Hayati Fark-2
‘Şu anda Türkiye’de demokrasi adına yaşanan trajedi, gizli gündemi olan, yasa dışı yollardan iktidar değişikliğini hedefleyen kişilerin yer aldığı bir örgütle demokratik sivil toplum örgütleri arasındaki hayati farkın ortadan kalkmış olmasıdır.’
Taciser Belge’nin Osman Kavala’nın gözaltına alınmasından sonra Bianet’te yayımlanmış yazısından.
***
Dünkü yazıma da bu alıntıyla başladım. Konu ya da alıntı bulamadığımdan değil. Bu konunun verdiği kırmızı alarmı yinelemek için...
Yazımın devamını ise Büyükada’da gözaltı süreciyle başlayan ve sonrasında ‘maalesef’ alıştığımız ya da alıştırıldığımız üzere tutukluluk ile şekillenen bir davaya ayırmak istiyorum. İlk duruşması bu Çarşamba (25 Ekim) saat 10’da İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Çağlayan Adliyesi’nde gerçekleşecek olan bu dava, aslında, Türkiye’de, insan haklarına inanan ve bu hakları öncelikli bir yaşam diskuru sayan insanların tümüne açılmış bir dava görünümü çizmekte. Sivil toplum örgütlerinin hak savunucularının bir araya gelerek fikir alışverişinde bulundukları bir toplantının ardından tutuklanmaları karşısında söylenecek söz yok.
Kısacası, Kafka’nın distopik romanı Dava’ya denk düşecek bir arife daha bizleri bekliyor! Hatırlayacağınız gibi bu romanda ‘suç’ yoktur, ama ‘suçlu’ vardır ve en büyük farkı da bu kılar zaten. Hatta kitabımızın kahramanının bunu anlaması uzun sürecektir; davayı sürekli kafasına taksa da bir suç işlemediğinden emindir ve durumun kısa süre sonra düzelecek bir karışıklık olduğuna inanmaktadır. Ancak asıl sorun da budur zaten. Aranan suç olsa haklıdır, ama aranan suçludur.
Peki suçlu kimdir? Sistemin öngördüğü edevat diyebileceğimiz ruhların, kısacası bir ‘işin’ yapılması için ‘gerekli’ olan malzemelerin oluşturduğu bir güruhun tanımladığı sınırlara uyamayanlar. Ancak distopya diye asla azımsamayalım, kitabımızın kahramanının şaşkın bakışları içerisinde biz okurlar da şaşkın şaşkın şuna tanıklık ederiz: Suçun olmaması, sizi mahkum etmeye yeltenen sistemin önünde masum olduğunuz anlamına gelmez! Kısacası adalet yerine ‘suçluluk’ üzerinden yürütülen bir mekanizmada sizin masumiyetinizin hiçbir önemi yoktur! Bu yüzden de kitaptaki kahramanımızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelenlerden beterdir.
Tam burada bir öğrencimin sözlerini hatırlamak isterim. Bir diğer distopya olan ve günümüzün otoriter baskılarına pek güzel cevap veren Fahrenheit 451 için ‘Ya hocam bu kitap çok uçuk kaçık, ben daha gerçek şeyleri seviyorum’ dediydi. Gerçek şeylerden neyi kastettiğini sorduğumda güzel, doyurucu cevaplar vermişti. Vermişti de, ben yine de ukalalık yapıp şu soru cümlesini araya sıkıştırmıştım: ‘Yaşadıklarımız distopya bir roman taklidi değildir de nedir?’ Ve ne yalan söyleyeyim bir edebiyatçı olsam dahi edebiyatın yaşam karşısındaki bu kazanımından pek mutlu olduğum söylenemezdi.
Ne diyeyim... Çarşamba günkü davada dileyelim de kurgu kurgu olarak kalsın yaşamdaki hukuk da hukuk.