Şampiy10
Magazin
Gündem

Ayşe ile Osman’ın yazı...

Bir açık görüşte birlikte bir fotoğrafları vardı.

İki beyaz plastik sandalye hemen arkalarında.

Badana kum rengi, yer karoları kumsal rengi. Cezaevinde yaz.

En çok ne çarpar insana derseniz; arkadaki poster. Fotoğrafın da fotoğrafı varsa işte budur.

Nedir bu yaz hali sorusuna verilecek cevaplardan sadece biri: İki insanın 18 Temmuz 2018’deki yaz hali. Cezaevi ve arkada turizm ofislerini aratmayacak kıvamdaki bir posterin palmiyeli bir kıyıya yaslanmış sureti.

O palmiyelerin, cezaevindeki 18 Temmuz 2018’deki yaz hali, Türkiye’nin yaz hali gibidir. Türkiye’nin yaz halinin fotoğrafları gibi.

Nedir bu yaz hali fotoğrafları derseniz:

Alın size bir örnek.

Birileri park etmektedir. Gözlükleri can yakan beyaz gömlekli ve tufanda olduklarını düşünen adamlar zınk diye tek şeritli yolda durur, trafiği, yaşamı, solukları, zamanı ve aklınıza gelebilecek her şeyi engeller, siz ya sabır çekerken yine de kendinize hakim olamayıp ‘nedir bu saçmalık’ diye isyan ettiğinizdeyse ‘sensin saçma’ diye bağırma hakkını kendilerinde bulma özgüveni ve ‘özgürlüğü’ne sahiptirler. Bu yaz böyle bir yaratığın kendi külünden tekrar hasıl olduğu ve varlığını sağa sola zırvaca park ettiği bir yazdır. Zırva dediğime bakmayın, işler ne zamandır bu derin zırvalık ruhuyla kendine yol çizmektedir. Ancak bu fotoğrafta da, arkada beliren bir poster vardır elbette. Karadeniz olduğu belli olan geniş bir yaylanın deli ve diri yeşilliğidir bu.

Bir diğer fotoğrafa gelecek olursak: Bu yaz hali fotoğrafında Avrupa Birliği için bir araya gelen resmiyetin resmi dili karşımıza nem dili olarak çıkar. Bakarken bile yapış yapıştır ve havada değil, suyun içinde nefes almaya çalışıyor gibisinizdir. Türkiye’yi Avrupa Birliği konusunda ‘bilgilendiren’ ve ‘şereflendiren’ bu erkan fotoğrafı, Türkiye’nin insan hak ve özgürlükleri konusunda ‘evladım şuradan üç ekmek iki yüz gram da helva sar’ sıradanlığında söz konusu nemi nemlendirmeye devam eder. Kendi söylediğine inanmayan insanların, karşılarındakilerin söylediklerine inanmalarını beklemeleriyse, olsa olsa nemin mucizesidir. Arkadaki posterse bellidir. İnsana güven ve sıcaklık telkin eden, halk için halka giden, halktan gelen, halka giden, halktan gelen vb. bir banka fotoğrafı.

Nedir bu yaz halinin fotoğrafları derseniz. Bu fotoğraflar ve arkalarındaki posterler uzar gider. İkisi arasındaki tezat büyüdükçe de günler kısalır, geceler uzar. Sonbahar, ve demeye lüzum yok aslında, kış gelmektedir. Uzun kış gecelerini uzun karanlık sabahlara taşıyacak enerji tasarrufu ve döviz bozdurma günleri ise bizleri beklemektedir. Posterimizse bellidir: Aydınlık Türkiye.

***

Bu yazıyı yazmama neden olan bir gerçek var: İnsan Hakları savunucusu Osman Kavala tam 323 gündür içeride. İnanalım ya da inanmayalım... O fotoğrafın içinde hepimiz ama hepimiz varız. Posterimizse bellidir. Osman Kavala’nın beklediği adalet.

Yazının devamı...

İşkenceci

Dilediğin gibi değilse yaşamın,

Hiç olmazsa çalış

Elden geldiğince kirletme onu

Kalabalığında yeryüzünün

Koşuşturmalarla, konuşmalarla...

(Elden Geldiğince, Kavafis, ‘Barbarları Beklerken’ adlı kitaptan)

**

Ve ‘işkencelerle’ diye devam etmek isterim bu yazıya. Elden geldiğince kirletme onu!

ABD’li Senatör John McCain, bir Cumhuriyetçi olarak hayatına veda etti. Bir Cumhuriyetçi olmasına rağmen cenazesine Trump’ın katılmamasını vasiyet etmesi ise bugün atlanılan ya da yok sayılan birçok hususun altını kalın kalın çiziyor.

Senatör McCain’in en önemli özelliklerinden biri 2008 seçimlerinde can sıkıcı Sarah Palin’i yanına alarak Obama’ya karşı seçimleri kaybetmesi idi. Bir kadın nasıl bu kadar takıntılı olabilir sorusunun çaresiz ve kaçınılmaz idolü haline gelen Palin, hiç kuşku yok, McCain’in Obama’ya karşı seçimleri kaybetmesinde son derece önemli bir rol oynamıştı. McCain’in ardından Obama’nın mesajı ise siyasetin dünya genelinde aslında ne olması gerektiğini çok güzel yansıtıyordu: ‘Bu ülkeyi her şeyin mümkün olduğu bir yer olarak gördük.’

Ve işkenceler:

Dünyanın giderek bir işkence plazası haline geldiği bir süreçte muhafazakâr bir görüşe sahip olmasına rağmen işkenceye karşı bir insandı John McCain. Kısaca ‘her şey gerçekten mümkündü’ ama işkence asla ama asla mümkün değildi! Kimileri bunu Vietnam Savaşı sırasında esir düşmesi sonucunda beş yıl boyunca yaşadığı o dipsiz kâbusa bağlasa da (ki muhtemelen böyleydi ya da böyle değildi, ne önemi var artık) aslında McCain’in bu yaşlı ama akıllanmayan dünyaya bir insanlık dersi verdiği de ortadaydı. Guantanamo’nun kapatılmasını isterken verdiği mesaj, yazıya başlarken Kavafis’ten alıntıladığım o satırların temel mesajı gibiydi: ‘Yaşamını bayağılıklarla kirletme.’

Bir canlının bir canlıya yapmaması gereken en temel noktanın altını çizmek... Senatör McCain’in bizlere yeniden ve yeniden hatırlattığı buydu. Otoriterleşme eğilimi gösteren bütün sistemlerin varabileceği o noktayı bir kez daha sabitlemek. Bir Türkiye dostu olarak 2013 yılında Türkiye için temel kaygıları da bu yöndeydi Senatör’ün. Aradan beş yıl geçti. Beş yıl bu sorunun cevabıdır.

Artık beklemiyoruz. Temcit pilavı ruhu yine aramızda, kol geziyor.

Yazının devamı...

Tatilden kalan kırıntı oyunlar

Güneşin kurutulmuş domatesleri andırdığı bir saatte, çocuklarla dolu bir motordayım. Hayal mi gerçek mi bilmiyorum. Arada çocukluğum mu motorda diye sorduğum da oluyor ancak bu düşünceye çok yüz vermemeye çalışıyorum.

Bir oğlanın, dayısı olduğunu tahmin ettiğim otuzlarındaki genç bir adamla oynadığı rüzgârla yarışan şapka oyunu bunu körüklüyor. Birbirlerine benziyorlar ama baba-oğul gibi değil. Sorumlulukları böyle bir çizgiden geçmiyor. Kimse kimseye karşı ne bir sonraki günün ne de sonraki yılların ağırlığında ezilmeye niyet etmiş. Adam çocuğun kafasındaki şapkayı alıp teknenin güvertesinin dibinin de dibine atıyor. Çocuk tam şapkayı almaya yeltenecekken iki kedi yavrusu gibi güreşmeye başlıyorlar. Derken bir küçük mola devreye giriyor. O zaman güneşten kestane balına dönmüş teni ve göz alıcı sarı renkteki saçlarıyla oğlan, güvertenin ucuna koşuyor şapkayı yerden alıyor ve dayısı olduğunu tahmin ettiğim adamın üstüne balıklama atlıyor. Haydi bunlar yine tutuşuveriyorlar güreşe. Böyle yol mu biter... Şaka maka bitecek gibi.

Yol olsa iyi, ömürler bitiyor. Dokuz günü uyuyan güzel edasıyla geçiren bir ülke olmak zaman zaman, yaraya tuz basmanın farklı ve paradoks yüklü bir çeşidi olarak herkesin moralini yükseltebiliyor! Kurban Bayramı esnasında derin dondurucuların satışlarının tavan yapması bile bir yerden sonra başka bir hengâmenin konusu oluveriyor. Uyku oyunu bu diyor birileri. Derin donduruculardaki uyku.

Kuzu kulağı bitkisinden başka kuzu vb. sözcüğünü telaffuz edemediğim günlerden geçiyor olsak da Ağustos’un göbeğini vuran bu tatili palmiyelerle dolu bir elbise gibi giymekten çekinmiyorum. Biri palmiye mi dedi? Aklım yine motordaki çocuğa ve çocukluğa kayıveriyor. ‘Kim ne yapsın doları, kim ne yapsın euroyu’ rehaveti, dayı yeğenin şapka-kasket oyununu olsa olsa daha da alevlendirebilir. Ki öyle oluyor. Uyuklamakla meşgul yolcu bir kadının kucağına düşen densiz şapka öyküsü kaldığı yerden, biraz hışımla karışık biçimde devam ediyor. Buna karşın dayı ve palmiye tişörtlü yeğen, doğru yerde ve zamanda dallanıp budaklanan ağaçlar gibi uslanmak bilmiyorlar. Kediyle karışık güreşlerine kedi gibi devam etmeye niyetliyken, oğlanın palmiye tişörtü havada uçuşuyor (bu resmen palmiye oyunu) ve yol gerçekten de bitiyor.

Artık kara ve kediler burnumuzun dibinde! Karadaki kediler ise en unutulası olanı inatla hatırlamaya devam eden canlılar. Motordan inip kasabın önünde rast geldiğim Nursel Hanım, böyle bir özelliğe sahip. Kasabın ‘çok şımarık bu çok ’ dediği haliyle, ilahi Nursel Hanım’cığım, hayatına bütün bilirliği (bilmişliği değil) ile devam ediyor. Asla ama asla yerde yemek yemiyor. Nursel Hanım’ın oyunu, gün, kuru bir domates renginde batarken sürdürülmesi gereken ‘unutmama’ oyunu.

Bu esnada gökyüzünden kurutulmuş domates renginde bulutlar geçiyor. Güneş mi bulutlar mı daha gerçek, orada da sınıfta kalıyor insan. Rüzgâr desen o da ayrı bir alem. Bayram harçlığını alıp mendilini sallayan eski bir çocuk o da. Değişen, betonlaşan, kuruyup giden bir iklime bakadururken, ne olursa olsun, çocuksu bir merakı elden yitirmeme oyunu.

Bana gelince, evdeki kurutulmuş domatesleri suya atmak ve yumuşamalarını beklemekten başka çarem yok. Ama her şeye rağmen, yok hayır, çaresizlik oyunu değil bu. Hayat varsa, ertesi gün varsa, kurutulmuş domates rengi bir seher varsa, hayır, çaresizlik oyunu değil.

***

Cumartesi Anneleri 700. haftada kayıplarını sormak istedi... Sadece kayıplarını sormak.

Yazının devamı...

Iskarta hayatlar

Anlatıyor:

Eski bir tesisat borusundan yapılma bir abajur karşımda duruyor. Mağazadaki oğlanla bakışıp duruyoruz. ‘Sevdiniz siz onu, sevdiniz’ diyor. Sevip sevmediğimden emin değilim. ‘Abajur’un yanındaki kırmızı musluğa bakıp duruyorum. Bir keresinde evde patlayan bir su borusunun izinin düştüğü bir musluk bu. Hatırlattıkları ise yerde yüzüp duran halılar ve bir o kadar sıkıntı. Bu abajurun sevgiden çok kafamı karıştırdığı ortada. Derken gözüm kovalara kayıyor. İlkokulda koridorun dibinde her birinin üzerindeki harflerle (Y-A-N-G-I-N) hatırladığım bu kovaların ne işe yaradığını tam olarak belirtemiyor oğlan. ‘Saksı diye kullanırsınız’ diyor. ‘Ne saksısı?’ diye gayriihtiyari soruyorum. ‘Ne bileyim içine kaktüs dikersiniz’ diyor. Sonunda eski bir Leica’dan bozma bir çalar saat alıp çıkıyorum.

Derdin neydi diye sormuyorum. Aslında net bir cevap aramadığımın da farkındayım. Yıllar önce bir komşumun neden söylediğini hatırlayamadığım o bilmiş cümlesi bu duruma denk düşebilir: ‘Renkler ve zevkler tartışılmaz!’ Ona da niye tartışılmasın ki diye sormadığımı fark ediyorum, vb. çelişkiler.

Aranacak bir cevap varsa o cevap, sevgili Fazilet’in (Onat) bir hafta önce gönderdiği Zygmunt Bauman’ın ‘Iskarta Hayatlar’ adlı kitabında saklıymış meğerse...

Kitabı tamamen bitiremediğim için (ve kitap ağır ağır lezzetini çıkara çıkara okunması gereken bir kitap olduğu için) birkaç noktayı sizlerle paylaşıp bugünlük dükkânı kapatmayı planlıyorum.

Bauman, kitabında ‘Modernite ve Safraları’ alt başlığıyla karşımıza çıkıp bizlerle ilk başta nesnelerle sonrasında insanlarla (özellikle sığınmacılar ve göçmenler) ilgili son derece çarpıcı saptamalar yapmış. Yaşadığımız zaman diliminin ‘atıklardan kurtulma’ çabası olduğunu dillendiriyor Bauman. Oysa bu ‘atık’ fikrini yaratan da sistemin ta kendisi. Sanayi Devrimi’nden bu yana yapılagelen bu. Ekonomik ve teknolojik ilerlemenin özü ve sözü bir atık yaratma hali aslında. 21. yüzyılın en acı tecrübesi ise bu ‘atık’ fikrinin artık tamamen insana yaftalanmış hali. Peki ya siyasetçiler ne yapıyor? Kendi pis atıklarını duru bir su gibi göstermek için en çok onları kullanıyor!

Kısacası ıskartaya çıkarılmış hayatlar, yeniden dönüştürülüyor ve tezgâha konuluyor. Kazanan kim sorusu ise ortada. En ayrımcı, ırkçı, sefil, faşist politikaları sürdüreduran siyasetçi... Ancak iş bununla da bitmiyor. Örneğin tüketim mallarının pazarlandığı birçok yer için atık kültürün hayat bulduğu yer diyebiliriz. Dahası da var: Hemen hepimiz çöpe atılma korkusu içerisinde kendimizin, toplumun, ilişkilerin ‘kurbanlık koyunu’ olma kâbusunu yaşar haldeyiz. (Kurban Bayramı için özel bir seçim değil!)

Bauman, dışlanmaktan korktuğumuz dehşetin iki kaynağı olduğunu söylüyor. İlki Büyük Birader, ikinci ise onun erkek kardeşi! Ancak ne yazık ki şimdiki zamanda çoğu insanın bu iki kaynağın izini kaybettiğini belirtmekten de geri kalmıyor. En büyük sıkıntımız da bu zaten.

Ufacık hatırlatalım: İlki Büyük Abi, George Orwell’in totaliter abisiydi. Onun şimdiki erkek kardeşi ise Büyük Abi’nin gaddarlığını, şeytani bir düzenbazlığa çevirme sorumlusu! Ha, ikisi de yaşıyor bu arada. Eski Büyük Birader her zamankinden çok daha donanımlı ve ‘kent gettoları, mülteci kampları, cezaevleri gibi toplumsal mekânların en uç noktasını’ tutmuş durumda. Kısacası ‘her çeşit hapishanenin piri’. Erkek kardeşinin görevini daha rahat yapmasını sağlamak ise en önemli görevi. Genç kardeşinin itici, mide bulandırıcı hallerini bizlere iyi bir özellik, adeta bir ‘hayat kurtarıcı, güvenli ve mutlu bir yaşamın reçetesi’ gibi sunması ise en biricik ödevlerinden biri. Küçük Birader’e gelince... Ondan daha çok çekeceğimiz var...

Soru ise şu:

Kendi seçtiğimiz saatle (eski bir Leica’dan bozma bir saat de olabilir bu) kendi seçtiğimiz yolda kendi zamanımız ve rüyalarımızda yürümeyi göze alabilecek miyiz? Bauman’a göre hikâyemiz budur. Yine de özetlemeye çalışarak olmaz; okunması gereken bir kitap ‘Iskarta Hayatlar’... (Can Yayınları, çev. Osman Yener)

İyi bayramlar!

Yazının devamı...

Göçmen kuşların gitme zamanı

Geldiler ve gidiyorlar. Ancak düşünsenize, aslında gittikleri yer, yine yaz mevsimi ve onlar yine sıcak iklimlere, güneşe gidiyorlar. Onları, bizim buralarda sonbahar hakim olurken, güney yarımkürenin sıcak iklimlerindeki gökyüzünde gören ve ‘gelmişler’ diye sevinecek sayısız çocuk kalpli var.

Bu aslında ‘neredeyiz’ sorusuna da pek güzel bir yanıt. Nerede olduğumuz ve neye, nasıl baktığımızla da ilgili. Değişmeyen gerçekse, nesilleri devam edebildiği müddetçe göçmen kuşların göç edecekleri...

Doğa’nın böyle bir yaşam diskuru ve değişmezliği var. Ancak aynı durum bizlerin yaşamı algılayışı için geçerli değil. Bizler düşüncelerimizi farklı bir açıya taşıyabilir, değişebiliriz.

Geçen Sahaflar’dan bir kitap aldım. 1995 yılında ilk baskısı yapılmış bir kitap. Ali Nesin’in, 1994-1995 yıllarında yazdığı yazıları derlediği ‘Matematik ve Doğa’ kitabının önsözünde karşıma çıkan bir paragraf var. Bu ‘hal’ aslında sonbahara yaklaşan, sonra kışa, ardından ilkbahara ve evet yine yaza göz kırpacak kişisel ve toplumsal deneyimlerimizi bir kez daha açığa (ağaca) çıkarır nitelikte. 1994’ten 2018’e ne değişti sorusunu da yanında barındırıyor. Evet vasat biçimde çok şey değişti. Ama birtakım şeylerin de hiç değişmediği ortada. Belki de bu yüzden bu kadar vasat biçimde değişiyordur her şey diyesim var.

Matematik profesörü hocamız Ali Nesin, kendine göre kolay bulduğu yazılarını bile hiçbir biçimde anlamayan lise öğrencilerini karşısında görünce şaşırmış. Yazının hakkını da teslim ederek (öyle ya her yazı ille anlaşılacak diye bir şey yoktur; okurla yazının kurması umulan köprü her zaman kurulamaz ve okur kadar yazı da bu işten sorumludur), anlatmaya çalışmış ama burada da başarılı olamamış. Derken ilginç bir şey olmuş. Ali Nesin, öğrencilerle konuştukça asıl suçlunun kendisi olmadığını fark etmiş. O dönemde Lise 2 fen bölümüne giden bu öğrencilerin ‘çift sayı’ kavramının tanımını veremiyor oluşları karşısında şaşkınlığa düşmüş.

Peki neden ?

Burada Ali Nesin’in saptamasını sizlerle paylaşmak isterim :

‘Belli ki soyutlama, genelleme, tanımlama gibi matematik yapmak ve sağlıklı düşünmek için gereken niteliklerden yoksundular. ’

90’lı yıllardan günümüze... Değişmeyenler bunlar. AVM’ler, nükleer santral projeleri, yollar, yollar, yollar, yollar, oy sandıklarına giden makarnalar, kömürler, borç ve daha çok borç... Sıfır üretim, yok hayal...

Ali Nesin diyor ki :

‘Bugün okullarda okutulan matematik matematik değildir. Kanıtsız matematik olmaz. Matematik doğru yanıtı bulma sanatı değildir. Matematik, doğru yanıtın neden doğru yanıt olduğunu anlama sanatıdır.’

Son cümlede takıldım! Yanlışlara vurgun, ezberlere aşık salınıp duran bir toplumda kim ne yapsın bu cümleyi!

Bayramın dibinde, Ali Nesin’in sözleriyle, eğitime ve bu konudaki yalnızlığımıza odaklanarak, yine de umutlu bitirelim bu bölümü:

‘Eğer olanaksızı başarır da uçmayı öğrenebilirseniz, sizleri uçsuz bucaksız ve zekayla bezenmiş pırıl pırıl bir dünya beklemektedir, düşünenlerin, olguyla yetinmeyip nedenleri araştıranların dünyası.’

***

Cumartesi Anneleri ile ilgili ‘25 Ağustos’ta sen de Galatarasaray’a gel’ mesajını burada dillendirmek isterim. Onlar, yaşadıkları bütün zorluklara rağmen mevsimler değişirken 700. haftalarındalar. 25 Ağustos’ta 700. oturmalarını gerçekleştirecekler. Türkiye’nin en uzun barışçıl protestosu. Devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltında ‘kaybettiklerinin’ protestosu. Evlatlar, eşler, kardeşler, anne ve babalar... Onların akıbetlerinin açıklanması ve sorumluların yargılanması talebiyle geçen 700 hafta. Sahi 700 hafta kaç yıl, kaç mevsim eder?

Yazının devamı...

Olimpiyatlar

Özel Tohum Vakfı Özel Eğitim Okulu mezunlarından Hikmet Cem Sezgin, erken tanı ve eğitimin, otizmli bir bireyin hayatında nasıl bir fark yaratabileceğinin en güzel örneklerinden biri. Aldığı eğitimle okuma-yazma, okuduğunu anlama, matematik becerileri, sosyal ve toplumsal uyum becerilerinde son derece önemli ilerlemeler kaydeden, bateri ve piyano çalan Cem, sporcu kimliğiyle de dikkat çekiyor. Dereceleri ile 2018 Avrupa Paralimpik Şampiyonası’na katılmaya hak kazanan ve 2019 Dünya Paralimpik Yüzme Yarışları, 2020 Paralimpik Olimpiyatları’na katılmayı hedefleyen Cem’i içtenlikle kutluyorum. Haydi Cem, devam!

***

Bu esnada ya biz ‘normal’ yetişkinler hangi olimpiyatlara katılabiliriz sorusunu akılda tutmak önemli. Ayakkabı Kutularında Dünyalar Saklama Olimpiyatları’nda ilk üçe girebilir miyiz? Buna çok sevdiğim bir zarf atmak isterim: Bittabi.

Kürsüde Konuşanın Üstüne Yürüyen Futbolcu Olimpiyatları’nda da üstün başarı madalyası almamızın eli kulağında.

Bu halimizle envaiçeşit olimpiyata katılıp birbirinden gözde madalyalar almamız işten bile değil.

Velhasıl geldiğimiz yer fazlasıyla göz dolduruyor. İyiyiz, iyi.

Gazeteci Mehveş Evin’in bu konuda hazırladığı bir kitap var. ‘Buraya Nasıl Geldik’ sorusunu A’dan Z’ye masaya yatırmış. Evin, A’dan Z’ye derken Türkiye’nin yakın tarihine bakabileceğimiz başlıkların altını çizmiş. Sadece gazetecilerin, iletişim fakültelerinde okuyan genç öğrencilerin, sahaya açılmaya hevesli idealist ve civan muhabirlerin değil, aynı zamanda hemen her yaştan meraklı okurun da ilgiyle takip edebileceği bir çalışmayı önümüze koymuş.

Hemen birkaç başlık paylaşayım:

D bölümünde karşımıza çıkan temel kelime darbe. Burada tahmin edeceğiniz türden bir sıralama mevcut. ‘Her Türkiye vatandaşı, hayatının bir döneminde mutlaka darbeyi tattı’ cümlesiyle başlayan bölüm bizleri 15 Temmuz’a kadar getiriyor.

F bölümünde ise fıtrat sözcüğü ile karşılanıyoruz.

I, Ilımlı İslam.

K, Kutu.

S, Sur şeklinde devam ediyor.

W ise ‘Yasaklı Harf’ olarak karşımıza çıkıyor. Neyi temsil ettiğini ise hepimiz biliyoruz.

Y, ise ‘yol’la kaplanmış. Barajları, yolları ve Karadeniz’i düşündüren bir bölüm burası.

Uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olan kitap Z ile bitiyor. Z’ye karşılık gelen kelime ise ‘zeki’. Hah, şimdi diyorsunuz olay burada çözümleniyor! Oysa bu bölümde ne kadar zeki olduğumuz değil Zeki Müren tartışılıyor. Türkiye’nin eşcinsel politikaları... Zeki Müren’in Beklenen Şarkı’da söylediği sözler de çok anlamlı: ‘Bana ait çizgiler, dikkat et silinmesin’.

İşin esası buraya nasıl geldik sorusunun en köklü yanıtı da bu. Herkesin kendi çizgilerini kaybede kaybede geldiği bir noktada oluşumuz. Çizgili pijamaya dönüşen barkod türü hayatlarımızla yaşamaya olan tutku yoksunu tutkumuz... 1953’deki aşk filminden (Zeki Müren ve Cahide Sonku) taşan aynı adlı nihavend şarkının izlerinde gezinen daha farklı hallerin (dikkat et silinmesin dikkat et silinmesin) her dem silindiği OHAL’lerin (sil daha da çok sil) evlatları, torunları ve torunlarının torunlarıyız. Kadın, erkek, genç odaklı birçok sorunun cevabının burada olduğunu düşünenlerdenim.

Hep böyle mi gidecek? Bilmiyorum. Belki bu yüzden Amok Koşucusu’nu yeniden, farklı bir gözle okuma zamanı. (Stefan Zweig’ın aynı adlı kitabında, insanın zaaflarını, beşer şaşar biçiminde tartıştığı uzun soluklu öyküsü).

Yazının devamı...

Dolarla ilgili bir iki şey

‘Helikopteri gönderdik ya!’

Olayı fazla dramatize etme niyetinde değilim ama son günlerde birçok arkadaşımın dilinde hep o fıkrayı duyuyorum. Hani adam zordaymış ve ‘Allahım bana yardım eder’ diyormuş. En son sellerin arasında çatıya çıkıp oturduğu sırada aynı gerekçeyle tepesinde beliren kurtarma helikopterinin yardımını ‘ya bi git allasen’ diyerek reddetmiş. Ve Niyazi biçiminde ölüp gidivermiş. Sonrası daha alem. Allah katına çıktığında ‘Ey Yaradanım neden bu biçare kuluna yardım etmedin’ diye isyan ederken cevap gelmiş: ‘Yardım diye o kadar çok şey gönderdim, aklın neredeydi?’

Fıkra bir yana bugün geleceğimiz bu noktayı ekonomistler yıllardır söylüyordu. Şu an doların düşmesi için dua etmekle meşgul kişilerin bu noktada fark etmesi gerekenin başında da bu geliyor.

Öte yandan Ekonomi Bakanı’nın açıklamaları esnasında Trump’tan gelen alüminyum ve demir ürünlerin ithaline yönelik gümrük vergisinin halini kaç gazete duyurmaya cesaret edebildi emin değilim. Bakan’ın konuşmasını ve hemen ardından yapılan yorumları takip ettiğim televizyon kanalının ve nicelerinin hayal aleminde yirmi bin fersah dalışını ise son derece görkemli bir ‘dalış’ olarak zihnime kaydettiğimi ifade etmek durumundayım. Bir kez daha kulakların çınlasın Fahrenheit 451.

Ekonomi böyleyken gelelim aşka. Sevgili arkadaşım Hikmet Hükümenoğlu’nun ‘Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri’ kitabı, romanlarıyla (Körburun’u mutlaka okuyun derim) tanıyıp sevdiğimiz bu yazarı farklı bir boyutuyla da karşımıza çıkarıyor. Hükümenoğlu’nun öyküleri, tıpkı günümüz gibi. Buruk, trajikomik ve kısa.

Aşk Öyküleri-No3’ü okurken nedense şu dolar fıkrasını bir kez daha düşünesim geldi... Adam dört yıl üniversitede kızın peşinden koşuyor. Kız bunun yüzüne bakmıyor. Sonra mezun oluyorlar ve aradaki buzlar eriyor. Al sana aşk! Oğlan askerdeyken kız hasretten 17 kilo veriyor. Bir daha toparlanamıyor, toparlanamıyorlar... Kız ise kilo vermeye devam ediyor. Düştükçe düşüyor yani. Düşüş bu. Sonu gelmiyor. Geldiği yerdeyse bambaşka kırılmalar hasıl oluyor.

Aşk nedir sorusuna ‘aşk ona inanmamaktır’ biçiminde bir ön cevabınız varsa son derece keyifle okunabilecek öyküler bunlar. Şahsen, Hikmet’in sunduğu ilhamla zaman zaman yüksek sesli kahkahalar atarak okudum. Aşka inanmadığımdan değil. Tam tersi. Hem aşka hem de edebiyata inandığımdan. Kitaptaki cevabın tümü de bunu işaret ediyor aslında.

Aşk ve edebiyatın besbelli yetemeyeceği ekonomi açmazındayken, ne olacak bu doların hali sorusunun cevabını tepemizden aşağı inecek helikopterlerin skorsky gölgelerine bırakıyorum. Sonraki olası konuşmaları ise şöyle hayal ediyorum.

Soru: Yahu niye yardım etmedin?

Cevap: E ettim ya, size iki düzine skorsky gönderdim.

Soru gibi bir yakınma: Yahu onlar savaş helikopteri. Tepemizden aşağı mermi yağdırıyordu. Zaten mevta olmamızın nedeni de bu. Neden ama neden? Neden biz, neden?

Cevap gibi yakınma: Ee, nush ile uslanmayanı...

Yazının devamı...

Batık tırnak

Pazarcı Bekir’in derdi bu: Ayak baş parmağına batan tırnak. Yıllar önce başıma gelen yanık bir olay olduğu için sohbeti koyulaştırıyoruz. ‘Tıp her gün ilerliyor’ lafını patlattığım o noktada incirlerin, elmaların ve mürdüm eriklerinin arasında ‘orijinal’ bir yerdeyiz.

Pazarcı Bekir’in görünmeyen bir başka derdi olduğunu o zaman anlıyorum. Bütün insan sarrafı mesleklerde olduğu gibi onun da derdi insan. Neyin ne, kimin kim olduğunu, para verişinden, duruşundan, meyveleri seçişinden, yaptığı pazarlıktan çok iyi anlamış.

‘Düzelmeyecekler’ diyor.

Çok bilmiş müşteri ve tırnak üzerine tez yazmış tıp profesörü edasıyla ben de ‘sanırım düzelmeyecekler’ diyorum.

‘Neden düzelmeyecekler biliyor musun?’ diye soruyor. Sarılı baş parmağının yüzüne verdiği kıymık acısı, hevenk hevenk üzümler gibi, suratında asılı kalmış.

Hormonsuz olduğunu iddia ettiği çileklere bakıyorum. ‘Hormonsuz çilek mi kaldı Allah aşkına!’ diyesim var. Ancak Pazarcı Bekir’in derman arayan ama dermansız gözüken hali karşısında, konuyu başka bir yere, cevizlere çekiyorum.

‘Zamanı geldi bak! ’

Pazarcı Bekir bugün çok iyi. Kendi sorusunu kendi cevaplamaya aday biri:

‘Her şeyin bir zamanı vardır’ diyor. ‘Yazın başından beri sorup duruyorsun... Bak işte şimdi zamanı geldi. Yaz bitti o da çıktı geldi!’

Yaz ne zaman bitti yahu?

Oysa bitiyor. Çınar yapraklarının fütursuzca kendilerini asfalta bırakmasından, gündüz geçen kıdemli bulutlardan, bir ara buralara gelmiş ve şimdi gitmeye hazırlanan leyleklerden, rüzgarın esiş yönü ve biçiminden, çocukların erken biten akşamüstü oyunlarından, çaylardaki tiryaki tadının sonbahar kokmaya başlamasından, zeytindeki kekiğin burukluğundan, hatta daha az fesleğen kokan sulardan anlamak mümkün bunu.

Oysa sıcak devam ediyor. Oysa kediler hâlâ kendilerini ve kendilerinden bağımsız gibi görünen pofuduk göbeklerini gölgeli ve soğuk ikindi sandalyelerinin bacaklarına dolar halde. İkindi zamanı yapılan şekerleme hâlâ güzel, boyacıların dış cephe için duvarlara dayadıkları merdivenleri de yaz renginde. Yine de bitiyor, bitecek işte.

‘Ne kadar alacaksın?’ diye soruyor cevizleri göstererek Pazarcı Bekir.

Zamane cevizlerinden tam üç kilo alıyorum.

Tam gidecekken onun selametle lafına karşılık, elimdeki ceviz dolu torbayı göstererek, ‘her şeyin bir zamanı var, haklısın’ diyorum. Ancak bu laf bana o an yetmiyor. Konuyu illa batık tırnağa getireceğim. ‘Şimdilerde tırnağa tel takıp yeni bir yol çiziyorlar, o zaman eski yatağından kurtuluyor, batak hal bitiyor. Kabusa nokta konuyor. Basit ama yoğun bir işlem. Ve yüzde doksan sonuç alıyorsun...’

O zaman ‘Doğrudur’ diye içtenlikle gülüyor Bekir. Sadece o olsa iyi. Avakadolar, elmalar, şeftaliler, papaz erikleri, Bekir’in gizli gizli sigara içen oğlu, yaz, kış, uyurgezer kediler, gezgin leylekler, mevsim tanımaz oyuncu çocuklar, çaylı ikindiler, hatta bulutlar da.

***

Bir arkadaşım Bodrum’daki Zai’den (zeytinin eski deyişlerinden biri) bahsetti. Yeni nesil bir kütüphane. Her anlamda ilham verici. Önümüz bayram. Olur a yolunuz oralara düşer ve zeytin ağaçları altında kitap okumak isterseniz mutlaka uğrayın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.