Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir sonraki ABD uçuşunda yapacaklarımız

Ürdün Havayolları, ABD’nin laptop yasağını duyunca manifesto niteliğinde bir liste yayımladı. Dayanamadım, bu maddelerle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Ürdün Havayolları’ndaki kader ortağı dostlarımıza verdikleri ilhamdan ötürü teşekkürler.

Şimdi diyelim ki, Atatürk Havalimanı’nda, dış uçuşlar terminalindesiniz. Olası bomba tehlikelerini atlattınız ve pasaporttu, çıkış harcıydı, öttün ötmedin vb. o uzun etabı tamamlayıp uçağın kapısına, hosteslerin size günaydın, iyi günler, hoş geldin beş gittin şeklindeki selamlarına vardınız ve 10-15 saatlik uçuşunuza başlamak hasıl oldu. Hatta uçakla birlikte havalandınız ve sabahın köründen beri uçuş öncesi illet prosedür için karnınızda taşıdığınız o ilk heyecan kendini rehavete ve bulutlara bıraktı. İşte o zaman Ürdün Havayolları’nı ve bilgisayar yasağı manifestosunu düşünmenin farz olduğu zaman dilimine düştünüz demektir. Bu, aynı zamanda, önünüzdeki 10-15 saatlik yolculuğu kazasız belasız nasıl tamamlayacağınızın ilk işaretleri de olabilir. Öyle ya, en azından 10-15 saatin ilk 15 dakikasını bu manifestoyu hatırlayarak geride bırakabilirsiniz! En iyi tahminle geriye kalan 9 saat 45 dakikayı nasıl tamamlayacağınızsa tamamen size kalmış.

Ben derim ki, tam da bu noktada Ürdün Havayolları’nın tembihlerini takip etmek faydalı. (Belki de işime geldiği için!) Evet... 15 maddelik bu manifestoda ilk etapta kitap okumanız öneriliyor! Acaba bu sayede dünya üzerinde, özellikle de Batı nezdindeki az gelişmiş ülkelerde kitap okuma oranları yükselir mi gibisinden çetrefil konulara kafa yormanız da mümkün olabilir.

Diyelim ki bu konuya yeterince kafa patlattınız. Saate bakıyorsunuz. Geçe geçe 2 saat geçmiş. Peki şimdi ne yapacaksınız? Hemen manifestonun ikinci maddesine geçin derim. Müjdeler olsun! Atıştırmanın keyfini çıkarın diyor manifestonun ikinci maddesi. Yiyin! Hatta bu sayede belki ufak bir şekerleme de yapabilirsiniz.

Şaka maka üç saati geride bıraktınız!

Şimdi ne yapmalı? Yanınızdaki yolcuyla laflamanız da takip edilecek maddeler arasında olduğuna göre yapılacak hamle belli. ‘Nerelisin kardeş?’ bu tip buluşmalarda çok elzem bir başlangıç olabilir. Sorun. Hatta içinden misin, dışından mısın diye de sorun. Memleketli çıkmadıysanız işini sorun, eşini, dostunu, çocuklarını sorun, vallahi sorun. Hiç durmayın.

İki-üç saat daha böyle geçtikten sonra ise sırada meditasyon var. Derin nefes alıp verin bakalım. Sonrasında seyredeceğiniz filme yaklaşık bir saat düşündükten sonra karar vermeniz, uçuşun mucizevi yanı hakkında 1 saat 10 dakika kadar düşünmeniz de mümkün.

Buna rağmen hâlâ 3 saatiniz mi var?

Peki... Artık daha ciddi bölümlere geçmemiz gerekiyor.

Aktifleştirdiğiniz ve bizzat uyguladığınız bu detaylardan sonra gelen madde, değil 10-15 saatlik uçuşunuzu, bundan sonraki bütün uçuşlarınızı rahat rahat geçirmenize yardımcı olabilecek bir madde:

YAŞAMIN ANLAMINI DÜŞÜNÜN

Buna rağmen hâlâ 2 saat 15 dakikanız mı var?

Maalesef bundan sonra tekinsiz bir madde geliyor. İlerdeki tüm yaşamınızı işgal edebilecek bir özelliğe sahip:

Yine düşüneceksiniz (eyvahlar olsun). Ancak bu kez yaşamın anlamını değil.

Uçarken yanınıza bilgisayarınızı alamamanızın nedenlerini... Orta yaşlılar için özel not: Bilgisayarın olmadığı ‘o eski güzel günlerinizi’ hatırlamak bile bu maddenin içinize verdiği ağırlığı hafifletemeyecek, benden söylemesi... Olur olmaz bir sürü şeyi hatırlayacaksınız. Böylece uçağın indiğini bile anlamayabilirsiniz.

Bu sinirle gidip ‘başlarım dünya düzeninize’ deyip pasaport memuruna çatmayın ha! Zira onun da size diyebileceği bir sürü şeyi olabilir. (Bu da benim maddem olsun.)

Yazının devamı...

Coğrafyalar

‘Korkunun ve acının coğrafyasında doğdu. Korkunun ve direnişin coğrafyasında yaşadı. Korkunun ve yalnızlığın coğrafyasında öldü. Korku ve coğrafyalar yüzünden öldü.’

Emel Kayın, İyilik ve Kötülük için Mekânlar

***

Lion filmini izledim geçen gün. Dünyanın ‘doğusundaki’ ya da ötelenmiş tüm coğrafyalarındaki kayıp çocukların öyküsünün içinden geçerek anlatılan çok hüzünlü bir öykü. Öyküyü takip ederken, Hindistan özelinde dünyada ne kadar yalnız ve yitik çocuğun olduğunu bir kez daha hatırlıyorsunuz. Özellikle de küçük Saru’nun düştüğü yetimhanede, bir gece vakti, aralarından koparılan kız çocuklarının bir gecelik (ve birçok gecelik) kayboluşlarını izlerken, bir kez daha dünyadaki siyasetçilerin ne kadar boş, hatta bomboş işlerle uğraştıklarını (uğraşmak fiili burada doğru bir fiil mi emin değilim) düşünüyorsunuz.

Ve cennet

Cenneti, o ya da bu şekilde satın alabileceklerini, beyhude uğraşlarla garantileyeceklerini düşünen kimilerine ise, gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan söz konusu filmdeki Avusturalyalı çifti örnek göstermek isterim. Saru’yu ve sonrasında Mentoş’u evlat edinerek bu çocuklara tek bir yaşam değil, yaşamlar sunan bu insanların varlığı bile insanı bambaşka noktalara savuruyor. Nicole Kidman’ın canlandırdığı annenin bu kayıp çocuklara sundukları düşünüldüğünde cennet kimin için ve nerededir sorusu bile saçma kalıyor.

Ancak şu da teslim edilmeli: Lion, gerçek bir yaşam öyküsü olsa bile nihayetinde bir kurgu. Buna rağmen şu soru göz ardı edilmemiş: Her şey bu çocukların evlat edinilmesiyle bitiyor mu? Cevapsa çok net: Hayır, bitmiyor.

Öykü bu noktada çok gerçekçi. Biliyoruz ki insan önüne dikilen her engelle ayrı ayrı boğuşmak durumunda. Çağımızın özü bu. Üstelik, bir engeli aştığınızda, yaşamın gidişatının iplerini tümden ele geçiremiyorsunuz. Bir virajı, hatta sert bir virajı dönmeyi başardığınızda, bir sonraki virajı aynı başarıyla alabileceğinizin hiçbir garantisi yok! Teknoloji insana müthiş bir destek sunuyor ama insanın 21. yüzyılın girdaplarında debelenmesine engel olamıyor.

Küçük Saru, Tazmanya’daki evinde, tam 25 yıl sonra Google Earth yardımıyla, insanın teknolojiyle kurduğu o muhteşem iletişim sayesinde Hindistan’daki evini buluyor ve öz annesine kavuşuyor. Hayatındaki en büyük kilit açılıyor. Ancak ya başka kilitler? Film elbette bunlardan bahsetmiyor. Dahası yılda 80 bin çocuğun kayıplara karıştığı Hindistan için iki çocuk nedir ki sorusu önemli bir gerçeğe parmak basmaya devam ediyor. Üstelik buradan yola çıkıp varılacak daha o kadar çok soru var ki.

Örneğin küçük bir parantez açarak Türkiye’ye geldiğimizde, Hollanda konusunda yaşanan diplomatik arbedeye siyasetçilerimizin gösterdiği derin hassasiyeti, ülkemizde tavan yapmış olan çocuk istismarları için neden (aynı tutku ve derinlikle) göstermediklerini merak ediyorsunuz. Ya da eğitim alanında çocukların ‘beyinlerinde’ pişirilen bozanın bozuk olduğunun adlı adıyla neden telaffuz edilmediğini; Güneydoğu’daki çocukların şimdi ne durumda olduklarını vs. vs. vs.

Yazının devamı...

360 derece

‘Zor bir yolculuktu sanırım’ dedi kadın kahvaltıda. (Ona bu yazıda ‘nazik kadın’ diyeceğim.)

‘Evet’ dedi karşısındaki (ona da ‘huzursuz yolcu’ diyeceğim), ‘resmen gerçeküstü bir yolculuktu!’

Bakıştılar. ‘Tahmin ediyorum’ dedi nazik kadın, sesi anlayışlı ve içtendi. ‘Dün gece iyi uyuyabildiniz mi peki?’ diye sordu bu kez.

Huzursuz yolcu, gece boyunca tedirgin bir düş yamacına yaslanmış, ancak, uyumuştu. Üstelik bu sabah kendini biraz rahatlamış hissediyordu. ‘Bu iyi işte... Kahvaltınızı bitirin sonra sizi bir yere götüreceğim’ dedi nazik kadın.

Scheveningen sahilini ilk o zaman gördü huzursuz yolcu. Bir film çekiminin ortasında gibiydi hemen her şey. Kış kıyısı, kuzey sahili, kumun, gümüş ışıltılı denize meydan okuyan deniz kabuklu, dingin ve kirli beyaz rengi. Nazik kadına, biraz çekinerek ve huzursuz bir edayla sordu: ‘Gerçek mi bu?’

‘Ben de zaman zaman aynı kanıya kapılırım’ dedi nazik kadın. ‘İnsanda hep bir tablodaymış hissini uyandırır bu sahil, özellikle de kışın bu aralarda; zaman durmuştur, sanki ölümsüzlük budur.’

‘Daha beteri oldu bana’ dedi huzursuz yolcu. ‘Sanki o tabloda kaybolmuşum gibi geldi bana. Küçük bir zerre gibi... Sona varmışım gibi.’

‘Daha da kaybolmak ister misiniz?’ diye sordu nazik kadın.

Huzursuz yolcu emin değildi. ‘Başka seçeneğim var mı?’ diye sordu.

‘Yok’ dedi nazik kadın gülümseyerek. ‘Bana öyle tembihlendi. Sizi Mesdag’a götürmek zorundayım!’

O zaman ‘peki’ dedi huzursuz yolcu. ‘Zorunluysak...’

Sahilden kuzey rüzgarları esti, hatta içtikleri kahve dükkanının adı oldu. Yarım saat havadan sudan sohbet edip birlikte Mesdag Müzesi’ne gittiler.

Nazik kadın, Müze’deki bazı resimlerle ilgili çok özel bilgiler verdi. Bazılarını turistik bilgilerden çaldı, bazılarına kendi deneyimlerini ekledi, arada huzursuz yolcudan izin isteyip sigara içmeye gitti. Yine de sordu: ‘Siz de benimle gelmek ister misiniz?’ Huzursuz yolcu huzursuzluğunu unutmuş gibiydi. ‘Yok’ dedi ve Müze’nin en üst katında öylece kaldı. 120 metrelik dairesel, panoramik resimle arasında 14 metrelik mesafeyle ’ona’ uzun uzun baktı. Scheveningen sahiline. Yarım saat önce gördüğü, kıyısında kahve içtiği sahile. Hangisi daha gerçekti, bir türlü karar veremedi. Kendi durduğu yerle 360 derecelik resim arasında öyle bir kurgu yaratılmış ki, sanki oradaydı. 19. yüzyılın sahilinde. Ressam Mesdag’ın 10 senede bez üzerine taşıdığı bu sahilde neler yoktu ki! Huzursuz yolcu kumu, denizi, denizde giden ve sahile oturmuş gemileri, deniz kabuklarını gördü. Sonrasını da. Zamanın zalimliğini ve sevecenliğini, geçmişin romantizmini, şimdinin aynılığını ve geleceğin tozunu da.

Sonra çocukların sesini duydu, yosun kokusu gibi kıyı çocuklara yakışırdı. Kendi çocukluğunu onlarınkiyle karıştırdı. Yosun kokusuna boya ve yıllar karıştı. Hayat bilgisi dersinin en hatırlanası ipuçlarını hayata bağlayan en ince çizgisi de.

‘Hayat bilgisi dersi’ diye mırıldandı huzursuz yolcu. O zaman gerçekle, gerçeküstünün, sanatla yaşamın, yaşamla kurgunun, hayal gücüyle sonsuzluğun 360 derece nasıl kesişebileceğine tanıklık etti.

O sırada nazik kadın gelmiş ve dostça koluna dokunmuştu.

***

Kanımca, Hollanda’ya savaş açmak (!) yerine Mesdag Müzesi’nin bulunduğu Den Haag’a gitmek ve sonsuzluğu hissetmek daha iyi. Bıçaklarla yürüyen ve Türkleri hor görmeye çalışan kimi Avrupalıların da, örneğin Nemrut’ta gün batımını seyrettiklerinde bu ırkçılıklarından utanmaları an meselesi. Esasen ırkçılık utanılması gereken, hem de çok utanılması gereken bir mesele. Yaşama 360 derece bakmak dururken, ne yavan ve zavallı bir tercihtir ırkçılık.. İnsanın en beter takıntısı.

Yazının devamı...

Yüzyıllar

Ünlü edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton Güç Mitleri adlı çalışmasında birçoğumuzun okuyarak hatmettiği ya da bir biçimde tanıdığı yazarlar olan Bronte kardeşlere (Charlotte, Emily ve Anne) ve yapıtlarına bakar. Alev Bulut’un çevirisiyle bizlerle buluşan bu çarpıcı çalışma, bizleri, yani 20. yüzyılda kendine yol çizmiş ve 21. yüzyılda kaybolmuş ruhları ne kadar rahatlatabilir emin değilim. Belki bir biçimde bir kıyaslama yapmamıza yardımcı olur... İyi mi kötü mü siz karar verin. Aslında 19. yüzyıl insanı olan ve yazdıklarıyla 20. yüzyılı yakalamış olan Charlotte, Emily ve Anne Bronte gibi yazarların metinleri, tuhaf bir öngörüyle, 20.yüzyılı anlatır bize, ama çok önceden. Onlar ve onlar gibi olan yazarların dedikleri ancak 1950’lerde insanlarla, toplumlarla ve yüzyılın kendisiyle buluşur. Tıpkı şimdi hissedebileceklerimizin 2050’lerde yüzyıla adını vereceği gibi... (Bu hissettiklerimizin romanları da mevcut ya da yazılıyor).

Eagleton’ın tespitleri gerçekten ilginçtir... Charlotte Bronte’nin Jane Eyre ve Shirley romanlarında, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’inde; Anne Bronte’nin Agnes Grey ya da Şatodaki Kadın’ında sadece ölümün, aşk ve evlilik temalarının ya da dönemin gerektirdiği kırsaldaki romantizmin içinde dolaşmayız. ‘Sanatçılar yalnızca yaşadıkları dönemin ürünü değildirler’ diyerek bu kardeşlerin yazdıklarında romantizmin çok daha ötesinin mevcut olduğunu söyler Eagleton. Bu yazarların iki döneme ait olduğunu belirterek, bizleri şu satırlara davet eder:

‘Onlar bir ara dönemin geçiş yazarlarıdır. Eserlerini tam anlamıyla küresel sanayi toplumunda yazıyorlardı. (Metinlerdeki) İsyanın şiirsel dili, fetih ve kahramanlık öykülerinin melodramı yerine orta sınıfın sıkıcı ve günlük öykülerine bırakmıştı yerini. Yaratıcı düş gücü dünyanın ilk sanayi toplumunu kuşatan katı kurallara toslamıştı. Bronte’ler özgür, asi ruhlu muhafazakâr romantik kadınlar olarak bu isyana hem sempati beslediler hem korku; otoriteye karşı ise hem hoşnutsuzluk hem de hayranlık. Ve böylece tipik orta alt sınıf çelişkisini yansıtan metinler yazdılar.’

Kısaca, kendilerinden önceki dönemin mirasını bütün karmaşası ve gelenekleriyle devralan bu yazarlar, hem isyankâr hem de muhafazakârdılar. Tam da bu noktada Eagleton daha fazlasını söyler: ‘Yeni toplum düzeninin tipik birey profili, Charlotte Bronte’nin kahramanlarında gördüğümüz tarzda, hem sebatlı, kendini keşfetmeye açık hem de kırılgan ve duygularını olduğu gibi açığa vurabilen kişilerdi...’ Öyle ki İngiliz yazınına mal olmuş ama İrlanda kökenli diğer yazarlar gibi (Oscar Wilde, William Butler Yeats, James Joyce, Samuel Beckett, hatta Polonya asıllı Joseph Conrad ve elbette T.S. Eliot, vb.) Bronte Kardeşler de (onlar da İrlanda kökenli!) ülkeyi, insandaki arada kalmışlık duygusuyla kasıp kavurdular. Ve bu metinlerin kahramanları sayesinde dünyaya kafa tuttular. (Burada ‘dünyayı değiştirdiler mi?’ diye sormaktan özellikle vazgeçmiş durumdayım; çünkü değişimin, edebiyatın değil siyasetin alanı olduğuna inanıyorum.)

Peki ya bugün?

Bugün, 21. yüzyılın 17 yılını geride bırakmış bizler için, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçen insana göre yitirdiklerimiz çok fazla. Elimizdekilere baktığımızda ne var? En temel husus tutarsızlık... 21. yüzyılın insanı tutarsız. Ahlaksızlığın tavan yaptığı bir dönemden geçmek bile bunun gölgesinde kalmıştır artık... Sözcükler ifade ettiklerini ifade edemez halde belirsizce ortalıkta dolanıyor. Mutluluk, hırsızlık, yalancılık, huzur, yalakalık, cinayet, güzellik, zenginlik, talan hepsi iç içe geçmiş, bizleri nefessiz bırakmış durumda... Pes dediğimiz her şey olabilir ve meşru kılınabilir haldeyken Godot’yu beklemekse içimizi burkmaya devam ediyor.

***

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yazılmış metinlerde gördüğümüz gerçekler 20. yüzyılın adı oldu. Umarım yukarda saydıklarımız 21. yüzyılın adı olmaz... İnsanın yüz yıllık yalnızlığı yeni bin yıllara taşınmaz.

Yazının devamı...

Mutluyuz!

Her yıl takip etmeye çalıştığım araştırmalardan biri olan ‘Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması’nın 2017 sonuçları elime ulaştı. Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından her yıl gerçekleştirilen bu araştırma Türkiye’de kadının takip ettiği engebeli yol anlamında birçok önemli noktaya temas ediyor.

Bu araştırmanın 22 Ocak-22 Şubat 2017’de 23 ilde, kent nüfusuna ait 1216 kadın ve erkekle yapıldığını belirttikten sonra alarm veren bazı başlıkları sizinle paylaşmak istiyorum.

Şiddet sorunu, bu araştırmada da, Türkiye genelinde, kadınların en büyük sorunu olarak karşımıza çıkmaya devam ediyor. Son 3 yıldır ilk sırada çıkan şiddetin, oran bazında, bu yıl gerilediği görülse de kadının temel sorunu hâlâ şiddet ve yine şiddet... Bu yıl yüzde 55 olarak belirlenen bu oran, 2 yıl önce yüzde 86.6’ydı. Kadın cinayetleri hız kesmediğine göre hız kesen nedir sorusu ise burada, yine, önemli bir soru olarak karşımızda duruyor. Bu soruya verilebilecek en beter yanıt ise insanların bu cinayetleri kanıksadığı yönünde olabilir...

Bunu izleyen diğer en büyük sorun ise işsizlik. Yüzde 12 oranında karşımıza çıkıyor; işsizliğin hemen arkasından gelen eğitimsizliğin oranı ise yüzde 11.

Dördüncü sırada gelen başlığı da çok önemsiyorum: Sokakta baskı ve taciz. Ardından aile baskısı, kadın erkek eşitsizliği, çevre ve mahalle baskısı, iş yerinde ayrımcılık gibi başlıklar geliyor. Aslında bütün burada yer alanlar, bir şekilde kadının hayatındaki ‘şiddet’i işaret eden başlıklar. Uzun vadede soluklarını kesen engeller... Onları nitelikli eğitimden uzaklaştıran, bu eğitimi alamadıkları için vasıfsız işlerle haşır neşir olmalarına neden olan, daha da beteri onları işsiz bırakarak eve ve televizyondaki evlilik programlarına mahkum eden ‘cehenneme giden iyiniyet taşları’.

Bu araştırmada en önemli bulgulardan biri de, araştırmaya katılan kadınların sadece yüzde 25’inin aktif olarak iş yaşamında varlık gösterdiği. Katılımcıların yüzde 34’ü geçmişte çalıştığını, yüzde 41’i ise hayatında hiç (ama hiç) çalışmadığını ifade ediyor. Neden çalışmadıkları sorulduğunda ise verilen en yüksek yanıt ‘istemedikleri’. Çalışmayı bırakan kadınların iş yaşamından ayrılmalarının en büyük nedenlerinin başında ise ‘evlilik ve ev içi sorumlulukları’ geliyor.

Kadir Has Üniversitesi’nin araştırması, erkek katılımcılar cephesine bakıldığındaysa şunları söylüyor:

‘Kadınlar evlendikten sonra çalışmamalıdır’ diyen ciddi bir erkek nüfus var.

‘Bir kadın kocasından fazla para kazanmamalıdır’ diyen erkeklerin sayısı da az değil. ‘Kadınlar anne olduktan sonra çalışmamalıdır’ diyenler de çoğunlukla erkek. ‘Kadınların birinci görevi ev işlerini üstlenmektir’, bu da.

‘Kadınlar erkekler tarafından her zaman korunmalıdır’...

Ancak şunu da belirtelim: Bunlara onay veren kadınların sayısı da az değil! Zaten Türkiye’de yaşadığımız en büyük kadın sorunu da buradan kaynaklanıyor. Kadının bunları kabullenmesinden.

Araştırmanın ilginç sonuçlarından biri, katılımcıların çoğunun hayatlarından genelde memnun oldukları yönünde. Bu, genelde değişmeyen bir durum. Bu tablo, geçen senelerde de mevcuttu. Öte yandan en fazla güvenin aile üyelerine duyulduğu çok net. Aile dışındaki güvenilir kişiler dendi mi ilk sırada yer alanlar asker ve polisler ...

Dört kadından üçünün çalışmadığı, boşanmak için aile içi şiddetin yeterli görüldüğü (ama boşandıktan sonra kadının hayatını ekonomik anlamda nasıl devam ettireceğinin belli olmadığı) Türkiye’de durum şimdilik böyle...

Yazının devamı...

8 Mart için

Biraz karamsar bir başlangıç yapacağım. Bianet Kadın-LGBTİ Haberleri editörü Çiçek Tahaoğlu ve ekibinin hazırladığı 2016’da medyaya yansıyan erkek şiddeti raporunun bir bölümünü ısrarla sizlerle paylaşmak istiyorum. Ve ne kadar paylaşılırsa o kadar işe yarayacağını düşünüyorum. Özellikle, bu ülkeyi cennet gibi gösterenlere ‘hâlet-i ruhiyemizi’ bir kez daha hatırlatmak, ‘kadınlar ölmeye devam ediyor’ demek için:

Yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlenen haberlere göre Türkiye’de, 2016 yılında erkekler 261 kadın ve kız çocuğunu öldürdü, 75 kadına tecavüz etti, 417 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 348 kadın yaralandı.

2016’da öldürülen her dört kadından biri ayrılmak ya da boşanmak istediği, barışma ya da birliktelik teklifini kabul etmediği için öldürüldü.

Bu cinayetlerin yüzde 13.5’i birçok insanın gözü önünde işlendi. Kadınların yüzde 9’u şiddet şikayetlerine ya da koruma kararlarına rağmen öldürüldü. Katil kim sorusuna raporun verdiği çok net bir cevap var: Bu cinayetlerin yüzde 43’ü kocalar tarafından işlenmiş... Yüzde 15’i eski partner, yüzde 8’i ise sevgili tarafından. Bu cinayetlerin yüzde 23’lük bölümü ‘diğer’ unsurları kapsıyor. Kısacası kadın cinayetlerinin büyük bir bölümü kadınların tanıdıkları erkekler tarafından gerçekleştiriliyor.

Gelelim cinsel istismar olaylarına... Toplumun yaşadığı ikiyüzlülüğü doğrudan yansıtması açısından bu bölümü çok önemsiyorum. 2016 yılında istismarların yüzde 58’i, tıpkı daha önceki raporlarda olduğu gibi, okullarda yaşandı. Ve çok daha önemli bir husus var: Kız çocuklarının yüzde 53’ü öğretmenleri, yüzde 7’si çalışanları, yüzde 7’si akrabaları tarafından istismar edildi.

Öte yandan, Bianet ekibinin 261 kadın cinayeti dışında raporladığı 66 faili belirlenememiş cinayet ise öylece, aydınlatılamamış durumda. Bu aydınlatılamamış cinayetlerin çoğuna ‘intihar’ etiketi yapıştırılıyor ve failler, ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşmaya devam ediyor. Onların yerine gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, haklarında herhangi bir iddianame olmaksızın cezaevlerini doldurmaya devam ediyor, o da ayrı bir konu...

Taciz ve tecavüz vakalarına gelecek olursak: Kadınların yüzde 10’u toplu taşımada, yüzde 9’u işyerlerinde tacize uğradı. Bu taciz vakalarının yüzde 73’ü fizikseldi. Tecavüze uğrayan kadınların yüzde 8’i ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değildi. Tecavüzcülerin yüzde 8’i, tacizcilerin yüzde 9’u sabıkalıydı.

***

Çiçek Tahaoğlu, ‘kadına yönelik erkek şiddeti vakalarının raporlarını tutmamız gerekmeyeceği günler dilerim’ diye bir cümleyle sesleniyor bize.

Umarım, öyle olur. Bu şiddete ‘hayır’ diyenlerin sayısı çoğalır.

***

Ne olursa olsun bu seneki 8 Mart çok daha anlamlı. Kadınlar, ülkemizdeki kadın-erkek eşitsizliğinin ve erkek şiddetinin tavan yapmasından yola çıkarak, yaşanan gidişata, çatışma, savaş ve geleceksizlik sarmalına dur demeyi bir insanlık borcu olarak görüyor. 8 Mart’ı bu duyguyla meydanlara, kürsülere, satırlara taşıyanlara selam olsun.

Demişler ya ‘insan zor zamanlarda kendini tanır’ diye. Tam da bu. Bir de elbette ‘seni öldürmeyen şey, güçlendirir’ gerçeği var...

Evet, bu ülkenin kadınları, vardır ve hep var olacaklar. Onların nefret karşıtı, coşkulu, üretken dili yeryüzünde olduğu müddetçe, savaşçılar, ezberciler, iktidar takıntılı vasat manevracılar... Tekrar, tekrar düşünsünler.

Nice 8 Martlara! Sanat ve bilimin bu ülkeyi neşeyle, mutlulukla, zarafetle, eşitlikle, eğitimle, kitapla, her türden fırsat eşitliğiyle kuşatacağı gerçek bereket dolu günlere. Bu ülkeye yakışacak sahici bir hukuk devletine...

Belki bir gün diyerek ama hiç vazgeçmeyerek. Bu ruhun dinamizmine inanan herkesin günü, haftası kutlu olsun.

Yazının devamı...

Satıcı

İkindi güneşi baharın tecrübesiz günlerinde gezinirken oluyor her şey. Otuzlarında bir adam, genç bir çocuğun kafasını tuttuğu gibi kaldırımlara vurmaya başlıyor. Pataklamanın böylesi! Yanımdan koşan insanlar, arabaların sürücüleri, şok torbalı şoka girmiş kadınlar ve diğerleri hemen araya giriyor ve her şeyi göze alarak iki insanı ayırıyor!

Sonradan üniversiteli olduğu anlaşılan çocuğun, görgü şahidi bir kadının heyecanlı heyecanlı aktardığı sözcükleri ve kopuk cümleleriyle, aslında hiçbir şey yapmadığı, sırt çantasıyla adamın yanından geçerken, kazayla adamın omuzuna çarptığı ortaya çıkıyor!

Sonuç üniversiteli çocuğun patlayan kaşı. Elbette kafasına aldığı darbelerden ötürü 24 saatlik müşahede sorunu da cabası.

Oradan geçen kendi halinde bir kadının sorusu ise bana tüm bunları yazdırıyor:

‘Neden bu şiddet!’

***

Birçok perspektiften incelenebilecek bir film olan ‘Satıcı’yı hatırlamak da burada farz oluyor. İranlı yönetmen Asghar Ferhadi’nin Oscar (yabancı film dalında) kazandığı bu film, Ferhadi’nin, aksesuarlı Hollywood ahalisi nezdinde tüm dünyaya ilettiği mektubundaki mesaj için bile seyredilebilir. Sınırların boş, şiddetin çözümsüzlük olduğunu aktardığı mektubunda, ABD’nin giriş yasağı koyduğu ülkeleri pek güzel hatırlattı Ferhadi, sağolsun.

Şiddet konusuna gelecek olursak, ‘Satıcı’, şiddetin en umulmadık zamanda insanları nasıl ele geçirdiğini ve kişiliklerin buna nasıl karşılık verdiğini göstermesi anlamında son derece önemli mesajlara sahip. Üstelik bunu, o kadar evrensel bir dil ile aktarıyor ki, hemen hepimizi kendi içimize, kendi içimizdeki sınırlara çekiyor ve orada, kanımca, sorulması gereken en önemli soruyu soruyor bize:

‘Kendimizi ne kadar tanıyoruz?’

Filmdeki Rana ve Emad (Taraneh Alidoosti ve Shahab Hosseini müthiş bir oyunculuk sergiliyorlar) bu anlamda bizlere yol gösteriyorlar; beklenmedik bir şiddet karşısındaki savruluşları, ne kadar donanımlı, vicdanlı ve iyi kalpli olurlarsa olsunlar, yaşam karşısındaki tereddütleriyle buluşuyor ve tıpkı Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ndeki kahramanın, ölümüne göze aldığı yolda dımdızlak kaybedişi gibi kendi içlerinde kayboluyor, duygusal olarak çöküyor, azar azar ölüyorlar.

Bu kaybediş, 21. yüzyılın insanının da kaybedişi aslında. Nereden ve nasıl geldiği asla belli olmayan şiddet girdaplarına, ‘bana bir şey olmaz’ kıvamında düşüşü ve hiç umulmadık bir biçimde o girdapların hakkaniyeti olmayan sınavlarına günbegün yenilişi, daha da üzüntü vereni ise bu yenilişe kendini feda ettiğini sanması.

Yazının devamı...

Mısır Çarşısı

Baharatçılardan biriyle konuşuyorum.

‘Millet AVM’lere gide gide bizi unuttu’ diye dert yanıyor.

Ancak derin ve insana rehavet veren kubbenin altında biriken yığın, kısaca loş koridordaki insan seli bunun aksini ispatlar cinsten.

‘Bakmayın bu hale’ diyor ısrarla baharatçı. ‘Bunlar sel. İz bile bırakmayacak türden... Para dönmüyor.’

Tüh falan deyip baharatlardan konuşuyoruz o zaman. Pul biber, kara biber derken, ince kıyım kurutulmuş limon ve portakallara, rehavet veren yasemin çayına, dinçleştiren nar tozuna, güzelleştiren bir şeylere daha dalıp çıkıyoruz. Baharatı bol bütün muhabbetlerde olduğu gibi uzayıp gidecek bir fasıl bu.

Sonra tatlılar... Tatlılar, ballar hepsi dükkâna yayılmış. Gür ışıkların altında yenilesi olmaktan çıkmış, resmen vitrin malı olmuşlar. Bak bak doyamıyor insan renklerine. Hiç kuşku yok ki Mısır Çarşısı, sarıyı, güneş ve toprak rengi bir kıvamda, bir başka güzelleştiriyor. Tarçından, safrana uzun bir yolculuk bu. Baklavanın kıvamlı nemli saflığında, kolesterole, evhama, kiloya, ölüme uzanmayacak bir renk duygusu da bu yüzden hakim sanki. Çok eski, sonsuzluğa dair bir lezzet Mısır Çarşısı, hiçbir lezzetle kolay kolay takas edilemeyecek olan.

Oradan çıkıp bir kahvecide oyalanıyorum. Kahveyi kavuran kavruk oğlan, önünde yığılmış insan kalabalığını işaret ederek ‘buranın sesi tükenmez’ diyor. Az ilerde silahını tavana çevirmiş polislerle hemen hemen aynı yaştalar. Mısır Çarşısı, kalabalık, kalabalık olduğu kadar da genç.

Salçacılara uğradığımda kırmızının tonlarına dalıyorum bu kez. Kan değil, bir iki saat sonra bizlerle buluşacak günbatımı rengi bu! O kızıllıkla, çantamda, hiç aklımda yokken birikmiş kuruyemişler, kahveler ve türlü baharatlarla Yeni Cami’nin arkasına yöneliyorum. Çarşaflı kadınlar banklara oturmuş sigara tüttürüyor. Mısır Çarşısı’nın soluduğu hava, açığı kapalısı, çocuklusu, bekarıyla kadın.

Sonrasında Meydan’ın ortasına doğru yerleştirilmiş yürüyen bantlı yol yine ilgimi çekiyor. İnenleri ve çıkanlarıyla tarihi Meydan’ın ortasına kurulmuş olan modern bir tuvalet bu. Son yıllarda ülkenin ‘ileri’ teknolojiyle kurduğu bağın ilginç bir yansıması!

Bereket, çocuklar giriyor hemen sahneye. Elbette onlarla birlikte neşe de. Simit, çay, bitki tohumları, sümbüller, kestane de cabası...

O zaman, turkuaz renkli küpelerin gümüş saçlı esnafının dediklerini hatırlıyorum:

‘Yan yana durmalıyız. Barış ve kardeşlik dediğin böyle gelir. ’

Mısır Çarşısı, iyi kötü restore edilen bir sürü yapısı, cümbüşüyle bu duyguyu kucaklamaya niyetli bir başlık gibi gelse de, aynı zamanda, ortalığı kaplayan uğultu, ne yazık ki, gerçek bir tınmazlığı da işaret ediyor.

Barışı telaffuz ettiler diye nice insanın başına neler neler geldiği, birçok insan tarafından umursanmayan bir ülkede, güzel bir geç ikindi güneşinin altındayız. Mısır Çarşısı biraz da bu ürküten vurdumduymazlığın adı.

Mısır Çarşısı ve etrafında gezinen hava, bizim buralar, tanıdık, eski, yeni, hatta yepyeni... Ancak, şimdilik, aynı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.