Şampiy10
Magazin
Gündem

14 Şubat’a saatler kala

Evet, 14 Şubat’a azcık kala size bir öyküden bahsedeceğim.Matilda’yı ve nicelerini dünya çocuk klasikleri arasına katan Roald Dahl’ın ‘Öptüm Seni’ (Can Yayınları, Çeviri: Püren Özgören) diye bir kitabı var. Roald Dahl sadece çocuklar ve gençler için değil, yetişkinler için de müthiş öyküler yazan bir yazar(dı).

Öptüm Seni de bu kıvrak öykülerle dolu. ‘İnsan kimdir?’ sorusuna paha biçilmez cevaplar saklı bu öykülerde. Edebiyatın temel sorunlarından ve konularından olan insanı mercek altına aldığı bu öykülerinde Roald Dahl, çok şükür, bizlere toplumsal mesajlar verme derdinde de değil (bu, olsa olsa üçüncü dünya ülkesi yazarının etrafını saran beter havayla soluduğu makus kaderi). Ya Roald Dahl? O sadece anlatıyor!

Kitaptaki ‘Gökyüzüne Çıkan Yol’ adlı öykü adıyla ilgimi çekiyor hemen. Öykü, yıllarını birbirlerinde eritmiş bir çiftin öyküsü gibi başlıyor. Bu çift, birbirine alışmış, torun torba sahibi olmuş, hayatı ortaklaştırmış iki insan gibiler. Bay ve Bayan Foster, ilk başta böyle çıkıyor karşımıza. ‘Ah’ diyorsunuz ‘Ah! İşte birbirine alışmış, birbirini yıllar içinde sınamış oturaklı iki insan!’ Yalnız Bayan Foster biraz takıntılı biri galiba. Roald Dahl, başlangıçta bizleri bu yönde hafifçe ıslatıyor sanki. Hatta, bu ahmakıslatan serpintide, Bay Foster’dan yana bir kavis de çiziyoruz öyküde ilerlerken. Olaysa, Bayan Foster’ın Paris’teki torunlarını ve kızını (ve elbette damadını) görme telaşı üzerine kurulu. Telaş doğru sözcük çünkü Bayan Foster bir dakiklik abidesi. Ve dediğim gibi Bay Foster’ın bu konudaki sıkıntısı ve açmazı da öyküye yön verecek gibi gözüküyor. Aklınızda ‘aşk sen nelere ve senelere kadirsin!’ çıkarsamasıyla birlikte satırları okumaya devam ediyorsunuz.

Ancak öykünün sonuna doğru (öyküyü anlatmayacağım, kitabı alın okuyun derim!), işin renginin çok farklı olduğuna, aşk denilenin belki bu öykü için doğru sözcük olmadığına, 30 yılı aşkın bir süre birlikte yaşasalar da insanların aslında birbirlerine nasıl yabancı kalabileceklerine, birbirlerini hiç ama hiç anlamadıklarına ve bu iletişimsizlikten ötürü birbirlerine, içten içe nasıl kin beslediklerine tanıklık ediyorsunuz.

Öyküdeki yazar mahareti ise, okur olarak başlangıçta Bay Foster’dan yana çizdiğimiz kavisin, öykünün sonuna doğru Bayan Foster’a doğru kıvrılması! Peki bu bir şeyi değiştiriyor mu? Hem evet hem de hayır. Evet, çünkü ‘kadın ne kadar bunalmış’ diyorsunuz. Hayır, çünkü bu kadın ruhu çok karşılaştığınız bir ruh!

Ve elbette şu soru: Sevgi nedir? Hani ortalık kalpten kırılıp durur, dahası sevgi sözcükleriyle ‘yıkılırken’ diye söylüyorum.

Yazının devamı...

Soyağacı

‘Nereden geldiğimiz mi, nereye gideceğimiz mi?’

Biliyorsunuz e-soyagaci sitesi çok kısa süre sonra çöktü. Herkes nereden geldiğini öğrenmek istemiş olmalı. Bu, insana iyi gelen bir duygu olsa gerek.

Nereden geldiğini bilince, nereye gideceğini öğrenir ya insan, sanırım o hesap. Bir de yanlış yerde yanlış şeyler aramak var ki bugün anlatmak istediğim konuya dahil edilebilir. Anlatacağım öykünün kahramanının adının Soyağacı olması ise olsa olsa bir tesadüftür.

Neyse efendim. Soyağacı, bir aydır bu dünyanın bir parçasıydı. Anası onu, dünyanın 21. yüzyılına ve onun rengine uygun bir yerde, gri bir üst geçidin yanı başında, sancılı ama mehtaplı bir gecenin ardından pırt diye doğuruvermişti. Onu ve kardeşlerini beslemeye çok meraklı üst geçit teyzelerinden biri ise ‘aa bu aynı benim rahmetli annemin annesinin saraylı anneannesi’ diyerek dıdısının dıdısı Melek Hanım’ın anısını çok da fazla zedelememek adına, ortayı tutturacak bir kıvamdaki o ismi koymuştu ona: Soyağacı!

Diğer kardeşlerinin de adları vardı, lakin onlar çok kısa bir süre sonra 21. yüzyılın internet hızına bir çırpıda yenik düşüp arabaların frensiz meşumluklarında tükeniverdiler. Soyağacı’na ise ilk günlerde annesine yaltaklanmak ve yaşam kokusuna alışmak halleri musallat oldu. Sonra baktı ki böyle olmayacak hayata bırakıverdi kendini Soyağacı ve onu öğrenmeye başladı.

Adı gerçekten Soyağacı’mıydı, emin değildi ama anlamaya başladığı bir şey vardı: Üst geçit adlı bu hayatta yaşam sertti. İnsanlar mutsuzdu ve trafik uğultusu çok fazlaydı. Yapacak tek şey kalmıştı ona, araziye uyum sağlamak. Aksi takdirde kaderi, kardeşleri gibi olacaktı.

Soyağacı’nın gri yaşam alanı üst geçitle kurduğu patili ilişki her geçen gün biraz daha serpildi. O kadar ki oranın evi olduğunu düşünmeye başladı. Gürültülü mürültülü, ev evdi işte! İnsanların dilini çözmeye başlamış, bununsa iyi bir şey olup olmadığına karar verememişti. Yine de güzeldi!

Bu duygusal iklim, hoyrat adımlı insanların ellerinde koskocaman bir bezle oraya akın ettiği zamana kadar sürdü. Bu bezde koca koca harfler ve kocaman bir resim vardı. Bu büyük adımlı insanlar ellerindeki bezi ta oradan ta buraya gerip dururken dalgın ve sinirliydiler. Birbirlerine ‘çek biraz daha çek, gergin, daha gergin’ diye bağırıyorlardı. İşin aslı sanki kendilerini tarif eder bir halleri vardı. Bu Soyağacı’nın düşüncesi değildi elbette. Üst geçitten geçerken onu mıncıklayan genç bir kızdan duymuştu bunu. Gerçekten de haklıydı genç kız. Bu iri harfli bezi üst geçide asan insanlar çok gergindiler. Şaşkın bir ifadeyle ‘Safiye, Abdülhamit yazıyormuş Abdülhamit!’ diye üst geçitten eğilip bezde yazanı eşine okumaya çalışan yaşlı adama da sert sert baktılar. Özellikle de ‘ben emekli öğretmenim gençler, merakım o yüzden!’ dediğinde. Galiba biraz da korkuyla (bu duygu en iyi bildiği duyguydu Soyağacı’nın, bu yüzden hemen anlamıştı) bakıyorlardı yaşlı adama.

O zaman düşündü sanki, bir diğer meraklı olan Soyağacı: Acaba bu adamlar da bezi asarken, tıpkı onun gibi aşağıya, vızır vızır arabaların geçtiği yola düşmekten mi korkuyorlardı? O zaman adının anlamını, galiba biraz daha iyi anladı Soyağacı.

Yazının devamı...

Savaş ve basın

Post filmini izliyorum. The Washington Post’un, yıllar süren Vietnam Savaşı’na son verecek hamlesini anlatan film, savaşın nasıl ama nasıl bir yalan olduğunu, devlet ‘adamlarının’ dilinde katmanlı, hatta romantik bir metafordan başka bir şey olmadığını gözler önüne seriyor. ‘Romantizmin’ böylesi yani! Bu arada binlerce genç insan hayatını kaybediyor, bir o kadarı da sakat kalıyor... Ne uğruna?

Bu soru ise dünyadaki hemen hemen tüm savaşlarda olduğu gibi havada kalıyor. Meryl Streep rolünde izlediğimiz gazetenin sahibi Kay Graham’ın, işlerin baştan sona tanığı, parlak mı parlak Savunma Bakanı Robert McNamara’ya sorduğu o soru da çok önemli: ‘Madem en başından kaybedeceğimizi biliyordunuz, çocuklarımızın oraya gitmesine niye göz yumdunuz?’ Bu arada Kennedy ve Johnson dönemlerinde Vietnam Savaşı’nın savunuculuğunu ve başaktörlüğünü üstlenmiş McNamara’nın yıllar sonraki itiraflarını paylaştığı belgeseli bulup (100 Yılın İtirafları) izlemenizi de öneririm. Politikacıların neden yaşadıkları anda değil de anılarında dürüst oldukları sorusunu da zihninizin bir yerlerinde tutarak elbette... Zira bu benim kafamın bir türlü basmadığı bir şey.

Tekrar bizim filme dönecek olursak, Post, aynı zamanda medyanın asli işlevinin ne olduğunu (yönetenlerin değil yönetilenlerin ve gerçeğin diline hizmet!) bizlere hatırlatması anlamında da ayrı bir öneme sahip. Dahası da var. Anayasa Mahkemesi’nin ‘bozdurulamaz’ kararı, ulusal basının Post’a verdiği destek de düşünüldüğünde, gazeteciliğin aslında ne kadar elzem ve hakkı verilerek yapıldığında nelere kadir olabileceğinin de kanıtı sanki.

Olayı özetlemek gerekirse Pentagon Belgeleri diye bilinen ve 1945-1967 yıllarına yönelik Vietnam Savaşı’nın arka yüzünü (savaş 1955’te başladı ve ancak 1975’te sona erebildi), ağırlıklı olarak nasıl siyasi ve ekonomik bir fiyasko olduğunun raporlarını içeren çok gizli dosyalar dışarıya sızar. Bunlar The New York Times’a iletilir. Times bunları basmaya başladığında ise Nixon yönetimi, hatta bizzat Nixon tarafından mahkemeye verilir. Bunun üzerine gazeteye yasak gelir ve işte o zaman devreye The Washington Post girer. Belgeler onların da elindedir ancak bu dosyayı basıp basmamak, tahmin edebileceğiniz nedenlerden ötürü, hemen her biri için tehlike çanları demektir. Çılgın ve cesur editör Ben Bradlee (Tom Hanks) ve ekibi bunu çoktan göze almıştır. Ancak gerçek cesareti gösteren başka biridir! Basın dünyasındaki erkek dilinin hükümranlığı, gazetenin sahibi Kay Graham’ın aldığı riskle bambaşka bir boyuta taşınır. Etrafını sarmış olan ve sürekli hık mık edenlere inat, endişeli bir cesaret ve derin bir tevazuyla ‘bunu basıyoruz’ der. Ve haberin basılması böylece mümkün olur.

Sonrası mı? İşe yerel bir gazete olarak başlayan Post, uluslararası bir gazete kimliğiyle bugün hâlâ mevcudiyetini sürdürüyor (Amazon’a satılmış olması işin rengini değiştirir mi zaman gösterecek).

Evet, filmi izledikten sonra ‘ne değişti’ sorusu zihninizde yankılanacaktır. Aldırmayın. Bence şunu hatırlayın: Haber çıktıktan sonra Post ekibi, Beyaz Saray’a adım atamayacak ekiplerin başında geldi ve kara listeye alındı. Peki onlar ne yaptı dersiniz? Bakınız Watergate.

Yazının devamı...

Hukuk mukuk

‘Ama suçluysan, habissen, çiyansan, işte o zaman yaşadın, orası kesin. Suç işlesen de seni yakalayamazlar, yakalasalar da delil yetersizliğinden yırtarsın, yırtamazsan da hakim az ceza verir, çok verse de hafifletici sebepler bulur düşürür, düşürmese de yarısını yatar geçersin, geçemesen de af çıkar, afla salınmasan bir punduna getirip kaçarsın, kaçamasan da içerde kral olursun, krallar gibi takılırsın...’

Sibop, Başar Başarır, Can Yayınevi

***

Hayır, hayır, ‘vay geldi suçsuzun başına’ diye bir cümleyle devam etmeyeceğim yazıma. Onun yerine bilimsel verilerle ortaya çıkmış bir çalışmasının sonuçlarını sizlerle paylaşacağım. Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi tarafından her yıl gerçekleştirilen, ‘Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’ 2017 yılında Türkiye olarak nerelerde konakladığımızın ‘enine kesitini’ veriyor sanki.

Aralık 2017-Ocak 2018 tarihleri arasında Türkiye nüfusunun genel temsiliyetine sahip 26 kent merkezinde yaşayan 18 yaş ve üzeri bin kişi ile yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen çalışmada en göze çarpan hususlarsa şöyle:

‘Araştırma sonuçlarına göre kamuoyuna en çok güvendiği kurumlar sorulduğunda, ilk defa polis ve jandarma önde çıktı. Geçtiğimiz yıl yüzde 49,4’lük oran ile en çok cumhurbaşkanlığı kurumuna güvendiğini belirten halk, bu yıl yüzde 62,3 oranında polis; yüzde 60,8 oranında ise jandarma yanıtını verdi. Kurumlara duyulan güvenin genel olarak artış göstermesiyle oranlar yükseldi. Orduya duyulan güven de yüzde 47,4’ten yüzde 60’a çıktı ve üçüncü sırada yer aldı. Cumhurbaşkanlığı ise geçen yıla göre yüzde 7’lik artış sağladı ve yüzde 56,5’lik oranla dördüncü en güvenilir kurum oldu.’

Ankete katılanlara ‘İdeal bir cumhurbaşkanının özellikleri neler olmalı?’ sorusu yöneltildiğinde ‘en çok dürüst ve ahlaklı olması, başarılı bir siyasi ve-veya iş yaşamı geçmişi olması gerektiği’ yanıtları alınmış.

Medya ise yapılan araştırmada en az güvenilen kurum olmuş! Geçen yıl yüzde 15,1’de kalan medya, bu yıl yüzde 20’lik bir kesimden güven kazansa da listede yukarılara çıkamamış. (Neden acaba?)

Öte yandan halkın en önemli sorununun, ağırlığı geçen yıla göre azalsa da, yine ‘terör’ olduğu saptanmış. Araştırmaya göre terörün yanı sıra FETÖ de hâlâ ciddi bir sorun olarak görülüyor. Terör ve FETÖ’yü ise sırasıyla işsizlik ve hayat pahalılığı takip ediyor. Türk lirasının kaybettiği değer ve gıda ürünlerindeki artış da dile getirilen sorunlardan bir kısmı. Hayat pahalılığı ve işsizlikten şikayet eden kesim çoğunlukla Ege, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde ikamet ederken, Marmara, Karadeniz ve İç Anadolu’da yaşayanlarca en önemli sorun olarak terör telaffuz ediliyor.

Araştırmada enflasyon ve faizlerin yüksekliği konusundaki şikayet önemli bir yer tutsa da hükümetin ekonomi politikalarını ‘başarılı’ bulanların dikkat çekici şekilde arttığı da gözlemlenmiş. AK Parti’ye oy verenler arasında hükümetin ekonomi politikalarını başarılı bulanların oranında önemli bir artış var... Bununla da kalmıyor sonuçlar!

Araştırmaya göre, hükümetin dış politikasını başarılı bulanların oranı yüzde 35,2’den yüzde 45,9’a yükselmiş durumda. Bu yılki ankette Türkiye’yi tehdit eden ülkelerin başında ise ABD geliyor.

Araştırmanın bir diğer önemli sonucuna göre halkımızın yarısı, hatta yarısından fazlası (yüzde 56,4) hükümetin Suriye politikasını ve sınır ötesi operasyonlarını destekliyor.

Bu çizilen tabloda, kısacası bilimsel sonuçlardan yola çıkarak neredeyse toplumun yarısının hukuk, adalet ya da demokratik haklar konusunda kafasının çok fazla karışık olmadığını da söylemek mümkün oluyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü gibi konuların, yine aynı kesim tarafından önemsenmediğini de düşünebiliriz...

Bu sonuçları kafamda anlamlandırmaya çalışırken bir başka araştırmanın sonucu elime ulaşıyor. O araştırmanın sonuçlarına göre ise ülkemiz 113 ülkenin değerlendirildiği Dünya Adalet Projesi kapsamında (World Justice Project) ‘2017-2018 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ (Rule of Law Index) sıralamasında 101. sırada yer almış. Geride bıraktığımız diğer 12 ülkeyi mi saysam yoksa önümüzdeki 100 ülkeye mi odaklansam bilemiyorum.

Kamyon arkası yazılarını gel de hatırlama!

Yazının devamı...

Enver Ercan bu iş burada bitmez!

Enver Ercan sadece yirmi yıllık arkadaşım değildi. Onun kendinden genç insanlara sunmaktan keyif, mutluluk ve gurur duyduğu o çetrefil yolun yolcularından biriydim. Onu kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşarken birden şunu fark ettim: O bize bıraktıklarıyla yaşamaya devam ediyor, edecek. Bahane değil, gerçekten böyle...

***

Enver’le ilk kez 90’lı yıllarda karşılaştım.

Öykülerimden birini Varlık’ta bastırabilmek en büyük hayallerimden biriydi. Bu hiç de kolay olmadı. Varlık’ın kapısını epey aşındırdım. Bu arada az çok Enver Ercan’ı da tanıma şansım oldu. Yine de bu çetin yola çıkmış, çiçeği burnunda bir yazar olarak, bugün gülümseyerek andığım meraklarım konusunda ondan pek de bir şey kapamadım! Yani o yıllarda öyle düşünüyordum. Sorularıma sessizlikle cevap vermeyi yeğlerdi genelde.

Yıllar sonra, edebiyat dünyasının genel havasının ne olduğunu pek iyi koklamış, son derece iyi anlamış, hatta ‘sindirmiş’ biri olarak onun bu sessizliğinde yatanın ne olduğunu keşfedebildiğimi düşünüyorum.

Fotoğrafsa şu: O, önünde yığılmış dosyalara gömülmüş başını kaldırır ve öylece bana bakar. Ben de ona, meraklı ve artık işin sırrını çözmeye yemin etmiş bir halde bakmaktayımdır. ‘Yazar ne zaman olunur?’ bu soruların en can alıcılarından biridir, herhalde.

Besbelli, John Berger’ın, fotoğrafın çekildiği anla, anlaşıldığı ya da gerçekten algılandığı ana dair söylediklerini henüz keşfetmeye zaman vardır. Belki bu yüzden iki an arasında yıllar ve yıllar geçmesi gerekecektir. Tıpkı yazar olmayı tasarlamakla, gerçekten yazar olmanın arasındaki farkı keşfetmek gibidir, bir anlamda. Ve bunun için gerçekten yılların geçip gitmesi gerekecektir.

Ve yıllar, sahiden de üstlerine düşeni yapar, geçer, hem de nasıl. Varlık’ta bir sürü dosyanın iziyle birlikte... Ümran Kartal’la birlikte kadın ve insan olmanın gündelik yaşama nasıl yansıyabileceğini sayfalarca tartışırız. Enver Ercan ve güzelim ekibi, o sayfaları merak, sabır ve hoşgörüyle bize açar. Bizse yazarız. Kelimeler, cümlelere karışır, cümleler paragraflara, paragraflar öykülere, öyküler kitaplara...

Bunlar önemlidir. Ancak yaşandıkça ve deneyimledikçe daha az önemli olur. Düşünülmesi gerekense, hep yeni yazılacak olanlardır.

Geleceğe doğru yeni yazılar ve anlamlar üzerine kafa patlatırken, bir gün, diyelim ki edebiyat saatinizin geçici olarak pili biter. Bir şeyler ya çok hızlı gitmiştir ya da yavaş ve umduklarınızla ters orantılıdır. Kafanız karışır. Sahi yazar olmanın anlamı nedir? Dünyada neden bu kadar çok acı vardır? Bu acılara kalemin sunabileceklerinin sınırı nerede aşılabilir? Ya da aşılabilir mi? Ve siz bunun üzerine ‘küçük bir mola’ der, kaçıp durduğunuz yaşama, o yaşamın gerçek gölgelerini barındıran anılara ve anlara bırakıverirsiniz zihninizin akışını.

‘Ve işte oralarda bir yerde’ tanıdık yüzlerle -artık tanıdık olmaya şaşırmadığınız- yüzlerle karşılaşırsınız. Bunlardan biri de, nicedir dostunuz olan Enver’dir.

‘Ve işte tam da oralarda bir yerde’, yani zihninizdeki o sessiz fotoğrafta Enver’in, sabrın, hoşgörünün ve dostluğun ne olduğunu ve neye denk düştüğünü aslında size defalarca söylemiş olduğunu fark edersiniz. Demiştir ki ‘edebiyat önemlidir ama yaşam ondan da önemlidir, bu yüzden yaşamdan ve insanlardan gözünü ayırma!’

Ancak sizin bunu keşfedebilmeniz yıllar alacaktır. Bir geç kalma hali! Yaşamın ve belki de edebiyatın doğasındadır bu. Ya da kısaca insan, bu demektir.

Sonra masaya oturur, eski dünyanızı yeniden, yeniden ve hep yeniden kurarsınız. Yeni sırları keşfedebilmek için. Yazının varlığının nelere kadir olduğunu anlayabilmek adına.

Benim gibi nice insana bu eşiği sunanların başında gelir Enver. O ve Varlık ekibi. Türkiye gibi bir ülkede, inatla o eşikte beklerler.

Teşekkürler Enver Ercan’cığım.

***

Bu yazıyı 2014 yılındaki Enver Ercan Sempozyumu’nda sunmuştum. Tembellikten değil, onun aramızda olduğunu ifade etmek istercesine, onun da tanıklık ettiği bu metni özellikle kullandım bugün. (Aslında ne desem, ne yazsam az sana Enver, abim, canım abim...)

Yazının devamı...

Yaşamın bir rüya olduğu zamanlar

‘Yaşam bir rüyadır, bizi uyanmak öldürür.’ Ursula K. Le Guin (onu da kaybettik)

***

Roger-Pol Droit’nun ‘Filozoflar Nasıl Yürür’ kitabını okurken (hepkitap, çeviren: Yavuz Baran) daha önce adını hiç duymadığım bir Macar filozofla, Alexandre Csoma de Korös’la karşılaştım ve Ursula K. Le Guin’in sözünü ettiği ‘rüya’nın peşinden koşan bu ‘gerçekçi’ adamı sizlere tanıtmak istedim. Gerçekten de pek tanınan biri değildi Alexandre Csoma de Korös. Kitabın yazarı da ‘filozofun’ makus kaderini bildiğinden olsa gerek, bu bilinmezliğe dair bir iki paragraf ekleme ihtiyacını duymuştu.

Gelelim rüyaya... Soylu ve aynı zamanda çok yoksul bir aileden gelen Alexandre’ın dil felsefesine ve dillere duyduğu ilgisi de düşünüldüğünde, en büyük merakı, Macar dilinin kaynağını bulmaktı. Öğrenimini devam ettirebilmek için olmadık şeyler yapmış, başarmıştı da. Bursla okurken temizlik işleri yaparak hayatını devam ettirmiş, bu arada Latince, Yunanca, İngilizce ve Almanca gibi dilleri ana dili gibi öğrenmişti. Macar dilinin kaynağını bulma rüyası ise hiç bitmemişti... Ana dilinin Moğollar’dan geldiği düşüncesini içinde taşırken, Karpatlar’dan Moğolistan’a gitmeyi aklına koymuştu bile. Ancak parası olmadığı için ona tek seçenek kalmıştı: Yürümek...

Himalayalar’a üç yılda vardı Alexandre Csoma de Korös. Rüyası dillerdi onun, bu yüzden geçtiği bölgelerdeki dilleri de kapmıştı. Türkçe ve Farsçayı da öğrendi. Tibet yollarına kendini vurduğunda ise, çıkınında hem Budizm hem de Tibetçe vardı. Dile kolay yedi yılını almıştı bu çaba. Yine de rüya rüyaydı. Macar dilinin kaynağını bulacaktı! Ancak araya başka şeyler girdi. İngiltere’nin 19. yüzyılda bölgede oynadığı kumar onu da etkisi altına aldı. İngilizler zamanında ona verdikleri eğitim bursunun karşılığını ödemesini istediler. O da yıllar süren bir çabayla Tibetçe-İngilizce bir sözlük hazırladı. Velhasıl, ömrü Macar dilinin Moğollar’dan gelip gelmediğini bulmaya yetmedi ama yolda olmanın anlamını hatırlatan yaşamı, onu, yaşamının bir ‘rüya’ kahramanı yapmaya yetti de arttı bile. Bazen galip sayılırsınız ya mağlup olduğunuz yolda, kanımca onunkisi de öyle bir galibiyetti işte.

Neden mi? Gelin kitaptaki satırları birlikte takip edelim:

‘Bariyerlerin ortadan kaldırıldığı bir ufkun oluşumuna ve her iki coğrafyanın (Avrupa ve Asya) nasıl bu kadar farklı düşündüğünün anlaşılmasına katkıda bulunmuştu. Zira Avrupa metafiziği ve Tibet antimetafiziğinde ne özne ne nesne, ne varlık ne yokluk, ne süreklilik, ne uğranılan inkıtalar, ne zaman ne de sonsuzluk kavramlarında aynı şeyler anlaşılırdı.’

Bunu ‘artısı ve eksisiyle’ ilk olarak keşfeden Alexandre’dı. Tamamen mi diye soracak olursanız bunun cevabı olsa olsa ‘kısmen’di ve böylesi bir ‘gerçek’ keşfedilecek yeni sayfaları beklemekteydi. Zira yol tamamlanmamıştı...

Peki o yol neydi?

Dünyanın hiçbir yerinde ‘aynılık’ söz konusu değildi ve düşünce, heyecan, merakla örülü bir keşfe muhtaçtı. İşte belki o zaman hızdan değil anlamaktan, kazanmak değil paylaşmaktan, savaştan değil uzlaşmaktan bahsetmek mümkün olacaktı. Ve yaşlı dünyamızın tank, tüfek, füzelere değil sanata, bilime, düşünceye ihtiyacı vardı. Hemen her zaman olduğundan çok daha fazla... Gerçeğin ne olduğunu anlayabilmek ve boş cümlelerle kendimizi oyalamamak için. Yaşamın bu anlamda tam da bir rüya olduğunu, hayallerimizin o rüyayı beslediğini yeniden ‘hatırlayabilmemiz’ için. Bir roketatarla ‘uyanmamak’, ve burası kanımca çok net; ölmemek için...

Meraklasına not: Aleksandre’ın açtığı yol sayesinde, Moğollarla Macarların ortak bir kökene sahip olduğu hipotezinin doğru olmadığı ortaya çıktı. Macar dili, kaynağını Asya’dan alan bir dil değil, Avrupa’nın kuzeyinden serpilen bir dil bileşeninin uzantısıydı. Yeni sayfalar diyoruz ya, o yeni sayfalar için ihtiyacımız olan nedir sorusunun cevabı Alexandre Csoma de Korös’un sabır dolu çabasında saklıydı. O ve onun gibilerin tutkulu, sabırlı, keşfe dayalı anlama çabasında.

Yazının devamı...

Zeytin Kitabı

Bir sürü şey öğrendim ondan. Hızımı alamadım bir kitap bile yazdım.

Zeytin Kitabı (Mahmut Boynudelik ve Zerrin İren Boynudelik tarafından kaleme alınmış), Ayvalık’ta Midilli Adası’na gitmek için beklerken o pek sevdiğim çarşı içindeki bir kitapçıda karşıma çıkmıştı. Sonrasında, yani yol boyu Ege’nin sularıyla birlikte okumuştum satırlarını. İnsanlığın zeytin ağacıyla tanışma serüveninin binlerce yıllık bir destan olduğunu bir kez daha hatırlamıştım.

Zeytin ve zeytinyağının öyküsü nelere gebe bırakmıştı insanlığı, hem de nelere...

Alın size birkaç örnek:

Homeros’un gerek İlyada gerekse Odysseia kitaplarında yer alan o kokulu yağların menşeinde hep zeytin ve zeytinyağı vardı. Hera’nın Zeus’u baştan çıkartırken kullandığı yağ da zeytinyağıydı elbette! Zira ‘zeytin ağacının yağı insanı tazeler, vücuda ısı sağlardı.’

Tevrat’ta zeytinyağının adak ve kutsama yağı olarak nasıl kullanıldığı uzun uzun, birbirinden ilginç cümlelerle anlatılmıştı. ‘Seni yıkadım, üzerindeki kanı temizledim, derine zeytinyağı sürdüm’ bunlardan sadece biriydi. Hristiyanlıkta ‘mesh’ edilen yağın Mesih’e kadar vardığı biliniyordu. Ortadoğu, Yunanistan ve Anadolu’da tarihin iniş çıkışlarında insanlarla birlikte yolculuk eden ve nihayet ehlileştirilen zeytin ağacı, bir süre sonra bizzat insanlığın tarihi haline gelecekti. Zeytinyağı ile yağlanan ve kutsallaştırılan binalar, hastaneler, insanlar, krallar, evlenecek çiftler, yeni doğanlar, ölenler vardı da vardı... Evet, hepsi bu yağın ‘yolcusuydu’! İnsanlara zeytin ağacını armağan eden bilgelik ve ışık tanrıçası Athena’nın etkisi Antik Yunan’da, Olimpiyatlar’da kendini göstermiş, sporun bilgelikle kutsanmasının altı çizilmişti. Kadim Kırkpınar’ın yağlı güreşinin özünde de bu ‘bilgelik’ mevcuttu zaten. Bedenin yağla ovulması bu geleneğin bir parçasıydı.

Salt bu da değildi! Zeytinyağının şifası, insanı sadece bedenen ve ruhen iyileştirmiyor, alenen ışığa da taşıyordu. Tapınak ve sarayların aydınlatılmasında kullanılan zeytin ağacı yağı, insanlığın yeryüzüne sunduğu ilk ışıltılardan biriydi. Saf sıkma zeytinyağının ‘ışık’ ömrü çok uzundu, çok. Kandile konulan bu türden bir yağ gece gündüz hiç sönmemecesine tam bir yıl yanabilirdi. O çağlarda meşaleler de zeytin ağacının odunundan yapılırdı.

Kur’anda Nur Suresi’nde Yaradan’ın ışığıyla anılmıştı bu ışık. Şöyle ki: ‘O’nun nuru, içinde bir kandil bulunan bir oyma hücre misalidir. Kandil, bir sırça fanus içindedir. Bu sırça sanki inciden bir yıldızdır; ne doğuya ne batıya nispet edilen bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı ateş dokunmadan bile ışık verir; nur üstüne nur!’ Velhasıl, tarihin insanlığa yazgılı akışına göre, zeytin ağacının bilgelik ve ışıktan, keramet ve nurdan, kısmet ve bereketten, barış ve sevgiden başka bir anlamı yoktu. Camileri süsleyen mahyalardaki zeytinyağı kandillerinde de yoktu, takdis edilen geçmişte de. YOKTU. Yoktu işte.

Zeytinin sundukları yaşam, kutsallık ve ışıktı. Bir dönem Kıbrıs’ta da yaşamış (şu an o ev Kuzey Kıbrıs’ta, Girne’de) Lawrence Durrell, 1945 yılında yazdığı Prospero’nun Hücresi adlı yapıtında: ‘Tüm Akdeniz, heykeller, palmiyeler, altın kolyeler, sakallı kahramanlar, şarap, fikirler, gemiler, ayışığı, kanatlı gorgonlar, bronz adamlar, filozoflar, hepsi dişlerin arasındaki kara zeytinin acı, sert tadından çıkmış gibi. Soğuk su kadar eski bir tattan’ diyordu.

İşte o kadar eskiydi zeytin ağacı, zeytin dalı, zeytin, zeytinyağı... Düşünceydi, hemen her şeyden kadimdi, insandan ve yaşamdan yanaydı. Platon bile demişti ki, ‘İnsanın yaşaması için öncelikle yiyecek, sonra barınma ve giyecek gelir.’ Sonra eklemişti: ‘Aaa unutmuşum... Ayrıca tabii ki tuz, zeytin ve peynir.’ Yaşamak için bu kadar elzemdi işte zeytin ağacı, zeytin dalı, zeytin ve zeytinyağı. Yaşamak ve yaşatmak için.

Bilmem anlatabildim mi?

Yazının devamı...

Bir çokomilk, iki voltaren lütfen!

Sırt ağrıları başlayan o malum ‘kış’ insanlarındansanız, voltaren’e sarılırsınız. Başka yöntemler de olabilir ama ‘bazıları 75 ml voltaren sever’, sevebilir. Yiğitlik midede değil bende kalsın diyenler için bunun ‘yakılarını’ da yapmışlar. Tak yapıştır, bitir işi tarzında.

Oysa sırt ağrısı bu. Gönül ağrısı gibi bir şey.

Tedavisi belli: Dünyanın yükünü sırt bölgesinde taşımamak lazım. Örneğin, otomatik muslukların altında gezdirir gibi elleri, birazdan onlara dökülecek suyla kutsayacağınız ferahlığı, sırt bölgesi talan alanını bahane ederek, aynen güneşe taşımalı. Üstelik güneş bu, akıllı musluğun otomatik refleksiyle değil, gani gani, bol kepçe ısıtacak seni, sizi, şunu bunu.

Güneş seni ne yapsın sorularını soracak gillerdenseniz iş sarpa sarmış demektir, onların tedavisi için söz kalmamıştır. Bu yandakilerdenseniz, yapılacak şey bellidir, etrafınıza bakar ve sonra, güneşle birlikte ‘onu’ görürsünüz!

Kimi mi?

Bir ayakkabı kutusunda (halk kutusu diyelim mi?) çokomilk taşıyan oğlanı, kimi olacak! Onun dört mevsim güzelliğindeki suratını. Kirli, temiz, temiz kirli saçlarını. Oradan oraya, dükkandan dükkana taşıdığı o öğle zamanına katık edilesi çokomilklerini de.

Kutudaki muhteviyata bakılacak olursa işler kesat gitmektedir. Bir 19 Ocak’tır ve güneş tepede parlamaktadır (kar yine gelmedi bu arada!).

‘Kaça bunlar?’

‘Bir lira abla!’ der oğlan yedi renk.

Çocukluğumun, içinde bir dünya saklı, dışı çikolata kaplı (ya da buna benzer bir şey, o sıralar çokoçokoçoko’larda çok fazlaydı bu hülyalı sözler) dünya lezzetinden böyle bir merhaleye geçiş iyi midir, kötü müdür; düşünecek halim yoktur.

‘Ver şundan iki tane’ derim.

Aramızdan katbekat bir dünya geçer. 2018 yılındayızdır! Heyhat, üstü çikolata falan kaplı değildir bu dünyanın, o da ben de biliriz bunu. Yine de güleriz birbirimize. İki voltarenin veremeyeceği bir güneş sıcaklığını vermiştir bu gülüş bana; o ise elinde dolandırdığı bozuk paraların şıngırtısına vuran ışıkla mutludur. O kadar mutludur ki çok çok güzeldir, olduğundan çok daha güzeldir kerata.

O zaman böylesi bir gülüşle ısınan halime bakar ben de gülümserim. 19 Ocak’ta onun gibi yoksul çocukların kutularına sakladıkları ‘çok’lar, kimilerinin ‘az’ hatta hiç anlamayacağı bir ‘eşitlik’ fikrini hatırlatır bana. Çok değil, beş durak ötede, o güne dair alınan OHAL kararlı metroyla es geçilen o durakta, bu ülkede olmamış (ama hiç olmayacağı anlamına gelmiyor elbet) bir ‘eşitliği’ özlemiş, hayal etmiş bir meslektaşımızın 19 Ocak korteji geçmektedir. Neden öldün sorusuna ‘bu ülke için öldüm’ cevabı ise çok ağrılı bir hal olmuştur onunkisi. Çok, çok, çok ağrılı bir cevap.

Geçer mi bu ağrı?

Voltaren içinde dünyalar saklı birkaç çokomilk cevap olur mu tüm bunlara?

İçinde neler neler saklı üstü çikolata kaplı hayallerin çocukluğunda gezinen bir özlemdir bu, olsa olsa. Güneşle dolu bir öğle zamanı, çokomilkli çocuğun gülüşü çantada ‘güvercin’, sırtımız bulutlu, ruhumuz hâlâ karıncalanırken.

(Hrant Dink gideli 11 yıl oldu. 11 yıldır ne değişti sorusuyla uğraşırken yazılmış bir yazı...)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.