Şampiy10
Magazin
Gündem

Enkaz kaldırma çalışmaları

Hayır, yazımın konusu Taksim Meydanı’nda karşıma çıkan, bile bile bir enkaza dönüştürülen AKM binası değil. Size enkazın enkazından bahsedeceğim bugün. Hangi vinç onu yerden kaldıracakmış şaşarım cümlesi ise olsa olsa zihnimdeki gelgitten derdest edilmiş bir cümledir. Kısaca, karamsar olarak başlayacağım bir yazı!

Gelelim enkazın enkazına. Adalet Bakanlığı’nın resmi verilerine göre Türkiye’de cinsel istismar vakalarında son 10 yılda yüzde 125 oranında artış var… ‘Yeni Türkiye’, çocuk cinsel istismarında dünya sıralamasında üçüncü sırada. Dahası da var. TBMM’nin gündemine oturan cinsel istismar olaylarının hukuk önünde sonuçsuz kaldığı belirlendi. Bu ne demek? Binlerce istismar suçu havaya karışıp buhar oluyor, yapan yaptığıyla kalıyor... Bir toplum için sıkı enkaz! Dediğim gibi hangi vinç bunu kaldırabilir, orası muamma.

23 Nisan’a doğru yaklaştığımız şu günlerde hatırlamakta yarar var. Çocuk Haklarına Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 1990 yılında imzalamış olan ülkemiz, ülkemizdeki çocukların hak ve özgürlükleri konusunda ne yazık ki yetersiz kalmıştır. Hatta yetersiz değil, bal gibi sınıfta kalmıştır. Bu yüzden etrafımdaki bina enkazlarına, o bina enkazlarının üstüne yapılan (yoksa bir kez daha yıkılan mı desem) beton yapılaşmaya baktığım zaman ilk başta hatırladıklarım bunlar oluyor. Kadınını, çocuğunu, gencini heder eden bir ülkenin, binalar konusundaki hevesi karşısında yutkunmaktan başka çare bulamıyorum. O enkazlar üzerinde yükselen gıcır daireler için kime, hangi gelecek, hangi mutlu yaşamlar için davetiye çıkarılıyor merak ediyorum.

Yine de karamsar başladığım bu yazıyı karamsar bitirme niyetinde değilim. Geçen günlerde elime ulaşan turuncu kurdeleli bir belge bu duruma karşı yapılabilecekler anlamında bir umut sundu. Aile Hukuku Derneği, çocukların maruz kaldığı cinsel istismar suçlarına karşı ‘Susma! Korkma! Konuş! Ve Çocuk İstismarına Geçit Verme’ sloganı ile ‘Koruyan Kurdele’ adıyla toplumsal bir seferberlik çağrısı başlatmış durumda. Bu seferberlikte, nitelikli bir eğitimden bahsediliyor. Bu eğitimin sonucunda ise eğitim alan çocuklara törenle ‘Koruyan Kurdele’nin takılması öneriliyor. Buna destek verilmesi konusunda da topluma açık bir çağrı yapılıyor. Farkındalığın artırılması konusunda bu kurdelenin yetişkinler tarafından takılması ve destek verilmesi isteniyor.

Bu çağrının maddelerinden bazıları şöyle sıralanmış:

1- Toplum olarak görevimiz çocuklarımızı cinsel istismara uğramadan korumak, istismara karşı konuşmayı öğretmektir.

2- Öğretmenler ve çocuğa yakın olup da ona hizmet eden bütün görevliler cinsel istismar konusunda eğitilmelidir.

3- Bu suçu önlemenin en önemli yollarından biri çocuklarımızı cinsel istismar suçlarına karşı eğitmektir.

4- Bu eğitim, aile içinde ve okul öncesi kurumlarında uzman rehber öğretmen ve pedagoglarca verilmelidir.

5- İlköğretim 1. sınıfta ilk dört hafta çocuklara cinsel istismara karşı durma ve kendini koruma eğitimi rehber öğretmen ve pedagoglarca verilmelidir.

Önemli ve hayata geçirilmesi gereken bir adım. Bu hafta bu kurdeleyi takacağım.

Yazının devamı...

Bizi tercih ettiğiniz için

Kese kağıdının üzerindeki yazı ilgimi çekti. Okudum: ‘Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz’ yazıyordu. Kese kağıdındaki domatesleri boşaltırken ‘biz’i düşündüm. Örneğin Eskişehir’deki üniversiteye elini kolunu sallayarak giren ve her yeri kana bulayıp dört kişiyi öldürdükten sonra ‘hayatımı mahvettiler’ diyen adamın o cümlesindeki ‘biz’i. Aynı adamın, bu ruhtan esinlenerek daha öncesinde yaptıklarını. Aleni bir ispiyoncudaki, kan dökücüdeki, öfkeden mosmor, feci bir linç toplumu haline gelen reflekslerimizdeki ‘biz’i. İster ‘mavi’ olsun ister ‘kırmızı’, ‘bizdeki’, hemen her koşulda haklı olan ‘biz’i. İnsanları öldürdükten, katlettikten sonraki o cümlede yatan ‘haklıyım, gururluyum, yine olsa yine yaparım’daki ‘biz’. Bu ‘hezeyan’, bu aşk dolu coğrafyadan çıkmıştır -ne yazık ki. Bu nefret, bu kin, bu çoksesli, çokrenkli coğrafyadan...

‘Ama’ ile başlayan cümleleri bir kenara bırakalım şimdi. Son yıllarda Türkiye’de yaşananları tekrar tekrar düşünelim. Faili belli işlerin meçhul olmayan sonuçlarından nemalananları, bu nemalanmanın meyvelerini yemekle meşgul olanları, topluma ver gazı ver gazı noktasında, o gazın içerisindeki sülfürik asit tütsüsünün yaratacaklarından neredeyse emin olanları. Haklı çıktılar. Onları tebrik etmek -bir kese kağıdı yazgısıyla tebrik etmek- boynumun borcudur. Bizi, kutuplaştırma siyasetiyle, tez elden, bize kavuşturdukları için. Öyle ya, olmayan bir şey olmayan başka bir şeyle buluşamazdı ki... ‘Kötüyüm, haklıyım, kinliyim, gururluyum, nefret doluyum, faşistim oh canıma değsin, ohhh’ denklemi için öngörülen ya da öngörülemeyen bütün manevraların önünde, turnusol kağıdına dönüşen bütün kese kağıtları adına saygıyla eğiliyorum! Bazların ve asitlerin, mavi ve al basanların ‘bizi’ adına: Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Teşekkür ederiz. Çok hem de.

(Yine de bir gün, her şeye rağmen bir gün, bir şeyler durulduğunda, tüm bu yaşananlara ve özellikle bu son olay ve sonlanmayacak gibi görünen benzerlerine Truman Capote’nin Soğukkanlılıkla’da baktığı bir açıdan bakmayı isterdim. Kim şeytan kim melek sorusunu atlamaksızın. Hatırlayacağınız gibi o kitapta Capote, orta sınıf Amerikalı bir ailenin nedensizce katledilmesini araştırmış ve bu katmanlı cinayeti edebiyata taşımıştı. Ama malumunuz, edebiyatın deva bulamayacağı, şifa olamayacağı çok sert günlerden geçiyoruz.)

Ne diyordum? O ‘biz’ ki... Neyse boş verin. Bu yazıyı kısa kesip size güzel bir şeyden bahsedeyim. İstanbul’da yine Film Festivali başlıyor. Kaçabilenleriniz sinemanın sanatın karanlığına, o karanlıktan süzülecek ışık huzmesine sığınsın. 37. kez, o kutsal sığınakta, hiçbir karanlık sonsuza kadar sürmez bunu hatırlasın.

Yazının devamı...

Beleşçiler

Metro’nun geçiş turnikelerinin önünde zaman zaman insanlar beni durduruyor. Elimdeki kartı işaret edip ‘Benim için de basabilir misiniz?’ gibi zararsız bulduklarına inandıkları o soruyu masum bir edayla soruyorlar. O zaman yüzlerine bakıyorum. Yüzlerinde gördüğüm, paraya ya da zamana sıkışmışlık değil, alenen beleşçilik. Genç insanlar olduğu zaman daha da dikkat kesiliyorum. Gençlik için günlük cep harçlığının bittiği saatlerse o saatler, ufak tefek cümleler edip basıyorum onlar için. İşin aslı çoğunlukla onların yüzünde de gördüğüm orta yaşlı suratlarda gördüğümün aynısı. Hatta daha da beteri: Herkes yaparken ben niye yapmayayım!

Bu cümle, toplumda nakarat haline gelmeye başladığından beri, tepemden halı silkeleyen komşum da dahil olmak üzere (eee herkes silkeliyor canım), varacağımız noktanın ‘hiçbir’ yer olduğu gerçeği giderek daha çok meşruiyet kazanıyor. Hiçbir yere doğru yapılan bu yolculukların pusulasızlığı o kadar belirleyici ki, bir yerden sonra kendinizi kötü hissetmeye başlıyorsunuz. Ee doğru söylüyor herkes silkeliyor diye mırıldanıyorsunuz örneğin. Ya da kartını birileri için bas, ölür müsün diye çıkışmaya başlıyorsunuz kendinize. Zemin öyle kaygan ki iyilik ve fedakârlığın ya da vicdanlı olmanın karşılıkları, beleşçilere sunulan serapla eşdeğerde karşımıza çıkabiliyor. Kısa bir süre sonra ise şu soruyu kendinize sormanız pek mümkün: Herkes yaparken ben niye yapmıyorum?

Üstelik iş burada da kalmıyor. Bu bakış açısıyla kopyacı bir yazarı, işinden nefret eden bir öğretmeni, yolsuzluğa batmış bir polisi, satılmış bir politikacıyı, adaletten başka her şeye inanan bir hukukçuyu, organ mafyasıyla işbirliğine giden bir sağlık kurumunu, ahlaksız bir ahlak bekçisini, maskelerle dolu bir din insanını, kalemini yüzlerce defa satan bir gazeteciyi, sapık bir rüşvetçiyi, yüzünde güller açan bir rantçıyı, psikopat bir yayıncıyı, vurguncuları sıvazlayan haberleri, soyguncuları destekleyen naraları, yalanlarla dolu bir söylevi de aynı gözle görmeye başlıyorsunuz. ‘Eee, herkes yapıyor canım’ öyle bir cümle haline geliyor ki o zaman, o cümlenin koyu puntoları altında siliniyor, siliniyor, siliniyorsunuz. Sonrası malum... Gel de Oğuz Atay’ı anma şimdi.

Yazının devamı...

Savaşı Bitiren Sinek

‘Belli ki General delirmişti.’

Savaşı Bitiren Sinek, Byndis Björgvinsdottir

***

Mahir Ünsal Eriş’in akıcı üslubuyla dilimize çevrilen bir çocuk kitabı (yetişkinler de mutlaka okumalı) var elimde. İnsanların dikkat etmediği ya da umursamadığı karasineklerin, hep birlikte, zıvanadan çıkmış bir General’i nasıl dize getirdiklerini anlatan esrarengiz bir kitap bu.

Ekmek elden su gölden bir mabedin içerisinde millete savaş boruları öttüren General’i durdurmak için yola çıkan sinekler ordusunun, birlikten güç doğar diskuruyla yan yana durarak sona erdirdiği savaş, dünyadaki bütün saçmalıkların birlikte durabildiğimiz müddetçe sona erebileceğini de müjdeliyor! Sivil toplum hareketinin ne işe yarayabileceğinin pek güzel bir özeti...

İş bu kadarla da kalmıyor. Sinekler bu mücadelede elbette yalnız değil! Aslında bu kara kara sineklerin davet ettiği barış Nepal’deki keşişlerin - karasinekleri olduğu gibi kabul eden keşişlerin- yol göstericiliğiyle hayata geçiyor. Karasinekler, barış için yollara düştüklerinde, otobüste onlar yüzünden çıldıranlara keşişin biri hemen hepimizin düşünmesi gereken o cümleyi söylüyor:

‘Sakin olun.’

Dahasını da:

‘Küçük karasinekleri, narin çiçeklerden ya da rengarenk gökkuşağından daha fazla kafaya takmanıza gerek yok. Birazcık anlayış ve bir iki tatlı söz lütfen!’

Bunu derken insanlar için asıl huzursuzluk kaynağının karasinekler değil, onları savaşa, çatışmaya, düşmanlığa sürükleyenin ‘gerçekte’ ne olduğunu anlamaya davet ediyor. Belki şunu da söylemek istiyor: Sizin evlatlarınızı taaa uzaklardan hoparlörlerle savaşa çağıran General, ihtişamlı evinde oturmuş börekler çörekler yerken, asıl mutsuzluğunuzun kaynağı nasıl bu küçük karasinekler olabilir?

Belki şunu da söylemek istiyor:

Gerçek, inandırıldıklarınız değildir.

Belki şunu da:

Allah aşkına görün artık!

Savaşı Bitiren Sinek’i genç arkadaşlarımla tartıştığımızda, ‘ne dersiniz gençler herkes keşişler gibi düşünseydi dünya ne olurdu, dünyaya barış gelebilir miydi’ soruma ‘yok canım sadece her taraf karasineklerle dolardı’ diye verdikleri cevap beni epey güldürdü. Onlara ‘haylazlar’ diye çıkışsam da bu cevaptaki pırıltı göz kamaştırıcıydı, ne yalan söyleyeyim.

Ancak tahmin edeceğiniz gibi bu cevapla yetinmedik. Keşişlerin altını çizdiği şu cümleleri de uzun uzun düşündük. Sizlerle de paylaşayım:

Ne kadar sessiz olursanız o kadar iyi duyarsınız

Hayat uzun bir yolculuk değildir, tersine birçok kısa yolculuktan oluşur

Unutmayın ki her gün, her yer, kendi içinde bir yolculuktur.

Hemen belirteyim, bu şıkların dünya barışını sağlayıp sağlamayacağını bilmiyorum ancak kendi iç barışımızı sağlayabilmemiz ve etrafımızdaki zeki ya da kendini zeki sanan antisosyallere daha çok dikkat edebilmemiz için önemli maddeler olduğu kesin!

Yazının devamı...

Şu bizim sahne!

‘Onların peşindeyim. Klişe üretmeyenlerin, boş laf söylemeyenlerin, sahneyi bir ego gösterisine dönüştürmeyenlerin, sulu espriler ya da ucuz etkilerle izleyiciyi tavlamayanların, yaşamdan kaçmayanların, zamanımızı çalmayanların, baştakilere yaranmak için kırk takla atmayanların peşindeyim. Beni güldüren, ağlatan, şaşırtan, yadırgatan, düşündüren, ezberimi bozan, belki de bir an durup kendime döndüren tiyatro ustalarının peşindeyim.’

Zehra İpşiroğlu. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’nden.

***

Adnan Binyazar ‘Sözün Onuru’ adlı kitabında denemeleriyle çıkıyor karşımıza. O denemelerden biri ise ‘Sanat Özgürleştirir’. İçeriği ile 27 Mart Tiyatro Günü’ne göz kırpan bir deneme bu. Bu yazıda, ülkemizde, sanatın, başta okullardaki eğitim olmak üzere es geçilmesine yönelik bir eleştiri var. Esasen, bugün bu noktaya nasıl vardık sorusunun cevabını da orada bulmak mümkün. Eğitim içerisinde sanata hak ettiği değerin hiçbir biçimde verilmemesinin, bir noktada, 21. yüzyıldaki Türkiye insanın ‘sonuç olarak’ nasıl ortaya çıktığının özetini de veriyor. Toplum olarak peşine düştüğümüz, hatta özenerek izini sürdüğümüz ‘vasatın da vasatı’nın ve ‘ezber’in ipuçlarını da orada bulmamız mümkün.

Dünya farklı mı sorusuna verilecek yanıtlardan birisi ise olsa olsa şu olabilir: Sanatı iyi kötü seven ve onu bir yere kadar (çok değil bir yere kadar) içselleştirebilen insanlardan oluşan bir toplum olsaydık bugün AKM’nin başına gelenlerin hiçbiri başımıza gelmezdi örneğin. Mimarisi iyiydi kötüydü, yönetimi hantaldı değildi tartışmalarının çok ötesinde, ihtiva ettikleriyle baş tacı edilmesi gereken bir birimken, yıllardır bir hurda yığınına dönüşmesine bilerek göz yumulması, göz yumulmasına karşı hiçbir şey yapılmaması ya da yapılamaması ise tam da bu toplumun sanatla kurduğu ya da kuramadığı bağın ‘hedef 12’ halidir.

Evet, bugün bir hurdaya çıkmış AKM örneğinde (ancak tek örnek değil bildiğiniz gibi) 12’den vurulmuş bir toplumuz! Binyazar, denemesinde, zamanında Dicle Köy Enstitüsü’ne bir öğrenci olarak ilk kez ayak bastığında oradaki kitaplığın muhteşemliğinden bahseder. Sadece kitaplık olsa iyi; müzik salonu ve resim-iş atölyesiyle apayrı bir dünyaya adım attığını söyler. Tam elli beş yıl sonra, şimdilerde Anadolu Meslek Lisesi olan bu binayı ziyaret ettiğindeyse kitaplığın kullanılamayacak eşyaların atıldığı bir ardiyeye dönüştüğünü ifade eder. Ve der ki: ‘Bir toplumda eğitimsel çöküşe bundan somut örnek gösterilemez.’

Peki. Diyelim ki okul eğitimi bu halde. Ya evdeki eğitim? Binyazar’ı takip edelim:

‘Sanat eğitiminin önemli çıkmazlarından biri anne babanın bireysel yeğlemelerini çocuğa dayatmalarıdır. Her anne babanın, çocuğunun başarılı olmasına özen göstermesi, bu konuda hiçbir özveriden kaçınmaması doğaldır. Ama çocuğunu aklına esen her türlü kursla bunaltmayı hak saymamalıdır. Evine kitap sokmayan anne baba, armut dibine düşer, çocuğunun elinde kitap görmüyorsa öfkeye kapılmasın! Kulağı düzeysiz müzikle dolan çocuğundan yaratıcılık beklemesin. Çocuğunu, bu sanatın içine tükürürüm diyenlerin yozlaştırıcı etkinliklerinden uzak tutsun.’

Sanatsal kavrayış neden önemli sorusu ise bu noktada çocuğun kendine duyacağı özgüvenle ilgili olsa gerek. Bu özgüven ne işe yarar sorusu ise malum yere çıkıyor. Höt deyince susturamayacağınız insanlara. Bu da malum bir sürece işaret ediyor.

Burada derin bir soluk alalım ve Binyazar’la bitirelim:

‘Kendine güveni olan çocuk özgürce düşünür, özgürce yaratır, özgürce davranır. Ne yazık ki, toplumsal piramidin tepesinden, geniş alanlı tabanına, insanımızda eksikliği en çok duyulan budur.’

Yazının devamı...

Nevin için iyi hal

‘İlişkilerimiz bize hep çalışmadığımız yerden sorar.’

(Neslihan Önderoğlu’nun kutsal metinlerin satırlarıyla birlikte kotardığı ‘Yeryüzü Yorgunları’ adlı yeni kitabını okurken)

***

Isparta.

2 çocuk annesi bir kadın olan Nevin Yıldırım. 2012 yılının yazında kendisine sürekli olarak ve silah kullanarak tecavüz eden 2 çocuk babası o kişiyi öldürür. Dahasını da yapar! Bu kişinin başını çuvala koyar ve ‘işte namusuma uzananın kellesi’ diye köy meydanına atar. Bu esnada tecavüzden hamile kalmıştır ve o yılın sonbaharında bu bebeği doğurmak zorunda kalır.

Mart 2015’te ise ‘kasten adam öldürme’ iddiasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılır. Yargıtay’da 14 Eylül’de görülen temyiz duruşmasında, Yargıtay 1. Ceza Dairesi, tahliye talebini reddederken, yerel mahkemenin müebbet hapis cezası kararını bozar.

Yıldırım’ın davası 3 Ocak’ta yerel mahkemede yeniden görülmeye başlar. 24 Ocak’taki ikinci duruşmada Yıldırım’ın avukatları kendisinin tecavüzle ilgili beyanının mahkemede yok sayıldığını belirtilir ve beyanının araştırılması için İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Kurumu’ndan ayrıntılı bir rapor alınmasını talep eder. Bilin bakalım ne olur?

Bildiniz! Mahkeme bu talebi reddeder. Savcı ise müebbet hapis talebi konusunda ısrarcıdır...Ben hukukçu değilim. Mutlaka bu durumun hukuk dilinde bir sürü sözcükle ifade ediliş biçimi vardır. Ancak bu durumdan benim çıkardığım şu: Yıldırım, hiçbir indirim uygulanmadan müebbet hapis cezasına çarptırılır ve bu karar alınırken ne yazık ki cinsel saldırıya uğradığına dair beyanları dikkate alınmaz! Meşru müdafaanın ne olduğunu bilmiyor olabilir mi koca mahkeme sorusu ise, burada, en sıradan bakış ile bile, biteviye semada hasıl olacak olan sorudur. Dahası da var. Mahkemeye kravatla geldi diye erkek zanlılara ceza indirimlerini devreye sokan mahkeme burada Yıldırım’a dair en ufak bir indirim uygulamasına gitmez. Sebebi ne mi dersiniz? Onu da ifade edeyim hemen.

Yıldırım’ın mahkeme salonunda hakkında dedikodu yapıldığını duyunca acı içinde gülümsemesidir buna neden olan!

Acı acı gülmek!

Bu acı gülümseyişte ne olabileceğini düşünmeyen, düşünmek istemeyen mahkeme yetkililerine dilim döndüğünce şunları söylemek isterim:

Cezaevleri namuslarını temizlemek adına tecavüzcülerini öldürmek zorunda kalan kadınlarla doluyken (bunu aynen bu biçimde dile getiren bir kadın mahkumla konuşmuşluğum var, tıpkı Nevin Yıldırım gibi o da namusunu temizlemek için, sırf bu yüzden yıllardır cezaevinde yattığını ifade etmişti) bu ‘namus’ denilenin ne menem bir şey olduğunu yeniden düşünmeye ne dersiniz? Bir kadını, bütün bir yaşamı boyunca erkek egemen bir toplum içerisinde bu sözcüğe boğmanın vebalini tekrar kadınlara ödeten bir sistemin parçası olmaktan mutlu musunuz?

Beş senedir süren yargılamada, tıpkı onun da kendi sözleriyle ifade ettiği gibi, Nevin Yıldırım’ın tarafından da olaya bakmaya ne dersiniz? Bir insanın tecavüzcüsünün çocuğunu doğurmanın ne anlama gelebileceğini düşünmek ister misiniz? Yıldırım’ı bu çaresizliğe iten yalnızlığı anlamak için, kısaca olup biteni gerçekten görebilmek için neredesiniz, nerelerdesiniz? Dünyada olup biteni anlamak için iyi hal kağıtlarının bile yetmeyeceğini bilmez misiniz? Dost sohbetlerinde ‘valla dünya zalim’ diye dert yanarken gerçekte, gerçekten nerelerdesiniz? ‘İşte namusuma uzananın kellesi!’ cümlesi, bugünü ve yaşamakta olduğumuz gerçekleri o kadar güzel özetler ki. Bilir misiniz? Sahi bilmek ister misiniz?

(Bilir miyiz? Sahi bilmek ister miyiz?)

Yazının devamı...

Kızma birader

Geçen Kamil ile karşılaştık. Eski günleri konuşurken iş geldi kızma biradere. Ben ve kardeşim Süphan, o ve kardeşi Aynur, amma oynardık ha! Komşuluk sınırlarının en sınırsız boyutuydu bu oyun. ‘Ne güzel günlerdi’ dedi Kamil. Yaşlanmış falan, kolesterol şu bu. ‘Ne güzel oyunlardı be Haluk’ dedi tekrar tekrar.

Oyun deyip geçmemek gerekiyordu. Kamil, şimdiki haliyle, yani göründüğü kadarıyla makul bir emlakçıydı, dediğine göre yolunu bulmuş yeni kentleşme projelerinden de nasiplenmişti ama ‘ah o zamanlar, ah o zamanlardı’ dilinde gezinen! ‘Yenilmeyi hiç sevmezdin be Kamil’ dedim takılarak. Öyle ya her şeyi rahat rahat itiraf ettiğine göre ben de bir şeyleri yumurtlayabilirdim! Ancak öyle olmadı. Bu noktada yüzündeki yumuşak ve derin çizgiler birden gerildi. Gözlerini ufka çevirdi, dışardaki ‘emlakçı’ yazısına doğru iğneli bir bakış fırlattı. Ve sonra dışardaki, her kimse onlar artık, canlı cansız tüm yaratıklardan intikam alırcasına döküldü. Bir sürü şey. Yok kızma birader aslında hayatmış, zaten emlakçı olmaya da o yüzden karar vermiş, aslında niyeti muhtar olmakmış, geçen seçimleri kıl payı Faruk denen zibidi bir herife kaptırmışmış... Hem kızma biraderden de çok şey öğrenmiş. Başta da pes etmemeyi. ‘İyi de Kamil’ dedim. ‘Sen oynamıyordun ki, sen bizimle savaşıyordun, yenilmeyi bilmiyordun.’

‘Hâlâ öyleyim!’ demez mi! Ne diyeyim gülümsemem yüzümde asılı kalıverdi. Nedense o günlerdeki Kamil düştü hatırıma. Oyun dışındaki şu ezik oğlan. Ezikliğiyle insanın içini üşüten oğlan. Hep mi böyleydi sonradan mı böyle olmuştu anlaması güçtü. Ancak kızma birader onun Kamil oldu olalı en belalı yüzleşme alanıydı. Kamil o oyunla dört başı mamur ezeli bir işkenceciye dönüşür, yendikçe daha çok delirirdi. Ancak onun hepten sıyırdığı bir başka zaman daha vardı. Yenilirkenki hali! Kamil’in kızma biraderdeki yenilir hali yenilir yutulur bir şey değildi! O zamanlarda, kızma birader kızma birader olalı böyle zulüm görmemiş hale gelir, o anda uydurulmuş ve mantık ötesi (çocukluk mantığının bile ötesi) Büyük Birader Kamil kuralları devreye sokulur, Süphan ve Aynur’un çişim geldi diye kaçtıkları arenada bir başıma kalıp o saçma kurallar eşliğinde oynamaya çalışırdım. Gözlerindeki hırstan korksam da yine de devam ederdim (demek ki ben de bir bozukluk vardı). Sonra bir kural daha uydururdu Kamil, sonra bir kural daha. ‘Ama’ yenildikçe, daha çok daha çok... Sonunda her şey onun olurdu. Kendi çalıp kendi oynadığı bir oyunda insanın galip çıkması aslında mağlup olmasından bin beterdi.

Ancak çocukluk halimle bunu ona anlatmam mümkün değildi. ‘Her şey benim olacak işte’ diye soluduğunu hatırlıyordum. ‘Bütün taşlar, bütün dönemeçler, bütün köşeler, her şey, hatta zarlar da...’ Ah evet zarlar! Zarlar konusunda da alemdi. Beğenmediği zarlar için de hemen oracıkta bir kural uydurdu. ‘Adı Kamil olan oyuncu en iyi zar gelene kadar atacaktır!’ gibi. Benim tüm bu saçmalıklara neden göz yumduğum ise dediğim gibi başka bir sorundu aslında. Galiba ona acıyordum.

Kamil’in yaşlı ve şişlerle dolu yüzündeki yorgun göz torbalarına baktım. Tüm bunları hatırlıyor muydu emin değilim. Ancak ‘hâlâ öyleyim’ derkenki bakışlarında gezinen canavar ıslığı, her şeyin hatırlanmaktan öte olduğunu ele verir cinstendi. Kamil hâlâ o kızma biraderdeki böyyük biraderdi işte. Yenildikçe vay geldi yenilenin başına dediğimiz rakip tanımaz, rakip sevmez ve aslında çoktan kendine yenilmiş postandropozlu pehlivan!

Yazının devamı...

Bu ne nefret ah!

Bir uçak kazasında gencecik kadınlar gitti. Ancak işler bununla bitmedi. Ne kazanın özelliği ne de giden canlar. Arkalarından yükselen nefret cümlelerini gördük. Bu, bir nevi, toplumsal enkazımızın da resmiydi. Bir kez daha öğrenilmesi gerekenler vardı orada, o toplumsal çürümede. İşin en acı yanıysa bu kurtlanmış dili hangi musalla taşına koyarsanız koyun, oradan insana özgü hiçbir şey çıkmazdı. Biraz daha açmak gerekirse, insanın özüne dair bir şeyler çıkardı da, insanın vicdanına özgü bir şey çıkmazdı. Özellikle de şu sıralar...

‘Şu sıralar insanın doğruyu düşünmesi mümkün mü?’ diye sorar Stefan Zweig, geçen yüzyıldaki savaşların eşiğindeyken, ‘Düşüncelerin Değer Yitirmesi’ adlı makalesinde. İnsan dediğimiz, yine, sözümüz meclisten içeri, zıvanadan çıkmak üzere olan o canlıdır. Her yerde kan akmakta ve hemen herkesin zihni bulanıktır. ‘Çevresinde olup bitenlerle kafası karışmış insanlar’ der Zweig, ‘neyi nasıl düşünecekler, nasıl doğru karar verecekler?’ Ve sonra bu sorunun cevabını verir: ‘Hayır, şu günlerde aklımız dünyanın dönüm noktasını kesinlikle belirleyen, ileriye dönük tüm hesaplarımızı yapacağımız bir düzlem değil. Bu ancak ve ancak duygularla gerçekleşebilir.’

Bu noktada da şiddeti şiddetle söndürmeye çalışan budala politikalara dikkat çeker. ‘Bir daha kan akmaması için şimdi kan akmalı’ diyen o içler acısı ritüellere atıfta bulunur. İşi daha da ileri götürür: ‘Günümüzde biri diğerine torununun yaşamını kurtarmak için sen ölmelisin derken buna nasıl inanabiliyor?’

Bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini öngörürken tarihi anlayabilen bir tavrı vardır. Neden derseniz şiddet hiçbir zaman bu biçimde bitmez, bitemez. Şiddet denilen o arıza, kendine sığınacak bir yer her zaman bulacak ve en olmadık yerlerden yaşama sirayet edecektir. Birbirinden nefret eden insanların yaratılması da bu şiddetin en temel noktalarından biridir. Nefret dili denilen ve yer yer yaşamın azami hızını bile delik deşik eden bu dilin üretilmesi ise olsa olsa ortalığı ‘barış’ adıyla kavuracak savaşın en önemli etabıdır.

1. ve 2. Dünya Savaşı’nda torunları için öldüklerine inananların torunlarının ne ölçüde barışı soluduğunu ise yine tarih anlatmıştır bizlere. Hem de ballandıra ballandıra, dünya üzerindeki ırkçılığın, nefretin ve şiddetin bitip tükenmez ateşiyle anlatmıştır, sayfalar, ciltler boyunca. İşi torunların torunlarının torunlarına bırakma masalı ise, olsa olsa bir insanlık trajedisidir. Nifak tohumları bir kez serpilmeye görsün insanların kalbine, yeryüzünde kendine benzeyenin dışında ne canlı tanır ne de ölü.

Tıpkı son tanık olduğumuz kazanın ardından karşımıza çıkan o vahim cümlelerde olduğu gibi. ‘Her insanın yaşam hakkı vardır ve buna saygı duyulmalıdır’ cümlesinin bu kadar rahat ihlal edildiği, şiddet, kan ve karmaşa dolu bir coğrafyada, aslında çok da şaşırtıcı değildir.

Ancak bir o kadar da şaşırtıcıdır.

Bir o kadar da değildir.

Bir o kadar da... Böyle gidebilir.

Böyle gider de...

Tam bu noktada Evrensel Gazetesi’ndeki yazısında Nuray Sancar’ın tespitlerini okumanızı öneririm. ‘İran’da düşen uçak: Başkasının Acısı, diğerinin öfkesi’ bizlere çok şey anlatır. En çok da bugünümüzü.

Bu yazıyı, yine de umutla, Zweig’ın sözleriyle bitirelim: ‘Dünyanın daha çok politize edilmesine son verilmesini, bireyin yaşamının yeniden değer kazanmasını destekleyenler sonunda ulusların pes etmesini sağlayabilir!’

Hangi uluslar mı? İnsanların içindeki düşmanı alenen ve fütursuzca alevlemeyi bir iş sayan uluslar elbette. Ve hiç kuşku yok, o ulusların politikacı olduklarını savlayan yaşam mağlubu aktörleri.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.