Aytekin Hatipoğlu: Bir editörün ardından
.
Aytekin Hatipoğlu... Onu kaybedişimizin ardından bir müddet sustum. Bazı insanları anmanın böyle bir sessizlik gerektirdiğine inanırım.
Vatan’da yazmaya başladığımda birçok değerli insanla tanıştım, o da onlardan biriydi. İtiraf etmekte fayda var; en değerlilerinden!
Neden derseniz, yazdığınız metni sizin kadar, hatta sizden bile daha çok okuyan bir editör, bulunmaz bir nimettir. Kaybolduğunuz bir anda devreye girer ve işte o zaman...
Telefon çalar.
Öteki uçta Aytekin Abi vardır.
Önce Müge Hanım’la başlayan, sonra Müge’ye dönüşen o noktada, hep yaşam dolu, hep zarif, işini, gazeteciliği, haberi ve en önemlisi yazıyı başının tacı etmiş bir insanla konuşmaya başlarsınız.
Şuradaki şu cümleyi, şuradaki şu sözcüğü, şu paragraftaki şu virgülü, şu noktayı... diyerek başlayan bu konuşma bir süre sonra, kimileri için hissettiğiniz o ülkenin adı oluverir! O zaman yazı akrabalığı adı verilen o ülkede kimseye anlatamadığınız bir dille konuşmaya koyulursunuz karşınızdakiyle. O dilin verdiği o akrabalığı kimseye anlatamazsınız. Karşınızdakini fazla tanımanız da gerekmez o zaman. Zaten ‘tanışıyorsunuzdur’.
Yazının ne olduğunu, sözcüklerle nasıl dans ettiğinizi, bunun ne kadar riskli ve aynı oranda da müthiş bir oyun olduğunu bilirsiniz. Yazı, sadece sözcükleri, anlamı sıraladığınız bir mecra değil, sizi size ele veren bir bulmacadır aslında. Bu bulmaca ülkesinde bolca kaybolur, dışardan çok kolaymış gibi görünen bir yokuşu tıknefes çıkarsınız. Yokuşun başında sizi okurlardan önce karşılayansa Aytekin Abi’dir. Emniyet kemeriniz!
Onun ardından ta içimde duyduğum sessizlik böyle bir sessizlikti. Yazının büyüsüne inanan bir insanı -ki o insanlar giderek azalıyor- kaybetmekti. Bilmenizi isterim ki bu yazıyı, onun sesini kulaklarımda duyarak yazıyorum. ‘Burada kesip başka bir paragrafa geçelim,’ derkenki sesini...
Başka paragraf... Hatta küçük bir konu başlığı. Okurları rahatlatmak için Müge. Peki.
Telefondaki sesler
Leyla Erbil’i yitirdiğimiz zaman da buna benzer bir sessizliğin içerisindeydim. Sanırım Çanakkale’de Körfez’e bakan bir odada tamamlamıştım yazıyı. Tamamlamıştım tamamlamasına da eksik olan bir şeyler vardı. Tekrar tekrar baktım; ama bilen bilir yazı körlüğü diye bir şey vardır. Her çıkan yazının ardından sonra ‘Tüh bunu nasıl atlamışım, bu vasat hatayı nasıl yapmışım’ dediğiniz bir şeyler... Ya da kes yapıştırlar yüzünden tekrar edip durduğunuz duygular, sözcükler... Yazıda, yine de böyle bir şey yoktu. Leyla Hanım’la yaptığım son telefon konuşması, o hastane odasında duyduğum sesi, hâlâ kulaklarımda Körfez’le birlikte ikindiye kayıyorduk.
Sonra yine telefon çaldı.
Aytekin Abi.
Yazıda bir şeyler bulmuştu. Şunu şöyle yapalım, şunu böyle yapalım dedi. Neyi niçin dediğini tam hatırlayamıyorum şimdi. Ancak söylediği o can alıcı şeyi çok net hatırlıyorum: ‘Bazı insanlarla vedalaşman gerekmez.’
Şunu der gibi: ‘Bir veda yazısı gibi yazmışsın ama aslında bu bir veda yazısı değil’. Elbette yazıda eksik diye gördüğüm noktayı hemen bulmuştu.
Çok ama çok haklıydı. Telefonundan sonra tekrar Körfez’e baktım. Daha farklı bir renk gördüm, rüzgâr da daha farklıydı sanki. Sessizlikse başka bir şeyler söylüyordu.
Ve sessizlik, evet
Bu kelimelerle uğraşıp dururken, onun ardından da neden sessizliğe gömüldüğümü çok net anlıyorum şimdi. Ona da veda etmek istemiyorum. Tuhaftır, yine bir otel odasında yazdığım bu yazıyı aynı duygularla bitirmek istiyorum. Körfez’deki o esinle:
Yazının sonsuz tayfında tekrar görüşmek üzere şimdilik hoşçakal Aytekin Abi.
***
Şunu da not düşmek boynumun borcudur. İşine son verildiğinde onunla birkaç cümlelik bir sohbetimiz oldu. Şimdiki kaybımız büyüktür ama o dönemki kaybımız gazete için de ‘büyük bir kayıptı’. Vatan’ın onun gitmesine göz yumması gerçekten ama gerçekten büyük bir kayıptı...