Şampiy10
Magazin
Gündem

Über müber

Bir iki ay önceydi.

‘Dünya yeni dinlere gebe ama bu Ortadoğu tescilli bir din olmayacak ’ dediğinde dışarıda ilkbahar ağacı demeye bin şahit isteyen ağaçlara bakmaktan vazgeçmiştim. Okuduğum bir kitabın satırlarında gezinen bu cümle gerçekle kurgu ikilemi noktasında zihnimi iyice bulanıklaştırmıştı. Afganistan’dan Kanada’ya göç etmiş bir überciydi. Laf lafı açtıkça neden bu kadar uzak topraklarda rızkını çıkarmaya çalıştığı gerçeğini çok daha net anlıyordu insan. ‘Burada herkese her gün yeniden, hiçbir şey olmamış gibi yeniden ve hep yeniden aynı şeyleri anlatmak zorunda kalmıyorsun’ dedi.

Takvimler kuzey yarımkürede ilkbaharı işaret etse de buzlu bir iklimin ortasında ilerliyorduk. Zihin bulanıklığıma (übercinin bu cümlesi kurgu mu gerçek mi, kurgu mu gerçek mi) başka bir denklem eklendi. Kanadalı yazar Alice Munro bizi ne güzel, uzun uzun, derin derin anlatırdı diye düşündüm. Elbette bizi değil de bu halimizi! Sümerlerden, Orhun yazıtlarından, koca koca uygarlıklardan yola çıkmış ve 21. yüzyılda kendi izini kaybetmekte olan iki Ortadoğuluyduk. Elimizde müthiş bir tarih ve görkemli bir coğrafyayla öylece kala kalmıştık. Zamanında aşk ateşine düşen bir arkadaşım, sevgilisi onu içler acısı bir biçimde terk ettiğinde, stabilo kalemlerden birini alıp kirloş duvara koyu koyu şöyle yazmıştı: ‘Bu aşkla ben şimdi ne yapacağım be Allahsız?’ Nedense o buzlu iklimde, bir öyküde gezinecek halimizi böyle düşünmüştüm.

Türkiye’de überlere getirilen ‘yasağı’ duyduğumda, o soğuk günün içimde gezinen gölgelerini takip ettim. Uyanık olmanın en birinci vatandaş olma diskuruyla harmanlandığı ve nelerle desteklendiği ve kendine nasıl yol çizdiğini de elbette. ‘Sevmezsen basar gidersin’ çıkarsamasına, ‘hayrola bu ülkenin tapusu ne zaman senin oldu?’ sorusunu soramadığım bütün anlara çok fena içerleyerek, sorun ne über sorunu, ne taksi sorunu, ne muhtar sorunu ne şu ne bu diyerek... Sorun, ‘her gün yeniden, hiçbir şey olmamış gibi yeniden ve hep yeniden aynı şeyleri anlatmak zorunda kalmak’ noktasında kendini Mrs. Dalloway’deki o ölü balık gibi hissetmekti.

Ne tuhaf, bir öğrencimin lafı geldi şimdi aklıma. Oğuz Atay’ın o meşhur cümlesini konuşurken (Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?), büyük, şişirilmiş bir özgüvenle çıkıp ‘ben buradayım, o kendini ne sanıyor?’ diye sormuştu. ‘Hiç Oğuz Atay okudun mu ki onun bu cümlesinin neye denk düştüğünü hayal edebiliyorsun?’ soruma ise (böyle bir soru sormadım), vereceği cevabı adım gibi biliyordum. ‘Benim bu ayrımcılığa ve ötekileştirmeye vereceğim cevabım belli. Onu okumadım, okumayacağım da.’

Velhasıl sevgili okurlar, gönül bunları aşmak ister, über müber bahane.

Yazının devamı...

Ezberci

Bilinç mi zeka mı sorusuna 21. yüzyılda verilecek tez elden bir cevap var: Elbette zeka. ‘Ya bilinç?’ sorusu ise ‘olsa da olur olmasa da’ noktasında bir yerde. Hatta hiç olmaması konusunda da bir sıkıntı olduğu söylenemez. Etrafınıza bir bakın. Örneğin şirketlerin kâr amacını güderken temel olarak aradıkları insan profili, donanımlı ve elbette zeki insanlar üzerinde yoğunlaşıyor. Sözünü etmeye çalıştığımız ‘bilinç’ noktası ise neredeyse habis bir tümör işlevi görüyor. En azından yakın tarihte bu hale gelecek.

Bilinç ve elbette o bilincin sunacağı kişisel deneyimler niçin istenmiyor sorusunun cevabı ise hem çok basit hem de çok düşündürücü. Basit, çünkü sistemin yapay zeka formatında (hatta yapay zekalarla, örneğin bilgisayarlarla) işlemesi maliyeti her yönden azaltıyor. Sistem, bu açıdan bakıldığında x artı y biçiminde düşünen ‘vurgusuz’ yaşamların ya da döngülerin hayalet aktörleriyle işini yoluna koyarken, bulutlara bakıp yaşamın ne kadar sonsuz olabileceğini tahayyül edebilen bir ergenin kişisel görüşlerini pek de önemsemeyecek hatta tiye alabilecek bir noktaya gelebiliyor. Ya da şunu söyleme cüretini gösterebiliyor: ‘Büyüdüğünde işler böyle gitmeyecek, bilesin...’

Büyümek... Bu satırları yazdığım sırada (cumartesi) ülkemin 8. sınıftaki çocukları bir sınava-ilerde dolaplarına sıkıştırılacak, muhtemelen yine travma dolu senelerin temsili haline gelecek ‘lise diplomaları’ anlamındaki bir sınava- giriyordu. Üstelik bu sınavın olmayacağı yönünde açıklamaların yapılmasının ardından gerçekleştirilen bir sınav olması anlamında da eğitim tarihimizin utanç hanesine yazılacak bir sınavdı bu. Sırf bu yüzden, geçtiğimiz sene Eylül ve Ekim ayında bu çocukların düşebileceği psikolojik dağılmayı kimsenin pek de umursadığını sanmıyorum. Öyle ya büyük Kanal İstanbul Projesi varken kim ne yapsın bu çocukların zihninde açılan yarığı! Kim ne yapsın onların kişisel savrulmalarını... Kimin umurunda onların bilinçleri... Nasılsa onlar da büyüyecek... Öyle değil mi? Nasılsa onlar da hayalet aktörlere dönüşecek.

Benim cephemden bakıldığında eğitim hayalet aktörler yetiştirme işi değil. Eğitim, zeka kadar bilinci de, hatta en çok bilinci öne çıkaran bir araç. Kâr amaçlı şirketlere ya da her neresiyse oraya yedek parçalar, asıl parçalar üretmek değil. Eğitim, bulutlara ya da yıldızlara bakabilen insanlar yetiştirme ve göğe bakarken öznel deneyimin öne çıkarılabilmesine kaynaklık edebilme işi. İki-üç saatte çocuklara ve gençlere suni gelecekler ayarlama işi değil. Değil. Şunu da ifade edeyim: Hiçbir zaman değildi (dönem dönem istisnalar olsa da). Böyle yetiştiğimiz için böyleyiz. Böyle olduğumuz için de ‘böyleyiz’: E-z-b-e-r-c-i.

Şimdi dünyada da böyle bir eğilim var diyenler çıkacaktır. Doğrudur. Ancak bir başka gerçek daha var. Bugün eğitim alanında birinci sıraya oturan Finlandiya’nın eğitim sisteminde çocuklar on altı yaşına kadar hiçbir sınava girmiyorlar. Öğretmenler cımbızla seçiliyor ve çok donanımlı. En yüksek maaşları alan bir ekip. Besbelli onlara zeka yetmez bilinç de en az zeka kadar önemli diyen birileri var! (Dış mihraklardır kesin)

Yazının devamı...

Anlayış

Yoldayken beni aramış. Duymamışım, biraz gecikerek de olsa aradım. ‘Televizyonu aç, bizim filmlerden biri var’ dedi. Sonra bir iki cümle daha ettik. Bir cenazeden gelmiş. ‘Ölüler insanı sakinleştirir’ dedi. Kim olduğunu sordum. ‘Tanımazsın’ dedi sesi titreyerek. Sandalyede otururken göç etmiş bir komşusuydu. Şaman asıllı bir ruhu vardır, fazla zorlamadım. Sonra televizyonu açtım. Jim Jarmusch’un filmiydi. Kahve ve Sigara. Kahve ve sigaranın eşlik ettiği kısa öykülerden oluşan bir filmdi. Az çok hatırladım.

Bizim sansür muhabbetimizden ötürü filmi ‘buğular’ içerisinde seyretmek mümkün oldu. Zira filmdeki herkes her an sigara içiyordu. Bu esnada muhabbet muhabbeti izliyor, 21. yüzyıldaki yüce insanlık imparatorluğumuzun yerlerde nasıl da süründüğünün kanıtları olabilecek cümleler akıp duruyordu.

Eee, sonra ne olmuş deriz ya, öyle diyaloglardı bunlar. Hiçbir yere varmayan, varsa bile hüzünle harmanlanan sonlarıyla göz kamaştıran diyaloglar. Bu anlamda diyalog sözcüğünü yeniden düşünmek ve olup biteni ‘monologlar’ biçiminde özetlemek de mümkündü. Ancak daha da ilginç olan bir şey daha vardı. Monolog gibi gözüken diyaloglar! Bunu en iyi bilense bana telefon eden arkadaşımdı çünkü zamanında birlikte keşfettiğimiz bir deneyimdi bu.

Monolog gibi gözüken diyaloglar

Gelelim filmde bunu destekleyecek örneğe. Bir fabrikada çalışan iki yaşlı işçinin öğle molasındayız. Malum kahve hali. İşçilerden bir tanesi kahvenin çok beter olduğunu söyler. Kahve değil de şampanya gibi içelim şunu der. Birden havaya girerler, karton bardaklarına ilişmiş artritli parmakları vardır. Şampanyanın havasına girer ve serçe parmaklarını karton bardağın esaretinden kurtarırlar. Bu son derece hüzünlü, şaşırtıcı ve keyifli bir sahnedir. Ancak bundan önce bu tarzda başka bir sahne daha vardır. Orada kahvenin beter olduğunu söyleyen aynı kişi, neredeyse aynı tonda, tuhaf sesler duyduğunu, dünyaya dışardan, bir uzaylı gibi baktığını söyler. Sonra da der ki ‘Mahler’in müziğini duyuyorum sen de duyuyor musun?’ İşte burada monolog gibi görünen o hal bir anda diyaloğa dönüşüverir! Arkadaşı kulak kesilir ve evet o da duyar müziği. Ve hatta bizler de! Birlikte Mahler’in müziğini dinlerler. Biz de. Sonrası mı? Tuhaf sesler duyduğunu iddia eden adam, ben biraz kestireyim der ve kestiriş o kestiriş.

Gider yani; gidiş o gidiş.

Arkadaşı ona bakar. Donuk yüzünde son derece samimi bir gölge belirir. Halden anlamak, hatta sadece ‘anlamak’ diye özetlenebilecek bir gölgedir bu.

21. yüzyılı kurtarsa kurtarsa bu türden bir anlayışın kurtaracağına gel de inanma şimdi.

Yazının devamı...

Yaşlılar ve gençler

Muharrem İnce’nin hu hafta içerisinde CNN Türk’teki konuşmasını ilgiyle izledik. Gençlere yaptığı vurguyu ise büyük bir heyecanla dinledim. Bir fizik öğretmeni olarak seçim gününün değiştirilmesini öyle güzel vurguladı ki, konuyu, karşısında oturan meslektaşlarımızın -hayatı salt ‘siyaset’ manevraları olarak gören meslektaşlarımızın ve onlar gibi olanların- fark etmek istemediği bir noktaya taşıdı. Nereye mi? Elbette insana. İnsanların siyaset (üstelik vasat siyaset) için olduğu varsayımıyla ortaya atılan savları çürüten sağlam bir yaklaşım: Siyaset insan için vardır. Elbette buradan insanın devlet için değil, devletin insan için olduğu gerçeğinin de altının çizildiğini varsaymak mümkün.

Kısacası, Muharrem İnce’nin yaklaşımı, biz yaşlıların (hayattan yaş almış diyelim kimse alınmasın!) gençlerle kurabileceği o hassas dengeye güzel bir temastı. Açıkçası onun, şu aşamada, zıvanadan çıkmış devlet politikalarını -eleştirel aklın yetemediği, mantığı fersah fersah delip geçmiş fire dolu devlet politikalarını- eleştirmek yerine, öğretmenliğine ve fizik bilgisine vurgu yaparak sumen altı edilen birçok hususu dile getirmesinin çok faydalı olacağına inanıyorum. Mantığı unutan bir topluma, fizik kurallarını ve onun içindeki matematiksel denklemi hatırlatarak çok hızlı ilerleyebilir kanısındayım. Tıpkı gençlere yaptığı vurgu gibi. Siyaset daha önemli diyenlere ‘hayır gençler daha önemli’ diyen bir öğretmenin bizlere çok şey anlatabileceği aşikâr. Ezberlerin bozulduğu noktalar buralar çünkü. Battal ve dipsiz uçurumlar değil, ince detaylar.

Gençler ve yaşlılar deyince, elime müthiş bir kitap geçti. Onu da bu yazıya eklemeyi bir borç sayıyorum. ‘Küçük Koşucular’, İngiliz yazar David Almond’dan; yazarın o ince ve yalın üslubuyla çok şey anlatan bir kitap. Metin, yaşlı bir adamın -hayattan ders çıkarmasını başarabilmiş yaşlı bir adamın- gencecik bir oğlana anlattıklarından ibaret. Anlattıkları derken yaşlı adam bu genç oğlana ders mers vermiyor. Oğlanın katılacağı maratondan yola çıkarak hayat koşusuna dair son derece dokunaklı ipuçları sunuyor. Evet, hayat koşusu! Ve en güzel mesaj da burada saklı. Başarının, ‘ipi göğüslemekten çok anılar biriktirmek olduğunu’ o kadar güzel anlatıyor ki kitap, işte o zaman ‘neden gençlerin daha önemli olduğunu’ bir kez daha anlıyorsunuz. Hayatın ne demek olduğunu anlayamayan bir gencin ilerde nasıl bir yetişkin olabileceğini de. Nasıl mı? Şu can sıkıcı, ezber tutkunu yetişkinlerden bahsediyorum canım; gençlere bırakabileceklerinin gökdelenler, nükleer santraller falan olduğunu sanma gafletinde olanlardan.

Nükleer santral konusu... Yeri gelmişken onu da belirteyim. Muharrem İnce’nin bu konudaki ‘bilimsel’ yaklaşımları da çok iyiydi.

Yazının devamı...

Safsata Çağı

Yeni zamanlarda sadece Türkiye’de değil, dünyada da kabul gören bir eğilim var. Adına ‘whataboutism’ denilen, yazma çizme işiyle uğraşanların eskiden beri bildiği mantıksal safsata (logical fallacy) olarak tanımlayabileceğimiz bir hezeyan halinin devşirilmiş türevi bu. Bakmayın hezeyan hali deyişime. O kadar kabul görüyor ki, safsata oluyor sana gerçek gündem, su katılmamış mantıksızlık (hatta saçmalık) oluyor sana sahicilik. Hakikat sonrası çağın mikroskop altına alınması durumunda en çok öne çıkan hali bunlar olacak. Kısaca söyleyecek olursak: Saçmalık Cumhuriyeti. Bunu destekleyen tavırlar ve bu sorumsuz tavırların inşa edildiği cümlelerden oluşan bir yığın...

Mantıksal safsataların en temel özelliği ne diye soracak olursanız ilk etapta onların ‘mantıksal’ çıkarsamalar gibi görünmeleridir diyebilirim. Son derece ikna edici bir doğallıkta, insana ‘Aaa sahiden ha! Bak bu noktayı hiç düşünmemiştim’ dedirten bir yanları vardır. Zaten bu cümleleri sarf edenlerin de en büyük kazanımları ilk anda yarattıkları bu akıl karışıklığı ile kendilerine sağladıkları alan. Bu alanı yeni safsatalarla genişletmeleri ise işten bile değil çünkü safsata safsatayı seviyor kardeşim!

Peki normal bir insanın bu mantık hatası ‘silsilesinden’ ne türde bir kazancı var? Cevap çok basit: Zaman ve enerji kaybından başka hiçbir şey!

Eğer birilerini bilinçli olarak oyalamak istiyorsanız mantık hatası denilen bu yöntemle alıp başınızı gidebilirsiniz. En azından 21. yüzyılımız bunun için biçilmiş kaftan. Öyle bir tablo çizersiniz ki en üçkağıtçıyken en mağdur, en suçluyken en suçsuz noktasına varabilirsiniz.

Gelelim basın dünyasına. Medya öğrencilerine ‘Sakın ha yazılarınızda dil ve anlatımda bu tür mantık hatalarına düşmeyin, temadan sapmayın, anlattığınız her ne olursa olsun temadan saparsanız metinsel bütünlüğünüz ve argümanınızın gücünü kaybedersiniz’ diyen birileri bugün, tam da bu noktada ağaca çıkmış olabilir. Neden mi? Cevabı çok basit çünkü birçok metinde bu safsatanın baş tacı yapıldığına tanıklık etmekteyiz de o yüzden. Nedeni ne olursa olsun, tıpkı bir Tıp doktorunun ettiği yemin gibi, yazının amentüsüne saygı duymayı bir etik olarak görmeyen kalemlerin kuşatması altındayız. Sahte argümanların, gündelik politikalar kıvamında kendine yol çizmesi ise kimin işine yarıyor sorusu bile çok azımızın zihnini kurcalıyor ne yazık ki.

Dahası da var. Fikir teatisi denilen o durumlarda ise bu hal tavan yapıyor. Aslında çağımızın mantık hatası hastalığı da en belirgin olarak burada kendini gösteriyor:

Örneğin cezaevine düşmüş birinin hakkını savunurken, karşınızdaki çıkıp size şu cümlelerle ‘saldırabiliyor’: Evet ama 28 Şubat’ta neredeydiniz? Allah Allah demeye başlıyorsunuz çünkü sizin temel çıkış noktanız Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün kıtlığı.

Ya da Türkiye’de cezaevine düşen gazeteci sayısını verdiğiniz zaman, evet ama eskiden farklı mıydı diye bir soru geliyor. Oysa sizin argümanınız 21. yüzyılda düşüncenin hâlâ bir sorun olarak yaşanması.

Maslak Ormanı diyorsunuz, evet ama siz muhalefetin kırptığı ağaçları bilmiyor musunuz diye karşınıza çıkıyorlar.

İklim değişikliği diyorsunuz, yine evet ama diye başlayan cümleler geliyor.

Eğitimin hantallığı ve ezberi diyorsunuz, evet amalar sıralanıyor.

Kadın cinayetleri diyorsunuz... Evet amalar.

Çocuk tecavüzleri diyorsunuz... Evet amalar...

Çalan çırpanlar konusunda geliştirilen argümanı ise biliyorsunuz: Evet ama kim çalmıyor ki! Kardeşim temel sorunumuz kimin neyi çaldığı değil, çalmanın rezil bir şey olduğu ve bunu bu ülkede değiştiremezsek hiçbir şeyin değişmeyeceği.

Ya da nükleer karşıtı bir yazı yazdığınızda, nükleerin felaketini teslim etmek yerine, Batı’yla mücadele etmenin ön koşulunun enerji savaşı olduğunu dillendirebiliyor karşınızdaki. Kısacası evet ama diye başlayan o cümleler tipik bir ‘whataboutism’. Yani mantıksal safsatanın pek güzel ivmelendiği yerler.

Bunun toplumda düşünsel bir verimlilik yarattığını savunanlar da maalesef bu grupta. Elbette bu da bir ‘whataboutism’. Zira düşünsel verimlilik birini yenmeye, alt etmeye, küçük düşürmeye, onu karalamaya çalışmak değil, onunla buluşmaya çalışmaktır. Ya da buluşmaktan da vazgeçtim. Yan yana durabilmeyi başarabilmektir. Hatta bundan da vazgeçtim. Farklı olmanın mümkün olabileceğini kabul etmek demektir.

(Evet ama??? )

Yazının devamı...

Haydi gençler

Kim sukûnetle, azar azar

Çırpıntılı olanı berraklaştırabilir?

Kim hareketle, azar azar

Durgun olanı harekete geçirebilir?

Ursula K. Le Guin’in yorumuyla Lao Tzu Tao Te Ching

Zor denklem ama olanaksız değil. Yine de ispiyonculuk, hedef gösterme, talan, sığlık ve ezber

‘kültürünün’ tavan yaptığı bir diyarda başlı başına ağır bir yük olduğu da ortada.

Ortada elbette; ama bir de tersini düşünelim.

Bunun için de sizi sevdiğim bir başka yazarın satırlarına taşımak istiyorum. Stefan Zweig’ın ‘Okyanusu Aşan İlk Söz’ diye bir denemesi vardır. Orada, 1837 yılından bahseder bize. Kısacası 19. yüzyıldan. 19. yüzyıla kadar insanın zaman ve mekanla girdiği mücadelede zamana karşı nasıl yenik düştüğünü anlatır. Ta ki... Evet 1837 yılında ise telgraf bulunur! Çağın insanları için tuhaf bir şaşkınlıktır bu! ‘Henüz tamamlanmamış bir düşüncenin’ der Zweig ‘mürekkebi bile kurumamış bir sözcüğün binlerce mil ötede, hemen aynı anda kaydedilip okunabilmesi ve ufacık volt sütunlarının kutupları arasından titreşimlerle geçerek yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar yayılması karşısında nasıl şaşırmasınlardı ki!’

O zamana kadar kendi içine kapalı bir yaşamla haşır neşir insanın dünyayla bütünleşmesi anlamına gelmektir bu. İnanılması güç, tarihsel bir olaydır.

Ancak tuhaf olan başka bir şey vardır. Ve kanımca yazılması gereken de asıl budur. Zweig’ın da teslim ettiği gibi 1837 yılı tarih kitaplarında pek az yer bulur kendine. Neden diye soracak olursanız bu tür kitapları hazırlayanlar için ulusların ve komutanların kazandıkları savaşlar çok daha önemlidir. Dünyanın bütünüyle değişmesine neden olacak bu titreme, savaş malzemelerine göre çok cılızdır. Kime göre? Elbette tarih kitaplarını savaşlarla aklayanlara göre. Savaş kazanımlarını insanlığın kazanımından daha geride tutmayı biricik amaç bellemiş bu söz sahibi kitle, sadece savaşları değil güçlü olandan yana olmanın da bir meziyet olduğunun altını çizme konusunda da ısrarcıdır. Kısacası savaşlar bitmez. Ancak dünyayı meraklı gözlerle keşfetmenin tutkusunu yaşayan insanların utkusu da bitmez. Öyle ki Büyük Okyanus’u bile dizginlemesini başarır (bir sürü başarısızlığa tanık olduktan sonra elbette) ve bu mucizevi elektrik akımını dev bir kablo aracılığıyla Okyanus’a yayar. 1866 yılında ABD’den Avrupa’ya yapılan ilk konuşma pürüzsüzdür ve insanlığın zaferidir. O andan itibaren ‘yeryüzünün kalbi aynı anda çarpmaya başlamıştır’ der Zweig.

Bugüne ışık tutacak niteliğindeki cümleleri ise şöyledir: ‘Eğer insanlık, kendisine yaşama egemen olma gücü vermiş olan araçlarla kendi kendisini yok etme çılgınlığına kapılmamış olsaydı, mekana ve zamana karşı yarışta kazandığı zaferle sonsuzca mutlu olurdu.’

Buyurun: Neden hâlâ mutsuz olduğumuzun özeti!

Hâlâ savaşlarla, belagat dolu cümlelerle, ezberlerle mutlu olacağımızı hayal ediyoruz ya, o hesap. Gerçekte derdimiz bu mudur sorusu ise hâlâ yanıtsız... Bu arada Zweig’ın kitabının adı ‘İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar’. İnsanlığın yıldızı ne zaman parlar sorusu da başka bir soru elbette. Cevabı ise, ne yazık ki tam olarak bugünlerde saklı değil. Belki yarınlarda bir yerde... Kim bilir.

Yazının devamı...

Öğle uykusu

Çocuklukla büyümenin arasında bir kordon gibi sarkar. Ne mi? Elbette ömrümüz. Geçen genç bir arkadaşıma, gittiği sıcak iklimde denize girip girmediğini sordum. ‘Denize girmedim ki’ dedi. ‘Dalgalarla oynadım.’ Aynı şey değil mi diye soracağımı anlamış olacak ki ‘ikisi çok ayrı şeyler’ diye sözcükleri koca koca sıraladı. Sonra da, çocuk ruhunun kırılganlığıyla kehribar bir gülümseme yayıldı yüzüne: ‘Yaaa!’.

Benzer bir şeyi öğle zamanları için de hissediyorum. Bitmek bilmeyen o zamanlarda ‘haydi uyku zamanı’ diyerek yatağa sürüklendiğim zamanları hatırladıkça bu kez yaşamlarımızın kehribar rengi aklıma düşüveriyor. Üç aşağı beş yukarı çok ortak yanları vardır biz büyüklerin, o uykulara dair. Genç arkadaşımın o sözlerini takip edince, o ikindi saatlerinde uyku ülkesine varmak için koyunları değil deniz dalgalarını takip ettiğimi hatırlayıverdim. Sonunda uyku gelir miydi diye hiç sormayın şimdi. Ancak o uyku mizansenlerinden sonra, ikindi çaylarına büyük bir ferahlıkla oturduğumu hatırlıyorum. Eminim o uykulara dair sizin de vardır böyle dalgalarınız, dümen kırmalarınız, iskele sancak kaçıp gittikleriniz.

Ya büyüdüğümüz zamanlar? Büyüdüğümüz zamansa ortak yanlar azalar sanki; ortak bir partiye oy veriyor olmak gibi daha ciddi olduğu düşünülen paydalar aranır. Oysa şunu hatırdan çıkarmamak ne kadar önemlidir: Hayal gücü dünyanın en sıkı irade göstergelerinden biridir. Hele büyüdüğünüz zaman! Ancak bu iradeye sahip çıkabilmek için deniz dalgalarını hiç hatırdan çıkarmamak, en azından arada sırada da olsa hatırlayabilmek elzemdir.

Neden mi dersiniz?

Türkiye’nin 24 Haziran seçimlerinde büyük seçimler yapacağına inananlara seslenmek istiyorum buradan. Şu anki derdimiz dert, bunu içtenlikle teslim ediyorum. Ancak derdimiz sadece tek bu dert değil. Asıl derdimiz artık yaratamayan, yaratmaktan korkan, üstelik asıl kendinden çok korkan, hatta her şeyden çok korkan insanlar haline dönüşmüş olmamızla ilgili. Bu kadar korkununsa varabileceği ‘eski’ yeni ülke bellidir. O ülkenin adı bencillik ülkesidir, düşmanlık ülkesidir, husumet ülkesidir, kan ülkesidir, fırsatçılık ülkesidir, ezber ülkesidir... Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın ezberiyle yaşayan ve bu kunt yaşam diskurunu her an herkese zikreden insanların ülkesidir o ülke, sadece ‘bu dertten’ mustarip bir ülke değil, bu derde muhtaç, bu ‘dertsiz’ kendini tıntın ve moralsiz ve babasız ve kimsesiz vb. hisseden bir ülke haline de gelmek zorundadır-ne yazık ki. (Oysa bizim nükleer santral-lerimiz, köprülerimiz, gökdelenlerimiz, derelerin kafasına geçirdiğimiz dev hortumlarımız, ağlak yerli dizilerimiz, yenilerimiz, gıcırlarımız şuyumuz buyumuz vardı, değil mi?)

Öğle uykusu uyursak bu illet geçer mi sorusuna ciddi cevap: Hayır geçmez. Dalganın denizde, hayalin ise gerçekte olduğunu hissedene kadar geçmez bu hastalık.

Yazının devamı...

Bize Kaptan Kazım lazım!

Kimse alınmasın. Seçimlerde gönlümün sere serpe seçeceği adayın kim olacağı şimdiden belli oldu. Kaptan Kazım! Dalga geçmiyorum. Hayattan alınacak keyifler noktasında neredeyse uzaylılardan medet umuyor haldeydim. Bereket Kaptan Kazım’la yollarımız kesişti de şimdilik dünyada kaldım. (Dünyalı olmak neden uzaylı sayılmaz o da ayrı bir tartışma konusudur; uzaylı vb. diyerek ötekileştirdiğimiz bütün ‘yabanıllara’ selam olsun!)

Peki neyin nesi, kimin fesidir bu Kaptan Kazım diye soracak olanlar için. İki nokta üst üste, hemen açıklıyorum.

Kendisi sağ yanağı kaşındığı zaman sefere çıkan bir beşer. Öyle böyle değil. Günlerden bir şey ve kendi halinde bir vapur yolculuğuna çıkıyorsunuz; diyelim ki Eminönü’ne falan gideceksiniz. Orada ciddi işleriniz var sonra da başka sıkıcı işlerin peşinden koşacaksınız. Ne mümkün efendim! Kemerlerinizi sıkı sıkı bağlayınız bakalım. Kaptanınızın kim olduğu bir süre sonra belli olacak. Zira bindiğiniz vapur Eminönü İskelesi’nde baştan pes etmişleri, fena halde büyümüşleri, durduk yere insanların canını sıkanları ve de kasvet avcılarını iskeleye bırakıp dümeni Ege’ye kıracak, Marmara Ereğlisi’nde vapur değiştirecek, sonra eski bir tekneye atlayacak şaka maka değil Çanakkale’ye oradan da Bozcaada’ya doğru meyledecek... Siz o zaman kaptanın kim olduğunu çok net biçimde anlayacaksınız. Evet bu kaptan o malum kişidir. Yani, aslında içinizdeki o ‘ses’tir Kaptan Kazım, ama bu da ayrı derin bir konu elbette.

Derdi ne bu Kaptan Kazım’ın diye soracak olursanız: Lafı dolandırmadan söyleyeceğim. Bu adam aşık kardeşim. Bu adam yaşama, denize, insanlara, bahara aşık. Bu yüzden başına gelmedik kalmıyor. Yok gemi kaçırdı, yok insanları ayarttı vb. mahkemelere düşüyor. Yine de vazgeçmiyor sevdasından. Ne diyor çıkarıldığı mahkemede Hakim Bey’e biliyor musunuz?

‘İşlemediğim suç kalmamış Hakim Bey. Yolcuların güvenliğini tehlikeye atmışım. İşletmeyi zarara uğratmışım, görevimi kötüye kullanmışım. Hayır efendim kabul etmiyorum. Bahar güneşi Hakim Bey, bahar güneşi gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu, gitmemiz gerekiyordu. Bunu anlayacağınızı umut etmiyor, biliyorum efendim! Lütfen söyleyiniz siz de istemez miydiniz bizimle birlikte olmayı!’

Burada Hakim Bey’in hakkını da vermek lazım. İçinde otomatik bir hakim var, var ama o onu dinlemeyecek kadar da vicdan sahibi biri. O zaman düşünmeye başlıyor Hakim Bey. Ve ne görsün? Bulunduğu mahkeme salonunda hepi topu sadece bir karanlık pencere var! Yahu bir karanlık pencereden insan nasıl baharı sezer, seçer, yaşar diye düşünmeye başlıyor. Sadece düşünmekle de kalmıyor, Katibe Hanım’a şöyle sesleniyor:

‘Yazma artık kızım! Madem biz baharı karşılayamıyoruz, bari karşılayanlardan dinleyelim!’

Dahası Kaptan Kazım’ın o kadar çok destekçisi var ki! Öğrencisi, memuru, sanatçısı, hepsi mahkeme salonunda. Destekleri de tastamam:

‘Bahar geldi Kaptan

Sağ yanak yandı Kaptan

Hadi hemen gidelim

Sevinci gösteriyor zaman!’

Gidelim diyesi geliyor insanın. Gidelim Sağ Yanak Kazım Kaptan! Durmamız hata...

Kaptan Kazım’ın Sağ Yanağı, Ayşe Güren tarafından kaleme alınmış leziz bir kitap. Sevinci gösteren zamanlarda değil asıl şimdi okunması gereken kitaplardan. Ki nerede neyi nasıl atlıyoruz görelim. Bir çocuk kitabı. Bütün çocuklara ve içindeki çocuğu görebilen herkese, okuyun derim. Günün manası adına elbette bütün annelere de. Sevgili annem, Tülaycığım, sana da.

Bu kitabı bana hararetle öneren Can Çocuk’taki editör arkadaşım Mehmet Erkurt’a da ayrıca teşekkür ederim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.