Şampiy10
Magazin
Gündem

Buluşma günleri

Sizi özledik ve tekrar görüşeceğimiz günleri düşlüyoruz.

Silivri Cezaevi’ndeki Boğaziçililer

Hatırlayalım: Geçen ay bu zamanlarda Boğaziçili bir grup savaş karşıtı öğrenci Kuzey Kampüs’te masa açarak lokum dağıtılmasını protesto etti. İki grup arasında tartışma çıktı, lokum standına saldırıldığı öne sürüldü. Gelinen nokta savaş karşıtı bu öğrencilerin terörist, lokum dağıtanların ise vatan aşığı öğrenciler olduğu yönünde.

***

En çok üzüldüğüm ne biliyor musunuz? Kendilerine ‘vatan aşığı’ sıfatı takan bir sistemde polis eşliğinde yürüyüp bizzat kendi arkadaşlarını (en azından aynı üniversitede okuyan arkadaşlarını) hedef gösteren diğer öğrenciler. Bu öğrenciler, terörist sıfatını taktıkları ve hedef gösterdikleri bu arkadaşlarıyla, aslında aynı gemide olduklarını bir gün anlayacaklar. Hatta belki aralarında şunu da fark eden olacak: Yahu bunlar bizim hak ve hukukumuz için de bu mücadeleyi verirdi!

Bugün vatan haini diye hedef gösterdikleri bu insanların aslında ne demek istediklerini açık yüreklilikle anladıklarında, ama gerçekten anladıklarında, onlara karşı mahcup olacaklar. Onlara olmasa da hayata karşı...

Polis eşliğinde yürüyüş yapmanın güvencesinden sıyrılmayı başardıklarında, polisin önüne atmaktan gurur duydukları bu gençlerin, aslında kendi varlıklarının da teminatı olarak niçin bu zulme reva görülemeyecek olduklarını anlayacaklar. Neden bu kutuplaşmanın içerisine düşürüldüklerinin anlamını sorgulamaya başladıklarında ise, aslında istediklerinin ne olduğunu açık yüreklilikle kendilerine ifade etmeye başladıklarında ise ihtiyacımız olanın savaş değil, buluşabilmek olduğunu fark edecekler.

En azından içlerinde gerçekten anlamak isteyenleri bunu bir düşünce lüksü ya da nafile bir uğraş saymayacak. Hiç değilse aldıkları eğitimle ve düşünceyle (ezberle değil) hayatı buluşturmak isteyenleri. Ta nice zaman önce Montaigne’in dediği gibi ‘Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır.’

Tüm bunlara rağmen Sokrates’in düşündüğü için suçlu bulunduğu bir insanlık geçmişinden geliyoruz. 2018’deyiz ve bu haldeyiz. Üstelik iyi ve akıllı olmanın ne işe yarayabileceğini yeniden düşünme zamanı mı bundan kimse tam olarak emin değil. Dahası düşündürme yerine bilgi yığma pratiğine sarılmış bir ülkede karman çorman bir haldeyiz. En beteri de sözcükler alıp başını gitmiş. Çokkültürlülük olmuş sana çoksavaşmak; barış ise, ne kadar ganimet o kadar köfte!

Yine de tüm bunlar siyasi pratiklerin gençleri birbirine düşürerek nasıl da nemalandığının örneklerini yakın geçmişte bulmaya engel değil. O gençlerin yaşayabilenlerinin hayatlarının ortasında oluşan derin yarığın, onları ve özlemlerini nasıl paraladığını anlamaya... Orta yaşına gelmiş, orta yaşını geçmekte olan, hatta çok yaşlandıklarını ifade eden insanların neden bu kadar buruk olduklarını gözlemlemeye engel değil. Vatan aşığı ve terörist sözcüklerini kim diline pelesenk etmiştir... Hep aynı senaryodur karşımızdaki. Hatırlamaya engel değil.

Yazının devamı...

Güzel Masallar

Bu yazıyı;

(kalbur saman içinde; akasyalar açar iken; Çorum’da ağlayan kız için, hayalet mi değil mi şeklinde harbi bir gerginlik yaşanır iken; Türkiye’nin en ırkçı futbolcusu ırkçılığa karşıyım bandajı takarak yeşil sahalarda yüzsüzce koşturur iken; gencecik çocuklar savaşı protesto ettiler diye gözaltındayken onca işkence ve hakarete maruz bırakılır ve kimsenin çıtı çıkmaz iken; çok değil bundan bir yıl önce iktidara olmadık laflar sayan kelli felli bir lider aynı iktidarla ittifaka gider iken; develer tellal pireler berber iken; hem bir varmış bir yokmuş demek hem de bir yokmuş yahu iki de yokmuş ne etsek demek için; Türkiye denen bir ülkede özellikle sözcükler ve eylemler arasında, gerçekle gerçekdışı arasındaki hezeyanda kavrulup giden hayatların aktörleri iken; öğrenilmiş çaresizlikle kabadayılık arasında bir tercih yapmamız beklenir iken; kaderciliği ve laylomu hayat iksiri diye karıştırıp içer iken; ezberden başka bir harita metot defteri kullanamaz hale gelmiş iken; alenen evvel zaman içinde kalbur saman içinde iken; mühürsüz oy pusulalarının hayata geçeceği bir erken seçime hurra hazırlanır iken; velhasıl anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; kimisi düştü beşikten, kafayı yardı iken; kimisi uslanmadı eline maşayı kaptı iken...)

‘sakin bir kafayla’ yazmaya karar verdim.

Verdim de... Ne desem, havaya karıştı.

Her neyse.

Masal deyince... TRT’de bir belgesel var. Mutlaka seyredin. Nükleer santrallerin ne kadar faydalı olduğuna dair bir belgesel bu. Dünyada yaşanan nükleer santral felaketlerinin ne olduğunu hiç hatırlamadan seyredin ama. Ne kadar şanslı olduğunuzu buram buram duyumsayın. Lütfen ama lütfen çok gönenin bununla. Lütfen akasyalar açar iken develer tellal periler berber iken, birileri sizin beşiğinizi sizin için hemen her konuda deliler gibi sallar iken seyredin bu şahane belgeseli. Çernobil mi? Hele onu hiç hatırlamayın. Bütün dünya nükleer santrallerden tırsmış durumda ama siz yılmayın! Hayalet kim, asla düşünmeden seyredin bu belgeseli. Ölü kim asla düşünmeden. Ne güzel, ne kadar güzel bir masal bu. Masallardan masal beğen bir masal! (Üzerine, şok etkisi yaratacak olsa da şu kitabı okuyun: Beni Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın, Filiz Yavuz)

***

İlgilenenler için: Fotoğrafları National Geographic, Time Magazine ve Newsweek gibi birçok derginin kapaklarında çıkan fotoğrafçı ve yazar Reza Deghati ile, Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli uzmanlarından, Doç Dr. Barış Karapınar “İklim Değişikliği ve Dünyamız” panelinde konuşacak. Umarım nükleer santral konusunda bizleri aydınlatan TRT ekibi de dinlemeye gider bu paneli.

Tarih: 7 Mayıs 2018

Saat: 14:00

Yer: Boğaziçi Üniversitesi, Rektörlük Binası Konferans Salonu

Yazının devamı...

Seçim

Enes’in seçimi: Enes beş yaşında, yuvasından düşen küçük yavru bir kuşu itfaiye yardımıyla hayata kavuşturdu. (Tokat, Zile)

Bu haberi okuduktan sonra ülkedeki 40, 50, 60, hatta 70 yaşındaki insanların, özellikle de politikacıların seçimlerini, neler neler yaptıklarını düşündüm. Vardığım sonucu tahmin ediyorsunuzdur. (Ankara, orada mısın?)

***

Ankara’dan vazgeçip bugünkü yazımı 1 Mayıs’a ayırmaya karar verdim. Ne zaman mı buna karar verdim dersiniz? Muzaffer İzgü’nün ‘Ayıya Bak’ adlı kitabında yer alan ‘Kibar Cop’ öyküsünü hatırladığımda. Öyle ya 1 Mayıs bizim ülkemizde coşku ve mutluluğun buluşması değil, copun vb. canlı insan etiyle buluşmasının özel törenidir. Rahmetli İzgü’yü selamlayarak öyküyü özetlemeye çalışayım.

Efendim, şöyle açılır öykü: Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bir yetkili ‘kibar coplar’ diye yeni bir ürünü halka tanıtır. İzgü şöyle der o zaman: ‘Eee, elbette ülkemiz bu gelişim çağında hiçbir şeyden mahrum kalmıyor. Sağ olsun iktidar. Ülke için, vatandaş için ne gerekliyse hemen şıp diye alıp geliyorlar, önümüze koyuyorlar. Gerçi bunu biz kullanmayacağız, polis kullanacak ama buluş, alış, ödenen para hep vatandaşın iyiliği için...’

Hatta bu konuda meraklanan vatandaşı da düşünerek şöyle diyor yazar: ‘isterseniz bir alanda vatandaşlar toplanmaya başlayınca oradan ayrılmayın. Mutlaka biraz sonra polis gelecektir; hem de bu yeni cicileriyle. Orada görün izleyin. Benim gibi çok sevineceksiniz. Hah işte uygar dünyada benim vatandaşıma bu yakışır diyeceksiniz. Coplar canım... Hayır hayır eski kauçuk coplardan değil bunlar! Yeni kibar coplar bir harika...’

Bu yeni copların özellikleri halkı şefkatle dövmelerinin dışında, ortada boy gösterirken çıkardıkları sesmiş. Ben İzgü’nin yalancısıyım, bu copların çıkardığı ‘şıkırı dinkkk’ sesinin çok romantik bir tınısı varmış. Bu sevgi dolu dövüş esnasında böylesi bir sesi duyduğunuzda (şıkırı dink şıkırı dink) aklınıza başka başka şeyler geliyormuş. Örneğin kendinizi bir anda denizin kıyısında sanabilirmişsiniz. Hatta sevgilinizin elini tutmuşsunuz da rüzgâr yüzünüzü yalamaya başlamış... Hatta yıldızlar size öpücük atıyormuş... Bu sesle birlikte hemen sakinleşiyor, gevşiyor, yumuşuyor ve neredeyse kollarınızı açıp polis kardeşlere doğru sarılmak için koşmaya başlıyormuşsunuz.

‘Belki de’ diyor yazar, ‘bunu daha da geliştirecekler, copun bu sesine değişik melodiler de ekleyecekler.’ Düşünsenize, ‘şıkırı dink’in hemen arkasından çok sevilen müzikler ve şarkılar devreye girecek. Hazır millet toplanmış, haydi eller havaya deyip havaya sokacaksın onları. Millet hemen el ele tutuşacak, hem cop yiyecek hem de eğlenecek.

‘Ama bir sorun var’ diyor İzgü. Ki bence de çok önemli bir sorun. Bu coplardan sadece altı bin tane varmış.

Yahu altı bin cop bu halkın nesine yeter diye sormak da burada farz oluyor işte. Öyküden devam edeyim:

‘Diyelim ki iki bini üç büyük kente dağıttın, ee geriye kalan illerin insanları ne yapacak? Onlar vatandaş değil mi? Onların da bu coplardan yemek hakları yok mu? Sen ne güzel Ankaralı, İstanbullu, İzmirli vatandaşı memnun et, geriye kalan illerin vatandaşları avucunu yalasın! Çok çok büyük bir haksızlık. Çok büyük adaletsizlik!’

Kalem ustalarımızdan Muzaffer İzgü’ye ve emeğiyle yaşayan herkese sevgiyle, saygıyla.

Yazının devamı...

Tuhaf bir umut: Kore örneği

Dünyanın varacağı bambaşka yerler var. Bunu yeni bir arkadaşım ısrarla söylüyor. Uzun bir yolculuktayız. Yerküre üzerinde salınıp silkinirken söylediği bu sözleri, biraz ütopik, biraz naif bulsam da (aslında ihtiyacımız olan bu, aldırmayın bana), çok kısa bir süre sonra sözlerine ruh bulduran bir gerçekle karşılaşıveriyorum. Ülkeyle aramıza giren gece gündüz saatlerinin farklılığı, yeni bir seçim vaadini (mühürsüz oy pusulalarını bile meşru kılma yüzsüzlüğünü dayatan bir seçim vaadini) değil de nükleer savaşın eşiğinde olduğu bir coğrafyanın iki parçasını, Kuzey ve Güney Kore’nin arasındaki buzların erimeye başladığının haberini veriyor. İşte o zaman mühürsüz oy pusulalarının ‘bile’ meşru sayılabileceği ‘ful demokratik’ ülkemde-hırsızların şıkır şıkır parlatıldığı, çocuk istismarlarının tavan yaptığı, kadın cinayetlerinin gırla gittiği, gençlerin sorguladıkları yaşam için sorgulandıkları, kalemin ve düşüncenin sürekli olarak yargılandığı, kimsenin çıtının çıkmamasını edep sayan ülkemde- bile bir şeylerin değişebileceğine dair bir umut (edepsiz bir umut) içime doluveriyor. Kuzey Kore’nin nükleer ve balistik füze takıntılarını hangi rüzgârın erittiğini bilemiyorum. Ancak nükleer düğmeye bastım basacağım gerginliğinin yerini, haydi barışalım fikrinin alabilmesini, her ne olursa olsun, dünya adına bir cevher olarak alkışlamamız ve baş tacı etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kanlı bir coğrafyada yaşamayı bir meziyetmişçesine sağa sola yaftalayan ülkemin iç ve dış politikalarını düşünüyorum o zaman. Yapılan derin ama çok derin yanlışların, retorik cümlelerle nasıl bertaraf edilmeye çalışıldığını düşündükçe daha çok, inatla daha çok umuda sarılmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ve o zaman ‘belki bir gün’ diyesim geliyor. Yeni yolculuk arkadaşımın kadim öngörülerini düşünerek bambaşka bir sayfa açılabilir umudu bu. Dünyanın varacağı bambaşka yerler var. Ülkemizin de. Böyle olmalı, böyle olsa... Bunu yeni bir arkadaşım ısrarla söylüyor. Uzun bir yolculuktayız.

Yolculuk bu ve yolculuklar her şeye kadirdir.

Yazının devamı...

Bugün 23 Nisan!

Bugünkü yazının konusu: 9 Nisan 2018 tarihinde TBMM’ye sunulan çocukların cinsel istismarı suçuna ilişkin değişiklikler öngören Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı.’

Bu tasarının sorunlu olduğuna dair, içlerinde Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı gibi birçok önemli çocuk, kadın ve LGBTİ+ kuruluşunun altına imza attığı bir bildiri var. Bu bildiri, tasarıya dair esas olarak şunları söylüyor:

‘Türkiye’nin taraf olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi ve İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere uygun düzenlemeler yapılmalıdır. Bu tasarı, çocukların haklarını merkeze koymak yerine çocuk istismarı vakalarının artması ve görünürlük kazanmasıyla ortaya çıkan tepkileri bastırmak için ilgili tarafların görüşü alınmadan özensizce hazırlanmıştır.’

Ve dahasını da:

‘Cinsel istismar suçlarını önlemenin yolu cezaları artırmak değildir! Cinsel istismar ile mücadele ancak çocuğu merkeze alan politikaların yasalarla desteklenmesiyle mümkündür.’

Buradan ise çok net bir başlığa ulaşmak mümkün:

‘Erkek şiddetini görünmez kılan bir yasa tasarısı bu.’

Devam edelim:

‘Çocuğa yönelik cinsel istismar erkek egemen sistemin ortaya çıkardığı ve meşrulaştırdığı bir şiddet türüdür. Çocuğa yönelik cinsel şiddet, çocuğun üzerinde kurulan iktidar ve gücün kötüye kullanımı ve tahakkümün bir sonucudur. Bu nedenle, çocuğa yönelik cinsel şiddet konusu sadece faillerin cezalandırılması ile çözülemez.’

Kısacası çocuk haklarına dayalı bütüncül bir çocuk politikası gerekiyor bizlere! Yani konuya ilişkin gerçek verilerin ışığında, yaşananları da hesaba katarak, neden sonuç ilişkisini atlamaksızın, bu konuda gerçek mesai harcayan sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla çocuk haklarını merkeze alan bir düzenleme, bir çocuk koruma sistemi... Yineleyelim: Bu noktada cezaların artırılması çözüm değil, olsa olsa yangına körükle gitmek demek. Çoğunlukla hemen her yerde uygulanan ve hemen her defasında ağaca çıktığımız çözümsüz bir yol bu, çıkmaz sokağın ta kendisi... Zira, yaşananlarla yüzleşilmediği için tez elden ortaya savrulan cezanın ağırlığı ağırlığıyla kalıyor ve insanları başka başka yollara sevk ediyor. Yeni toplumsal yaraların ortaya çıkması da bu yüzden kaçınılmaz hale gelmiyor mu?

Bu ağır cezaların yarattığı ise şu: Kaş yapalım derken göz çıkarmak. Bunu önlemek içinse ‘inatla’ hak temelli bir çocuk politikasından bahsetmek durumundayız. Delil kalitesinin artırılması, zaman aşımına ve çocuğun beyanının hukuksal olarak desteklenmesine olanak tanıyacak yeni bir düzenlemeden bahsetmeliyiz. Zaten Türkiye’nin imzacı olduğu birçok uluslararası sözleşme bu konuda bize yol gösterecek nitelikte. Tecavüz Kriz Merkezleri, Cinsel Şiddet Başvuru Merkezleri modellerinin geliştirilmesi bunlardan bir kısmı sadece. Buna ek olarak çocuğun istismara maruz kaldığını fark edip bildirimde bulunmak ve çocuğu desteklemek isteyen ebeveyni, öğretmeni vb. gözetecek mekanizmalar oluşturulması şart. Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi her yaşta herkese verilmeli. Ayrıca failin çocuk olduğu hallere ilişkin ayrı bir düzenleme yapılmalı. Ve bir sürü şey daha....

Neden mi?

23 Nisanlarda çocuklarımızın yüzüne dürüstçe bakabilmek için desem, ne dersiniz?

Çünkü çocuklarımız başımızın tacıdır, kıymetlilerimizdir.

Ve bir öneri: Çocukları siyasilerin makamına taşımak yerine siyasileri çocukların makamına, onların düş dünyasına taşımak, onlar gibi düşünmeye ve hissetmeye davet etmek muazzam olurdu.

Ayşe Öğretmen’in bebeği: Senin de bayramın kutlu olsun.

Yazının devamı...

Ne mutlu biz büyüklere!

Bir sosyal anket platformu (Poltio.com) 23 Nisan için büyüklere sormuş:

‘O günden aklınızda en çok ne kaldı?’ sorusunu yanıtlayan kişilerin %34’ü ‘katıldığım gösterilerdeki kıyafetlerim’ demiş. ‘Hep yağmur yağdı’, ‘tatil oldu diye sevindim’, ‘ezberlediğim şiirler’ şeklindeki cevaplar da arkadan gelmiş.

‘23 Nisan’da çocukların sembolik olarak makamlara oturmaları sizce güzel bir uygulama mı?’ sorusunu yanıtlayanların %71,3’ü bunun güzel bir uygulama olduğunu düşünürken, %28,7’si ‘Hayır’ demiş. ‘Hayır, hiç de değil!’ (burada çok şükür diyesim geldi!)

‘Sizce 23 Nisan’da koltukları devralan çocuklar büyüyünce ne oluyordur?’ sorusuna cevap verenlerin %59,6’sı ‘sıradan insanlar olmuşlardır’ demiş. %24,9’u ise bunlar ‘beklentilerin altında ezilmiş, başarısız olmuşlardır’ diye kestirip atmış. ‘Bunlar çok başarılı olmuşlardır’ diyenlerin sayısı ise oldukça az.

‘Ülkemizdeki çocukların en önemli sorunu sizce nedir?’ sorusuna yanıt veren yaklaşık 1000 kişiden %31,2’si ‘Şiddete maruz kalan çocuklar’ cevabını vermiş. Bunun içinde cinsel istismar olduğu da aşikâr. Ardındansa bu yüzde hesabıyla cevaplar şöyle sıralanmış:

‘Çocuk gelinler’ (elbette bu da cinsel istismara giriyor);

‘Okula gönderilmeyen 1,3 milyon çocuk’;

‘1 milyon üzerinde çocuk işçi’;

‘Çoğunluğu sokaklarda dilenmek zorunda kalan Suriyeli çocuklar’ ve diğer çocuklar. (Diğer çocuklar mı? Örneğin durduk yere savaşa maruz bırakılan, hayatları korku ve endişe ile tıkabasa dolmuş çocuklar olmasın bunlar!)

Velhasıl dünün küçükleri bugünün büyükleri olarak elimize tutuşturulan 23 Nisan karnemiz, giydiğimiz giysilerin üzerimizdeki yağmurlu hayalet izleri eşliğinde çocuklarımız önünde sınıfta kaldığımızı gösteriyor. Yine hayalet giysiler eşliğinde geçmişte bir zamanlar 23 Nisan’da ‘siyasi’ makamların siyasi koltuklarına oturanlarımızın çoğunun bugünü bu biçimde inşa ettiğini de kanıtlar halde. Başarısızlıksa al sana başarısızlık! Başarıyı mutlulukla, özgüvenle, özsaygı ve paylaşımla harmanlarsak dünyanın en ucube yaratığı olacağımıza dair peşimizi bırakmayan ezberci eğitim sistemimize ise buradan sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.

Haydi hep birlikte söyleyelim şimdi: Ne mutlu biz büyüklere!

Yazının devamı...

Yaban Çilekleri

‘Yüzleşemediğimiz her şey kaderimiz olur.’

Carl Jung

İsveç iksiri diye bir şey var. ‘Bu ne işe yarar’ soruma aktardaki çilek kokulu kadının ‘ne işe yaramaz ki’ cevabıyla büyüyen günüm, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın filmlerine evrildiğinde, gerçek iksirin ne olduğu konusunda zihnimde başka bir kapı aralandı.

Elbette sanat! Elbette doyumsuz bir yaşam alegorisiyle buluşma. İşte tam da o noktada yapay zekanın erişemeyeceği bir kıvamda (belki de kendimi kandırıyorum) başka bir sahnenin perdesini aralamak ve o aralıktan içeriye doğru sızanı aval aval seyretmek. Özgünlüğü, özgünlüğün o sesini, o sesteki çağrışımları, dediğim gibi aval aval seyretmek...

Bilmiyorum. Tekrardan anlatmayı denemem, tekrar tekrar denemem gerekiyor belki de. Yaşadığımız, soluklandığımız ya da nefes darlığından ahiret gününü yalan yanlış hesaplamakla meşgul olduğumuz şu günlerde, bir toplumun insanlarına sunabileceği vahanın, gökyüzüne meydan okuyan gök delici binalar ya da ezberler olmadığı, bu ezberleri insanlara gösteren, bazen de suratına suratına çarpan (maalesef!) sanatsal özgün buluşlar ve sorgulamalar olduğunu yeniden ama yeniden düşünmek gerekiyor. İyileşebileceğimiz vahanın ve yegane iksirin (yeganeden bir önceki ya da bir sonraki de olur) bu özgünlük ve bu özgünlükle gelebilecek sorular olduğunu, vs.

İKSV’nin Bergman filmleri, eski günlerin yeniden hatırlanması anlamında kıymetliydi. Amma da soluksuzca seyretmiştik ha zamanında. Çoğunlukla da pek bir şey anlamadan... Ancak bu günlere geldiğimizde, gencecik çocukların sorguladıkları bu dünya için sorgulandıkları zamanlardan geçerken, şu soruyu, bundan senelerce önce sordurtması anlamında da çok önemliydi bu deneyim:

Sorgulamayacaksak niçin insanız?

Şimdilerde bu soruyu, tam da bu günlerin içerisinden geçerken bir kez daha sordurtması anlamında çok önemliydi bu filmler:

Sorgulamayacaksak niçin insanız?

***

Aktardaki çilek kıza bunu sormadım. Sorsaydım, Bergman’ın filmlerindeki persona ruhuyla ‘sakın ha, devir o devir değil’ derdi.

‘Devir ne devri?’ diye sorabilseydim eğer -ki sormadım- vereceği cevabı da biliyordum ne yazık ki.

‘Hormonlu çilekler varken artık kim ne yapsın yaban çileklerini?’

Bu arada Yaban Çilekleri Bergman’ın çok özel filmlerinden biridir. Hormonlu çilekleri sevenlere, hormonlu çileklerin hayatımızdaki tek tip ve sonsuza kadar sürecek çilekler olduğunu düşünenlere içtenlikle ve özenle hatırlatılır.

Yazının devamı...

Havadan Sudan

Bizimkisi hasta olmuş. Hiç sesi sedası çıkmıyor. Öfkesidaimolsunların son torunu olur kendisi. Kedi medi mesaimi yiyor. Bu yüzden, ben de bundan yararlanayım dedim, atıverdim kendimi sokağa. Sokakta, o da ne, eski, sinirli, gergin, dekoltesi bol, kendini çok önemseyen bir rüzgâr dolanıyor. Derdin ne dedim rüzgâra, hiç dedi, sen kendine bak lavuk. Vay! O sırada kasketimi uçuruverdiği için önümdeki bostan korkuluğunu göremedim. Küt diye çarpışınca bostan korkuluğuyla, affet dedim, mecburen. Höst dedi bostan korkuluğu, hiç alttan almaya niyeti yoktu. Benimse iyi saatte olsunlar günümdü. Cinli, perili, ahenkli ahenksiz başka başka dünyalar. Hatta ya sabır ya selametti yaşam, arada olur böyle. Derken gözüm ona ilişti. Bostan korkuluğunun kolundaki sepete. Üzerine kargalar konup konup duruyordu, ne yaptıkları ise belli değildi. Bu ne dedim korkarak, biraz da sırnaşarak. Isırgan otlu sepet dedi kendinden pek emin, sinirli. Arada ağzından kaçırdı ne zamandır kansızlık çekiyormuş. Sakın sinirlerini bu bozmasın diyecek oldum, sonra ı-ıh, yok yok vazgeçtim. Geçen gün birbirini boğazlayan iki nesneye tanık olmuştum. Aralarında uçuşan sözcüğün adı ya kansızdı ya da kancık. Ve yalan yok birisi insandı, ötekisini ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Dayanamadım bu ara bol bol güllü lokum ye dedim bostan korkuluğuna, bol bol kan yapar. Ters ters yüzüme baktı. Bostan korkuluğuysak bizim de haysiyetimiz var ona göre ha dedi, neyin dalgası, neyin dümeni bu. Niye alındı hiç ama hiç anlayamadım. Yakınlardaki elektrik direğine sordum. O da hiç tınmadı. Atarlı bir şeydi, besbelli. Kafası onun da üç şeritli yolların birine atıktı. En azından ben öyle sandım. Sonacığıma...

(Bu aralar yollarda gördüğüm sinirli insanlara-kim değil ki- ithafen böyle bir paragraf yazasım vardı, kısmet bugüneymiş)

***

Adalet Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden gelen bir açıklama var. Müşavirlik, bu yazıyı, çocuk istismarına yönelik yazdığım ‘Enkaz Kaldırma Çalışmaları’ başlıklı yazı için ‘size emanet’ diyerek göndermiş. Emanete hıyanet olmaz diyerek kısaca paylaşıyorum:

‘Köşe yazınızda çocukların cinsel istismarı suçunun son 10 yılda yüzde 125 oranında arttığı ifade edilmektedir. Çocuk istismarı konusunda verilerin yanlış yorumlanması sıklıkla görülebilmektedir.

Şöyle ki:

Çocukların cinsel istismarı suçuna ilişkin davalara ait rakamlar, 2007-2008 yılları arasında dava sayısı olarak (dosyadaki en ağır suç esas alınarak, tekil) verilmekteydi. 2009 yılı ve sonrasında ise veriler (dosyadaki tüm suçlar ve kararlar ayrı ayrı sayılarak, tamamı) suç bazlı alınmaktaydı.

Dolayısıyla dava sayısı ile dava sayısı suç sayısı ile suç sayısı arasında bir karşılaştırma sağlıklı sonuç verebilir. Mevcut verilere göre, kamuoyundaki algının aksine, suç oranlarında bir azalma söz konusudur. Buna göre çocukların cinsel istismarı suçu 2016 yılında 2015 yılına göre yüzde 11.2 oranında, 2014 yılına göre ise yüzde 16.9 oranında azalmıştır.’

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.