Şampiy10
Magazin
Gündem

Af

‘İndire indire kuşa çevirdiğiniz cezalarını indirme hakkınız yok. Biz affetmiyoruz.’

Gökçer Tahincioğlu, Milliyet

***

Yıllar öncesinden bir davayı hatırlattı bize Gökçer Tahincioğlu. Son derece hazin bir olayın en yakın şahitlerinden biri olarak kaleme aldığı metnini hüzünle okudum. Yaşama yenik düşülen o anı, hiç değilse hukuk dengeleyebilir-di çıkarsamasıyla. Ancak hukuk ne zamandır yaşama yenik düşmekte. Bildiğimiz, bilmediğimiz ve belki de uzun zaman boyunca hiç bilemeyeceğimiz dinamikler ve nedenlerden ötürü... Bu da ayrı bir açmaz, onu da teslim etmek lazım.

Bununla birlikte, meslektaşımın ‘affetmiyoruz’ çıkarsamasını ise çok daha geniş bir perspektife yayarak düşündüm. Tam da MHP patentli af tartışmalarının ortasında çıkacak olan kişiye ve gruplara özel afları zihnimizden geçirirken. Öyle ya, daha birkaç hafta önce ülkenin en büyük yolsuzluğuna damga vurmuş olan kişinin eski mi yeni mi belli olmayan eşi VIP salonundan huşuyla geçerken, düşünce suçlusu olarak ‘damgalanan’ meslektaşlarımızın pasaportlarına el sürmeleri bile yasak! Sadece onların mı, ailelerinin bile kıpırdaması mümkün değil. Cevapsa şu: hak ettiler. Neyi hak ettiler? Buna verilecek analitik bir cevap var mı? Yok. Onlar sadece suçlu...

O zaman o soru gündeme geliyor işte: Kime göre suçlu?

Ne yazık ki bu ülkede eli kalem tutan, düşünceyi, ifade özgürlüğünü savunun insanlar hemen her zaman potansiyel suçlu ve vatan haini olarak damgalanırken, adli suçlu konumundaki çoğu insan (hırsızı, dolandırıcısı, tecavüzcüsü, talancısı ve hatta katili) affedilebilir konumda seçimlere malzeme olarak eşikte bekletilir. Ve sonra politikacının yan cebinde her daim çıtlatılabilecek bir ay çekirdeği gibi hayata kabuklarından arındırılmış bir şekilde bırakılırlar. Bu insanların psikolojik gelgitlerine, almak durumunda kaldıkları risklere, çaresizliklere ve tedaviyle topluma kazandırılabilir olma hallerine saygı duyarak, yine de, suçlar arasında yapılan bu siyasi ayrımın ve hukuksal adaletsizliğin altını çizmenin çok önemli olduğuna inananlardan biriyim.

Yanlış anlaşılmasın. Haddimi aşarak bir hukukçu edasıyla suçu tahlil falan etmiyorum. Sade bir mercekle bu ülkenin suçla kurduğu sakat bağın altını çiziyorum. Bu nazariyeyi benim cephemde yaratansa kalemim değil, ortada gezinen dengesizlikler. Bugün düşünce suçlusu olarak içeriye tıkılan çoğu insanın, afla bırakılması hedeflenen çoğu insana göre neyi suç olarak işlemiş oldukları, yanaşılan ezber cümleler, belagat dolu sıfatlar dışında, gerçekten bir muammadır. Aklı ve vicdanı olan herkes bunu biliyor... Bu muammadan beslenenlerse, ülkenin kuyusunu kazıp ardından VIP salonlarından geçme cesaretini bulan (o cesareti onlara kimlerin verdiği de elbette) güruhtur.

Özetle; günümüzde af ve suç konusunda, masumiyet ve ceza konusunda, insanlık ve siyaset konusunda harcanan mesainin yüzde 99’u çöplüktür. Yüzde biri nedir sorusuna ise verecek cevabım yok.

Yazının devamı...

Başka başka konular

Yok. Çok genç dostlarıma bir gece önce televizyonda rastladığım açık oturumdan bahsetmedim.

Kısaca konumuz, ne yazık ki, küreselleşme vb. değildi. Ancak aklım oradaydı... Televizyondu bu. Bir sürü insan onu seyreder, fikri olmasa da varmış gibi yapardı. Lakin... İşin aslı oturumdaki insanların ardı ardına sıraladığı cümlelere bakıldığında ciddi bir şeyleri tartıştıkları belliydi. Ancak ufak bir sorun vardı. Torbalar dolusu lafa rağmen bu açık oturum konuşmacılarının ‘anlam’ adına söyledikleri tek bir cümle bile mevcut değildi. Bunun bir önemi var mıydı peki? Elbette yoktu. Önemli olan, anlam değil, anlamsızlığın etrafında dönerken zamanı boş bir çuval gibi talan etme fikriydi ve durumun bunu sürekli kanıtladığı da ortadaydı. Biz izleyenlerin cephesinde ise durum daha farklıydı. Temanın küreselleşme değil zamanlarımızı talan etmek olduğunu anlayıncaya kadar tonla dakika akıp gitmişti. Konuşmacıların istiflerini bozmadan ısrarla takip ettikleri bu halin, içine düştüğümüz yeni ülke hali olması ise bir tesadüf olamazdı.

Ancak dediğim gibi ben bu durumu hiç konuşmadım genç dostlarımla. Çıtım çıkmadı. Konuşsaydım üç cümleden öteye geçemezdim sanırım. Oysa ekranda saatler saatleri kovalıyor, konuşmacılar konuştukça ortalıkta bir elektriklenme oluyordu. Bu elektriklenmenin nedeni ise konunun kendisi değil, konusuzluğun kendisiydi. Esasen konu falan yoktu ama herkes bir konu varmış ve durum da pek ciddiymiş gibi konuşmasına devam ediyordu. Küreselleşme, hımmm, falan. Çok zor.

Durumumuz gerçekten zordu. Bunun nedeni ise küreselleşmekten çok malum durumdu. O sırada diğer kanallarda da benzer açık oturumlar benzer bir tavırla devam ediyordu. Hımmm. Çok zor. Feci, vb. Ama ülkemiz. Ama bizzz.

Ancak dediğim gibi ben bu durumdan hiç ama hiç bahsetmedim genç dostlarıma. Ne diyecektim ki? Desem desem yahu gençler sakın böyle olmayın derdim. Onlar da bu uyarıyı cazip bir davet olarak kabul eder ve hiç akıllarında yokken boş sözlerin boş insanları olmayı bir meziyet sayardı. Tıpkı şu an rastladığımız örneklerde olduğu gibi, 5 ila 10 yıl içerisinde birbirini tekrarlayıp duran strateji uzmanlarına, gazeteci olduğunu ve olaylara acayip hakim olduğunu savlayan zatlara, akademisyenlere, avukatlara, galeyana gelenlere ve bir şeylere daha rast gelebilirdik. Onlar da tıpkı şimdi olduğu gibi ağır konu başlıkları etrafında dönüp durur ve sarf ettikleri derin cümlelerle ‘feci, çok zor, of çok kötü vb’ diyerek aslında hiçbir şey söylememenin ağırlığını yaşar ve bu hissiyatı derin derin soluyarak karşı tarafa yaşatırlardı. Ah zavallı bizler! O zaman da, ekran karşısında felce uğrayan zihinlerimize ‘şimdi ne oldu?’ diye sorar ve cevap diye hiçbir şey bulamazdık. Ancak bunun da hiçbir önemi yoktu. Şöyle bir reklam arası verilebilirdi burada: Çalsın sazlar oynasın kızlar... Ve mümkünse erkeklerden ayrı olarak.

İşte bu yüzden hiçbir şey söylemedim genç arkadaşlarıma. Bahsetseydim, anlatacaklarımı anlatamazdım.

Bahsetseydim, kaybolup giderdim.

Bunun yerine onlarla, biraz kendimi öne çıkararak ‘Üç Valiz İki Sandığı’ konuştum. Sandığın valizlere ‘bir gün hepimiz eskiyeceğiz ve yerimizi yenilere bırakacağız’ sözünü tekrarlarken ne demek istediğinden bahsettim. Yeniler derken tekrar, vasat ve ezber olmayanlardan... Yeniler derken umuttan. Mağduriyet düşkünlerinden, düşkünlerin esaretinden, esaretin küfründen değil, umuda umut olduğu için şapka çıkaranlardan. Başka başka konulardan. Başka canlılardan, eşyalardan, insanlardan, yaşamlardan. Onların da var olduğundan.

Tahta bir sandık başka ne yapabilirdi... Evrim geçirene kadar biraz daha böyle idare edecektim işte.

(Üç Valiz İki Sandık Feyza Hepçilingirler’in ilkokul 2 ve 3. Sınıflar için yazdığı bir öykü)

Yazının devamı...

Kelebek Avı’nı fark etmek

‘İnsanca yaşamak ve insanca çalışmak istediğimiz için...’

3. Havalimanı İşçileri

Bu böyle bir müddet daha gidecek. Böyle...

Sonra ise...

Bir havaalanı telaşı içerisinde gıcır pistlere bakarken bir anda yolcunun birinin aklına sizler düşeceksiniz.

Ailesine bakıldığında paraya ihtiyacı olmayan ama kendini yaşama borçlu sayan helal süt içmiş gencecik biri olacak o.

O zaman onun dilinde, zihninde, birazdan bineceği ve Erasmus programına dahil olacağı yakın gelecek kadar, sizler de olacaksınız.

O zaman, zamanı geldiğinde, Avrupa’nın uzun gecelerine, hatta geceleşmiş gündüzlerine bakıp dururken dünyada niye bu kadar adaletsizlik var sorusunun, dibinden çıkılmaz bir soru değil, cevabı mevcut bir soru olduğunu keşfettiğinde bu genç insan, sizin verdiğiniz mücadelenin anlamına anlam katılmış olacak.

Size nasıl söylesem... Yalnız değilsiniz. Yeni yetişmekte olan ve bir sürü zırvanın içerisinden kendine yol çizmeye çalışan genç insanın zihni, sizin ve sizin gibilerin yaşadığını görmeye muktedir.

Neden derseniz, dünya kendi tezinin ‘kendi’ antitezini üretmekle meşgul bu ara.

Sessiz sedasız gibi görünen bir üretim bu. Ama öyle.

Geçtiğimiz hafta, Bianet’te genç insanların katıldığı bir atölyede de gördüğüm buydu. Bir sonraki gün üniversiteli sınıfımda da gördüğüm... Dünya bugün bu halde olmasaydı, biz şimdi bitlerimizi ayıklıyorduk diyen o güzelim insanlar... Onlar var... Yarının insanları onlar olacak; geliyorlar. Aynı düşüncelere mi sahipler? Asla. Onları özel ve güzel kılan da bu zaten. Ancak yaşanmakta olan adaletsizliğe ve talana verecekleri yanıt öngörülebilecek bir yanıt. Tüm bu toza, dumana rağmen. Başka bir nesil geliyor.

Alın size kentsel dönüşüme dair yazılmış bir paragraf. Yazı Pelin Denizli’ye ait. Sultancıklı Melike’nin zamanında Fikirtepe’ye, göçe dayalı hayatının ‘bir daha başka bir yere gitmem’ direnişine dair önemli bir kesit-gidecek, gitmek zorunda kalacak olsa bile:

‘Ama Melike mıhlanmış gibi kıpırdamaz. Şaşırır kocası, bir iki dürter ve anlar. Karısı Sultancıklı değil, Fikirtepeli’dir. Melike, tıpkı o tutsak edilmekten kurtarmaya çalıştığı, ait olmadığı kavanoza girmek istemeyen kelebekler gibi çırpınır. İnsanlığın başlattığı bu kelebek avına, sırf başkaları toprağından koleksiyon yapabilsin diye gitmeye hiç yanaşmaz.’

***

Gençler Kelebek Avı’nın farkında. İnsanca yaşamak ve insanca çalışmanın ne olduğunun da. Yarını farklı kılacak olan da bu olacak.

Yazının devamı...

Validebağ Gönüllüleri’nin Sözü

Üzerinde yeniden kara bulutlar biriken Validebağ Korusu için bakın Gönüllüler ne diyor:

Zaten 1999’dan bu yana bir SİT alanı orası... Doğal ve tarihi bir doku.

Zaten insanların yeşilinden faydalandığı bir yer; herkes orada.

Zaten sincaplar, kirpiler, kaplumbağaların meskeni.

Zaten capcanlı bir organizma.

O halde niye orayı ‘millet bahçesi yapmak’ gibisinden bir telaş?

Orası zaten milletin bahçesi...

***

Peki iş bu kadar masum olabilir mi?

Validebağ Gönüllüleri bu ‘millet bahçesi’ lafının arkasında aranması gerekene dikkat çekiyor. Haklılar...

Böyle başlar, iki gün sonra oraya, elini kolunu sallayarak iki vinç girer ve al sana göğü öpen bir gökdelen. Reklam spotları da hazırdır: ‘Köprü’ye bir dakikada, şehrin göbeğinde, yeşil bir diyarda, hem şehri hem kırı solumaya ne dersiniz?’

Kırın ise artık hangi ‘millete’ ait olacağı bellidir! Hem kırın hem manzaranın hem de yeni imtiyazların. Kısacası, milletten kastedilenin ‘millet’ olmadığı aşikârdır.

Hangi millettir bu sorusunun cevabı ise son yıllarda yaşadıklarımızda, tanık olduklarımızda saklıdır. Kısacası, içindeki börtü böceğin de dahil olduğu milleti, bir daha millete taşıyamazsınız! Taşıma hayali kurulan başka bir şeydir ve kentin toza toprağa bürünmüş haline eklenecek olan bayat bir senaryodan öte değildir.

Bu yüzden tekrar tekrar düşünecek olursak: Validebağ Korusu, devasa bir alan olarak şehrin Anadolu yakasının nadide yeşil alanlarından biridir. Sadece çevre halkının ve yerli hayvanların değil, göçmen kuşların da sığındığı, barındığı bir yerdir. Kısacası her şeydir. Ve her şey önemlidir.

Şimdi bu Koru’yu, yakın bir gelecekte, Rezidans Korusu yapmanın, başına iki tane görevli, görevlilerin diline ‘içeriye girmek yassah, özel mülkiyet!’ cümlesini yapıştırmanın mümkün olamayacağının garantisi var mıdır?

Elbette yok! Yoktur... Öyle bir zamandan geçiyoruz ki her şey her an mübah olabilir. Kim ve neye göre? O da belli değil...

Bu yüzden Validebağ Korusu’na sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Cüzdanda rant banknotlarının arasındaki değil, sözlükte yer alan bir ‘millet’in parkına olan borcudur bu.

Özetle: ‘İstanbul’un bir Hyde Park’a’ ihtiyacı yok. Validebağ Validebağ olarak kalabilir, kalsın. İçindeki Adile Sultan Kasrı ve Abdülaziz Av Köşkü’nün tarumar edilmiş kullanımına rağmen, hiç değilse ‘O’ kalsın. Geleceğe iyi bir şey bırakalım.

***

İyi bir şey:

Türk Kültür Vakfı ve AFS Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği ve bu yıl dördüncüsü gerçekleşecek olan Türkiye Kardeşleri programı 12 ili kapsıyor. Başlıksa hepimizin ihtiyacı olan bir yeri işaret ediyor: Farklılıklarımızla bir aradayız; renklerimizle zenginiz. Türkiye Kardeşleri Yurt İçi Değişim Programı’na, bu yıl Adana, Aydın, Bursa, Diyarbakır, Edirne, Erzincan, Eskişehir, Isparta, Kars, Rize, Uşak ve Zonguldak’taki liselerden 164 öğrenci, 36 eğitimci ve çok sayıda gönüllü aile katılıyor. Pek güzel.

***

Ve bir teşekkür:

Toronto-İstanbul TK 18 uçuşunda her türlü desteği gördüğüm sevgili Havva Gökalp ve kıymetli ekip arkadaşlarına sonsuz teşekkürlerimle.

Yazının devamı...

Mutluluk Oyunları

Dünya Mutluluk Raporu’nu ve sonuçlarını okurken bir yandan da Sevgi Soysal’ın Şafak’ını yeniden okuyordum. Şafak’la rapor birbirine bakıp bakıp duruyordu. Bu bakışmadan pek bir sonuç çıkmadığını ifade etmek durumundaydım! Nedeni belliydi: Ülkemiz mutluluk kıstasında dünya sıralamasının ortalarında yer alıyordu. Mutluyduk işte... Benzeri bir durum Kadir Has Üniversitesi’nin hemen her yıl yaptığı araştırmada da ortaya çıkmıştı. Türkiye, adaletsizliklerin, hak ve özgürlüklerin ters yola girmiş hallerinin, kadın cinayetlerinin, ekonomik darboğazın, savaşın, eğitimdeki lime limeliğin vb. ortasında mutlu olabilen bir ülkeydi! Bu yüzden Mutluluk Raporu’nda da ta diplerde yer almadığımıza şaşırmamak gerekiyordu. Portekiz, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri sollamıştık. İnsana ‘vay be’ dedirten bir noktaydı bu.

Raporla Şafak’ın birbiriyle bakışması ve bu bakışmadan pek bir şey çıkmamasına gelecek olursak:

12 Mart’ın en nitelikli kitaplarından biri olan Şafak’ta, yazar bizimle içten içe mutluluğun ne olduğunu tartışır. Kitabın kahramanı Oya’nın, tesadüfen gittiği bir evde basılması, baskından sonra evdekilerle birlikte gözaltına alınması ve bir bilinmeze itilmesinin öyküsüdür kitap. Aslında suçun ne olduğunu da tartışan bir yanı vardır. Ancak sadece bununla yetinmez Sevgi Soysal. Oya’yı özgürlüğüne tekrar kavuşturduğunda, Oya’nın mutluluğu ile değil, özgürlüğün gerçekte ne olabileceği sorularıyla burun buruna getirir bizleri. Özgürlük herkes için özgürlük anlamına gelebildiğinde, adaletin işleyiş mekanizması herkese ulaşabildiği zaman, işte o zaman gerçek özgür bir toplumdan bahsedebileceğimizi belirtir. Elbette şunun da sonuna kadar farkındadır yazar: Bu toplum ‘ bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ diyebilen bir toplumdur. Dahası da. Bu toplum, en ufak bir çıkar çatışmasında sürekli olarak kendini mağdur gösteren ve bu mağduriyeti, alanı her ne olursa olsun, kâr hanesine yazmaya düşkün insanlarla da doludur. Buna rağmen Oya’ya ve Oya gibilere duyduğu inancın sarsılmazlığı da ortadadır. Bir insanın özgürlüğü kadar mutluluğunun da en az kendisi kadar özgür ve mutlu insanların varlığı ile zenginleşebileceğinin açık, yalın ve net bir örneğidir Oya. Öte yandan Sevgi Soysal’ın, bu tür mutluluğa inanmayanlara taviz vermediği de ortadadır.

Elbette buradaki şu soruyu da önemli buluyorum: Kitap 12 Mart döneminde değil de günümüzde yazılsaydı, Oya’nın temel çelişkisi ne olurdu? Sanırım bu konudaki koyu yalnızlığı, başat bir karakter özelliği olurdu. Ancak umuda inanan bir yazar olan Sevgi Soysal’ın bununla yetinmeyeceğini de düşünüyorum. Ne yapar eder Oya’nın yalnızlığının ıssızlık olmadığını vurgular, o yalnızlıkta farklı bir sessizliğin çoğulluğuna odaklanır ve bir yolunu bulup Mutluluk Raporu’ndaki ‘mutluluğumuza’ o şahane dalgasıyla bir bardak soğuk su katardı.

Yolsuzluktan kıvranan, demokraside sınıfta kalan, ifade özgürlüğünde ‘aaa o da neymiş’ diye tavana bakan bir ülkede gerçek mutluluğu arama ve bulmaya yeltenme çabası elbette çok ama çok kıymetli; ancak garip bir mutluluğu mış gibi, kendine duvarlar örerek, inatla ve vurdumduymaz sağır bir sultan edasıyla sürdürmekse abesle iştigal.

***

Bir kitap önerisi: Ayşe Sarısayın’ın kalemiyle tatlanmış ‘Denize Yazıldı’yı bu sonbaharda okuyun derim. Zenginleşeceksiniz!

Yazının devamı...

Giyim kuşam

15 milyon öğrenci bu Eylül’de değişen müfredat ile okula gidecek. Kâğıt fiyatlarındaki artışın da etkisiyle birçok yayınevi müfredata uygun yeni yardımcı kitapları ders yılı başına yetiştirme sıkıntısı içerisinde. Yeni müfredata ve sınav sistemine uygun, nitelikli kitapları kim nasıl seçer; seçer mi? Bu trikoyu kim giyer; niçin giyer?

***

O yaz, her yaz olduğu gibi kağıt her yerdeydi. Evin her tarafında. Buna karşın tanıdığım en beceriksiz terziydi. Burda diye bir derginin boylu poslu Alman kadınların üzerinden çekip önümüze attığı patron kağıdı ile dikebildiği bir elbise, maalesef olamamıştır, yok... Patron kağıtlarının elinde heder olması onu bu ‘huyundan’ vazgeçirdi mi diye soracak olursanız, cevabım ‘ne gezer kardeşim’ olacaktır.

Bununla kalsa iyi. Sevgili kız kardeşim hiç değilse etrafını rahat bırak, değil mi? Yok efendim. Hepimizin üstünde hepimize bol gelen elbiseler. Küçücük boyumuza sökün etmiş Alman hayalleri.

Sadece bu da değil.

İşinden istifa ettiği, daha doğrusu ettirildiği yıllardı. Yakın değil, uzak bir zamandı. Uzak değil, yakın bir provaydı... Onuruna yediremediği bir istifa olduğu için kafası iyice karışmıştı. Bu yüzden oyalanmak diye düşündüğü terzilik işinde bazen daha da matrak şeyler oluyor, basmalar, üstlerinde gezinen Sümerbank hikayelerinin bizzat kurbanına dönüşüyordu. Karpuzlar elmalara, zeytinler asmalara, deniz kumsala karışıyor, bu hengâmeden çıkan gömleğin ilerisi için beslenecek hayali ‘ya bir gün Avrupa Birliği’ne girersek’ biçiminde provalara yansıyordu. Her şey değişecek, o zamanın karanlık iklimli coğrafyası, zat-ı şahanemizin sayesinde üstümüze geçirdiğimiz Avrupa’nın geceyi delen tüllü şavkına dönüşecekti. İnanırdık ki bu günler geçecek...

Seksenlerin ezber ve yine ezber makamındaki prova dolu yıllarıydı. Şiddetin, arbedenin, yozluğun bu topraklara sinmiş halinin her şeyi birbirine karıştırdığı yıllar. Kağıdın toprağa, toprağın ‘ölesiye’ yaşama dadandığı resmi yıllar.

Ve o yıllar, provalar provaları izlerken, pazen bir elbisenin zeytinyağlı rehavetiyle gelip geçiverdi. Meyve bahçesi alışveriş merkezine, zeytinler termik santrale, üzüm bağı takım elbiseli bilmiş bağcının ta kendisine, deniz kumsal mumsal ne gezer resmen karaya karıştı, basınç yemiş dalgıç elbisesi gibi yol olup eridi.

İş bununla da kalmadı. Dünya esvabını değiştirdi, hızlandı, tozlandı, bulanıklaştı, cehenneme ad oldu, adsız kaldı. Burda dergisinin patron kağıtları ve ona eklenen yerli kağıtlar söküğünü dikemeyen bir terzinin eline bulaştı ve bir gün bu kağıtlar pırtık bir mintana dönüşerek tümden çöpü boyladı.

Hem ülke hem de o vazgeçmişti.

Gelin görün ki bağcı, termik santral, alışveriş merkezi, denizi tutan ve yutan yoldan oluşan yeni bir giysi revaçtaydı. Hazır giyim adı verilebilecek bu hal, şu hal ve o hal noktasında üzerimizden düşen başka bir giyimin adı oldu. Ancak işin tuhaf yanı bu üst baş için prova yoktu, çünkü zaten her şey provaydı. Demişler ya ‘yoka elbise giydirmek bir sanattır’ diye. Öyle.

Yazının devamı...

Aytekin Hatipoğlu: Bir editörün ardından

Aytekin Hatipoğlu... Onu kaybedişimizin ardından bir müddet sustum. Bazı insanları anmanın böyle bir sessizlik gerektirdiğine inanırım.

Vatan’da yazmaya başladığımda birçok değerli insanla tanıştım, o da onlardan biriydi. İtiraf etmekte fayda var; en değerlilerinden!

Neden derseniz, yazdığınız metni sizin kadar, hatta sizden bile daha çok okuyan bir editör, bulunmaz bir nimettir. Kaybolduğunuz bir anda devreye girer ve işte o zaman...

Telefon çalar.

Öteki uçta Aytekin Abi vardır.

Önce Müge Hanım’la başlayan, sonra Müge’ye dönüşen o noktada, hep yaşam dolu, hep zarif, işini, gazeteciliği, haberi ve en önemlisi yazıyı başının tacı etmiş bir insanla konuşmaya başlarsınız.

Şuradaki şu cümleyi, şuradaki şu sözcüğü, şu paragraftaki şu virgülü, şu noktayı... diyerek başlayan bu konuşma bir süre sonra, kimileri için hissettiğiniz o ülkenin adı oluverir! O zaman yazı akrabalığı adı verilen o ülkede kimseye anlatamadığınız bir dille konuşmaya koyulursunuz karşınızdakiyle. O dilin verdiği o akrabalığı kimseye anlatamazsınız. Karşınızdakini fazla tanımanız da gerekmez o zaman. Zaten ‘tanışıyorsunuzdur’.

Yazının ne olduğunu, sözcüklerle nasıl dans ettiğinizi, bunun ne kadar riskli ve aynı oranda da müthiş bir oyun olduğunu bilirsiniz. Yazı, sadece sözcükleri, anlamı sıraladığınız bir mecra değil, sizi size ele veren bir bulmacadır aslında. Bu bulmaca ülkesinde bolca kaybolur, dışardan çok kolaymış gibi görünen bir yokuşu tıknefes çıkarsınız. Yokuşun başında sizi okurlardan önce karşılayansa Aytekin Abi’dir. Emniyet kemeriniz!

Onun ardından ta içimde duyduğum sessizlik böyle bir sessizlikti. Yazının büyüsüne inanan bir insanı -ki o insanlar giderek azalıyor- kaybetmekti. Bilmenizi isterim ki bu yazıyı, onun sesini kulaklarımda duyarak yazıyorum. ‘Burada kesip başka bir paragrafa geçelim,’ derkenki sesini...

Başka paragraf... Hatta küçük bir konu başlığı. Okurları rahatlatmak için Müge. Peki.

Telefondaki sesler

Leyla Erbil’i yitirdiğimiz zaman da buna benzer bir sessizliğin içerisindeydim. Sanırım Çanakkale’de Körfez’e bakan bir odada tamamlamıştım yazıyı. Tamamlamıştım tamamlamasına da eksik olan bir şeyler vardı. Tekrar tekrar baktım; ama bilen bilir yazı körlüğü diye bir şey vardır. Her çıkan yazının ardından sonra ‘Tüh bunu nasıl atlamışım, bu vasat hatayı nasıl yapmışım’ dediğiniz bir şeyler... Ya da kes yapıştırlar yüzünden tekrar edip durduğunuz duygular, sözcükler... Yazıda, yine de böyle bir şey yoktu. Leyla Hanım’la yaptığım son telefon konuşması, o hastane odasında duyduğum sesi, hâlâ kulaklarımda Körfez’le birlikte ikindiye kayıyorduk.

Sonra yine telefon çaldı.

Aytekin Abi.

Yazıda bir şeyler bulmuştu. Şunu şöyle yapalım, şunu böyle yapalım dedi. Neyi niçin dediğini tam hatırlayamıyorum şimdi. Ancak söylediği o can alıcı şeyi çok net hatırlıyorum: ‘Bazı insanlarla vedalaşman gerekmez.’

Şunu der gibi: ‘Bir veda yazısı gibi yazmışsın ama aslında bu bir veda yazısı değil’. Elbette yazıda eksik diye gördüğüm noktayı hemen bulmuştu.

Çok ama çok haklıydı. Telefonundan sonra tekrar Körfez’e baktım. Daha farklı bir renk gördüm, rüzgâr da daha farklıydı sanki. Sessizlikse başka bir şeyler söylüyordu.

Ve sessizlik, evet

Bu kelimelerle uğraşıp dururken, onun ardından da neden sessizliğe gömüldüğümü çok net anlıyorum şimdi. Ona da veda etmek istemiyorum. Tuhaftır, yine bir otel odasında yazdığım bu yazıyı aynı duygularla bitirmek istiyorum. Körfez’deki o esinle:

Yazının sonsuz tayfında tekrar görüşmek üzere şimdilik hoşçakal Aytekin Abi.

***

Şunu da not düşmek boynumun borcudur. İşine son verildiğinde onunla birkaç cümlelik bir sohbetimiz oldu. Şimdiki kaybımız büyüktür ama o dönemki kaybımız gazete için de ‘büyük bir kayıptı’. Vatan’ın onun gitmesine göz yumması gerçekten ama gerçekten büyük bir kayıptı...

Yazının devamı...

Kağıt ve İnsan

Kağıda gelen zamdan sonra elindeki gazete kağıtlarını vb. değerlendirmeye karar verir. ‘Bunu bir yere yaz’ der. Tamam dememe bile fırsat kalmadan ‘hadi başlıyoruz’ der. ‘Neye başlıyoruz?’ diye sorarım.

‘Neye olacak akıllım tabii ki origamiye’ der.

‘Origami mi? Haklısın tam sırası’ derim çaresizce.

O ise onaylanmanın verdiği haklı gururla (ne laftır ama!) karşıma bir dizi kağıt süprüntüsüyle çıkar.

‘Bir Japon var, bu işe takmış, gerçi takılmayacak gibi değil’ der.

Çaresizliğim devam etmektedir.

‘Ben en fazla bugüne kadar vapur ve tuzluk yaptım’ cümleme acıyarak, hem de fena halde acıyarak bakar. Sonra kendini toparlar, bu sesinden bellidir ve durumumuza hiçbir biçimde dokunamayan, hatta teğet bile geçemeyen o cümleyi ince dudaklarından aşağı yuvarlar:

‘Çağı yakalaman lazım azizim!’

Çağı yakalamaktan kastettiğinin bir süre sonra origamik kamyon, hatta damperli kamyon, buldozer ve kepçe olduğunu anlarım. Şehirde devriye atarak herkesi koruduğu düşünülen polis otosu, emniyet şeridini hemen her durumda (hastaya yetişmiyorken, hasta taşımıyorken) ihlal eden ambulanslar, dört kapılı taksiler (burada yorum bile yapmıyorum), beş kapılı otomobiller de bunun içindedir. Sesten hızlı uçak, savaş uçağı, savaş helikopteri vb. işler giderek kızışır.

‘Ben görmeyeli origami çok ilerlemiş’ deme gafletinde bulunurum.

‘Sen takmışsın bir kağıda, takmışsın onun üzerine yazmaya. Yaz babam yaz, bi halt mı oluyor sanıyorsun. Yazarak neyi değiştirdin ki şimdi kalkmış kağıda yapılan zamlardan dolayı hüzünleniyorsun!’

Kafam atar.

‘Origamik buldozer ve kepçe yaptığım zaman mı bir şeyleri değiştireceğim?’ diye hışımla sorarım.

Hiç alttan almaksızın ‘Elbette’ der. ‘Ufkunu genişletecek, hatta dünya görüşünü değiştirecek ve her şeyi anlamaya başlayacaksın. Sevmediğin şeyleri sevebilir, uzak durduklarına yakınlaşabilirsin.’

‘Diyorsun’ derim.

‘Aynen öyle diyorum’ der.

‘Bu origamidan astral yolculuk da yapılıyor mu bari?’ diye sorarım.

‘Görürsem söylerim’ der. Kızgındır.

Gönlünü almak için ‘kağıt katlama sanatı iyidir yahu, sen bakma bana; tuzluklarım da bir işe yaramadı, yaraya tuz bile basmaya yetmedi, belki de yeni ufuklara kanat açmam lazım’ derim.

‘Kafamın tasını attırma’ der. ‘Sana o kağıt sanatından bir kaz yaparım boyunun ölçüsünü alırsın’.

‘Bence kaz yetmez, bir dinozor yap’ derim.

O zaman heveslenir ve saymaya başlar:

‘Mamenchisaurus mu tyrannosaurus mu yoksa yoksa...’

‘Yoksa yoksa ne?’ derim... (Bu tıp her gün ilerliyor gibi bir şeydir yahu!)

‘Yoksa styracosaurus mu?’ diye gevrek gevrek bakar yüzüme.

‘Ya de git bana kendi halinde bir kelebek yap’ derim.

‘Olmaz’ der. ‘Sana şöyle gösterişli, yedi düvele meydan okuyan bir tarantula yapmadan asla!’

Durumum budur. Şimdi turizm sayfası ilanlarından yapılma feci bir tarantulam var. Dinozoru bir sonraki bahara bıraktık.

Ya kağıda gelen zam?

Bilmem ki. Okumayan insanlara, hele hele okuduklarını farz edenlere kağıt zammı bir şey ifade eder mi? Adaleti madaletle, hakları gaklarla karıştıranlara?

(Bu arada şaka maka ‘Klasik Origami’ için Yamaguchi Makoto’nun kitabı bir harika. Alfa Yayınları)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.