Şampiy10
Magazin
Gündem

Ağacın Sesi

'Şu var, Bir ağacı dinlemenin yolu değil bu: Kulağınızı dayayacaksınız gövdesine, gövdesinin değişik yerlerine. Başkalarına aktaramazsınız işittiklerinizi belki (kesin değil)....’

Enis Batur (Dalgınlık Kursları, Kırmızı Kedi Yayınevi)

***

‘Ağacın Sesi’ adlı kısacık denemesinde Enis Batur bizi alır başka bir kıyıya bırakır. İlkin Paris Luxembourg bahçesinde onu karşılayan ‘dehşetengiz’ bir ağaçtan bahseder bize. Sonra Giuseppe Penone’nin bir kitabına ve kitabı tamamlayan CD’ye değinir. O CD’de, İtalyan sanatçının farklı türden on dört ağaca vurarak elde ettiği farklı sesler içinse yazımın başında yer alan cümleleri söyler. Sanki hepimizi ‘görebilmemiz ve kendimizi yoklamamız için’ özel bir yolculuğa davet etmektedir!

Her gün elimizin altından kayıp giden bir kentte bunları düşünürken bir asansörde karşıma çıkan kadının kızgın bakışları karşısında irkilirim! Ve başlarım düşünmeye: Onu dehşetengiz bir ağacın apansız sürprizlerini keşfetmekten alıkoyan nelerdir diye. Yoksulluklar, yoksunluklar, talihsizlikler, adına kısmet denilen tesadüfler, kesişmeler, buluşamamalar, dar açılar, riskler, tahakkümler, hepsi geliverir aklıma. Bunları düşündüğümde, asansörden inerken yüzüne bakıp gülümseyerek ‘iyi günler’ derim ona. O ise homurdanmasını sürdürür. O zaman hangimiz en yalnız olanızdır, bilemem. Ağaçlar mı, bakıp bakıp göremeyenler mi?

Bunu anlatmaya çalıştığım başka biri çıkar ve tüm kalpsiz zamanlarına eşitlenebilecek bir cümleyle ‘her şeyin başı siyaset’ der. ‘Neden yazdıklarında, yazdıklarınla siyaseti gölgeliyorsun?’

O zaman ‘ben siyasetçi’ değilim demek yerine, kulak verip dinlediğim bir kitaptan bahsetmek isterim ona (onu biraz daha sinir edeceğimi bile bile!). Üstelik resimli bir çocuk kitabıdır bu. (Eyvahlar olsun!) Rocio Bonilla’nın ‘Dünyanın En Yüksek Kitap Dağı’ çalışması, hep uçmak isteyen bir çocuğun gözlerinden şiirsel bir merakla uçmayı sorgulatır. Sahi uçmak nedir? Kitabın büyüsel desenleri arasında gezinirken, uçmanın kitaplarla buluşmak olduğunu anlatır bize satırlar. Hayal gücünün insan ömründeki karşılığını, bu ömrü aşan tınısını, o tınının insanı nerelere taşıyabileceğini ve bunun nasıl mucizelere gebe olduğunu. Mucize, cesaret edebilmektir der kitap bize. Cesaret edebilmektir! Farkında olabilmeye, farklı olabilmeye, farksızlığı göğüslemeye, farkındalıkla böbürlenmemeye, anlamaya, çoğunlukla anlamanın yetmeyeceğini bilmeye, yine de yola devam etmeye; evet velhasıl tüm bunları fark etmeye cesaret edebilmektir. (der kitap, sanırım ben de!)

Tüm bunlar hayatımızda olabilseydi bugün yaşadığımız ‘tüm bu siyasi’ açmaz ‘açmaz’ olarak kalır mıydı diye sormadım o başka birine. (Onun zaten bu anlattıklarımı dinlemeye hiç ama hiç niyeti yoktu.)

Ya siz?

Yazının devamı...

Gerçek-sonrası haller

‘Oyuncu Hakan Yılmaz’a saldıran isim açık açık yalan söyledi.’

Bir gazete haberi. Başlıktaki ‘gerçek-sonrası’ ise post-truth’a denk düşüyor.

***

Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov, geçtiğimiz yüzyıldaki bir denemesinde edebiyatçılar için ‘yalancılar’ demişti. Ona göre iyi edebiyatçılar müthiş yalancılardı! En azından 20. yüzyılda, gerçeği romantize etmeden, sanata ve edebiyatçıya biçilen bu rolü anlamak mümkündü. Şimdiyse her şey birbirine ‘bakıp’ durduğu ve geçirdiği ‘değişimden’ ötürü ‘dura dura’ amorf bir yapıya büründüğü için, kendi adıma, sanatçıyı ve edebiyatçıyı nereye koyacağımı bilemiyorum.

Öte yandan son tanık olduğumuz ‘saldırıda’ bir iş adamı olduğu ileri sürülen kişinin durduk yere başka bir insana saldırmasını reddedip, bilakis kendini mağdur gösterme çabalarını, 21. yüzyıldaki Türkiye’de ‘gerçek-sonrası bir deneyim olarak algıladım. İş adamının, son derece emin bir edayla kendini aklamaya çalışmasına ve olup biteni ‘ufacık tefecik içi dolu yalancık’ biçiminde kamuoyuyla paylaşma ‘pişkinliğine’ diyecek söz bulamadım. Dahası bu ve benzeri olaylara (ne kadar çoklar!) artık pek şaşırmadığımı fark ettiğimden ötürü bu yazıyı yazmayı çok ama çok istedim. Kafamdaki sorularımsa belliydi:

1-Ortada alenen ‘bir gerçek’ varken, bir insan niçin bu kadar yalan söyler? (‘Kamera kayıtlarına bakılsın’ vb.)

2-Neye dayanarak bu yalanları arka arkaya sıralar? (‘Karşımdaki kişi devlete ileri geri laflar söylüyordu’ derken, muhbir vatandaş ruhunun aramızda nasıl bir hayalet olarak dolaştığı da ortaya çıkmaz mı? Hemen herkes kendini OHAL’ci ve onun Murtaza’sı mı saymaktadır? Neye göre peki? Kısaca pusula nereyi göstermektedir? Yoksa artık pusula musula yok mudur? Pusulanın olmaması, kısaca yönün kaybolmuş olması, kimin hayrınadır? Ortada gezinen ‘çete’ ruhunun, ‘ben söyledim oldu’ ifadesinin toplumun her katmanına sinmesinin nedenleri nelerdir?)

3- Söz konusu kişi tüm bu yalanları ayan beyan sıralarken diğerlerinin buna inanacağından nasıl bu kadar emin olabilir?

Gibi sorular...

Hürriyet gazetesi sağ olsun, video kayıtlarını sunarak, gerçeğin bizlerle buluşmasını sağladı. Ve gördük ki işin aslı, hiç de savunulduğu gibi değil. Ancak benim burada bir sorum daha var:

4- Her şey bu kadar ortadayken söz konusu iş adamının hâlâ bu işten yırtma şansı var mıdır, yok mudur?

Yaşadıklarımızdan yola çıkarak cevabımızın ne olduğu bellidir.

İş adamı, ah canımmm, elbette ‘masumdur’!!!

Yazının devamı...

Başa geldi akıbet

‘Sen beni yine et

Okullara emanet

(dilbilgisi kurallarına, noktalama işaretlerine dikkat et)’

Komet (Esas Mesele İdi Fiil, adlı kitabından)

***

Kıymetli ressamımız Komet’in yazdığı şiirleri renkli bir tuval aşkıyla okudum. Başa geldi akıbet şiirini ise bambaşka bir keyifle!

Geçenlerde bir başka arkadaşım anlattı (şu aralar arkadaşlarımın başına birbirine çok benzer, birbirine domino taşı etkisiyle bağlanabilecek ve belki de aynı sayılabilecek tuhaflıklar geliyor. Neden acaba?). Beşiktaş Meydanı’na, adı lazım değil bir partinin, güçlü sıfatını dolaya dolaya bayrakları sallandırmaya meylettiği sırada, ‘Yahu’ demiş arkadaşım ‘Hep aynı martavallar!’. Derken bir adam sandalyeleri mandalyeleri dizmeyi bırakıp ‘Ne diyorsun sen?’ diye ona çıkışmış. Arkadaşım da ‘Duydun ama yine de söyleyeyim: Hep aynı martavallar!’ demiş. Karşı taraftan gelen cevap ise çok yaratıcı olmuş: ‘Asıl siz hep aynı martavalları söylüyorsunuz!’ Bunun üzerine kafası atıp ‘Hırsızlar’ demiş arkadaşım. Ancak karşı taraftan yansıyacak aksisedasının da şu cümle olacağını tahmin etmiş: ‘Asıl hırsız sizsiniz.’ Ki yanılmadığı, saniyenin onda biri kadar kısa bir süre sonra ortaya çıkmış. Diyor ki işbirlikçi desem, bana işbirlikçi diyecekti, yalancı desem, sensin yalancı, milleti kandırıyorsunuz desem, asıl sizin gibiler, ayva reçeli desem ayva reçeli, rüzgar desem, sensin pis rüzgar.

Sözcükler ucuzlamayagörsün!

Herkes her sözcüğün ev sahibi oldu! Hallerimiz budur. Acıklı haller. Ah... Ancak belki bunun da bir hikmeti vardır...

Buna denk düşebilecek bir şeyler daha söyleyeyim. Can Yayınevi’nden çıkan Saliha Nilüfer tarafından dilimize aktarılan Enrique Vila Matas’ın ‘Kassel’de Mantık Aramak’ kitabında şöyle bir cümle var:

‘Şehir, bilinmeyen bir mantığın önünü açan bir mantıksızlığa davet ediyor bizi.’ Tam da burada bu ‘bilinmeyen mantık’ın ne olduğunu merak eder haldeyim. Dünyanın paslı çivileri tek tek kucağımıza düşerken, sözcüklerin hükmü hükümsüzlükle çevrilmişken, anlam dediğimiz her şeyin herkes tarafından her an yeniden üretilebilme cüretiyle meşru kılındığı bir cennet-cehennem temsilinde bunu ummaktan başka bir seçenek bulamıyorum. Kısaca ‘başa geldi akıbet, millet ister inan ister inanma budur çağın bize buyurduğu zillet’ diyenlerdenim.

İyisi mi Komet’in şiirinden bir parça daha mırıldanayım size:

Belli belirgin bir coşkuyla fırlasak

Fırlatılsak bile uzaya kerhen

İki şüphe ile bir kıssa

Bize çatar akıbet!

***

Umutsuz bitirmeyeyim yazımı: Haldun Bayrı’nın çevirisiyle ‘Çıkış Şu Taraftan’ başlığıyla Ken Robinson’la yapılmış 21. yüzyıldaki eğitime dair hoş bir röportaj var Medyascope’ta:

http://medyascope.tv/2017/12/07/mevcut-egitim-sistemleri-asildi-cikis-ise-su-taraftan/

19. yüzyıldan bu yana değişmeyen eğitim sisteminin artık değişmesi üzerine! Edebiyatın, sanatın insandaki müthiş etkileri üzerine. İnsanın, değişmez denilen kaderlerin değişebileceği üzerine.

Yazının devamı...

Tanıdık Yüzler

ABD Başkanı Kudüs için konuşurken, mimiklerini takip ettiğimde ‘ya ben bu adamı sanki tanıyorum’ diye bir duygu geçti içimden. Bu tür duygular mevcuttur, bilirsiniz. Umberto Eco, bir gün karşı caddede gördüğü bir adamdan bahseder bize. Benzer bir duygu yaşar. O kadar ki adama gidip iki kelam edesi gelir. Meğerse adam Anthony Quinn’dir!

Doğrusu Anthony Quinn’e haksızlık etmek istemem.

ABD Başkanı’nı izlerken, söz konusu duyguyu içimde gezdiren itici güç, geçmişin girdaplarında saklı bir anı ve o anının bende bıraktıkları olabilir miydi? Örneğin aksi sarışın bir bakkal, zalim kumral bir kasap, sert beyaz saçlı bir öğretmen, terbiyesiz kırmızı yanaklı bir taksi şoförü?

Hepsi olabilirdi. Ancak biraz daha dikkat kesilince zihnimdeki tınının fiziksel bir benzeşme ile ilgili olmadığı, hareketlerde saklı olan bir imada kendini belli ettiğini fark ettim. Nefesimi kesen şey, Başkan’ın ‘Siz de kim oluyorsunuz!’ tavrı karşısında insanın düştüğü duygu çamuru; velhasıl yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusu gibi beyhude bir çabayla kendini fezadan saklama dürtüsüydü sanırım.

Derken buldum! Bu duyguyu ABD vizemi ilk kez almak için başvurduğumda karşımdaki vize görevlisinin tavrında sezmiştim! Yıllar yıllar önceydi. Henüz ABD Konsolosluğu kartal yuvasına taşınmamıştı ve halk arasındaki kulübesinde bizlere hizmet sunuyor haldeydi. Dışarıda yağan yağmurdan ötürü saçlarım sırılsıklam çıkmıştım adamın karşısına. Saçlarımdan sızan o sular, hayatını vize memuru olmak için adamış bu suratsız ve çok bilen adamın öte tarafındaki camlı engeli buğulandırıyor, sözcüklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz aynı cama çarpıp buhar olmasını engelleyemiyordu. Böyle böyle bir sürü sözcük ziyan olurken, o sadece dik dik suratıma bakıyor, asıl cümleyi söylemeye hazırlanan başoyuncu gibi mağrur ve kayıtsız bir kibirle, orada sanki ölmemi bekliyordu. Kafamda kurguladığım bütün anlamlar birbirinin içine girmiş ve bizzat kendi cümlelerimin kölesi haline dönüşmüştüm. Onun da beklediği zaten buydu. Hafifçe cama doğru eğildi ve zaferini kutsayan bir edayla ‘size inanmıyorum’ dedi. Size inanmıyorum demişti adam... Bu kadar. Ve günlerce uğraşıp hazırladığım vize başvuru kağıtlarımı gözümün önünde, anında cart curt diye yırtmıştı.

Hiç kıpırdayamamıştım. Zaten sözcüklerim bitmişti. ‘Buradan çıksan yeterli, haydi iki üç adım at, kıpırda’ diyordum kendi kendime. Ancak bir müddet onu da yapamadım.

Vize memurunun yüzüne boş boş baktım durdum. O ise beni çoktan unutmuştu.

***

Yıllar sonra bana bu duyguyu çağrıştıran Kudüs konuşması için diyebileceğimse belli:

İki ayrı coğrafyanın temel özelliği bu galiba. Bir taraf kibrinin esiri biçiminde hemen, o dakika neler dediğini, neler yaptığını unutuyor, bir tarafsa hiç unutmuyor. Unutmadığı, unutamadığı zamansa neler oluyor neler...

Hangisi sağlıklı olan? Kanımca hem ruhlarımız hem de dünya barışı adına ikisi de birbirinden beter.

Yazının devamı...

Dertli ve buzlu

‘Kelimenin gerçek anlamında bir şeyi disiplin altına sokmak, onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmek demektir-bu şey ister şeftali ağacı olsun, ister insan zihni. ’

Ursula K. Le Guin

Dertliydi. ‘Anlat’ dedim. Bir yandan da buz torbasına sarılı ayak bileğine kaçamak kaçamak bakıp duruyordum.

Türkiye’nin milyon dolar bazındaki hırsızlığa nasıl bulaştığı (edebikelâm haliyle söyleyecek olursak nasıl bulaştırıldığının iddia edildiği!) günlerden geçiyorduk. Zaten depresyonu tavan yapmış bir toplumun artık plastik hunilerden medet umamayacağı bir dönemeçteydik. Plastik hunilere karşı olduğumuzdan değil. İşin rayından çıktığına ve başka bir sayfanın açılamasına inanmak istediğimiz için olabilirdi bu.

‘Neyse ya’ dedi. ‘Neyse. ’

Başladı anlatmaya. Kesik kesik. O gün tramvaya binmişti. Tıka basa dolu tramvayda (arzu tramvayının emekli hali deyip göz kırpmıştı burada bana) kıpırdayamaz bir halde arkaya sıkışmış kalmıştı. İneceği durağı dört gözle beklerken kafasından plastik hunileri falan geçirmemeye çalışıyor, kadına yönelik artan şiddetin boyutlarını düşünmemeyi umuyordu. Hayat bir kurmaca olabilseydi diye aklından geçirdiğini itiraf ederken kaosun edebiyatta yer almadığını, en büyük çelişkinin yaşananlarda olduğunu bir kez daha teslim ettiğini mırıldanıyordu karşımda. Düşlere sığınmanın faydası yoktu. Her şey çok sertti. 21. yüzyıl bütün itirafçılarına ve gizli belgelerin kamuoyuna sunulmasına haiz bir yüzyıl olmasına rağmen çok yavan bir yüzyıl olacağa benziyordu. Kıt kanaat bir hayal gücü kalmıştı geriye. Sorun da buydu zaten.

Öyle bir haldeyken tramvay durmuş, yol boyunca tuzu kuru kadınların tuzu kuru konuşmalarının meskeni olmaktan yorulmuştu. İnmesi gerekiyordu. Ancak uzayda kapladığı yer düşünüldüğünde burada da, tramvayın içinde büründüğü haliyle kapladığı nokta da küçücüktü. Yine de inmesi gerekiyordu işte! ‘Ya bi bana izin verebilir misiniz?’ dedi tuzu kuru yolcu kadınlardan birine. Yolcu kadının sorulu cevabı ne küstah ne bilmiş ne farkında ne şu ne buydu. Boş bir şeydi, bomboş. ‘Öteki kapıdan inseniz ne olur!’ Gerçekten öteki arka kapı da açılmıştı ama sonuçta yolcu kadının sadece nefesini içinde tutmasıyla geçebileceği bir koridora ihtiyacı vardı arkadaşımın. ‘Ya ne fark eder, altı üstü iki adımda ineceğim siz biraz kıpırdasanız ne olur!’ diye diretti. Sonra yolcu kadının ve yanındaki arkadaşlarının homurtusunu duydu. Bu homurtuyu çok net tanıyordu aslında. Şu ‘her şeyin başı eğitim’ diyen, ülkeyi geri kalmış triplerinden her daim kurtarmaya hazır, el belde kadın tipiydi bu. Muhtemelen aynı partiye oy verdikleri, verecekleri o kadınlardan. Kadına şiddeti protesto edecekleri o kadınlardan. Hay Allah ya! Bu yüzden olsa gerek, tramvaydan inerken son basamağı es geçti ayağı ve kader- evet kader!- ayak bileğinin burkulmasına engel olamadı. Can havliyle kendini toparlamaya çalışırken yolcu kadının arkadaşlarından birinin zamanla tüm parazit sesler gibi uzaya karışacak olsa da o anda kafasında çok net sabitlenecek sesini duydu: ‘Oh olsun! Bak ayağını burktun işte. Ohhh. ’

Ayağındaki buz torbasına baktım.

‘Gül’ dedi ‘Gül. Tutma kendini gül! ’

Gülmekten çok ağlamak istiyordum aslında. Nicedir içinde bulunduğumuz nice hal gibi! Ama yine de gülümsemeyi tercih ettim. Bunun nedeni bugünkü yazı olsa gerek!

Arkadaşımın son cümlesini ise yazımın finali yapmak istedim. ‘Ohh olsun’ lafını duyduktan sonra arkadaşım tramvaya geri dönmüş ve yolcu kadın ekibine bakıp içlenerek şöyle demiş: ‘Başkalarını suçlayacağımıza ilk önce kendi aramızda anlaşabileceğimiz ortak bir dilimiz olsaydı bugün bu yaşananların hiçbiri olmazdı.’

***

Sahi o ortak dili bulamayışımızın nedeni, en ufak bir çıkar çatışmasında kendimizden başka herkesi düşman saymamızın gerekçeleri sizce nelerdir?

Yazının devamı...

Şaşırmak

‘Ailenin mal varlığına el konulması kararını şaşkınlıkla karşılıyoruz’

Zarrab Ailesi’nin avukatı

***

Bazen şaşırırız. Beşer bu. Hatta bazen şaşırmakla kalmayıp aklımızı oynatacak noktaya geliriz. Beşer işte! Belki de ezberlerden azade aradığımız anlam yüzündendir bu. Bugünkü koşullar altında ne kadar ararsak bulamayacağımızı düşündüğümüz (öğrenilmiş çaresizlik) şu meşum olduğunu sandığımız, Kaf Dağı’nda saklı olduğuna inandığımız anlam yüzünden... Evet şu aralar, milletçe, Zarrab ailesinin avukatından daha farklı bir anlam aradığımızsa kesin. Beşer varrrr, beşer var.

Feyza Hepçilingirler, anlamı ‘tasarım ve çağrışımların toplamıdır’ diye ifade ediyor. Neyi nasıl öğrendiğimiz konusunu irdelerken ise ‘insan doğduğunda bir şeyler biliyor ve yeryüzü serüveni boyunca bunları anımsayıp öğrendiğini mi sanıyor’ diye soruyor. Elbette bilgi kuramının diğer bir merakı olan o soru cümlesini de atlamadan: ‘Yoksa beynimiz boş bir levha halinde mi doğduğumuzda?’

Her iki çıkarsama için de söylenecek sözler mevcut. Ancak gelin görün ki son yaşadıklarımızı ikisine de sığdırmakta zorlanıyorum. Bu topraklarda bir önceki hayatlardan devraldıklarımızla da, yepyeni beyaz sayfalar sunması hayal edilen başlangıçlarla da hep aynı yere varıyorum: Pes!

Gerçekten de son tanık olduklarımızı anlamlandırmaya çalıştığım ve anlamlandırmaya çalıştıkça kafamın daha çok karıştığı bir eşik bu. En vasat açıklamasıyla bir tarafta kağıt toplayarak gününü kazanmaya çalışan hap kadar çocuklar ve bir tarafta ortada uçuşan milyon dolar cümleleri var. Neyi nereden tutmaya çalışırsam çalışayım bir çırpıda buharlaşıyor. Bilebildiğim tek şey, bu ülkenin dürüst, alın teriyle çalışan insanlarına karşı işlenen çok ciddi bir ayıp olduğu. Ve bu ayıbın failleri hâlâ milyon dolarlardan bahsetme hakkını kendilerinde bulabiliyorlar. Yüzsüzlükleri, mağduriyetleri, ezberleri sonsuz. O kadar sonsuz ki tek gerçek buymuş gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Oysa hepimizin ‘anlaması’ gereken çok önemli hususlar var. Ama ezber... Her şeyi ezip geçiyor. En olmadık durumlarda, en olmadık suflörler vatan millet aşkından bahsediyor. Ezberleri o kadar gıpta edilesi bir yanılgıda ki, birçok insanın kafasının karışması kaçınılmaz hale geliyor. Oysa o kadar yalın bir gerçek ve bu gerçeğin ifade ettiği bir anlam var ki... Ama ezber...

Oysa ezber... Bunu da Feyza Hanım’ın sözleriyle açıklamaya çalışayım: ‘Ezber, bir bilgiyi hiçbir yere dayamadan beyinde tutmaya çalışmaktır; anlama ise o bilgiyi öncekilerle bağlantılandırmak. Dişçi bile, takma bir dişi sağındaki solundaki dişlere bağlar; yapıştırdığı yerde tek başına duramayacağını bilir.’ (sırası gelmişken implant ödenekleri konusunda Meclis’in hareketliliğini de anmadan geçmeyelim; bu hareketliliği kendi çıkarları için değil de bu ülkenin insanlarına karşı sorumlulukları için hayata geçirseler keşke, kısacası ezberleri bozsalar ve gerçekten bizi şaşırtsalar!)

Ne diyorduk? Hayatımız ezber... Ne zaman anlayacağız bunu sizce? Kısaca asıl şaşırmamız gerekenin kendi ezberlerimiz (kendi öğrenilmiş çaresizliklerimiz) olduğunu?

Yazının devamı...

Marka Bey’e Özel Mektup

Çok çok sayın bay,

Bu mektubu size nereden yazdığımı boş verin. Adınız neydi unuttum şimdi. Bu yüzden size sayın marka bey demek istiyorum. Tamam tamam, kusurumu hoşgörün, büyük harflerle yazıyorum işte. Umarım bu hatamı affedersiniz yüce gönüllü zat.

Sayın Marka Bey,

Heyhat! Marka olmanın her şey olduğuna inandırıldığımız günlerden geçiyoruz. Marka ol kurtul deniyor bize. Marka ol, hidayete er gibi. Son yıllar biraz da böyle be Sayın Bay. Elbette siz daha iyi bilirsiniz. Marka olmak nedir, ne işe yarar, neyi çözer, neyi tümden siler.

Ah Sayın Marka Bey. Siz aşmışsınız. Sayılarla ilgili özel bir bağınız var. Diyorsunuz ki 3 ay içerisinde marka olabilirsiniz. 6 ay sonra ise markasınız. Sayıları karıştırmış olabilirim ama üç aşağı beş yukarı böyle. Kalori kalori marka olmayı hesaplıyorsunuz. Şöyle yaparsanız şu kadar marka olma ihtimaliniz var, bunu yaparsanız şu kadar diye. Yahu siz gerçekten aşmışsınız. Yarı kapalı gözlerle o bize bakışınız yok mu! O müstehzi gülüşünüzdeki asalet, o bir şeyler daha, ve bir şeyler daha. Hele o her şeyi bildiğine dair uzaydan geldiğini sanmamızı istediğiniz tılsımınız yok mu! Nasıl her şeyi bu kadar keskin mıknatıslayabiliyor ve ışınlayabiliyorsunuz Marka Bey? Hangi fezada nasıl bu kadar çözdünüz? Ya da hangi aralıkta ne zaman çözdünüz bunca şeyi? Gören işiten bilen, dünyadaki yoksulluğa çare bulmuş bulur sizi. Sahi buldunuz mu be adam? (pardon, öyle demek istemedim efendim)

Marka Bey, değerli timsal, markanızın sağ cenahına iliştirdiğiniz o buğulu mühür bu yüzden mi? Lütfediniz, anlatınız bize. Bu sayılarla kurduğunuz hususi bağ nedir? Siz bir sayaç mısınız? Zamanla kurduğunuz bağ sayılarla kurduğunuz bağa denk midir?

Af buyurunuz Marka Bey geçen gün bir mektup aldım. Kadınlarla aranız iyiymiş o yüzden sormak istiyorum size. Siz çözmüşsünüz ya, o yüzden. Markanız bunu çözer diye bir kanaate kapıldım. Yahu mektup diyor ki ‘6375, sayı değil yaşamdır.’ Tam olarak anlaşılmıyor değil mi? Açıklayayım o halde. Ben de ilk başta anlamadım. Ama okudukça anlıyorsunuz. 15 yıl boyunca bu ülkede 6375 kadın öldürülmüş Marka Bey; 2002 yılında kadın cinayetlerinin sayısı 66 iken geçen yıl 328’e vurmuş bu. Ve dikkat: 2016 yılındaki sayı buyken, dikkat ediniz 2017 yılının yarısında bu sayı 338’e vurmuş.

Şimdi sormak istiyorum size bu artışı. Neden bu ülkede kadınlar giderek daha çok ölüyor Marka Bey? Bu artışın ülkemizdeki OHAL’le bir bağı olabilir mi? Yaşadığımız koşullar falan? Siz elbette daha iyi bilirsiniz ama şu cinsiyetçi söylemlerin giderek artması, efendime söyleyeyim, eşitsizlik fırtınasının toplumun her yerine giderek daha çok sirayet etmesi, ezberin iyiden iyiye baştacı edilmesi, ve en beteri her şeyin ama her şeyin derhal unutulması, ve bundan da beteri yanlış bir sürü şeyin sürekli hatırlanması, şapşal cümlelerin hemen hepimizin zamanını yutması, boşa geçirdiğimiz onca saat... Onca mevsim... Onca yaşam... Onca heba olmuş yaşam...

Marka Bey, size kaldık, iyi mi? Duvarlara asılı gülümseyişiniz gülümseyişimiz olsun ki böyle...

Kurtarın bizi bu antidemokratik koşullardan, bu dev hafriyat alanlarından, bu sorusuzluktan, bu cinnet geçirtici sağırlaştırıcı sessizlikten.

Marka Bey, size kaldı falımız; kurtarın bizi bu bizsizlikten, söyleyin bize neyse halimiz!

Yazının devamı...

Dünyanın sahnesi

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından birçok kurumun sponsorluğunda düzenlenen 21. İstanbul Tiyatro Festivali bugün sona eriyor. Festival, bu sene de birbirinden ilginç yapıtlar ile göz doldurdu. Bu son gün için size önerebileceğim oyunlar arasında Kelebek (Zorlu PSM Drama Sahnesi), Seni Seviyorum Türkiye ve Güneşin Zaptı(Yunus Emre Kültür Merkezi Müşfik Kenter Sahnesi) var. Elbette edebiyatımızda çok ayrı bir yeri ve önemi olan Nahid Sırrı Örik’in, bugüne dek hiç sahnelenmeyen yapıtı İhanet de önerilerim arasında. 1930’lu yılların Türkiye’sinde Ankara’da bir konakta yaşayan iki kardeşin rekabetini konu alan İhanet’in yönetmeni ise Özen Yula (Caddebostan Kültür Merkezi).

Ve ‘Yalnız’

Yeri gelmişken Yalnız’dan bahsetmeden olmaz! Paris La Colline Ulusal Tiyatrosu’nun sanat direktörü Wajdi Mouawad’ın yazıp yönettiği ve tek başına oynadığı Yalnız, Festival’in özel gösterimlerinden biriydi. 2008’de Fransa’da prömiyerini yaptıktan sonra dünya çapındaki festivallerde büyük ilgi gören oyun, çağımızın en önemli konularından biri olan ‘kimlik’ ve ‘kimlik’in göç ve savaşlarla, yeni bir dil ve yeni bir coğrafyada ‘biçare ve yalnız’ insanla nasıl buluştuğunun (ya da buluşamadığının) teatral bir manifestosu niteliğinde. Çocukluğu Lübnan’da geçen, şu anda ise Fransa’da yaşayan Mouawad, oyunu aracılığıyla, bizlere, 21. yüzyılın insanı nasıl terk ettiğini, bellek denilenin ne olduğunu ve anadilin bu bellekteki yarıktan nasıl kayıp gidebileceğini sorgulatıyor. Elbette bu dilimde sınırların ne olduğunu da gözlerimizin önüne seriyor. Onun şiirsel dilinde bu sınırlar ne çizildiği kadar keskin ne de çizilmediği kadar soyut. Kısacası yaşamlarımızın birbiriyle çelişen her anı gibi! Varken yok oluşumuz, yokken birden var oluşumuz gibi...Şu hayhuyda nasıl var olup nasıl yok olduğumuz ise uzun uzun tartışılabilir ama hiç kuşku yok, bu husus, bu yazının amacını aşar. Kısaca şöyle söyleyebilirim: Bir kuyruklu yıldızın izini sürmek gibi belki de. Oyundaki yitik kahramanımızın ‘komadaki’ hali, aslında insanlık olarak hemen hepimizin de halidir.

Peki ne zaman uyanacağız?

Açıkçası Mouwad’ın bu sorunun cevabıyla ilgilendiğini sanmıyorum! İlle de bir yanıt arayacaksak, onun bize sunduğu yanıtta, bunca bölünmüşlüğümüze ve savaşla kan rengine boyanmış gerçeklik karşısındaki yenilgimize rağmen bir pencereden yakalanabilecek ‘çatlak’ın bizi canlı tutacağına inandığını düşünüyorum. Artık gökyüzündeki yıldızları göremeyen insanların o ‘çatlak’ aracılığıyla ‘komadan uyanma hali’ de diyebiliriz buna. Belki de şu: Yıldızları artık göremeyecek olsak da yıldızları saymaya yeltenebilme halimiz. Bunca yaşanan saçmalıktan sonra mümkün mü bu? Bunca şeyi yitirdikten sonra yani?

Galiba mümkün.

Belki de sadece ve sadece bu mümkün. Wajdi Mouawad’ın müthiş performansı da bunun mümkün olduğunu söylüyordu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.