Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeryüzünün zor sınavı

Dünyanın seyrettiği bu zaman diliminde insanlığı zor günler bekliyor. Sıradanlığın pekiştirildiği, sıradanlık üzerine kurulu retorik masalların retorik cümleleri, bir müddet daha, en azından önümüzdeki bir-iki kuşağa çetin günler yaşatacak. Görünen o ki, sıradanlık kazanıyor, kazanacak. En azından bir süre daha... Geçmişte, totaliter rejimleri bol kepçe besleyen bu damar, dünyayı bir kez daha yörüngesine almış bulunuyor.

Katlanmak zorunda mıyız? Sanmıyorum.

Ancak en azından sabretmemiz, sabrederken de serinkanlılığımızı yitirmememiz gereken bir süreç bu. Bu yüzden yakın gelecekte bizleri bekleyen zorlu günlere dair biraz düşünmek istedim.

Doğanın katline hayır

Bu noktada dikkati esirgememiz gereken sayısız konu var. Bunlardan biri, hiç kuşku yok ki, yeryüzünün katledilmesi. Ana odaklarımızdan biri, doğanın, geri gelmez biçimde tüketildiği ve bu tüketileni, insanlığın bir daha hiçbir şekilde geri alamayacağı gerçeği olmalı. Birbirimizi şu ya da bu şekilde affetsek dahi, doğanın insanlığı affetmeyeceği esası ile yüzleşmemiz gerekiyor. Bugün, kimilerimizce hayır dediğimiz şeylerin en tepesinde bunun başı çekmesini çok kıymetli buluyorum. Kısaca topyekun doğaya saygılı bir siyaseti...

İnsanın çoğulluğu

Dahası insan çoğulluğunu hatırlayabilen bir siyasetin yaralarımızı sağaltmak kadar, insanlığa katkı sağlayabilecek bir eşiği aralayabileceğini düşünenlerdenim. Yeri geldi hatırlayalım: ‘İnsan değil, insanlar yeryüzünde yaşar ve dünyada ikamet ederler.’ İnsanın çoğulluğunu, insandaki yetilerin bir araya gelerek oluşturabileceği bolluğu hatırlayan bir siyaset, bununla eklemlenebilecek bir yaşam diskuru, ummak istediğimiz dönüşümleri hayata geçirmeye elverişlidir. Yoksa eleştirip durduğumuz ‘tekli’ siyasetin ve o tekli siyasetin ‘el verdiği’ yanlı insan modelinin diğer ucuna düşer, yeni açmazların benzerlerini üretmeye devam ederiz. Unutmamak önemlidir: Gerçeği, ancak ve ancak farklı bakış açılarıyla yeryüzünü paylaşmaya cesaret edenler (cesareti de burada ölçüsüz bir ayak direme olarak görmediğimi ifade etmek durumundayım) keşfedebilir. Yani kişisel tarihlerinden ve acılarından, bir müddet sonra sıyrılabilenler; sağduyunun, insanın ‘çoğul’ deneyiminde pekişebileceğini görebilenler... ‘Ben haklıyım sen haksızsın’ ya da ‘ben acı çektim sen az acı çektin’ cümlelerinde oyalananlar değil, gerçekten hakkın peşine düşenler ve samimiyetle dünya üzerindeki acının bertaraf edilmesine katkı sağlayabilenler... Kısacası, kendi deneyimine sıkışıp kaldığında, bir milim yol katedemeyen ne varsa ona hayır diyebilmek...

Aksi taktirde hantallık, bu hantallıktan beslenen beceriksizlik ve bu beceriksizliği kapamaya programlı göz boyama pratiklerinin kurbanları olmaya devam edeceğiz. Hayırsa, şimdilik bunlara hayır işte. Daha var da, ‘şimdilik’ diyelim...

Yazının devamı...

Tek Adam 007

Televizyon ekranı son yirmi gündür, gündemin tek adam tartışmalarına kendince son verircesine (belki de mesaj farklıdır, bilemiyorum) karşımıza onu çıkarıverdi: James Bond. 007 adıyla tanıdığımız, kimileri için Sean Connery ile özdeşleşmiş bu karakter, şimdilerde Daniel Craig’in çılgın aksiyonu eşliğinde bizlerle buluşuyor. ABD başkanlarından, mesafeli İngiltere tahtına, gelmiş geçmiş casus filmlerinin en çok izlenileni ve hakkında en çok konuşulanı olan 007, hiç kuşku yok ki yapımcıları, yönetmenleri ve yakışıklı başrol oyuncuları kadar, işin gerçek yaratıcısı yazar ve gazeteci Ian Fleming’i yeniden düşünmemize yol açıyor.

Geleneksel grip ayından geçerken bir grip mağduru olarak televizyon ekranına beni bambaşka duygularla kilitleyen James Bond, bende merak uyandırmakla kalmadı, aynı zamanda elimdeki kitabın (Umberto Eco; Edebiyata Dair, Can Yayınları, çev. Betül Parlak) sayfalarını farklı bir gözle takip etmeme de yol açtı. Eco’nun ‘Uzam Sözcüklerle Nasıl temsil Edilir?’ sorusunu incelikle tartıştığı, işin içine sözcüklerin kullanış ve sıralanış biçimini kattığı denemesini, Bond’un yaratıcısı İngiliz yazar Ian Fleming üzerinden düşünmeye çalıştım.

Fleming 1964 yılında hayata veda ettiğinde, geride on iki casus kitabı ve yine casuslarla ilgili iki öykü dosyası bırakmıştı. Bugün bu kitapların hepsinin filme çekildiğini; dahası öykülerden yola çıkarak bir sürü senaryonun da yazıldığını biliyoruz. Yeni öyküler yazılsa da hemen hepsinin Fleming’in ışığıyla kendine yol açtığı aşikâr.

Bu noktada sormak istediğim soru ise belli: Acaba Fleming yaşasa ve onca yılın üzerine 2017’de geçen bir 007 romanı yazsa neyi anlatırdı bize? Öyle ya, 60’lardan bu yana köprülerin altından çok sular aktı; dahası keskin Sean Connery’den kibarım Roger Moore’a geçerken yapımcıların izlediği ‘soğuk savaşın sonu’ mantığı, bugün, yaşadıklarımız düşünüldüğünde artık acımasız ve keskin bir Bond’la burun buruna bırakıyor bizi. Terörün, ‘terör her yerde’ mantığı çok gerçekçi biçimde yansıtılıyor kurguya. ‘Bütün acımasızlığıyla şiddet her yerde’ gerçeği ise gişe hasılatını patlatmaya devam ediyor. Ancak benim cephemde, yine de, Fleming’in onca zamandan sonra bugün oturup yazsaydı ne yazacağı sorusunun cevabı değil bunlar. Daha ilk kitabı olan Casino Royale’de (50’li yıllar) bizi tuhaf bir dehşetin içine sürükleyen bu yazarın, 21. yüzyıl dünyasında, örneğin IŞİD’le kurabileceği bağı ve biz insanları (en azından medeni Batılıları ve elbette İngilizleri!) bundan kurtaracak 007’nin mizacını, kimliğini ve mücadele biçimini nasıl şekillendirebileceğini gerçekten merak ediyorum. Hangi metaforlar ve canlandırma aygıtlarıyla kurgusunu bütünleştireceğini, bunu sözcüklere nasıl yansıtacağını, uzamı zamana nasıl bağlayacağını vb. Satırlarında aradaki elli yılı nasıl aktaracağı ve yazdıkları perdeye yansırken bu kadar görsel aksiyona gerçekten yer (ve kuşkusuz izin de) verip vermeyeceğini de.

Benden söylemesi... Belki de son Bond filmlerinde İngiliz İstihbaratı’nın başına geçen ‘bir kadına’ referans vermesi için karşımıza çıkan kadim Judi Dench’e, kim bilir, romanda, Ortadoğu’da doğmuş, İngiltere’de büyümüş bir kadının eşlik etmesi an meselesi olabilirdi!

Peki ya James Bond kızları? Ooo, bu konu çok su kaldırdığı için bambaşka bir seri başlatabilirdi yapımcılar.

Yazının devamı...

Şubat tatili ödevi...

Yine de, ‘Engel, Bakış Açısıdır’ diye bir şubat tatili ödevi verirdim gencecik öğrencilerime, gençten bir öğretmen olsaydım eğer, çiçeği burnunda, heyecanlı, umutlu, kıpır kıpır.

Şöyle bir taslak hazırlamalarını isterdim sonrasında hemen-genç, dinç mi dinç ve ümit dolu bir öğretmen olsaydım: ‘Engel nedir bir düşünün bakalım gençler!’

Türkiye ne ki, dünyayı değiştirmek isteyen yeni çıkmış fırından bir öğretmen olsaydım eğer, bakış açılarının neleri belirlediğini sorardım öğrencilerime. Ve sonra derdim ki: ‘Fıstıklar, asıl derdimiz kötü ve vasatlık, tamam; ama bunu besleyen nedir, köküne inmek gerekli. Köküne inemezsek, ki yüzyıllardır yapılan budur, engeller karşımıza farklı çehrelerde çıkmaya devam edecek ve bizler engel diye hep onları göreceğiz.’ Sonra burada yutkunur ve pencereden dışarı, uzaklara bakardım.

‘Oysa’ derdim, genç bir öğretmen olsaydım, diploması fildişi renginde, ay parlaklığında, cilveli bir çerçevenin içinde evdeki duvarda asılı, ‘yüzleşmemiz gereken içimizdeki engellerdir ve elbette bu engellerin içimize nasıl zerk edildiğidir.’

Kuralları çiğnemekten korkmayan ama buna karşın karıncayı incitmekten ürken nur topu gibi bir öğretmen olsaydım, gençliği idealistliğinden, belki de idealistliği gençliğinden payandalı; gençlikleri güzellikleri olan çocuklarımın masum suratlarına bakar ‘engel mengel yok’ derdim. ‘Dünya sizindir, keşifler sizindir, yaşam sizindir. Yanlışlar mı? Onlar bile sizindir. Onların bile kıymetini bilin, belki de en çok onların kıymetini. Yanlışlardan yaşamı çıkarabildiği müddetçe büyür insan. Hadi... Ne duruyorsunuz korkmadan ezilip büzülmeden keşfedin onları!’

Her günle gençleşen bir öğretmen olsaydım, gençliği meraktan, araştırmaktan, okumaktan, anlama isteğinden çoğalan, dönem sonunda çocuklarımın çilli yüzlerine bakar ‘çok başarılısınız’ derdim. ‘Çünkü bu dönem hoşgörünün, birbirini dinlemenin, birbirini anlamaya çalışmanın ne olduğunu kavramak için ter akıttınız. Bu dönem, gerçekte yaşamın ne olduğunu fark etmeye başladınız. Eğitimsizlik ve cehaletin nelere vakıf olabileceğine, of hem de nelere, tanıklık ettiniz. Buna karşın bilgelik için bilginin ne kadar önemli olduğuna da. Ancak tek başına bilginin hamlığa, küstahlığa, kötülüğe ve ukalalığa engel olmadığını da öğrendiniz. Şefkatin ne demek olduğunu keşfettiniz gençler. Dünya üzerinde her canlının bu duyguya ne kadar ihtiyaç duyduğunu da. Diliniz dünya dilidir, dininiz sevgi dini, insanlığınız sınır tanımayan bir insanlık... Aferin be gençler. Helal olsun size. İçi zehir kaplanmış kimi biçare büyüklerin sizden öğreneceği o kadar çok şey var ki... ’

Şimdiki zamanın gücüne inanan bir öğretmen olsaydım eğer, umudun her zaman yaşamda olduğuna inanan; alınları sivilceli, gözleri birer pusula arayan öğrencilerime döner derdim ki ‘Hadi, yazın bakalım bu kompozisyonu şimdi. Tatil için tek ödeviniz bu!’.

Yazının devamı...

Nazım Hikmet 115 yaşında

Yaşamak şakaya gelmez,

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,

yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey

beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir

laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek

şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.

***

Zor ve saçmanın kol kola gittiği bir sürecin bizi bıraktığı ölüm, is ve çürük kokan günlerden geçerken, sana, sanatına ve yaşama aşkına sevgi ve şükranla...

Vasatlık ve çirkinliğin hemen her daim güzele ve verime tercih edildiği bu topraklar her şeye rağmen senin gibi karasevdalı bir şairi çıkarmışsa, umut her zaman vardır. ‘İnsanlar için ölebileceksin’ diyorsun ya, bunu asık suratlı bütün politikacılara söylemek isterdim, onlar gencecik çocukları ‘aman da aman’ diyerek yokluğa gönderirken, Meclis’te ceylan derisi koltuklarında ‘ama ama’ diye tepinirken...

Velhasıl ne sen eskirsin Nazım Hikmet, ne bu dünyanın kahrı ve beter gidişatı...

Biz mi? Biz yine de şimdiki zamanın dehlizlerine zeytin ağaçları dikmeye devam edeceğiz. Yaşamak yanı ağır bastığından içimizdeki sesin-tüm bu köhneliklere rağmen.

Yazının devamı...

Arkadaşım ve komşusu

Yaz geldiğinden beri, arkadaşımın yeni komşusu bir adet edinmiş. Mutfağını saran grimsi tüylü halıyı mutfak balkonundan aşağı tuttuğu gibi silkeliyormuş.

Yeni komşusunun dokuzuncu kattan camdan halı silkeleme modasını geri getirme çabasını başta bir orijinallik olarak algılamaya çalışmış arkadaşım. Ancak sonrası pek feci gelmiş. Komşusu, içinde oval şekiller barındıran grimsi halıyı silkelemiyor, o tüylü biçareyi geçmişin muhasebesini yaparcasına hınçla dövüyormuş; onu döverken de arkadaşımın camını da gözden çıkarıyormuş. Böylece havada uçuşan tüyler ve bilumum diğer tozlar, yaz zamanı olduğu için dosdoğru içeri doluyor, hatta arkadaşımın balkonda duran sardunyasını bir yılbaşı ağacı gibi, zamansızca süslüyormuş.

Arkadaşım, geçen yaz, yeni komşusuyla göz teması kurarak makul bir ses tonuyla ona anlatmaya çalışmış Bu tozlar beni öksürtüyor falan demiş. Allah aşkına demiş. Şunu demiş bunu demiş. Hatta yüzleşmenin binbir türü vardır, bu böyle olmaz demeye de çalışmış. ‘Sonuçta bu alt tarafı bir halı be kardeşim’ deyivermiş. ‘Geçmişin yükünü bir halıdan çıkartamazsın!’ İçinden de şöyle geçirmiş ‘Onun yerine biraz paraya kıy bir psikoloğa git be anam, geçmişe dair bu hıncı ne benden çıkar ne de halıdan!’

İlginçtir, yeni komşu ‘hı hı’ diyerek her seferinde ona söz veriyormuş. Ne zamana kadar? Ertesi sabah grimsi halıyı tozlarla yeniden karşısına çıkarıncaya kadar!

Tedavisi mümkün olmayan bir alışkanlıkla karşı karşıyaymış arkadaşım. Nihayet bunu anlamış. Sardunyası giderek toz bitkisi olmaya başlamış ve umudu giderek tükeniyormuş.

En nihayet dayanamamış ve ciddi bir konuşma yapmaya karar vermiş:

‘Kardeşim niye silkeliyorsun? Yapma, etme... Yazık değil mi hem sana hem bana!’

‘Siz bana söylüyorsunuz ama yan apartmanda da silkeliyorlar. Onlara da laf edin.’

‘Kardeşim sen benim tepemden aşağı silkeliyorsun ama...’

‘Haksızlık yapmayın bakalım! Eşitlikse herkese eşitlik... Bu ülkede özgürlük var!’

Sonra kış gelmiş.

Halı silkeleme işi giderek büyümüş. Gri halıya evdeki diğer halılar, yolluklar, hatta çarşaflar, elbiseler eklenmiş. Yeni komşu (ki artık yeni sayılmazmış) bununla da yetinecek gibi değilmiş. Her gün evdeki koltukların, sandalyelerin, masaların, sehpaların yerlerini gacır gucur hunharca değiştiriyor, arkadaşımın alt katta bir an dahi huzurla yaşamasına izin vermiyormuş. Gecenin bir yarısı, sabahın körü, hiç fark etmiyormuş. Hatta, başta gri halı olmak üzere evdeki diğer halı, yolluk ve çamaşırların silkelenmesinin saat ayarı da bozulmuş. Komşuda kış saati uygulaması, izan, vicdan filan yokmuş. Kör karanlıkta temizliğe başlıyormuş artık komşu. Bir yandan da çek allah çek, mobilyaları doğduklarına pişman edercesine oradan oraya savuruyormuş.

Arkadaşım ne diyeceğini şaşırmış artık. Bu komşu tedavisi mümkün olmayan zırdelinin tekiymiş. Ama bu tespiti yapmakta çok geç kaldığının da farkındaymış... (‘Kısacası çok hüzünlü bir öykü’ dedi arkadaşım burada.)

***

Sonuç mu? Sonunda o da üzerinde oval şekilleri olan grimsi bir halı almış. Koyacak hiçbir yeri yokmuş ama olsun. Ne mi yapıyormuş? Onu, her sabah, saat altının dipsiz karanlığında, komşusununkine benzer bir öfkeyle sekizinci kattan aşağı silkeliyor da silkeliyormuş... Sardunya mı? Öyle bir bitki tanımıyormuş artık arkadaşım.

Yazının devamı...

Sarkıtlar

Etrafı saran sarkıtlar, dünya üzerindeki sayısız buz kütlesini, buzul göllerini, hatta bizim diyarlarda saçak altlarında gezinirken başa inen ve insanı hastanelik eden yerli heyulaları hatırlatadursun, zihnimde başka bir şeylerin parantezine de gebe kaldı.

Olurdu olmazdı derken ecnebi filmlerin hayalleri darboğaza soktuğu, yüksek ses ve jelatin renkli görsel efektlerle donattığı kurgularla geleceğe yolculuk eden insanın neredeyse sakız falından çıkmış hikayesine dalıverdim. (Hayat soğuk olsa da ısıt onu uykunla; uykuyu yabana atma, bakarsın evrenin geleceğini bile değiştirebilirsin onunla, vb.)

Sakız fallarındaki sözcükleri asla es geçmeyen biri olarak düşündüm... Neden olmasın-dı? Geleceğe uyanmanın formülü buzların içerisinde, mümkünse jeneratör aksamlı donanımlara bağlı olarak bir güzel uyumak olabilirdi.

Allah rahatlık versin diyerek pijamamızı giyecek ve sonra kendimizi prize takıp sarkıtlı uzun bir yolculuğa çıkacaktık.

Derken günler günleri, aylar ayları kovalayacaktı.

Teknolojik bir sarkıtın içinde uyuyor olacaktık. Soğuktu, ama bir o kadar da sıcak; çünkü gördüğümüz hayaller ritmi yavaşlamış kalbimizi ve o sırada ağır aksak çalışan beynimizi ılık tutmaya yetiyor; savaşları ve çatışmaları hatırladığımızda hemen yerine çocukluk anılarımızı, otomatik olarak devreye sokuyordu. O zaman ne kadar kırılgan ve şefkate muhtaç olduğumuzu zar zor da olsa hatırlıyor, zaman yolculuğundaki gemilerimizin bayraklarını indiriveriyorduk.

Sözleşme de yapmıştık. Bu yolculukta aklımızda yarım yamalak kalmış ne varsa rüyalarımızda görecek, ne bileyim yeşil esvaplar içerisinde kırlarda koşacak, çocukluğumuzun uzayıp giden ikindi zamanlarında kahkahalar atıyor olacaktık. Adını bilmediğimiz bir sürü böcekle oynadığımız o anların keyfine diyecek yoktu. Yolculuğumuzun sakinliğinde her şey makul bir biçimde akıyor olacaktı.

Bu sırada (2020) dünyada büyük savaşlar oluyor, bitmek bilmeyen çatışma sözcükleri insanlığın üzerine dolu gibi yağıyordu. İnsanlığın takati kalmamıştı ama yine de inanmak istedikleri tuhaf liderlerin tuhaf sözcüklerini yoksul hayallerine kenar süsü ediyorlardı.

Zaman akıp gidiyordu, biz uyuyorduk.

Dünyada büyük yokluklar vardı o sırada (2055). Açlığın üstü dindi, ırktı, dildi denilerek sürekli örtülüyor, zengin daha zengin, yoksul daha yoksul olmaya devam ediyordu.

Biz uyuyorduk. Peşinden koştuğumuz çocukluğumuzun arısı ne kadar da güzeldi.

Dünyada büyük açmazlar vardı o sırada (2070). Silah tüccarları ellerini ovuşturuyor, buna karşın kendi halindeki aileler bile çocuklarına oyuncak silahlar almaya devam ediyordu.

Uyku bizi sarmıştı bir kez. Uyuyorduk. Uzak ve sıcak bir kıyıda ayaklarımızı dinlendiriyorduk.

Dünya dönülecek yer değildi. Ha bu yıl, ha öteki yıl diye diye yüzyılı devirmeye çok az kalmıştı (2095). Gerçi pijamamız su içindeydi, priz prizlikten çıkmıştı, jeneratör arızaya geçmişti, sarkıt, dünyadaki bütün buzulların erimesiyle iki damacana suya dönüşmek üzereydi.

Yine de uyuyorduk.

Birileri bizleri kolumuzdan çekiştirip duruyordu. Yıl 3015 falan olmalıydı. Yoksa sukutuhayal miydi bu 3015!

Uzaktan tuhaf sesler geliyordu. Çığlıklar, acılar, hüzünler... Bir türlü uyanamıyorduk, ne sarkıt kalmıştı, ne priz, ne şu ne bu. Arılarımız gitmiş, yeşil arazimizi koca saatli zaman avcısı adamların yaptığı gökdelenler çalmıştı. Bir tek bizim uykumuz kalmıştı geride, belki de sadece uyku hayalimiz. Uyku hayali, ah o güzel uyku hayalimiz...

Yazının devamı...

Kar...

Hazırlıksız yakalanmıştık. Hava tahmin raporları tarafından ısrarla uyarılmış olsak bile... Kar yağmıştı ve biz öyle ya da böyle gözbebeklerimize kadar aklanmıştık. Ya da kimimize öyle geldi. Neyse, ne... Beyazının tüm görkemiyle, bir gece vakti bizi, hazırlıksız bir savrulmada, şefkatle sarıp sarmalayandı kar.

Oysa birkaç gün öncesinde, diyorlar ya ‘teyide muhtaç’ diye, galiba, bizler, bu coğrafyanın insanları tümden bu haldeydik.

Ruh sağlığımız, gerçekten de teyide muhtaçtı. Sokakta gördüğüm hemen herkes, her an birbirine bağıracak, birbirini yıkıma uğratacak bir kafa sersemliğiyle yaşama devam etmeye çalışıyordu. Resmen ölmemek için uğraşıp didiniyorduk.

Teyide muhtaçtık; evet. Özellikle yılbaşı gecesinden sonra, zıvanadan çıkan bir kötülük vardı ortalıkta gezinen. Bir arkadaşımın yorgun, ıssız ve sevecen mavi gözleriyle dediği gibi ‘tedavisi mümkün olmayan birer kanser hastasıydık’ aynı zamanda. İçimizdeki ur, insanlığın kadim dualarına rağmen büyüyor, ağıza alınmayacak, kadın bedenini yerden yere vuran küfürlerin adresi oluyordu.

Fırat Kalkanı diyordu birileri ezberlerin bir numaralı ekranında; ancak sadece ekranın suçu değildi bu. Politikacılar da hep aynıydı. Esneyen birer maske gibiydiler karşımızda, kızgın ve büyük laflar ederken bile: Protesto ediyoruz, şu olsun bu olsun derken bile sürekli bizden uzaklaşan bir serap tezinin italik dipnotlarıydı dedikleri. Neden samimi değildiler sorusu ise çoktan dünyanın en derin dehlizini boylamış, o en derin abisin içinde boğulmuş kalmıştı. 40 kişiyi öldürmüş bir cani bile yakalanamazken yeni askerler korosunun ekranı, ellerindeki bayraklarla inanmak isteyen bir halkı karşımıza sermekten çekinmiyordu.

Biz, teyide muhtaçtık. Çünkü kötülüğün adı olmak üzereydik de haberimiz yoktu. İntikam ateşiyle içimiz yanarken, neden intikam almak istediğimizi bile unutmuştuk. Sözcükler talan ediliyor, aynı çatı altında yaşayan komşular asansörde birbirine selam vermemeyi ‘seni tanımıyorum’ diye gerekçelendirirken bile asansör boşluklarına ‘yaşasın vatan’ diye bağırmayı eksik etmiyordu. Teyide muhtaçtık. Şehitleri, ölümü, yaşamdan daha çok seviyor ama deliler gibi alışveriş merkezlerine koşup geleneksel kış indiriminden alışveriş yapmayı, yüzde elli tenzilatlı mallardan hiç giymeyeceğimiz gömlekler almayı biliyorduk-kefen alırcasına.

Teyide muhtaçtık. Ölülerimizin ardından ‘oh olmuş’ diyebiliyor, yazarlarımızın cezaevinden çıktığını duyduğumuzda yüzümüzü gözümüzü ekşitebiliyorduk.

Teyide muhtaçtık. Birlikte olmak derken, sadece bizim gibi olanlar demek istiyor; bütünüz derken bütün parçaların aynı olması gerektiğini savunuyorduk. Kan derken bir kilo şeker der gibi bir halimiz vardı.

Teyide muhtaçtık çünkü yaşayan ölüler haline gelmek üzereydik.

Ve sonra kar yağdı...

Beyazdı. Güzeldi. Anlamlıydı. Sınırı, sınırsızlıktı. Kar yağdı. Çocuklar gecenin bir vakti kartopu oynarken, bir yandan da kardan adam, kardan kadın, kardan insan yaptılar... Hepsinin aslında aynı hamurdan olduğunu bilerek.

Bir de şu elbette:

Her kar tanesinin birbirinden farklı olduğunu bize hatırlatarak. Bütünlüğün tamdan azade, farklılıklardan bir araya gelen eşsiz birliktelikler olduğunu da. Hemen her seferinde farklı, hemen her seferinde doyumsuz, hemen her seferinde kar, kar, kar.

Yazının devamı...

Hiç değilse tek bir gün!

Yılın ilk yazısını bu kadar zorlanarak yazacağımı tahmin etmemiştim.

1 Ocak’a gözlerimizi, Reina’da yaşananlarla açtık. Bu kaçıncı katliam!

Yeni yıla umutla girmek isteyen insanlara böylesi bir sonu reva görenler ayrı bir yazı konusu. Hiç kuşku yok ki gerçek’in önümüzdeki ‘yalın hali’nde sadece onlar yok. Ellerindeki kalaşnikoflarla, hayatlarının kendilerince o en ‘değerli’ anında, yok ederek, var olduklarını sanma gafletine düşenler... Koşulların onlara biçtiği yokluklarıyla dünyayı yok etme hesabı görenler, canlı bombalarla insanların içine dalanlar; bu karmaşık gibi görünen ‘gerçek’in olsa olsa zerresi olabilirler.

Büyük tablonun söylediğini görmek içinse ilk etapta hafıza özürlü olmaktan kurtulmak gerekiyor. Çok değil, iki-üç sene öncesine gitmek. Her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bol erkekli resmi ve inkar hafızalı ‘zamane’ oturumlarından bir anlığına vazgeçip, sadece hatırlamak...

***

Gelelim bugünkü yazımın konusuna. Kadınların barış mücadelesine.

Güneş Daşlı, Nisan Alıcı ve Ulrike Flader imzalı bir kitap ulaştı elime. DEMOS, Demokrasi, Barış ve Alternatif Politikalar Araştırma Derneği’ne ait olan kitap ‘Kadınların Barış Mücadelesindeki Dünya Deneyimleri’ni anlatıyor. Bu mücadelelerin yakın tarihimizdeki adreslerini mercek altına alan kitap, Sırbistan, Kosova, Sri Lanka ve Suriye örneklerinde odaklanmış. Hafıza ve adalet konusunda bu ülkelerdeki kadınların yürüttükleri kampanyalar, hafıza özürlü toplumların, adalet yoksunu mekanizmalarının işler hale gelebilmesi için önemli eşikler oluşturmuş, hâlâ da oluşturmaya devam ediyor. Yine de çok farklı bir yelpazede karşımıza çıkıyor bu mücadeleler. Sırbistan ve Kosova örneklerinde etnik temelli çatışmalara, Sri Lanka örneğinde ulusal kurtuluş hareketleriyle bir devletin silahlı güçleri arasında geçen çatışmalara ve Suriye örneğiyle farklı pek çok örgütün çatıştığı bir savaşa yer verilmekte.

Tüm bu çatışma ortamları içinde kadınların kendilerine açtıkları yoldan devam etme biçimleri, dünya adına hem bir umudun hem de dönüşümün işaretini taşıyor. Sırbistan’daki anti-militarist ve anti-milliyetçi mücadeleyi sokağa taşıyan Siyahlı Kadınlar, ‘hafıza aktivizmi’ni hayata geçirmeyi başarıyor; öte yandan ‘İnsancıl Hukuk Merkezi’ barış mücadelesinin hukuki boyutunda diretiyor. Kosova’da ise çatışmaya bağlı cinsel şiddete maruz kalan kadınların travmalarının iyileştirilmesi öne çıkıyor.

Yazarların Medica Kosova’yla yaptıkları mülakat son derece önemli ipuçlarına sahip. Sri Lanka’da kayıp annelerin örgütlenmesi, savaş sonrası yoksulluk ve toprak sorunu deneyimleri çok tanıdık. Suriye’de ise temel konu göç. Bu konuda ise Türkiye’de faaliyet gösteren KADAV’ın çalışmalarına yer verilmiş.

Özet: Mücadelenin dünya çapında, çok boyutlu ve neredeyse her alana yayılmış seyri, kadınların barış deneyimlerinde çok katmanlı bir yolu göze almaları gerçeğinin altını çiziyor. Özellikle de inkar politikalarına karşı... Küçük örnekler, büyük ipuçlarını içinde barındırıyor. Ah vah içinse zamanımız yok artık...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.