Şampiy10
Magazin
Gündem

Rüyalar ve reklamlar

‘Daalır yükselmiş gı!’

(Fistanlı bir rüyadan)

***

Dolar, bahtsız rüyanın tabiriyle ‘daalır’ yükselirken metro istasyonlarında bir ilan göze çarpar. Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya, yeniden okurla buluşmuştur. Bu iki kitabın tanıtımı, metro istasyonlarının bol eşarplı, gelinlikli, fistanlı ve arada da devlet destekli bütçeyle abartılan ödüllü ‘fos film’ reklamlarının arasında insanın içine su serper.

Neden mi?

Yaşadığımız dünya ve içine doğduğumuz gündem, reklam panolarının anlattığı o steril ve şık gündem değil de bu iki kitabın anlattığının ta kendisidir de o yüzden. Şimdi diyeceksiniz ki, eskiden farklı mıydı? Hayır. Bu iki kitabın basılış tarihlerine bakıldığında, bu kurguların sadece iki bahtsız öngörüden ibaret kurgu olmadığı, geleceği anlatsa da, esasen yazıldıkları tarihlerin saçmalıklarından beslendiği bal gibi ortadadır. Dünyanın bu türden ‘saçmayı’ sevme potansiyeli çok yüksek olduğundan olsa gerek, bugün bu iki kitabın varlığını sadece edebi yanlarından ötürü değil işaret ettikleri tehlikeler ve tehditler anlamında da aynı heyecanla iliklerimizde hissediyoruz. Ürpermemizin sebebi bu. Ancak bu gidişle torunlarımızın da bu ürpermeyi hissetmeyeceğine dair elimizde kanıt yok. Kanıt ne kelime! Umut yok...

Umutsuzluğu sevmesem de elimizdekilere tekrar baktığım zaman vardığım kıyının bu olması şaşırtıcı değil. Tek seslilik ve teklik mantığının egemen olduğu zaman dilimlerinin insanlığı nasıl bir kıyıma sürüklediğini tarih bizlere, bir değil, on değil, defalarca gösterse de, bizler insanlık olarak uslanmıyoruz. Belki bu yüzden metro duvarlarındaki gelinlikler daha çok ilgimizi çekiyor, fistanlar ve eşarplar günü kurtarmamızı sağlıyor. Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya’nın ise sıralarını beklemeleri gerekiyor.

Sıra onlara geldiğindeyse...

İşte o zaman şu ve şuna benzer sorular sorulacaktır:

Bir ülkede dişe dokunur kitaplar neden bu kadar az okunur? Bir ülkede fistan giymiş etekleri alaylı dedikodularının yapıldığı sayfalar neden gözdedir?

Gelinlik kıvamının genel dekoru oluşturduğu diziler ve ‘kadın’ programları neden bir ülkeyi ekran başına kilitler? Bunu sorduğunuz zaman sen bu ülkeyi hiç anlamıyorsun diyen bir kitlenin hızla üremesinin nedeni nedir? Onları tek bir elin ve tek bir sesin aynı detone sese, renge, kılıfa, kıvama dönüştürmesinin nedenleri nelerdir?

Tek ses ve tek el nedir?

Bir ülkede yürütme yetkilerinin tümünün tek bir ele bağlanması ne demektir? Bağımsız kurumlar da dahil olmak üzere tüm üst kademe kamu yöneticilerinin ve bakanların atanmasında tek yetkinin tek bir elde toplanmasına neden ve nasıl göz yumulur? Üst düzey yargı mensuplarının tamamının tüm atamalarının tek bir kaynaktan sağlanmasının yol açabilecekleri nelerdir?

Tüm bu olup bitenler esnasında doların yükselmesine şaşırmalı mıyız? Yoksa doğal mı karşılamalıyız?

Vb.

***

Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya, hiçbir şeye şaşırmamamız gerektiğini söyler bize. Tüm bu olup bitenleri sorgulamamız gerektiğini de. Gelinlikler, fistanlar, ödüllü fos filmler arasında ömrümüz tükenip gidecek olsa da.

Bize bu ‘tatlı acıyı’ bir kez daha hatırlatan İthaki Yayınevi’ne teşekkürlerimle. Özellikle genç üniversite öğrencilerinin bu iki kitabı birlikte okumasını hararetle öneririm.

Neden mi?

Çok daha iyi bir dünyayı yaratma vesilesinin mümkün olduğunu tez elden keşfedebilmeleri için. Sonunda o dünya değişir mi değişmez mi, bilemem. Ancak şuna göz kırpmanın da her dem ayrı bir keyfi vardır ha: Mağlup sayılır bu yolda galip. Ya da tam tersi.

(Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley, 1932; Fahrenheit 451, Ray Bradbury, 1953)

Yazının devamı...

Varlığı hissedilemese de

Havadır bunun cevabı... Varlığıyla etrafımızdadır. Ancak ve ancak onsuz kaldığımızda anlarız değerini, varlığını. Bunu biliriz. Taa çocukluk günlerimizden.

Dahası da var. Yokluğundan sözler bile üretmişizdir. Hava alayım deriz. Biraz temiz hava alayım da başımın ağrısı geçsin.

İş burada da bitmez. Bazen de aldığımız hava, bir hiçe dönüşür.

Bu işteki kazancın ne diye sorarlar bize.

Hava deriz. Hava aldım.

Bir de havacıva vardır. Anlamsız şeyler için. Konuşma dilimizde boş ve fazlasıyla önemsiz konular için kullanılır.

Ancak bu durum, yok yok, kaldırılan OHAL için katiyen geçerli değildir. OHAL kalkmıştır. Bundan daha önemli ne olabilir ki diye düşünmeye başlarız. Dile kolay, tam yedi kere OHAL’lenmişizdir. Ve nihayet yedinin kerametiyle özgürlük tohumları saçılır gibi olmuştur memlekete.

Öyle mi olmuştur gerçekten sorusu ise hakimiyetini sürdürmekte ve gözlerimizin kenarındaki kırışıklıklar sadece yaştan, yaş almaktan, zamansız yaşlanmaktan, buğulanmaktan, kederden değil, kadere bak kadere şarkısının verdiği rehavetten de artar olmuştur.

OHAL’den sonra getirilen yasalar ve bu doğrultuda alınan kararlar, havacıva otunun bile (Akdeniz bölgesinde yetişen kerameti bol bir ot) hafifletemeyeceği bir kıvamdadır.

Bu yüzden tıpkı hava gibi, her zaman etrafımızda olan ama ancak ve ancak nefessiz kaldığımızda anlayabileceğimiz bir hal husule gelmiştir. Nefessiz kalan insanların aşağıdan yukarı (bazen de tam tersi) kızarması hatta morarması gibi bir haldir, korkarım ki bu. Yargının, üniversitelerin, medyanın ve daha neler nelerin tek bir ele bağlanması, köklerinden kırmızı boya elde edilen havacıva otunun üzerimizden geçeni kırmızı, daha da kırmızı, ve çok daha kırmızıya hatta kana boyaması işten bile değildir. Bırakınız ‘bu işten hava aldım hava’ demeyi, ‘neyse hiç değilse bir çıkayım da temiz hava alayım’ noktasının bile lüks sayılabileceği bir eşiktir bu.

Kıssadan hisse, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle bugünkü yazıma son vermek istiyorum. Kısıtlamaların kısıtlamaları izlediği bu kanunda yeni bir husus var: ‘Günlük yaşamı aşırı ve katlanılamaz derecede zorlaştırmama’ ibaresi... Bu ibareyle sizin ortak bir park alanında iki arkadaşınızla neşe içinde havacıva kıvamında ip atlamanız bile sorun teşkil edebilir. Ne mi? Bankta şekerleme yapmakta olan kımıl zararlısı birileri ‘siz benim uykumu nasıl bölersiniz böyle pata pata’ diye itiraz edip sizleri birilerine pataklatabilir! Ya da siz az önce giydiğiniz şorttan ötürü yediğiniz laflardan siniriniz bozulmuş halde kankanızla birlikte otobüste sakız çiğnerken önünüzdeki bir vatansever tarafından, sırf bu yüzden (mi emin değilim aslında) tehdit edilebilirsiniz. Elbette tehditle kalırsa ne ala!

İşin aslı bu cümle, herkes ve her durum için geçerli olabilse, faydalı bile olabilir. Ancak sözcüklerin ve cümlelerin koşuldan koşula lağvedildiği bir dönemden geçtiğimiz de ortada.

Bence biz hava mava almayalım canım. Nedir bu gevşek haller.

Yazının devamı...

Yonga

(Mal canın yongasıdır, vb.)

Sütlüce’de bir bina yıkıldı.

Bu haber, geçen büyük tufanda yere düşen ağacın enkazının hiçbir şey olmamış gibi yerden kaldırılmasıydı. Hay Allah! der gibi.

Oysa giden, tıpkı çamın devrilmesindeki gibi, içimizden bir parçaydı. Koskocaman bir kıymık: Yonga. Evimizde de oturamayacaksak nerede oturacağız Allah Aşkına şeklinde bir isyan. İşin aslı on dakika bile sürmedi haberliği. Bilemedin bir gece.

Yonga o zaman tekrar aklıma düştü. Ve değişim o zaman geldi: Mal canın yongası mı? Yok be dedim. Olsa olsa can malın yongasıdır bu ülkede. Can o kadar önemsiz ki... Hayata verilen değer o kadar az ki. Küt diye, bir ikindi kahvesi ısmarlamaya hazırlandığım pastanede düşüverdi masama, bu haliyle...

Ha kime göreydi bu değişim? Kendi hayatlarını herkesin hayatından daha çok önemseyenler için değildi bu. Elbette köşeleri tutmuş futbolcular için de değildi. Hani bastırırsınız ya sigara izmaritini sigara küllüğüne öyle bir havayla, hani şimdinin futbolcuları meclislerde falan öyle yapıyor ya, sözü böyle boğmaya kalkıyorlar ya... Çok önemliler ya. Futbolcu olamamış ama milletvekili olmuş, milletvekili olamamış ama tüccar olmuş, adam olamamış ama vezir olmuş bir haleti ruhiye var ya bizim ülkemizde. İşte onlara göre değildi bu söz. Onlar hâlâ adamakıllı ‘mal canın yongasıdır’ ile haşır neşirken, örneğin Sütlüce’de bir yağmur sonrasında çıkıveren kirlenmiş bir gökkuşağının hışmıyla yeri boylayan bir bina vardı ya, işte o binanın dibinin de dibine kazınması gerekendi: Can malın yongasıdır sözü. İnsanlar dişlerinde kalan diş macunuyla fırlamışlardı evlerinden, ölüme yakalanmamak için. Peki ne uğruna?

Sütlüce’de bir bina yıkıldı.

Bu haber, geçen sene büyük tufanda yere düşen bir çamın enkazının hiçbir şey olmamış gibi yerden hurra kaldırılması haberi gibiydi. Yine. Hemen unutulması, unutturulması gerekenlerdendi. Zira geçen hafta patates 3.5 liraya düşmüştü. Ve bedelli askerlik onaylanmıştı. Şunu kimsenin sormayacağından emindi neredeyse herkes. Bu kadar savaş borusu çalmaya niyetli futbolcu-milletvekili falan filan varken, neden bedelli askerlik çıkarıldı şimdi?

Sütlüce’de bir bina hoppp diye yıkılıverdi. Bilgisayar oyunlarındaki gibi. Bu arada yanındaki dev çukuru gören oldu mu? Sanmıyorum. Dev çukurlarla değil, devlerle ilgileniriz biz! Devler bizi büyüler.

Bir bina gitti. Alt tarafı bir bina.

Oysa giden, tıpkı çamın devrilmesindeki gibi, yani biraz kurcalarsak, içimizden bir parçaydı. Çamlar neden yıkılır, binalar neden çöker sorusu ilgi alanımız değildi. Hem eski çamlar da bardak olmuştu, çamlar devrile devrile.

O sırada beliren ve ‘Abla biliyor musun geçen yağmurda belimize kadar suya battık Beykoz’da!’ diyen genç garsonun da ilgi alanı değildi tüm bunlar.

O zaman onun mahzun gözlerine baktım. O gözler oradaki ormanın kıyım kıyım nasıl kıyıldığını görmemiş olabilir miydi? Bedelli askerlik yapacak yaştaydı. Bunu yapacak parası var mıydı? Kirli gökkuşaklarının anlattığı kaç masala inanmış kaçına inandırılmıştı? Yonganın anlamını hiç merak etmiş miydi? Yonga yorgan olabilir miydi? Kısaca çeyiz anlamına gelebilir miydi? İnanın bilmiyorum...Kısa bir süre sonra evlenecek ve kredi kartına yazılan borçlarla bir ömür boyu borçlanacak ama beş yıldızlı malların ‘miş gibi’ canının yongası olmasından mutlu olabilecek bir hali vardı.

Yapacak tek şey vardı o anda.

Bir sütlü kahve söylemek. Bi latte dedim.

İyi etmiş miyim?

Yazının devamı...

Şeker tanecikleri

Lüks kıyafet üreticisi, geçtiğimiz yıl yüksek fiyata satamadığı 37,8 milyon dolarlık ürünü yakarak imha etti. Karar, ürünlerin ucuz fiyata ‘yanlış insanlara’ satılmaması için alındı.

***

‘Yaz günü olmasına karşın ırmağın kenarında kimse yürümüyor, ırmağın kıyısında anlamsızca dolaşılacak bir yaz olmasına karşın.’

Tilki Daha O Zaman Avcıydı, HertaMüller

***

Dünyanın yaz ırmağının kıyısında kimse yok sahiden de. İçinde onca birikmiş şeye rağmen ne ırmak ne de dünya, insanları artık yanına çağırmıyor. Anlatılacaklar anlatıldı diye düşündüklerinden belki de. Denize kavuşacak bir ırmağı yok dünyanın. Irmaklar giderek küçülmeye ve kendi yataklarını daralta daralta bütün mevsimleri yutarak önce çaya, ardından cılız bir kaynağa, sonra da yok oluşa kayıyor. Belki de bunu biliyor dünya. Sessizliği, sahiplenmeyişi bu yüzden.

Daha da bilinesi şeyler var aslında. Dünyanın herhangi bir ırmağının başka bir köşesindeki ırmağına akıp giden insan fısıltılarında yaz ve gece sefası yerine, derin derin çekilen ahlar var. O derin ahların içerisinde dünya borsasını bir aşağı bir yukarı oynatan ekonomi ibresinde kayıt dışı ekonominin günde 12 saat ter döken gencecik insanları, kadınları ve erkekleri, önlerindeki parçayı tamamlamanın derdindeler. Parça başına aldıkları parayla, dünyanın herhangi bir pis kokulu ırmağının yanı başındaki fabrikalarda, bir kurbağadan bir prense ve prensese dönüştürdükleri parçaların tek sahibi onlar aslında. Bir paltoyla, bir ceketle, bir montla anlatılabilecek bir öykünün yegâne sahipleri. Ancak işin gerçeği olmasa da işin rengi bu değil.

Bunu herkes biliyor.

Irmağın o yakası, ırmağın bu yakası ve dünya da. Elmanın çoktan kurtlandığını. En arabesk tarzda söylenecek olursa, bu kurtlu elmanın kurtlu tarafı bile para yapıyor.

Belki de bu yüzden, örneğin ışıltılı caddelerin kozmetik ürünler satan ve tonlarca işçiyi işten çıkarmış cillop mağazalarında, bir şişe parfümün maaşına yetmediği tezgâhtarlar, ‘bir dünya markası’nın ürünlerini ucuzlatmamak için ‘yaktığı’ haberini okuduğunda, ırmağın öte yakasında kendininkine benzeyen hassasiyetlerle ter akıtanların tarafını değil, ürün yakanların tarafını tutuyor.

Elma kurtlu. Irmak ise dünyanın her tarafını dolaşan o renge bürünmüş. Kahverengi ve kokuyor.

Kimisi ise elmayı kurduyla birlikte yemeyi ayrı bir meziyet bellemiş durumda. Hatta ırmağın rengini değil, ırmağın üzerindeki kabarcıkları, pislik kabarcığı olarak değil otantik bir dalga olarak görüyor. Buna gerçekten mi inanıyor? Belki. Samimi mi? Belki. Kızılası mı? Belki.

Ancak tüm bunlar bile yaşamakta olduğumuz saçmalığı ferahlatmaya yetmiyor.

Bir öğle molasında çay kahve içenler, kurbağadan yarattıkları prens ceketlerine, kraliyet mantolarına, prenses montlara, sınıf atlamaya yarayacak gömleklere, dünyanın azılı kokusuna iyi gelmese de onu ehlileştirmeye söz verecek parfümlere tepsiye yayılmış şeker taneleri gibi bakıyor.

Hepimiz gibi.

Tüm bu olup bitenlere tepsilere, yerlere, yurtlara, kurumlara, ruhlarımıza saçılmış masum şeker taneleri gibi bakıyoruz. Yazlar kurak ve sıcak, kışlar kurak ve sıcak geçeceğe benziyor. Dünya eksiliyor. Deniz vazgeçiyor. Irmaklar kuruyor. Kurumayanlarının etrafında sınır telleri, savaş sesleri, kan ve ter.

Hepimiz tüm bu olup bitenlere şeker tanecikleri gibi bakarken...

Oysa kanseri en çok büyüten, yine bu şeker tanecikleri.

Yazının devamı...

Damızlık kızların şahane hikayesi

Bu başlığı atmama neden olan, elbette Margaret Atwood’un ‘Damızlık Kızın Öyküsü’ adlı kitabı. Kadınların özgürlük ile kurabileceği ilişkiyi yeniden düşünmemize yol açan kitap, bir distopya olarak karşımıza çıkar. Çıkar çıkmasına da günümüzde yaşananlara bakıldığında, hemen her sefer altını çizmeye çalıştığım gibi, bir distopya yerine ibretlik satırlar olarak okunmasında fayda vardır.

Bilerek ya da bilmeyerek hemen her şeyini yitirmiş kadınların sadece damızlık olarak kullanıldığı bir öykü çıkar karşımıza. Neslin devam etmesine en etkisiz biçimde katkı sunacağı varsayılan bu genç ve güzel kadınlar, bedenleri kadar ruhlarının da aşağılanmasına kimi kez göz yumarak kimi kezse hiçbir şeyi umursamayarak onay verir haldedir.

Kullanıldıkları iktidar aracılığıyla hepi topu ‘iki bacaklı’ üreme organlarına dönüştürülen bu genç ve güzel kadınlar aracılığıyla Kanadalı yazar Atwood aklımızı başımıza getirebilecek çok önemli mesajların altını çizer. Bu kitabı yazarken yola çıktığı nokta, başta Nazizm olmak üzere bütün otoriter yapıların kadınları tek bir organa (rahim) nasıl kolayca indirgediklerinin resmini de çizmektir. Kitabın esin kaynağı olan bu otoriter yapıların içerisinde din başlığı altında dini kullanan tarikatlar da vardır; kitapta, bu anlamda, kadınların nasıl manipüle edildiklerinin bir yansıması da mevcuttur.

Ancak hemen her defasında kitabı düşündüğümde, kafamı kurcalayan temel sorun, kadınların sistem tarafından nasıl punduna getirilip kullanıldıkları kadar, kadınların buna verdikleri onaydır. Ki bu ‘sağlam’ onay sayesinde, sistem bir güzel çarklarını döndürür. Bu onayın arkasında ne var sorusu ise sadece bir distopik kurgunun değil, koca bir insanlık tarihinin en can alıcı sorularından (ve sorunlarından) biri olarak karşımızda durmaya devam etmektedir. Daha da net sorayım: Kadınlar ‘kedicik’ olmayı neden kabul eder? Bunaltıcı düşlerini kendi olabilmek yerine, neden bu kadar vasatlaştırır? Adsızlığı neden tercih eder? Bir gölge oyununun gölgesi olmak neden bu kadar caziptir? Onaylanmış bir halkanın onaylı bir evrakı olmayı neden ister? Benliğini neden bu kadar çabuk terk eder?

Atwood’un kitabının evrensel boyutta tartışılması gereken yanları, bugünü daha iyi anlamamızda bir reçete niteliğinde. Ancak bu reçeteyi kimlerin alıp hayatlarına uygulayacağı hâlâ meçhullüğünü korumaktadır.

Yazının devamı...

Yerden neleri kaldırırız?

‘3 saatlik deney sırasında sadece 3 kişi, çöp kutusunun hemen yanında duran plastik şişeleri yerden alıp çöp kovasına attı.’ Düzce’de yapılan çevre bilinci deneyinden...

Bir koca vinç kılıklı kamyon sırf hareket olsun diye caddenin birini boydan boya kapatmıştır. Kapatmakla kalmamış ortalığı o koca, hantal zift sarısı bedeninden sızan mazotla kaygan bir zemin haline getirmiştir. Bizim gibi insanlar için kaygan zemin zaten bildik bir şeydir de, sahicisi oldu mu çaresiz kaldığımız durumlar da mevcuttur. İşte o noktada bir kadın elinde telefonuyla o mazotun üzerine ayağı değdiği anda belini sertçe yere vuracak biçimde düşüverir.

Acı içinde kıvranır. Bu esnada onu kaldırmaya giden gençten kız (3 kişi bile değil, bir tek odur yardıma giden) diğerlerini canhıraş biçimde yanına çağırır ve kadını usulca, hep birlikte yerden kaldırırlar.

Bu esnada olayı dikiz aynasından seyreden vinç kılıklı kamyonun şoförü, gözlerini başka yerlere dikmiş, sanki bu olaya o neden olmamış gibi buz gibi bir suratla mesaisini yapmanın küstah gururunu yaşamaktadır.

Bunu yine fark eden genç kız olacaktır. Az önce düşen kadını oradan geçen bir doktorun eline teslim ettikten sonra sıranın kamyon şoförüne geldiğini anlar. Aslında kamyon şoförü de bunu sezmiştir. Öyle ki camını usul usul kapar. Genç kız bunu görünce daha da ısrarcı olur ve gider adamın, her kimden kaptıysa o meymenetsiz suratına -yüksek makamındaki böbürlenen insanlık dışı suratına- ‘bir dakika bana baksana’ diyerek işe başka bir ivme kazandırır. Kamyondan bozma vinç, vinçten bozma kamyon şoförü gözlerini kaçırmaya devam eder. Hayatında belki de ilk defa olarak kendine bakan bir dişinin bakışlarını reddederken aklından neler geçirdiği meçhul falan değildir. Genç kız bu hali okur, okur ama yine ısrarcıdır. ‘Baksana bana’ der ‘Bana bi baksana! Az önce senin sorumsuzluğun yüzünden bir kadın belini kırıyordu.’

O esnada başka bir şey olur. Sokaktan geçmekte olan başka bir adam gülerek kamyon şoförüne seslenir: ‘Sen de haklısın birader!’

Bu sefer genç kız bu yeni lanetli adama çevirir bakışlarını. ‘Az önceki olaya tanık olanlardan mısınız?’ Yeni adam aynı sırıtık yüzle ‘Hangi olay?’ diye sorar. Ve genç kız bir kez daha ona döner ve ‘bilmeden konuşma Bey Amca’ der. Bey Amca, ne zaman amca olduğunu çözmeye çalışırken genç kız tekrar ana hedefi olan şoföre döner ve ‘bekliyorum’ der.

Yaptığın işteki sorumsuzlukla yüzleşmeni

Küstahlığınla yüzleşmeni

Sonradan görme bu halinle yüzleşmeni

Maçoluğunla yüzleşmeni

İnsanlığınla yüzleşmeni

Vasatlığınla yüzleşmeni

Haksız gururunla yüzleşmeni

Komplekslerinle yüzleşmeni

Bu dünyaya sunduğun çöplüğünle yüzleşmeni

Her şeyi çöpe çeviren halinle yüzleşmeni

Plastik makamınla yüzleşmeni

Yerle ve gökle, dünyevi olanla ve olmayanla, düz ve eğri olanla yüzleşmeni....

‘Bekliyorum, bekliyorum’ der. Genç kızın yüzündeki ifadenin resmi adı sabırdır. Günlük yaşamdaki adıysa bilinç.

Yazının devamı...

Şişedeki gibi durmayanlar

Enflasyondaki sıçrama ve cari açıktaki artış nedeniyle makro ekonomik istikrar üzerindeki aşağı yönlü risklerin kuvvetlendiği ifade edildi.

‘Fitch Ratings, Türkiye’nin kredi notunu düşüren ekip’

***

Tesadüf mü bilinmez Fitch Ratings’in raporları yayınlandığı dönemde yaz nezlesine tutulan Şahver, o gün eczaneye gider. İçinde kara mürver özütü olan bir şurup alır ve deli gibi ağrıyan başına, oluk gibi akan burnuna bakıp bakıp iç geçirir. Giderek artan ‘amansız’ bir hastalığı vardır. Her şey birbirini tekiklemiş olabilir ama kaynak bellidir! Birkaç gün önce klimanın karşısında bağrı yanık bir biçimde anadan doğma üryan halde oturmanın cezasıdır bu. Neden bu halde klimanın karşısında oturduğu ise, saklamaya gerek yok, yeni kabinenin içine verdiği amansız hararettir. Kabinenin Hale, Jale ve bütün mahalle sergüzeştliğini algılaması ve bu algıyı içselleştirebilmesi için gereken ferahlık dalgası kırık dökük kliması tarafından sağlanmış ve ona, o an için geçici bir deva olmuştur. Olmuştur da sonrası pek hazin gelmiştir. Şahver, yazın ortasında tir tir titremekte ve günün ortasında gece nöbetleri geçirmekte, ‘sıtma, veba ve kolera’ gibi eski hastalıkları hatırlamakta, hatta karamsarlığa düşmektedir. Bu yüzden bi koşu gidip aldığı şurubun adeta bir iksir olduğunu ona telkin eden eczacının sesi hâlâ kulaklarındayken şişeyi kafasına diker. Bilerek ya da bilmeyerek kara mürver özütünün bir ölümlü için risk taşıyabilecek oranını vücuduna zikretmiştir. Sonrasında aşağı doğru derin derin kaydığını hissettiği deliksiz bir uykuya dalar ve rüyasında bir mürver ormanında dolanırken, ne ilgisi varsa doların 1 TL’ye düştüğünü görür.

Tahmin edebileceğiniz gibi çok kısa bir sonra (ertesi sabah), ateşi düşmüştür. Ancak bir şey daha vardır. Şahver, artık o eski Şahver değildir. Bir kere yaz gribi geride kalmıştır. Adı da Şahver Mahver değil, bal gibi Kara Mürver’dir. Adının Şahver değil de Kara Mürver olduğunu sosyal medyadaki hesabından anlar. Artık Şahver adının yerinde yeller esmektedir. Profil fotoğrafından anladığı kadarıyla o olsa olsa seksi bir kahramandır. Aşağı doğru riskler diyarının kahramanıdır o! Böyle yazmaktadır profilinde. Ama bunun hiçbir önemi yoktur. Kahraman kahramandır! ‘Kız bu ne afili duruş böyle Kara Mürver!’ der kendi kendine. Saçlarından lüp lüp sarkan mürverlerle başka birisidir artık, bambaşka birisi. Eski, sümsük, mahcup halinden eser yoktur. Yalnız her kahraman gibi onun da bir kostüme ihtiyacı vardır. Hemen çekmecelerine koşar. Arkadaşının kız kardeşinin düğünü için aldığı dapdaracık korseyi ıkına sıkına giyer, ayağına da rahmetli annesinden kalma lağımcı çizmelerini geçirir. Bir pelerini eksiktir. Onun için de televizyon karşısındaki şekerlemelerinin asıl patronu olan kedi desenli yazlık pike ne güne duruyordur!

Fitch Ratings’in ‘aşağı doğru riskler’ diye belirttiğinin sadece ekonomik değil psikolojik boyutlu olabileceğini anlaması içinse biraz daha şurup içmesi gerekecektir. İçtikçe güzelleşir, güzelleştikçe içer. Aşağı doğru riskleri daha da aşağı çekmek boynunun borcu haline gelmiştir. Gazeteleri okur ve kahkahalarla güler. Sokakta karşısına çıkan densiz, sonradan görme ve şımarık ekibe sevimli bir iticilikle nanik yapar. C vitamin çinko destekli hayatında bugüne kadar olmadığı biçimde mutlu ve saadet içinde yaşamaya devam eder. ‘Aşağı doğru riskler mi?’ diye sorar etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında. ‘Seviyorum bu maceranın tadını. Sadece karaların Mürver’i değil makro düzeyde Türkiye de bu tadı seviyor.’

Yazının devamı...

Ya sabır!

Bir bankta oturmuşluğumuz var. Ne kadar eski, ne kadar yeni hatırlaması güç. Genciz, doğal olarak sabırsızız. Yine de olan olmuş, acele acele de olsa oturup düşünmüşüz. Düşünürken bir çocuk parkına baktığımızı fark etmemişiz bile. O esnada kızlı erkekli renkli ve coşkulu bir biçimde kum havuzunda oynayan bizden daha gençleri seyretmek zihin hücrelerimize iyi gelmiş, kopuk, savruk, diri ve heyecan yüklü cümlelerimizi güçlendirmiş. ‘Bu zindelik harika’ deyivermişiz.

Keyifsiziz ama. Az önce otobüste rastladığımız dünyayı seyretmekten yorulmuş adamın öğütle karışık bizleri azarlaya azarlaya söylediği o cümle aklımızda kalmış. Adamın sözünü ettiğinin ne olduğunu anlayamasak da o cümlede gezinen başkaldırıyı anlamışız anlamasına ama neden bu kadar mutsuz ve üzgün olduğuna akıl sır erdirememişiz.

Dediği neydi diye sormuşuz birbirimize. Ne zaman umurumuzdaymış, ne de büyümek. Kum havuzunda çocuklar şen şakrakmış o sırada. Kum havuzunun ortasındaki kaydıraktan aşağı doğru kaymaktan korkan çok küçük bir kız çocuğuna ‘hadi hadi korkma’ diye cesaret veren daha büyükçe bir başka kızı gördüğümüzde hah deyip hatırlamışız adamın söylediğini. Hah!

***

‘Sakın kimsenin hayatınıza engel olmasına izin vermeyin’ demişti adam. Sesi çok ama çok yorgundu.

Sonrası mı? Sonrasında banklar hızla eskidi, çocukluk ve gençlik tavsadı, kum havuzunun ekibi değişti, kaydırak yenilendi, sonra yine eskidi ve yıllar aktı gitti. Bu cümleyi, o ya da bu şekilde, karşıma çıkan bütün çocuklara, özellikle de kız çocuklarına söyler hale geldim. Dünyayı seyretmekten yorulmuş büyükler hep bunu mu yapıyordu ne!

Yorgun ve sabırsızdım. Hâlâ! H-â-l-â.

Belli ki o noktada Stefan Zweig’ın sözlerini yeniden hatırlamak gerekiyordu. ‘Ülkeyi uykusundan uyandırıp diriltmek için mutlaka bir nesil gerekecek. Ancak bu, tükenmiş o eski nesil olmayacak. Üç günde yepyeni bir dünya yaratmak, insanları zincirlerinden kurtarıp dünya yurttaşı yapmaya heveslenen çok genç nesil de bunu başaramaz. Bunun için adı sanı olmayan, öne atılmak için itişip kakışmayan bireylerden oluşan bir nesil gereklidir. Toplumun sınıflarına ayrılmasına bir son verilmesi, günlük yaşamın yavaş yavaş demokratikleşmesi zorunludur. Yetmiş milyon insanı el çabukluğuyla bir anda altüst etmenin mümkün olduğunu sanan sabırsızlara sabır diliyorum.’

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.