Şampiy10
Magazin
Gündem

Tezatlar

Halil 17 yaşında. Kendi gücüyle çektiği çöp arabasıyla yaşıyor. Ayağında ayakkabısı yok. Hayal bu ya, bir gün, günübirlik de olsa bir adaya gitmeyi istiyor. ‘Kınalı olabilir mi?’ sorusuna öylece bakıyor.

Ahmet... O da Halil kadar. Bir keresinde Kınalıada’ya gitti. Kendisi gibi arkadaşlarıyla. Bindikleri deli motorda cep harçlığı sadece simit almaya yettiği için simit yediler.

Vuslat kendini bildi bileli Kınalıada’da. Aslen Malatyalı. İşi, sahilin en çılgın dalgalı kıyısındaki en cılız plaj koltuklarına ev sahipliği yapmak. Keyfi, eh işte. Koltuk başına beş lira alıyor; kabin dahil.

Masum, bir ada köpeği. Öğle vakti tüyleri eprimiş bir halde bir palmiyenin gölgesine küt diye atıveriyor kendini. Şekerleme yaptığı sırada karşısında öylece yatan İstanbul’a, onun o görgüsüz dev binalarına bakıp cık cık cık bile etme ihtiyacını duymuyor. ‘Bunu dert etmesi gereken ben değilim’ dercesine.

Günay, bir kaptan. Kısaca Günay Kaptan. Son yıllarda çok sinirli. Şehir hatları vapurunda kaptanlık yapamamanın hüznü, zamanla onda bir ezikliğe dönüştü. Bu yüzden adaya uğradıklarında aşırı gergin oluyor. Yolcuların yarısını almadan, tornistan, sonra gaza basıp gidiyor. Çalıştığı şirket onu kovmaya hazırlanıyor. Günay Kaptan ‘Siz ne bilirsiniz be’ diyor. ‘Denizi siz ne bilirsiniz? Denizde her şey yuvarlaktır’ dese de kendisi son cümlesinin antitezi durumunda. Günay Kaptan sivri, ters bir adam.

İffet. Bir bankada çalışıyor. Günay Kaptan’ın yolcularından biri, o gün adaya uğruyor. Yol boyunca Günay Kaptan’ın bezginlikle gerginlik arasına sıkışmış keskin deniz manevralarından hafif hafif midesi bulanıyor. ‘Neydi o yolda tekneleri falan sollamalar; Allah aşkına, denizle şaka olur mu?’ deyip deyip duruyor. Hayatı çok ciddiye alanlardan bu İffet.

Osman, denizle şaka olmayacağına inanan bir güvenlik görevlisi. Sadece denizle olsa iyi... Ona göre hayatı hayat kılan sadece Bekçi Murtaza’lar. Bekçi Murtaza’nın adını hiç duymamış ama olsun. İşi Kınalıada’nın en abiye kulübüne ev sahibi pozuyla sahip çıkmak. Gelen gidene afra tafra ile hava basmak, buraya herkes giremez diye ukala dümbeleği laflar etmek.

Ve İffet’le Osman karşılaşıyor. İffet o dakkaya kadar Halil, Ahmet, Vuslat ve Masum’u tanımış durumda. Günay Kaptan konusunu ise hiç açmak istemiyor. Yürüye yürüye Osman’ın oraya varıyor. Şu adanın en afili kulübüne. Ve yapmaması gereken bir şey yapıp kutsal kulüp toprağına adımını atıyor. Osman o sırada taş kesilmiş durumda! Nasıl olur da yabancı bir madde buraya adım atabilir sorusu beyninde Günay Kaptan’ınkine benzer dalgalar yaratıyor.

Bu yüzden İffet’in öylesine, ‘buraya nasıl üye olunur?’ sorusunu ‘burası nasıl ele geçirilir?’ sorusu olarak algılıyor. Hiç tanımadığı halde Halil, Ahmet, Vuslat ve Masum’u da orada hayal ediyor ve tansiyonu düşer gibi oluyor. Bereket hemen kendini topluyor ve ‘buraya üye olmak o kadar kolay değil’ diyor ve sonra bombasını patlatıyor ‘Detayları şööööyle uzakta, dışarda konuşalım!’

Palmiye ağacı. Kendini bildi bileli adalı. Uzaktan kıl oğlu kıl Osman’ı ve Osman’ı, derken şu çalımlı kulübü bile ciddiye alan İffet’i seyrediyor. Huzursuzca bir sağa bir sola sallanıyor. ‘Hayat eşittir hey gidi Osman, sana bu rezil sistemin içerisinde vezir olamazsın diyenin alnını karışlarım’ diyor.

Masum, dönüp altında yattığı palmiyeye bakıyor. ‘Bu palmiye deli mi ne!’ diye aklından geçiriyor. Sonra şekerlemesine devam ediyor; ‘tüm bunları dert etmesi gereken ben değilim’ dercesine.

Yazının devamı...

İfade özgürlüğü olmadan düşünce biter

‘Bir ülkede seçimler yasaklandığında, bütün gazeteler harfi harfine aynı şeyi yazdığında, gazeteciler susuturulmaya çalışıldığında, yöneticilerden farklı düşünen insanlar hapse atıldığında, din adamları insanlara farklı fikirlerini ifade etmeyi yasakladığında, büyük tehlikedeyiz demektir.’

Brigitte Labbe

Genç dostlarımla sık sık buluşmamıza neden olan Çıtır Çıtır Felsefe serisinin yeni kitabı yayımlandı: Anlaşmak ve Anlaşamamak! Yukardaki bölüm de o kitaptan zaten. Bu paragraftan sonraki cümle ise şöyle:

‘İfade özgürlüğü olmadan diyalog biter, düşünce de öyle.’

Peki düşünce biterse ne olur sorusu, burada önemli. O da kitapta mevcut elbette. Kısacası;

‘Her söyleneni anlamadan tekrar eden bir papağana, nereye gittiğini bilmeden sürüyü takip eden bir koyuna’ dönüşmek an meselesi olur.

Olup bitenlere ‘hayır’ demek ise nasıl bir şey diye soracak olursanız, onun için de kitabın sayfaları hizmetinizde:

‘Hayır demek zor bir şey...’

En azından göze almak demek. Neyi? Onun için ‘bir zahmet bu ince kitabı okuyun!’ diyeceğim.

Ya anlaşmak? Birçok alanda mümkün ama ben yine ülkelere referans veren bir cümlede odaklanmayı tercih ediyorum. Kitapta bunun için de harika bir cümle mevcut:

‘Bir ülkede, herkesin aynı fikirler üzerinde uzlaşmasının olanaksız olduğu anlaşıldığından, fikirler değil, kurallar konusunda anlaşma sağlanır.’

Fikirler değil, kurallar konusunda anlaşma... Neden fikirler değil de kurallar? Brigitte Labbe, bu konuda çok net. Bunun için de matematik dünyasına referans veriyor. Er ya da geç sonuca varılan matematik dünyasının, insanların dünyasından farklı olduğunu vurguluyor.

Nasıl mı?

‘Öğretmen insanların dünyasının matematik dünyasıyla hiçbir ilgisi olmadığını biliyor. İnsanların dünyasında bir tarafa haklıları, bir tarafa haksızları ayıramazsın. Kimileri için güzel olan, kimileri için çirkindir; bazıları için ilginç olan, diğerleri için o kadar ilginç olmayabilir; zalim, iyi ya da kötü de öyle... İnsanların dünyasında herkesin üzerinde anlaşacağı kesin doğru bir yanıt yoktur.’

Bu noktada kurallar devreye girer işte. Hak ve özgürlükleri aktaran, ifade özgürlüğünü vurgulayan, adaleti, hukuku, yaşamı gösteren kurallar. Kısacası yazımın başına koyduğum durumları ‘gösteren’ kurallar.

Yani, bir ülkede seçimlerin yasaklanmamasını, seçimlerde oyların çalınmamasını, gazetelerin farklı farklı şeyler yazmasını güvence altına alan, gazetecilerin işlerini yapmasına yardımcı olan, farklı düşünen yöneticilerin, insanların hapse atılmasını önleyen, velhasıl ifade özgürlüğünü teminat altına alan kurallar...

Anlaşmazlıklar?

‘Elbette olacaktır!’ diyor yazar. Başka türlü araştırmacı bir arkeolog gibi olma şansımız var mı yaşam karşısında? Zaten yaşam da bu değil mi?

‘Anlaşmazlık, insanı nedenler aramaya iter. Araştırır, soruşturur, kendimize sorular sorarız. Böyle böyle, bir anlaşmazlıktan diğerine, yeni bakış açıları, fikirler, düşünceler, görüşler oluşur, şekillenir, yıkılır ve yeniden yükselir.’

Fidanlara felsefeyi tartıştıran bir kitap bunları söylüyor işte.

Ahhh ah. (Bu ahlar bana ait elbette)

Yazının devamı...

Yargısız İnfaz

‘Kadıköy Metro girişinde, çellomu bomba, beni de terörist ilan ederek bir odaya kapattılar. Ellerime kelepçe takılıp defalarca yumruklandım ve tekmelendim. Türk bayrağı ile suratıma vurdular, biz bu ülkenin vatandaşıyız diyerek, ya ben? Müzisyenim; kollarıma, ellerime lütfen dikkat edin dememle daha çok darp edildim. Benim gibi insanlar bu ülkeden gitmeliymiş, ben ve benim gibiler vatan hainiymiş.’

Gülşah Erol, çellist

2007 yapımı bir film var. Adı Rendition. Dilimize Yargısız İnfaz olarak aktarılmış. Film, ABD’de asla işkence yapılmadığını iddia eden CIA’nin, hayalet uçaklarla insanları işkencenin ‘meşru’ olduğu ülkelere yollatıp, işkence yoluyla nasıl bilgi almaya ‘debelendiğinin’ kurgusal bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. 11 Eylül sonrasında ABD’nin kendi vatandaşlarına dahi (ABD’li Müslümanlar) uyguladığı bu feci yöntemin yine ABD menşeli bir film tarafından bizlerle buluşması, aslında tek bir hususu işaret ediyor. ABD’deki ifade özgürlüğünü ve bunun sanata yansıyış biçimini. Filmde öylesine replikler var ki kendi halinde bir Müslüman olarak söylemeye çekinirsiniz. Öte yandan bu programın (rendition) ne kadar insanlık dışı, ne kadar saçma, aptalca ve beyhude bir ‘program’ olduğunu da defalarca işitiyorsunuz! Üstelik bunları söyleyenler de Jake Gyllenhaal, Reese Witherspoon, Meryl Streep gibi benim ben diyen yıldızlar. Kısacası, kendi ülkelerini sonuna kadar eleştirmekten ürkmeyen insanlar! Bu onların sadece cesur olduğunu göstermiyor (bence burada kullandığım cesaret yanlış bir sözcük ve benim 3. Dünyalı bakış açımı temsil ediyor; belki sağduyulu desem daha doğru) aynı zamanda bulundukları diyarın sanata ve sanatçıya tanıdığı düşünce ve ifade özgürlüğünün boyutlarını da sergiliyor.

Yukarda cesaret konusunda açtığım paranteze gelecek olursak: Ne yazık ki cesaret bizim gibi ülkelerde katmanlı anlamlara sahiptir, olduğundan çok fazla abartılır, insanlar üzerinde başka başka baskılar yaratır ve birçok hususu gölgeler, gerçeğin ertelenmesine yol açar. Oysa şöyle düşünebilmek önemlidir: İnsanlar işlerini yapar ve yapmalıdırlar, kısacası yazarsan yazarsındır, gazeteciysen gazeteci, sanatçıysan da sanatçı... Tıpkı cesaretin aşırı abartılması gibi, işini yaptın diye ‘vatan haini’ ‘ya sev ya terk et’ gibi retorikler de bizim buraların refleksleridir ve elbette içler acısıdır. Bu yüzden cezaevinde beyhude bekletilen meslektaşlarımız var... Oysa onlar sadece işlerini yapmışlardır. Sadece işlerini. Kısacası bir gazetecinin yapması gerekenleri... Analitik, sağduyulu, sorgulayan, gerçeği arayan gazeteci olmak vatan hainliği değildir. Sorun hak ve özgürlüklerin girdiği darboğazdadır. Ve bunun yarattığı karmaşada.... Sorunumuz budur.

Sanatçı Gülşah Erol’un metroda yaşadıkları da buna kanıttır zaten. Siz ikinci dakikada bir insanı vatan haini diye itham edemezsiniz. Onu hırpalamaya hakkınız yoktur. Buna hakkınız varsa, başkalarının hakkı yoktur. Başkalarının hakkı yoksa toplum yoktur. Durumun böyle olduğu ortadaysa, bunları ifade edecek sanatçılar, yazarlar, gazeteciler vardır. Onlar da yoksa...

Tekrar filme ve filmdeki oyuncuların repliklerine dönecek olursak... Bu insanların hayatı güvence altında. Biliyorlar ki böyle bir filmde yer aldıklarında iki gün sonra haklarında soruşturma başlatılmayacak, vatan haini ilan edilmeyecekler, terörist diye itham edilmeyecek, işlerini kaybetmeyecek, hapse atılmakla tehdit edilmeyecek, dövülmeyecek ve aşağılanmayacaklar.

Şunu da ifade etmemiz elzem: Bugün sanatında, düşünce hayatında bunları yaşayan ülkeler buraya hiç de kolay gelmediler. Sanırım ders çıkartılması gereken en önemli hususlardan biri de bu.

Yazının devamı...

Okumayan ahali

‘Kimileri okumayan Türkiye istiyor.’

Kasırganın ardından tanıştığım camcı.

Evet, bu kesin!

Neden derseniz, okumak, içinde bulunduğumuz dünyayı, ülkeyi, mahalleyi farklı açılardan görebilme yetisini geliştiriyor. Eğer sosyolog değilsek bir evlilik programının dağarcığımıza katabilecekleri ile gidebileceğimiz yol, çözebileceğimiz dertler belliyken, bir kitap okuyarak çözebileceğimiz yaşam denklemi bazen birçok şey anlamına gelebiliyor.

Elbette kitap var, kitap var. Dahası o kitaba erişecek algı var, algı var... Bu farkları es geçmeden okuma eylemi eksiktir diyelim ve yazıyı ‘ciddileştirebilecek’ verilerle genişletelim.

Okuma eyleminin en kutsal mabetlerinden biri olan kütüphanelerin sayısı ülkemizde 28 bin 970’e ulaşmış. Bunun içinde halk, üniversite, örgün, yaygın, hepsi mevcut. Nüfusu bu kadar genç ve fazla olan bir ülke için bir elin parmağı sayılabilecek bir sayıdır bu. Dahası bu kütüphanelerin hizmet verme biçimi de ülkemizde ciddi bir sorun. Çoğu mesai saatleri içinde çalışır ve insanların gerçek okuma saatlerinde kapılarına kilit vurulur. Ülkemizdeki gönüllülük fikri, çoğunlukla enayilik olarak algılandığı için de karşınızda kitapla hemhâl olmuş bir ekip yerine genellikle saate bakan ve mesai saatinin bitmesini iple çeken devlet memurlarını bulmak, kitapla kuracağınız ilişkiyi en çok zedeleyen unsurlardan biridir. Tecrübeyle sabittir ki sessiz olan çok az kütüphanemiz var. Çoğunlukla öğrencilerin ödev yaptığı yer olarak algılanan kütüphaneler bir keşif yeri olmaktan çok geçiştirilecek bir yer gibi yaşanır bizim diyarlarda. Diyeceksiniz ki büyük kütüphanelerde bunlar olmaz. Ben de diyeceğim ki camiler büyük küçük, merkezdi kenardı ayrılmaz biçimde nasıl kutsal yerlerse, kütüphanelerin de bu kutsallığı her yer ve her zaman için geçerli olmak durumunda. Hiç kuşku yok ki mahalle kütüphanelerinin canlılığı arttıkça, insanların nasıl bir fikir alışverişine girecekleri ve bu kütüphanelerin insanlara sunacağı alanlar genişledikçe kitap okumanın ne demek olduğu daha net anlaşılacak. Böylece ipsiz sapsız metinlerin hayattan ayıklanması diye bir devrimle de karşılaşmak, neden olmasın, en olmadık zamanlarda bile mümkün olabilecek! (Umut her zaman en büyük devrimdir.)

Bu kadar ahkâmdan sonra güzel bir örnek İstanbul Ataşehir Belediyesi’nden geliyor. Aslında bu yazıyı sırf bunun için yazdığımı itiraf edeceğim! Taksilerdeki bir uygulama bu. ‘Bu Takside Kitap Var!’ projesi, taksilerde kitap okunmasını vurgulayan bir proje. Takside kitap okunur mu okunmaz mı tartışılır ama bindiğiniz bir arabanın ön koltuğunun arkasına geçirilmiş ve direkt müşteriyi hedefleyen kırmızı kılıflı bu yazıyla karşılaştığınızda şunu düşünebilirsiniz: Vay be!

İşte bu ünlem birçok şey anlamına gelebilir. Şaşırtıcı, kışkırtıcı, eğlendirici... Ve gerçek.

Televizyonda bomboş cümlelerin boş boş konuşan ahalisine inat kafada kalacak bir slogan: Bu Takside Kitap Var. En önemlisi, akılda kalacak başka cümlelere de gebe. ‘Bir kitap okusam mı ne! Biraz düşünsem mi ne? Biraz sorgulasam mı ne...’

Teşekkürler Ataşehir Belediyesi!

***

Bu arada meraklısı için verileri sürdürelim: ‘Türkiye’de üniversite kütüphanelerinin sayısı, 2016 yılında 2015 yılına göre yüzde 0,5 azalarak 552 olurken, üniversite kütüphanelerindeki kitap sayısı ise yüzde 0,1 azalarak 15 milyon 236 bin 013 oldu. Bu kütüphanelerde kayıtlı üye sayısının ise 2016 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 0,3 azalarak 3 milyon 810 bin 634 olduğu saptandı.

Resmi okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı ise 2016 yılında 2015 yılına göre yüzde 2 azalarak 27 bin 280 oldu. Aynı dönemde örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerindeki kitap sayısının da yüzde 15,2 azalarak 27 milyon 430 bin 168 olduğu belirlendi.’

Evlilik programlarının reytingleri ise sürekli artıyor Türkiye! Neden acaba? (Tamam, itiraf ediyorum, ders kitaplarında anlatılan sözde hayattan daha heyecanlı ve gerçek oldukları kesin!)

Yazının devamı...

Kaporta Kardeşliği

İshak Usta’ya rica ettim: ‘Gerisini bırak dağınık kalsın!’

İnancı yüksek bir adam olan İshak Usta, ‘Tamam’ dedi, ‘Nazardan korur hem!’

Vakum- kaporta hengamesinde uzayıp giden şifreli konuşmamıza heveslenen çırak LasVegas tişörtüyle içerden koptu geldi. ‘Bu yamukların her birine 50 lira alıyorlar abla, yalanım varsa ne olayım’ dedi.

İshak Usta’yla bakışıp gülüştük. Keyfimiz iyiydi.

İshak Usta’nın hemen her yağmurda taşan dükkânı Kara Çam Kasırgası’ndan sonra dükkânlıktan çıkmıştı. Sonra kaderiyle yaptığı sulh antlaşması gereği, her zamanki gibi sakin sakin temizlemişti dükkânı İshak Usta. Üzerine bir de çay demlemiş, yorgunluk atmıştı.

‘Neden Kara Çam diye soracak olursanız’ diye bir lakırdı etmeye gerek bile duymadım. Son 48 saattir cam ve kaporta görmekten yorgun düşmüş gözleriyle ne İshak Usta’da ne de LasVegaslı oğlanda böylesi bir merak vardı. Kafalarını meşgul eden, sürekli olarak dükkânın önüne yığılan dört tekerlekliler, şu yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş ahali ve onların can yongası olduklarını iddia ettikleri arabalarıydı. İshak Usta hemen her seferinde onlara şöyle sesleniyordu: ‘Canınıza bir şey olmadı ya!’

Oysa hemen herkes evhamlı bir şekilde biran önce eskiye, orijinale, sanki hiçbir şey olmamışa dönmek istiyordu. Sanki tüm bu büyük felaketler hiç yaşanmamış gibi olabilecek bir zamanı yakalamak isteğiydi bu. Unutmak, yok saymak, hiç düşünmemek, hiç olmamış gibi davranmak... Bu da, bir oto tamircide pürüzsüz kaportalar, cilalar, kara orijinal camlar demek anlamına geliyordu besbelli.

O sırada, bir toz bulutu hasıl oldu. Beyaz bir araba yalpalayarak sinirli sinirli az ilerimize park etti. İçinden arabanın sinirini taşıyan bir adam indi. ‘Ooo, merhaba bilmem kim bey’ dedi İshak Usta. Ustanın merhabasını öylesine geçiştirdi bilmem kim bey. Deminden beri uğraştığımız kaportaya yan gözle baktı baktı ve ikimizi süzerek ters ters ‘olmamış bu!’ dedi. Haydi buyur buradan yak!

‘İshak Usta onları nazar için bıraktı’ dedim ama adamın beni dinlediği falan yoktu. Gül gibi arabası ona kalsa makineli tüfek yağmuruna tutulmuştu ve o çok ama çok şanssızdı.

İshak Usta ‘Beterin beteri vardır bilmem kim bey’ dedi.

Ben ‘Üzülmeyin’ dedim, ‘Doğa bize çok önemli bir mesaj vermek istiyor’ demek istesem de bir işe yaramayacağını fark edip sustum.

LasVegaslı oğlansa hiçbir şey demedi.

Zaten müşkülpesent bilmem kim beyin bizi dinlediği falan da yoktu. Sürekli olarak ne kadar bahtsız olduğunu söyleyip duruyordu.

Ben arabaya bindim, LasVegaslı oğlan içeriye kaçtı, İshak Usta ‘yolun açık olsun’ dedi ilerlere bakarak.

O sırada önümüzden bitmek tükenmek bilmeyen belediye arabaları geçti. İçlerinde ölü çamlar.

Kozalakları yaşamı bilmeyecek olan ölü ölü çamlar.

Yazının devamı...

Doğmamış abiye mektup

Ersin... Adı buydu. Hepi topu iki yaş büyüktü benden. Gelin görün ki afrası tafrasıyla amcam gibi takılırdı. Çok ciddiydi ve havadan nem kapardı. Bildiğiniz kıldı işte, kıl! Bana kalsa, Ersin tokadımı yersin diye pek dalga geçilesi bir oğlandı...

‘Bu buz gibi esprilerini yazın yap anam yazın!’ derdi bilmiş bilmiş. Kızlar bunun hangi huyuna düşkündü, anlamak kabil değil.

O zamanlar bir tarih atlası vardı Ersin’in, bir de, bir de ötekisi. İki kitaba da ayrı bir düşkünlüğü vardı. Eee, Ersin’di bu canım. Zaman zaman tarih atlasındaki göç yollarına takardı kafayı, her göçün ardından kurulan uygarlıklara, onların bir sonraki sayfadaki varlıklarına, sonra yeni göç yollarına, o göç yollarından sonra kurulan yeni bir devlete, uygarlığa, esasa. Sonra esas gibi görünenin bir sonraki sayfada, yerini, başka bir esasa, başka bir uygarlığa, göçe, geriliğe, savaşa bırakmasına. Bazen coşar, hatta freni patlar ve tutarrr, en anlatılmayacak insana, bana, tüm bunları uzun uzun anlatırdı. Seans başına iki-üç Çokoprens karşılığında elbette!

Tarih atlası, bu minvalde, Ersin’in atıp tutmaları, benimse şişko ellerimin arasında eriyen ‘Çokoprens’lerimle devam ederken, öteki kitap büyük bir serinkanlılıkla seyrederdi hepimizi. ‘Benim esasım daha başka’ dercesine. Bir orman kitabıydı o. O zamanlar ‘orman ne güzel ah ne güzel’ şarkıları olurdu TRT’de. Cinler toz alır mı tarzındaki ‘çok elzem’ soruların ‘bilimsel’ cevaplarının aranmadığı günlerde. Ersin’le avazımız çıktığı kadar söylerdik orman şarkısını ve yarış devam ederdi. Kim daha yüksek sesle söyleyecek bakalım? Nesine? Gofretine? Tarçın sakızına? Zagor olmaya? Çiko kalmaya?

Manevi duyguları yüksek bir insandı Ersin; yanlış anlaşılmasın. Örneğin benim bir cadı olduğumdan neredeyse emindi!

Öte yandan orman perileri, farklılık arz ederek, ikimizin de ilgisini çekerdi! Onların, bizi erozyon ve selden koruduğu hissiyatına, ‘peki bu türden bir felaketi önlemek için ben bir insan olarak neler yapabilirim?’ sorularının eklendiği romantik günlerdi. Bir fidan dikmek cevap olabilirdi. Bir orman kurmak da. Ve ağaç kesmemek, doğanın dengesini bozmamak da.

Bugünkü ağaç sevgimi borçlu olduğum o kitabı, evet itiraf etmeliyim ki Ersin sayesinde sevdim... Hatta Ersin sayesinde, durduk yere bir ağacı kucaklamayı, onunla konuşmayı, ona hal hatır sormayı da.

İstanbul’daki son kasırga esnasında olmasa da hemen sonrasında, yıllarca zihnimde yer bulamayan bu iki kitabı, birden hatırlayıverdim. İki kitabın birbirini tamamlayış biçimlerini de.

Şimdi ‘anladık anladık tamam, geç orayı’ diyecek ve çok lazımmış gibi şunu soracaksınız: ‘Söyle bakalım Ersin gerçek miydi değil miydi?’

Allah sizin iyiliğinizi versin! Bu mu yani?

Yerim kısıtlı olduğu için hemen söyleyeyim:

Yaşadığımız son felaket ve olaydan 1-2 saat sonra taksi şoförlerinin diline pelesenk ettikleri ‘sizi almayacağım sadece kendimi kurtarmaya bakıyorum’ cümlesi ne kadar gerçekse, Ersin de o kadar gerçekti.

Bugün bu ülkede olamaz dediğimiz her şey olabiliyorsa, evet Ersin, o da o kadar gerçek-ti.

Zaten haksız yere içeriye attığınız, iddianame bile bulamadığınız insanlar hakkında, savunmalarından ötürü suç duyurusunda bulunmak ne kadar gerçekse, Ersin de o kadar GERÇEKTİ.

Bugün bu insanlara, bu insanların çocuklarına ve sevdiklerine, bu ülkenin geleceğine reva görülen ne kadar gerçeküstüyse, Ersin de o kadar, Ersin de.

Yazının devamı...

Sen neymişsin be abi!

Milli damat hikâyelerimize bir yenisi daha eklendi. Yanık sesli bir türkücümüz, nişanlısı hakkında ‘o benim ayağıma terliğimi getirecek’ dedikten sonra ‘o çok güzel ve seksi olsa evlenmezdim’ gibi cümleler sarf ederek hepimizi evlilik ve ilişkiler üzerine yeniden düşünmeye davet etti.

Bu devirde bir insan bir insanın ayağına neden terlik getirir sorusu bir yana, evlenecek kadınla takılacak kadın arasındaki farka yeni bir boyut katan ‘o güzel ve seksi olsa evlenmezdim’ cümlesi evlilik programlarında tartışılmaya aday bir cümle olarak gündemimize bomba gibi düştü! Bu milli erkeklik duygularını gıdıklayan hamasi sorunun bir evlilik programı boyunca tartışılacağı aşikârdı; hatta bir sonraki haftaya (reyting kontrolü yapılarak belki de haftalara) sulandırılarak mim koyabileceği de bal gibi ortadaydı.

Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir ve Türkiye, ekranlara kilitlenerek bu sonuçların gebe bırakacağı yeni ufuklara kafa patlatabilirdi. Ben de kendi çapımda biraz hayal gücü diyerek bu elzem durumu geliştirmeye çalıştım:

1-Çok güzel ve çok seksi olmak ne demekti? Kısacası çok güzel ve çok seksi olmanın kriterleri neydi?

2-Üstteki soruyla bağlantılı olarak, bunun evlenilecek kadın, yok anam yok evlenilmeyecek kadın arasında yarattığı gerilimi kim, nasıl yumuşatabilirdi?

3-Evlilik nasıl bir kurumdu? Kimileri tarafından çirkin ve seksi olmayan kadınlar grubu olarak tanımlananlar için kurulmuş bir hayırsever kurumu muydu yoksa?

4-Bu madde çok önemli: Bu kurumda terliğin varlığının erkeklik varlığına nasıl bir katkısı olabilirdi? Çirkin ve seksi olmayan kadınların terlikle kurduğu ilişkinin, seksi ve çok güzel olan kadınların terlikle kurduğu ilişkiden ayrıldığı noktalar nelerdi? Ve daha da önemlisi, hatta en önemlisi öyle bir ayrımı esas kılan hangi tür terlikti?

5-Evlilik (yoksa terliklik mi demeliyiz) bu anlamda bir hayırsever kurumuysa örneğin erkekler için şıpıdık terlikler bu kurumda daha mı işlevseldi?

6-Şıpıdık terliklerin sözde ‘çirkin ve seksi olmayan kadınlara’ açacağı kapılara plastik bir geleceğe şıp diye yapılan suni bir yolculuk adı da verilebilir miydi? O zaman, hiç de öyle olmadığı halde kendini dünyanın en çirkini saymaya koşullandırılmış kadınlar -örneğin evlendikleri zaman 50 kiloyken sonra mutsuzluktan 110 kiloya çıkmış kadınlar- yanık türküler söyler miydi? Ekranlarda, kadın programlarında yanık türküler söyleyen o tür adamların harbi kadın düşmanı olduğunu bilirler miydi?

Dövdükleri, aşağıladıkları, yok saydıkları kadınlarla popüler kültürümüzü oyalayan şu kadın düşmanı muhteşem türkücülerimiz, futbolcularımız, yerli dizi kahramanlarımız... Evimizin renkleri, ekranlarımızın sesleri, gazete spotlarımızın biricik sahipleri, terliklerimiz, canlarımız, ciğerlerimiz.

***

Bugün 24 Temmuz. Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğü için önemli bir gün.

Yazının devamı...

Bir gazete için haber metni çevirmek

Ülker İnce ve Dilek Dizdar’ın birlikte kaleme aldıkları ‘Çeviri Atölyesi: Çeviride Tuzaklar’ın (Can Yayınevi) en ilginç bölümlerinden biri, bugün yazıma başlık olarak attığım bölüm... Aslında kitap, konuyla ilgili olan hemen herkese önerebileceğim bir kitap. Özellikle işini ciddiye alan genç çevirmenlere yol göstereceği ortada.

Gelelim bizim başlığımıza. Gazete metinlerinin çevirisine.

Genellikle özet, kısaltma ve yeniden kaleme alarak eklemelerden oluşan metinler olarak tanımlayabileceğimiz ‘dış’ haberler, bu kez bire bir çeviri nasıl yapılabilir sorusuyla karşımıza çıkıyor. Yani aslına en uygun olarak...

Hem İnce hem de Dizdar, gazete metinlerinden dilimize aktarma eyleminin kolay gibi görünen ama çetrefil bir iş olduğunda hemfikir. Bunun temel nedenlerinden biri ise gazetede kullanılan dilin gündelik dil ve bu dilin sürprizleriyle yüklü olması. Gerçekten de gazetecilik dili, samimi bir dildir. Aktardığı ne olursa olsun içinde bulunduğu kültürün temel dokusuyla örülüdür ve zaman zaman ele avuca sığmaz bir yapısı vardır. Bu noktada sorulabilecek soru ise olsa olsa şudur: Biçime nasıl sadık kalınabilir? Özellikle metinde kullanılan eğretilemeleri nasıl aktarmak mümkündür? Yazarlar bu konuda esnek olunabileceğini, kullanılan eğretilemenin ya da deyimin metnin bütünündeki anlamını bozmadan Türkçe’nin olanaklarıyla değiştirebileceğini söylüyorlar. Kısacası bir eğretilemeyi ya da deyimi aynen aktarmak durumunda değilsiniz. Yeter ki metin anlamından çıkıp sağa sola savrulmasın! Bunun dışında sözcükler arasındaki bağlara, kaynak dildeki (İngilizce ya da diğer diller) diziliş sistematiğine, uzun ya da karmaşık cümlelerin aktarılmasına, cümlelerdeki önceliğin farkına varılması noktalarına da özellikle vurgu yapıyor yazarlarımız. Noktalama işaretlerinin taşıdığı anlamlara aman dikkat! Çevrilen konuyu bilmekle bilmemek arasındaki farklar da cabası...

İş bununla da bitmez!

İnce ve Dizdar, öğrencilerine Financial Times’dan bir metin vermişler ve ilk etapta öğrenciler şunu sormuş:

Türkiye’de hangi gazetede yayımlanacak?

Gazetenin neresinde ve hangi sayfasında yayımlanacak?

Türkiye’de bir metnin, çeviri olsun ya da olmasın, hangi gazetede, ne şekilde yayımlanacağı gerçekten de çok belirleyici. Bu sadece okurun beklentileri anlamında değil, gazetenin duruşunu da ilgilendiren bir soru. Kısacası bu ülke okuru bir gazete haberinde neyin, nasıl söylenmesini bekler, nasıl bir dile alışkındır soruları ne kadar önemliyse herhangi bir metnin hangi gazetede, nasıl yayımlanabileceği sorusu da o kadar önemli. Özellikle de günümüz Türkiye’sinde.

Ya başlıklar? Metnin esas vurgusunun çarpıtılmaması ne kadar önemliyse, doğru başlığın da öne çıkarılması o kadar önemli; ancak, günümüz dinamiklerini düşündüğümüzde hangi gazetede ya da hangi yayın organında sorusu kadar önemli değil!

Yeri geldi soralım: Örneğin bir Alman gazetenin ‘bizde mahkemeler Türkiye’dekinden daha geriymiş!’ biçiminde atacağı kinayeli bir başlık ve bunun haberi, bizim okurlarla nasıl buluşabilir? Okur adına okurdan önce karar veren bir gazetecilik anlayışının hüküm sürdüğü Türkiye’de ‘vay hainler’ başlığı altında verilebilecek bu türden haberlere çok alışkınız. Ya da şu ara New York Times’ın Donald Trump’ın karışık işleri hakkında yaptığı ‘gazetecilik’, hangi gazeteler ve yayın organları tarafından Türkiye’ye, nasıl aktarılabilir?

Hiç kuşku yok ki elimdeki kitap, bu işin ‘bilimsel’ yollarla nasıl yapılabileceğini güzel güzel tartışıyor. Benim sorularımın çok geç kalmış afaki cevapları ise sanırım en iyi tahminle on yıl sonra falan dürüstlükle cevaplanabilecek sorular.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.