir siyah tarafından öldürüldükten sonra neonazilere uzanan bir yolun yolcusu olmuştur. Beklenen nedir? Beklenen, elbette, en kötüsüdür. Ki olur. Bir siyahı öldürür Derek ve kodese tıkılır. Orada ise kendisi gibi neonazi ruhu taşıyanlardan aldığı darbe, onu siyahlara daha yakınlaştırır, gerçeğin çok katmanlı olduğunu anlar ve iyileşir. Dışarı çıktıktan sonra aynı yitik ve ırkçı yolun yolcusu kardeşine ise itiraf niteliğinde şu cümleyi söyler: ‘Öfkemden yoruldum.’

Gerçekten iyileşmiştir Derek.

***

Öfke insanların ve dolayısıyla toplumların dinamik gücü. Ancak şu soruyu çok net hatırlamak gerekiyor: Öfkenin bize yaptırdıkları sonucunda elde ettiklerimiz bizi mutlu ediyor mu? Belki çok kısa bir süreliğine. Öfkenin piri olmuş Derek’in vardığı sonuç etmediği yönünde. Kaldı ki Derek şunun farkına varmış: Öfke ve onunla beslenen nefret öyle bir çukur ki öfkelendikçe daha çok beslemeniz gerekiyor orayı. Daha çok öfke, daha çok nefret, daha çok öfke ve daha çok nefret demek... Peki sonuçta bir şey değişiyor mu? Kaybettikleriniz dışında hemen hemen hiçbir şey. En azından Derek’in bizlere aktardığı bu. Ki haklı. Elbette bu öfkeden nemalanan sayısız ‘ağır abi’ mevcut. Filmdeki ağır abi Venice Beach Neo-Nazi çetesinin lideri. Ama bu lider bozuntusu bu yolun ne ilki ne de sonuncusu... (Ağır abiler deyince cins ayrımcılığı yapmış olmayalım. Bugünkü Fransız seçimlerinde ‘ağır abla’ Le Pen’in ne yapacağını da göreceğiz. Onun nefreti de ‘ağır abi’ babasından mı miras acaba sorusu ise aklımı kurcalamaya devam ediyor!)

***

18 Nisan günü Tarantino filmlerini aratmayacak iki tuhaf gençten adam, Kadıköy’den intikam almak istercesine (arabanın içindeki yüzlerinin halini gördüğüm için böyle bir kanıya kapılmış durumdayım), çarpışan otomobil kıvamında kullandıkları beyaz bir arabanın içindeydiler ve bir o kaldırım bir bu kaldırım gidiyorlardı. Arabanın yayalara çarpmasına ramak kala kurtulan o ‘talihli’ yayalardan biri olarak kendini metronun dehliz merdivenlerine ‘çok şükür’ diye bırakan o kişi ise bendim. Arkamdaki gençten bir oğlanı fark etmeden, ‘delilik parayla değil’ diyen de. Sonra oğlanla gülüştük. Dehliz devam etti ve metronun serabına eriştim, hatta metroya bindim. Metrodaki insanların yüzü hatırlanasıydı. Mutsuzluğun şimdiki zamanda bu kadar aramızda dolaşması doktora tezlerine konu olabilir miydi? Şimdiki zaman ağır bir yeraltı katmanıydı ve hemen hepimizin yüzünde deliksiz bir uyku özlemini çağrıştırıyordu. Kimilerinin öfkesinden çok yorulmuştuk. Öfkenin nefreti, nefretin öfkeyi beslemesinden. Çok çok yorulmuştuk... Kısaca seçimsizlikten. Bunun bizde yarattığı duygu ise ne yazık ki yine öfkeydi...

***

Seçimler deyince... Marquez’in ünlü romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ bir sürü şey anlatır. Anlattıklarından biri de seçimler ve bu seçimlerin nasıl kazanıldığıyla ilgilidir. Kurgudaki bu bölüm, Güney Amerika’nın, oldum olası katmanlara karışan o yüzünü de hatırlatır. Yazımın en başına dönecek olursak, okumayan, okuduğunu anlamayan, anlamadıkça düşünmeyen, düşünmedikçe umursamayan toplumların öfkenin ve nefretin namlusunda gezinenlerce ahlaksızca, sansürle, dalavereyle, zaman zaman da üç kuruşa satın alınan kaderini.

***

Peki bu hep böyle mi gider dersiniz? Umutla, sabırla ve özlemle değişeceği günü ‘bekliyoruz’.

Yazının devamı...

17 Nisan

Hafriyat kamyonları hızla geçmeye devam ediyordu. Arabadaki adam kendini delişmen bir rüzgâr gibi sollayan 34 bir şey bir şey hafriyat kamyonunun hızıyla arabada bir sağa bir sola gitti, debelendi, savruldu. Kendine biraz geldiğinde, hayır, küfür etmedi. Radyodaki tek sesi kapattı. Derin derin nefes aldı. Zihninde beliren bir şiiri, çocukluk günlerinden kalma bir refleksle hafriyat kamyonunun menziline çevirdi:

Hafriyat kamyonları geçiyor toz toprak içinde, sarı benizli

Hafriyat kamyonları, frenleri patlamış

Hafriyat kamyonları en deli...

Bunu duymuş muydu ne, hafriyat kamyonu aynı hızla önüne fırladı adamın arabasının ve orta şeridi boz rengi bir asit yağmuru gibi kaplayıverdi.

Adam zar zor frene basabildi, neyse ki geç kalmamış ve hafriyat kamyonunun çamur dolu tamponuna ramak kala durabilmişti. Dikiz aynasına baktı. Arkadaki arabada da bir şey yoktu. Şaka maka ter içinde kalmıştı. Tam derin bir soluk alacakken dikiz aynasının içinden ona gülümseyen bir hayali, inşaat sektörünün talancılar krallarından biri olan, nicedir görüşmeyi reddettiği özbeöz erkek kardeşini görür gibi oldu. O hayalin ona göz kırparak şunları söylediğini de duydu elbette:

Hafriyat kamyonları geçiyor, sen ey gör bunu en deli;

Güvensiz şeritlerde işsiz gezinen bütün arabalardan daha çok duyarak zemini.

Hafriyat kamyonları geçiyor en sol şeritten

Hızlı, çok hızlı, boşanmış zincirlerinden.

Adamın ‘Ne diyorsun sen?’ demesine kalmadan hayal silinip gitti, orta şerit hafriyat kamyonu her zamanki sol şeridine geçti, hız sınırını eritti, asfaltı gerdi gerdi ve gökdelenlerin bulutlardan vazgeçtiği, bütün kekliklerin bile bile ya da gafil avlandığı ovaya doğru hep birlikte inerlerken orta şeride, en sağ şeride ve derken emniyet şeridine, ardından emniyet şeridinden sağ şeride, oradan ise tereyağından kıl çeker gibi yeniden orta şeride ve en sola akıverdi.

Ova bitmişti; ancak hikaye devam etti. Av alanı ve çevresindeki ağaçların kentteki bilmem kaçıncı AVM’ye ve bilmem neye devredildiği küçük bir yamaca vardıkları sırada hafriyat kamyonunun izini kaybediverdi adam. Tam bir oh diyecekti ki trafik azar azar yavaşladı, yavaşlaya yavaşlaya durdu. Dura dura çekilmez hale geldi. İlerde bir kaza olmuştu ne yazık ki.

Kazayla birlikte yaşam da durdu ve yaklaşık bir saat boyunca hiç kıpırdamadı. Etraftaki binalardan sarkan seçim eskisi afişlere baktı bir müddet adam. Bu afişlere verilen paranın kimin cebinden çıktığını düşünmek istemedi. Bu afişlere verilen parayla kaç insanın karnının doyabileceğini de.

Adam, geride yapacak bir şey bulamadığı için radyoyu açtı. Aynı haberleri aynı tepkisizlikle dinledi. Kendini dinledi. Etrafı dinledi. Sonra karşı şeride baktı, kendi yoluna mahkum ve tutuklu bütün araç sakinleri gibi o şeride imrendi. Karşı şeritteki hafriyat kamyonlarının zamana karşı çalışan hızı, rengi ve umarsızlığı her zamanki gibiydi; insanda kısa süreli bir şaşkınlık ve anlık bir şüphe yaratmaya devam ediyordu.

***

16 Nisan’dan ne sonuç çıkarsa çıksın yolun çok uzun olduğunu düşünenlerdenim. Mucizelere değil uzun vadeli planlara, geniş açıyla görebilmeye, gerçekçi bir umuda, serinkanlılığa, yaratıcılığa ve sakinliğe ihtiyacımız var. Ülkemizi ve dünyayı daha yaşanılası bir hale getirmek istiyorsak.

Yazının devamı...

Eski kitaplar, yeni dünyalar

Bugün size yine bir çocuk kitabından bahsedeceğim. Şu ara çocuk kitaplarına fena sardım. Son yıllarımıza damgasını vuran ‘hakikat sonrası siyaset’te bulamadığım hakikati sakınmadan sunduklarından belki de...

Neyse, Yeşil Parmaklı Tistu eski bir kitap. Öyle ki yazarı MauriceDruon’nun 1967’de yazdığı bir önsözle başlıyor. Harika bir önsöz! Büyüklerin yerleşik düşüncelerle ona anlattığı dünyayı bir türlü kabullenemeyen Tistu, cesareti ve yeteneği ile büyüklerin taktığı at gözlükleri yüzünden bozulan mantıklarını yerle bir ediyor.

Örneğin kendisine düzeni anlatmaya çalışan Bay Trunadis’le aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

‘Bir kent sizin de görebileceğiniz gibi sokaklar, anıtlar, evler ve bu evlerde yaşayan insanlardan oluşur. Sizce bir kentteki en önemli şey nedir?

(Aslında bu soruyu, ta geçen yüzyıldan hepimize ayrı ayrı sorduğunu farz edelim Bay Trunadis’in. 2017’de cevaplarımız neler olurdu bir düşünelim? Polis ekipleri? Gökdelenler? Marmaray? Siren sesleri? Alışveriş merkezleri? Adalet sarayları?)

Tistu’nun buna cevabı ise, daha önceki deneyimlerinden yararlanarak

‘Botanik bahçesi’ oluyor.

Bay Trunadis ise bu cevaba çok içerliyor.

‘Hayır efendim’ diyor. ‘Bir kentteki en önemli şey düzendir. Biz de şimdi düzenin sağlandığı bir yapıyı görmeye gideceğiz.’

(Araya girmeden duramayacağım: Bu yapı, düzenin sağlandığı kent cezaevi! Şu sıralar kim suçlu kim suçsuz karıştırdığımız yer. Suç nedir sorusu da cabası.)

Bana ters ters baktığını hissederek sözü yine Bay Trunadis’e bırakıyorum. Ama o vitesten atmış bir kere!

‘Sayın İplikçi! Sözümü kesip durmayın... Düzen olmadan ne kent ne ülke ne de toplum ayakta durabilir. Düzenden vazgeçilemez. Düzeni korumak için de düzensizliğin cezalandırılması gerekir.’

Düzen nedir?

‘Bay Trunadis haklı olmalı’ diye düşündü Tistu, bir yandan da bana gülümsüyordu. ‘Ama ne diye böyle bağırıyor ki bu adam? Nasıl bir yetişkin bu böyle? Sesi zurna gibi. Düzen yüzünden bu kadar gürültü etmek gerekir mi yani?’

(Dayanamadım, yine söze karıştım: ‘Sevgili Tistu, bir yerlerde bağıran bir büyük mü gördün, bunu sakın kişisel algılama. O aslında kendinde saklı, iyileşemez bir yaraya bağırıp duruyor. Biliyorum sokaktan geçenler size bakıyorlar. Ancak dedim ya bu Bay Trinadis’in sorunu, senin değil.’)

‘Tistu! Dikkatinizi dağıtmayın lütfen. Bu kadını da dinlemeyin. Şimdi söyleyin bakalım neymiş düzen?’ diye sertçe sordu Bay Trunadis.

‘Düzen mi?’ diye mırıldandı Tistu. Çocuk kalbinden farklı farklı şeylerin geçtiği belli oluyordu.

O zaman yutkundum. Hem duygusal hem de ahlak anlamında savrulduğumuz bu kaçınılmaz çöküşü hangi düzen geri getirebilir diye sormak istedim. Öngörülemezliğin yarattığı dizginlenemezliği hangi gerçek tersine çevirebilir? Bu savrulmuşluğu milliyetçi duygularla kontrol altına almaya çalışan hangi düşünce vicdanı ve insanları ve yaşamları gerçekten hesaba katmaktadır? Yaratılan kafa karışıklığının bedelini niçin düşünmek ve soru sormakla meşgul insanlar ödemek durumundadır? Daha iyi bir dünyayı düşlemek, kendini sürekli bir şeylerin mağduru olarak görenlerce neden sürekli olarak arıza çıkarma hali olarak adlandırılmaktadır? Offf.

Soluksuz kaldığımı görünce koluma dokundu Tistu.

‘Mutluysak eğer işte o zaman düzen vardır’ dedi. Ve cezaevi yolunda daha bir sürü soru sordu. Bunlardan biri ise ortalığı karıştırmanın ne olduğu sorusu idi. Karıştırmak fiilini çok farklı algılıyordu Tistu. Örneğin bir şeylere katkı sağlamak, ekleme yapmak, zamanla ve sabırla güzel bir karışım elde etmek gibi...

Günün sonunda ise Bay TrunadisTistu’nun karnesine şunları yazdı:

‘Bu çocuk yakından izlenmeli. Çok fazla soru soruyor.’

(Yeşil Parmaklı Tistu, MauriceDruon, Can Çocuk, çev. Esra Özdoğan)

Yazının devamı...

Çılgın kalabalıklar

‘Aşıklar ve mahpusların kaderi ortaktır, cezaları dolmadan çıkamazlar kapatıldıkları hücreden dışarı. Nereye gitseler dört duvar içinde.’

Murathan Mungan,

Dokuz Anahtarlı Kırk Oda

Çılgın kalabalıkların 21. yüzyılı, terörün soğuk yüzüyle bir kez daha karşılaştı. Stockholm de, bir ikindi zamanında, insan hakları ve özgürlüklerinin güvencesi diye tanımlanan bir ülkenin başkenti olarak, yerkürede, bu acımasız gerçeğe -besbelli gelecek yıllara en net biçimde damgasını vuracak gerçeğe- tanıklık etti. Bu yakın geçmişteki dördüncü araçlı vaka, yaşadığımız zaman diliminin mekânsal anlamda hepimizi tehdit ettiğinin de kanıtı. Evet, tekinsiz yaşamlarımız, despotizmin, düşünce ve ifade özgürlüğü yoksunluklarının, kemer sıkma politikalarının esaretinde hiç bu kadar ‘global’ anlamda ucuzlamamıştı.

Aynı günün sabahında ABD’nin Suriye’ye yapmış olduğu saldırı, kimilerince Esat’a çok ciddi bir ders verme pratiği olarak algılansa da, hiç kuşku yok ki, bu dünyanın kendi halinde yaşadığını düşünen ve Ortadoğu’yu haritada tam olarak şekillendiremeyen insanlarına yeni kamyonlu sürprizler anlamına geliyor, gelecek. Dahası, yeni sağ politikaların (‘dünyanın çöküşünün’ desem daha doğru olacak) göçmen karşıtı, hatta ırkçı tavırlarına yakınlaşan kimilerinin alkış tuttuğu böylesi ‘manevraları’, Türkiye gibi Müslüman menşeli ülkelerin alkışlaması ise en azından şu soruyu sormamı engelleyemiyor: ‘Batı’dan, Batı’nın kendi gibi olmayanlara yönelik tavrından en radikal biçimde intikam aldığını sanan böylesi kamyonlu saldırılarda ölenlerin birçoğunun Müslüman insanlar olduğunu hatırlıyor musunuz?’

Gelecek cevapların üç aşağı beş yukarı ne olduğunu tahmin ederek başka bir konuya geçmek istiyorum ama şunu da söyleyerek:

Biz Ortadoğu’da yaşayan insanları zaten kimsenin tındığı yok... Sığ, gerici, popülist ve aynı oranda otoriter rejimlerin içinde gıkımız çıkmadan yaşamamız ve bunu büyük nimet saymamız beklenilen bir coğrafyada, yıllardır beynimize saplanan ‘kamyonlarla’ devam etmeye çalışıyoruz. Bir gün, aşıklar misali, yer yuvarlağının bu cephesinde cezamızın dolacağını umarak, ‘ya sabır ya selamet’ diye diye...

***

İstanbul’da ilginç bir sergi var. ‘Dünden Bugüne Üniversite Tasfiyeleri’. Sergi, bugünkü halimizi ‘akademik’ boyutta anlamak için ilginç bir süreci karşımıza çıkarıyor.

Dönemler şöyle sıralanmış:

1925-1933 Darülfünun Dönemi

1933-1960 Yılları arası Üniversite

1960 Askeri darbe ve Üniversite-147’ler

12 Mart 1971 Muhtırası ve Üniversite

1980 Askeri darbe ve Üniversite-1402’likler

28 Şubat 1997 Post Modern darbe ve Üniversite

Ve elbette bugün yaşamakta olduklarımız: Bugün OHAL’de Üniversite...

1933’ten bugüne üniversite tasfiyelerini belgeler ve basından derlenen haber, karikatür vb. aktaran Sergi 15 Nisan’a kadar açık. Karşı Sanat Çalışmaları, Beyoğlu, İstanbul.

Yazının devamı...

Çılgın! Gel içeri!

‘Bulutlardan bir kent yapalım ve ismini Hoppala Hop Kenti koyalım.’ Behiç Ak, Gökdelene Giren Bulut.

İyi fikir, diyorum ve bu pufuduk çocuk öyküsünde geçen parlak adı yazımda, biraz kırparak ironik bir biçimde kullanmaya karar veriyorum: Hoppala Hop Diyarı! Vee yüksek binalı, insanı beton katlarla nefessiz bırakan bir Hoppala Hop Diyarı’na (hayır bu kez hüzünle seyrettiğimiz hafriyat alanı ve satılmayan evlerin her koşulda para kazanan görgüsüz müteahhitlerinin Türkiyesi değil, petrol zengini Kuveyt söz konusu) böyle seslenerek, bu diyarda yaşanan bir dramı sizlerle paylaşmak istiyorum.

***

Hoppala Hop Diyarı’ndaki yüksek bir binada yaşanan bir öykü bu. Bir temizlik işçisi kadının hayatla ölüm arasında verdiği mücadelede, ev sahibi kadının onu kurtarmak yerine tercih ettiği yöntem, çağımıza damga vuran ‘değerler’ bakımından çok önemli bir yere sahip.

Ne mi yapıyor Hoppala Hop Diyarı’nın ev sahibesi?

İntihara teşebbüs eden ve ardından bundan vazgeçen Etiyopyalı temizlik işçisini kurtarmak yerine, onun debelenme anını videoya çekiyor. Kadının çığlıklarını duyarak yaptığı çekim sırasında da ‘Çılgın! Gel içeri’ diye son derece ‘empatik ‘ bir imada bulunuyor. Ve 12 saniyelik videoda Etiyopyalı kadın bir süre sonra aşağıya düşüyor. Hoppala Hop Diyarı’nın hoppası ne mi yapıyor? Bu düşüş anını da kaydediyor!

Düşen kadın kurtuluyor bereket. Yaşayacak. Ancak nedense geride biz insanlığa kalanlar can çekişmeye devam ediyor .

Kayda baktığımız zaman, söz konusu can çekişenler bölümünde, kısaca elimizde ne var dersiniz?

21. yüzyıl! Bütün o yüksek binalar arasında gezinen ezeli yoksulluk ve ebedi zenginlik. Bu gidişle hız kazanıp devam edecek olan ezeli yoksulluk ve edebi zenginlik...

Dahası? Kan, tokat, ölüm, sefalet, rezalet, küstahlık, bencillik, yoksulluk, görgüsüzlük, vıcık vıcıklık. Kısaca her şeyin devamlı kaydedilebilirliği ve insana dair olanın aslında bu kayıtlarda hiç ama hiç izine rastlanamayışı. Dehşetle seyrettiğimiz bu sahneden sonra iki cık cık edip hayata devam edişimiz de cabası.

Kayda baktığımız zaman elimizde ne var dersiniz? Like et gülüm like et (beğen gülüm beğen) , namın yürüsün, like et, beğen. Ah çılgın seni ah! Paylaştıkça çoğal bebek! Bu sefalet çekimle yapay ününe ün kat.

Kayda baktığımız zaman elimizde ne var dersiniz?

Unuttuklarımız.

Kızgınlıklarımız.

Unuttuklarımız.

Kızgınlıklarımız.

Unut...

Hoppala Hop Diyarlarının ışıldayan yüzeysel görkemli batak suları ve biz Hoppala Hop Diyarları sakinlerinin bu ışıltılı yüzeysel, sığ sulardaki ‘derin’ vurgun yemişliği.

Yazının devamı...

Başarı

‘Önemli olan çok çalışmak değil, düzenli ve planlı çalışmaktır’ diyen Ahsen Zeynep Kaya, kitap okumaya da vakit ayrılması gerektiğini vurguladı.’

2017 YGS birincisi.

Kitap okumak!

Çalışmayı sadece ders kitapları ve bir yarış olarak gören, gösteren bir sisteme, gençliğin içinden gelen güzel bir cevap. Bir kız çocuğunun YGS gibi belalı bir sınavda göstermiş olduğu bu başarıyı taçlandıransa, hiç kuşku yok ki söz konusu başarının Bingöl’den gelmiş olması.

Peki tam da burada ne yapacağız?

Kaya’yı içtenlikle kutladıktan sonra, sınava bir dakika geç kaldığı ve bu yüzden sınava alınmadığı için intihar eden gencecik bir başka kız çocuğunu hatırlayacağız.

Dahası sınavda yeterince başarı gösteremedi diye hayatı kararan, ilk basamağı aşamadı diye ailesi tarafından hırpalanan gençleri de. Yaşamı ak ve kara, yarışyarışyarış diye diye algılatan bir sistemin gelgitlerini ve hezeyanlarını da elbette.

Başarı nedir sorusuna, yarıştır, daima bu yarışta başta olmaktır ve elbette yarışın en birinci kuralı da daha çok para kazanmaktır, alınacak güzel evler ve sosyetik arabalardır; dahası elde edilecek güçtür; dahası ezberdir, kulluktur fikriyle yaklaşan bir ABC’nin lime lime halini ve sonrasında bu ABC’nin yetiştirdiği, gölgesinden korkan, bilgiyi bir amaç değil bir araç gibi hınzırca kullanan, başkalarını geçmeyi bir hayat felsefesi sanan, komşu, hısım akrabaya bununla poz kesen ve para kazanmayı, üstelik çok para kazanmayı hedeflemiş insan tipini de HATIRLAYACAĞIZ.

***

‘Yahu, başarının ölçütü bunlar değil’ diyerek şimdi bu sonuçları yeniden düşünelim ve başa dönerek Ahsen’in sözünü ettiği kitaplı ve okumalı, planlı programlı bir eğitim sistemini hayal edelim:

YGS sözel sorularının büyük bir bölümü genel hayat bilgisi ile çözülebilecek sorular. Haftada doğru dürüst bir-iki kitap (doğru dürüst özellikle kullandığım bir sıfat burada) okuyan bir çocuğun son senede sınava odaklanmışken bile akıl yürüterek çözebileceği bir mantığa sahip. Eğitim sistemi, ta en başından, çocukları ezberletmek yerine düşünmeye ve akıl yürütmeye yöneltecek, sonuca değil analitik bir sürece odaklanacak planlı bir program takip etse, zaten sorunun en önemli bölümü kendiliğinden çözülmüş olacak. Kitap okumamak kadar, okuduğunu anlamamak gibisinden yaşadığımız Türkiye çapındaki büyük açmaz, konserve saatlik sınavlarda değil (ki çözülmüyor, çözülmesi mümkün değil, kimse kimseyi kandırmasın) okul sıralarında, yıllara ve zamana geniş geniş yayılarak berekete dönüşecek. Okuduğunu anlayan ve düşünmeye başlayan insanlarsa ne matematikten korkacaklar, ne denklemlerden, ne sanattan, ne coğrafyadan ne de geometriden. Gerçek bilginin onlara açacağı ufuktan ürkmeyecekler, yaşamdan ürkmedikleri gibi.

Bu zihniyetle yetişmiş ana ve babalar ise çocukların alt tarafı bir sınava girdiğini bilecek ve hayatı bu gencecik çocuklara zehir etmeyecekler. (İşin aslı sürece odaklı bir eğitim sistemi olsa YGS gibi tuhaf sınavlara bile ihtiyaç kalmayacak...)

Sınavda kapı görevlisi olan ‘görevliler’ ise çayın yanında okudukları kitaplarının cümleleri, o kitaplardaki şiirler akıllarında, çocukları 1 dakika yüzünden sınava almama ayıbını işlemeyecek ve Bekçi Murtaza olmanın gafletini yaşamayacaklar.

Düşünmeyi ve akıl yürütmeyi başarmış insanlardan meydana gelen bir topluluk, yapılmamış binalara dahi asılmış dev mi dev pankartlara bakıp, ‘yahu daha önemli işlerimiz yok mu?’ diye soracak. Ve dahasını da soracak elbette...

Ve dahasını da sorduğu için bugünkü biz, bugünkü biz olmamış olacağız. Bugünkü felçli, hicran dolu hallerde. Yani, sormamız gerekenlerin çok dışında, tali yollarda, düzensiz, plansız, savrulmuş, freni patlamış ‘biz’ hallerinde... Bir sınav yüzünden hayatına kıyan çocukların ülkesinde.

***

İstanbul Film Festivali başlıyor, bu arada.

Yazının devamı...

Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler!

Geçtiğimiz sene bir çocuk kitabı olarak çıktı GoodNightStoriesforRebelGirls (yazarlar: ElenaFavilli ve FrancescaCavallo). Bu kitabın, Deniz Öztok’un çevirisiyle dilimize aktarılması işini ise yayın dünyasındaki yeni yayınevlerimizden biri olan hep kitap üstlendi. Kitabın ilk sayfası ‘dünyanın asi kızlarına’ ithafla bakın nasıl başlıyor:

Daha fazlasını hayal et

Daha fazlasını iste

Daha çok mücadele et

Ve kuşku duyduğun zamanlarda

Unutma:

Sen haklısın.

Dünyaya kafa tutmuş, onu değiştirmiş yüz kadının kısa yaşam öyküleri ile karşımıza bir çocuk kitabı olarak çıkan bu hacimli ‘yeryüzü masalı’, kitaptaki kadınların kız çocuklarına verdikleri mesajlar düşünüldüğünde kaybolmuş, yok sayılan ya da gücü zayıflamış birçok kadına da baş ucu kitabı olmaya aday.

Örneğin Sudanlı süper model AlekWek yeryüzündeki bütün ‘güzellerden’ şunu bilmelerini isterken bu gerçeğin altını bir kez daha çiziyor:

‘Sen güzelsin. Farklı olmanda bir sorun yok, utangaç olmanda da. Çoğunluğa uymak zorunda değilsin.’

Bu sözler, bunları takip eden bir itirafı, bir ilkokul öğrencisi olan CoyMathis’in ‘Ama ben bir erkek çocuk değilim, ben bir kızım’ cümlesini, bir transseksüel kızın yaşama nasıl tutunduğu biçiminde okumamıza da yardımcı oluyor.

Kendine güvenen, özsaygısı gelişmiş bir kız çocuğunun dünyayı tanımak ve onu değiştirmek konusunda cesaretlenmesine yardımcı olacak işaretler ise mesleği uğruna karanlık güçler (?) tarafından öldürülen Rus gazeteci AnnaPolitkovskaya’dan geliyor: ‘Önemli olan bilgidir, sizin onun hakkında ne düşündüğünüz değil.’

Yunanlı matematikçi ve filozof Hypatia ise, yüzlerce yıl öncesinden, Politkovskaya’nın bu sözlerine temel oluşturacak bir biçimde (öyle ya, bilgilenmek için düşünmek gerekiyor) şöyle diyor:

‘Düşünme hakkınıza sahip çıkın, çünkü yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten daha iyidir.’

Yeni Zelandalı kadınların oy hakkı için mücadele hareketinin öncülerinden KateSheppard ise varolmanın yaşamı dönüştürmek olduğuna inanarak önemli bir yolu işaret ediyor:

‘Sizin tek bir oyunuzun o kadar da önemli olmadığını düşünmeyin. Susuzluktan kurumuş toprakları tazeleyen yağmur da tek tek su damlalarından oluşur.’

Olur a hiçbir şey kolay kolay değişmiyorsa bu kez Avustralyalı denizci Jessica Watson’u dinlemek yararlı oluyor: ‘Koşulları değiştiremezsin ama onlarla baş etmenin yolunu değiştirebilirsin.’

Meksikalı aktivist ve siyasetçi EufrosinaCruz ise daha ısrarcı: ‘Bir kadın değişmeye karar verirse, çevresindeki her şey değişir’ diyor.

Bir diğer Meksikalı FridaKahlo ise desenleri aracılığıyla şunları yineliyor: ‘Ayaklar, uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?’

‘Edebiyat erkeklerin işidir’ diye önü kesilmeye çalışılan, ‘kadınsan kadınlığını bil, kadınlık rollerine dön’ denilen İngiliz bir yazar ise bakın ne diyor: ‘Bir melek değilim, ölene kadar da olmayacağım. Ben kendim olacağım.’ Bu sözler ünlü İngiliz yazar CharlotteBronte’ye ait.

Öte yandan günümüze en beter biçimde damgasını vurmaya devam eden ırkçılık içinse ABD’li şarkıcı NinaSimone’ye kulak kabartmakta fayda var. Simone, ırkçılığın siyahları ne kadar incittiğini biliyor ve insanların onun şarkılarından güç almasını istiyordu. ‘Bu tür önyargının en kötü tarafı, kırgın ve öfkeli hissettikçe kendinden şüpheye düşmendir. Belki de yeterince iyi değilimdir diye düşünmeye başlarsın’ derken sadece siyahları değil, aslında bu konumdaki bütün grupları ve elbette bütün kadınları şu ya da bu şekilde incitmek ve yok saymak isteyenlere de meydan okuyordu.

Çinli astronom WangZhenyi ‘kız çocukları da kahraman olabilir’ diyordu. ‘Yaşamda hiçbir şeyden korkulmaz, sadece onu anlamak gerekir’ diyen Polonyalı MarieCurie’yi haklı çıkarırcasına.

Velhasıl bu ‘asi ruhlu’ kitap bütün çocuklara, kadınlara, onlara samimiyetle inananlara hararetle tavsiye edilir. İllüstrasyonlar harika bu arada.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.